O bir tepe ben ise ova
Koyulmuşuz aynı dünyaya
Temelim olmadan çözmeye çalıştığım matematik soruları geliyordu bir bir aklıma. Hep o zamanlar kafayı sıyırmaya bir bir adım atıyordum. Odamın arka odalarda olduğundan hiç ışık girmediği zamanlar açardım masa ışığımı, beyin patlatırdım. Bile isteye değil, zorunlu. Mala anlatır gibi anlatan hiçbir hoca yoktu çevrede, cevaplardan kendim yürütmeye çalışmışımdır hep. Bir iki tutturabilsemde genelinde, sağ köşede duran meyve tabağımın içindeki çatala ilişirdi gözüm. O yeşil sis bulutu beynime ulaşmıştı. Anlamıyordun, kalbini boğazlıyorlardı. Oksijensiz odaya kapatılmışsın gibi. Çaresiz hissediyordun. Fazla ses frekanslarından beynin patlayacaktı sanki.
Çaresiz hissediyordum. İçinde bulunduğum belirsizliğin yerine anlamadan matematik sorularının başına oturmayı tercih ederdim. Suya da girebilirdim ömür boyu. Birazdan beynim patlayacaktı. Hayatın, düşüncelerim yüzünden bana çektirdiği bir işkence yolu muydu yoksa? Matemik sorularının başında beyin patlatmama şükür mü etmeliydim? Annem hep derdi: elindekinin kıymetini kaybolunca anlarsın. Şimdi ben sorularla ağlaşırkenki hissettiğim çaresizliği bu şekilde mi kıymetini bilecektim. Kaç saat olmuştu? Kaç saattir bilincim kapalıydı? Saatler önce benim okula gittiğime dair aramam gereken bir ebeveynim vardı.
Aniden hissettiğim mide bulantısının üstüne içimde bir şeylerin yukarı doğru yol almasıyla gözlerim kapalı doğrulup sola doğru yattım. Boğazımdan çıkan öğürmelerle ufak tefek çıkan sıvının kokusu Türk kahvesi gibiydi. Gülseren teyzenin kahvesini geri çevirmeliydim. Ya ölseydim, midemde kahveyle mi gidecektim?
"Poşet-" daha yüksek öğürmemle gece Suvar'a gelirken arabada atıştırdığım şeylerde çıktı. Şimdi, kusmuk kokusuyla pide kokusu karışmıştı.
"Su! Kolonya bir şey getirin!" Gözlerimi duyduğum hareketlilikle tam açtığımda görüş açıma ilk Pet şişe girdi, sonra ise yüzüme fışkırtılan su oldu. Tekrar kapatmak durumunda kaldım gözlerimi.
"Lan, su...içerecektik oğlum."
"Kusan kıza, su mu içirilir?"
"Bok içirilir İbo! Yüzüne mi fışkırtılır?"
"Ayılsın diye."
"Senin amına koyayım. Yeni uyandı daha, neye uğradığını şaşırdı." Yüksek ihtimal kusarken çıkan sesten fark ettiğim poşeti, kulağımın dibinde duran çocuk tutuyordu. Ve çok Haklıydı. İç tercümanım olmuştu Ahretlim.
"Durun." Yatırıldığım yere geri yığılırken odada çıkan tek kelime bu kargaşayı sonlandırmıştı. O ahretli kim ise alnından öpmek istedim, başıma çekiçle vuruyorlardı.
BABAN DENİZ!
"BABAM!" Uzun süredir kullanılmayan ses tellerim feryat ederken sözcüklerim inlemelere dönüştü. Ne kadar ölecek olsamda arayıp benden haber bekleyen insanları merakta bırakmamalıydım. Eğer ölmeyeceksem; başıma vurulan çekice üç tane daha eklensin istemezdim.
Az önce, susulması gereken zamanda götlerine kaçan arılar gibi bağırıp çağıran özürlü topluluğundan ses soluk yoktu. Hani o, ahretlilerim? Tercümanlarım nerede?
Gözlerimi ovalayıp açtığımda ağzımdan bildiğim bütün küfürler sırasıyla kaçtı. Analarından girdim, doğmamış üvey kardeşlerinden çıkmıştım. Yanlışlıkla. Dirseklerimi yaslanarak kalktım. Kalbimin sesini aramızda 2 metre mesafe olan çocuk duyabiliyordu.
"Baban?" Dedi anlamadığını hafifçe başını iki yana sallayarak belirtti.
Ellerim havalandı. Avuç içlerim yukarı bakarken "telefon." Diyebildim. Başıma aldığı sert darbe beyin lop'larıma zarar vermiş olmalıydı. Arkayı vurmuştum fakat ön lop beter durumdaydı, bu ellerim neden havadaydı mesela? Çocuk ellerime baktı önce. Anlamsız hareketlerimi garipsemişti, yüzüme baktı. "Babam." Dedim. Aptal! Gerizekalı! Ampute! Sağ elimin serçe ve baş parmağım dışında öbürlerini kapatıp kulağıma götürdüm. Ön lop çalışmaya başlamıştı, derin bir nefesi sessiz bir şükür niyetine içime çektim.
"Babanı mı arayacaksın?" Dedi kalın kara kaşlarını havalandırarak. İşittiğim cümleyle temporal lopumunda sağlam olduğu kanaatına erip mutlulukla gülümseyerek başımı salladım. Hevesim anında şişik balona ufak bir temas eden iğne ucu gibi sönüverdi. Arkadan birisi:
"Bunu neden yapalım?" Dedi. Anlamayarak baş sallayan ben oldum.
"Bizim elimizdesin, kaçırıldığını söylemeyeceğin ne malum." Kesinlikle loplarımdan birine zarar gelmişti çünkü ben söylemeseler anlamayacak, kavrayamayacak raddedeydim. On birinci sınıf bilgilerime göre de bu hangi lopun görevi olduğunu hatırlamıyordum. Unutkanlık. Bu nereye aitti? Etrafı inceledim. Nesneler... kaçırılmıştım! Konumum...Yan lop. Evet, yan lop-
"Hop!"
İrkilerek sesin geldiği yöne baktım. Gözlerimi kısmak durumunda kaldım. Yeşil. Deniz yeşili. Benim yeşilim. Suvar yeşili.
Yutkundum.
"Babam, okula gidince ara demişti. Merak etmiştirler." Yüzlerine alev topu oturmuştu Yanımdaki çocuk sessizce öğürerek elindeki poşetle uzaklaştı o esnada.
"Etmiştirler. Ne garip bir kelime."
"Ne garibi lan?"
"Tirler."
"Gayet normal."
"Etmişlerdir yerine-"
"Ulan dilbilgine sokayım ben senin-"
"Ne sokacan he, ne sokacan? Gel sok yiyorsa. Bana ulaşamadan kaldı, eee?"
"Diyene bak. anahtar ucuna sahip bir erko olarak çok cürretli konuşuyorsun."
"Dedi, karınca!"
"Hoşt lan, Bokunu çıkartma. Çıt çıtlı toka deseydin bari. Ben seninkine hiç yok diyor muyum?"
"Seni domaltıp sikmezsem bana da ib-"
"Kessenize dal yaraklar! Biz neyle uğraşıyoruz siz neyle ilgileniyorsunuz? Elimizde bir kız çocuğu var. Kaçırdık hem de. Babamı arayacağım diyor, merak etmesin diye. Ya söylerse bizi? Her zaman çocuk mu kaçırıyoruz, hadi boyut konuşacağınıza derdimize deva olun! Ha çok görmek istiyorsanız gelin, ben vereyim size." Odanın ortasına doğru kalkmış ağzından tükürükler saçarak, öfkesini oturduğum koltuğa bile hissettiren bir insan düşünün. Hemde eli pantolonunun kemerine gitmiş. Yani koltuk bile titremişti.
"Arasın babasını, konuşsun işte."
"Ulan pezevenk, bu saate okul mu kalır!"
"Siktir." Odanın içine bir sessizlik hakim oldu. Üçü ayakta, biri koltukta oturan katil grubu sessizliğe gömüldü. Zaten oturan Deniz yeşili gözlere sahip insan hiç konuşmuyordu ya. Bu küfür benim ağzımdan çıkmıştı.
Kemerini tutan:
"Kız daha yardımcı bu durumda." Diyerek isyan etti. Fakat ben bununla ilgilenecek durumda değildim. Ailemin Esra erol veya Müge anlı'ya başvurmamış olmaları için dua etmeye başladım. Başım bunlar olmasa bile ailemle büyük dertteydi. Tehlikeli olup olmamalarını umursamadan "ders çalışmaya kütüphaneye gittiğimi falan söyleyeyim bari lütfen." Diye yalvaran gözlerle bakmaya başladım her birine. İstemsiz takılıyordu aynı göz rengine sahip olduğum, karanlıkta beni izlemeyi tercih eden, bir saniye gözlerini ayırmayan kişi. Bu anı bekliyormuş gibi dudaklarını yaladı, çenesinde gezinen eli koltuğun başına indi yavaşca. Ortama hakim olan ölüm sessizliği kalbimin çaresiz çırpınışlarına mikrofon olmuştu.
"Yaşayacağından eminsin." Değildim. Buradan kurtulabilsem bile, kendimi atmayacağım garanti miydi?
"Sıkın kafama o zaman! Alın bıçağı saplayın kalbime. Al çekici yar kafamı. Hadisene!" Gözlerimden firar eden yaşlar titreyen dudaklarımın arasından kayıp ağzıma girdi. Çok fazlaydılar, durulması imkansız. Onları bile afallatmıştı çıkışım. Bağırmaktan çatallaşmaya yüz tutmuştu sesim. İiç tercümanım olan hava, gürleyerek seller oluşturacak şekilde yağmaya başladı.
"Ne duruyorsun? Harekete geçmezsen, inanırım yaşayacağıma." Sonlara doğru kırılmıştı sesim. Hıçkırıklarım baş göstermişti. Duvarlardan sekip kulağıma çarpan ağlayan ses bana aitti. Çok ihtiyacım vardı gözlerimi yummaya. Sonsuzluğa. Belki bu sisi azaltırdı gözlerini kapatmaya varan yol, geçirirdi. Yok ederdi zehirli gaz bulutunu. Feraha mı ererdi insan?
Kemerini az önce tutan çocuk çıkarttı bir yerden silah, doğrulttu namlunun ucunu başıma; fırlattı koruma camı paramparça olan telefonu, böylelikle başlatmış oldu geri sayımı. Gözlerim can buldu karanlıkta parlayan bir çift deniz yeşili gözde.
Titreyen ellerle köşeden çıkarttım kırık camı. Şimdi ne yaparsam alevler içinde yanan aileme birazcık soğuk su dökebelirdim. Asla, onlar asla aramayıp; üstüne okul çıkışı saatinde eve dönmediğimi görürlerse beni lime lime ederlerdi. Ne yazarsam yazayım, diyeyim; beni görmeden rahat etmeyeceklerdi. Bu sıkıntıya çare ne iyi gelirdi: Ölüm.
Düşündüm. Düşündüm. Üç hafta önce resim atölyesinde çektiğim bir fotoğrafı seçtim. Babama yolladım. Çevrimiçi olan babam deli gibi aramaya başlamıştı. Hepsini reddettim. Yazdım.
Deniz: ev çok boğucu baba, annem ağlıyor yedi yirmi dört. Hala ağlıyor değil mi?
Deniz: arkadaşlarla tuval boyuyoruz, çıkarım birazdan.
Babam: neredesin Deniz, sen?
Oysa resim bile atmıştım.
Babam: aramadın sabah.
Deniz: şarkı dinlerken dalmışım.
Deniz: ölü verdik baba toprağa şsjsmdksndksşx
Babam: çabuk gel. Gelince görüşeceğiz seninle.
Buradan sağ çıkabileceğim neçhuldu.
Deniz: Tamam baba.
Baban sanabilirdi; ergen, şımarık cümlesi. Ben buram buram çaresizlik kokusu alıyordum bu mesajlaşmadan.
Saat yediye geliyordu.
Namlunun ucu bana çevilmiş, silah sahibi sohbetin bittiğini anlayıp sertçe çekmişti elimden telefonu. Yazışmaları okuyup yamuk bir gülümseme bahşetti bana. Silah yerine geri kondu. Nefes sesi odayı doldurdu. Çelik top oyu cak harita misali dönüyor, başımın her köşesine çarpıyordu.
"Okula gidecektin madem, ne arıyordun orada?" Kimin konuştuğunu anlamayacak hale gelmiştim. Başım, bağdaş kurduğum bacaklarıma bakıyordu. O Patronum, bende emirlerine kul köpek olan hizmetkarı. Aynı dünyaya konulmuştuk.
"Hazır değildim." Diyebildim.
"Sınava mı giriyorsun? Ne hazırlığı bu." Diye öfkeyle soludu birisi.
"Yorgundum." Diye yineledim.
"Evinden çıkmasaydın."
"Müsait değildi." Dedim ve olduğum yere ne ladar sinebiliyorsam o kadar sindim. Sessizlik hakim oldu odaya. Birbirlerine baktıklarına çok emindim oysa. Önce bir hışırtı sesi geldi. Sonra sıkılımışcasına verilen derin nefes. En son üzerime eğilen bir çift deniz yeşili göz. Suvar yeşili. Benim yeşilim. Başımı kaldırdığım zaman göz kapaklarını kıstığında aynı renklere sahip gözlerimi yeni fark ettiğini anladım. Kim bu rengi görse, dikkatini vermiyor muydu? Lanet rengi.
Fazla odak noktası olmak rahatsız hissettirdi, gözlerimi kırpıştırdım. Sanırım bu insan topluluğunun elind eölmek istemiyordum.
Ben galiba ölmek istemiyordum.
"Sana güvenebilir miyiz?" Dedi sessizce. Yanıma oturdu. Burnuma tatlı kokusu doldu. Bunu tehdit olarak algılamam isteniyordu, ona göre hareket etmem bekleniyordu. İsteseler çekip vurabilirlerdi. Ama burada haksız bir taraf varsa, onlardı. Beni öldürmeye hakları, hele korkutmaya hiç yoktu. Korkan taraf onlar, korkutan ben olmalıydım işin aslı. Tehdit benim etmem lazımdı. Fakat benden sayıca üstün, fiziksel olarak güçlülerdi. Ah, o fakatlar. Başımıza kara sular yağdırak o fakatlar değil miydi?
Ben onlara güvenebilir mıydım? Maske takıp iyi rolüne bürünürler, seni bıraktık çürürsün derler. Tam evime ulaşacakken sıkarlardı kurşunu, baharları tetiğe. Sonuç: onlar iyi. Kurtulmuşlardı. Hiç bir insan, hiç bir kimseyi öldürme yetisine sahip değildi.
"Ben size güvenebilir miyim?" Pili biten robotlar varya, insan versiyonuydum şu dakikalar.
İbo denilen şahıs "lafı çevirme-" Diye cümlesine başlayacağı vakit, deniz yeşili kesti onu. Haklı olduğumu belirtti. Belkide lehime işliyordu, nereden bilecektim? Bildiğim tek şey varsa, çok çaresiz olduğumdu. Son nefeslerimi alıyordum, kim bilebilirdi? Gördüğüm son şeyler bu insan müsveddeleri bunlar olmasaydı keşke.
Yanımda hareketlilik hissettim, bana dönmüştü. Benim yeşilim. Ben başımu eğmeyi seçtim. Şimdi ben sularına gidiyordum herhalde. Kim bilebilirdi?
"Ne sen bizi gördün, ne biz seni." Hayretle başım oyuncak bebek kafası gibi kalktı. Tam sesin sahibine ait gözlere odaklandım "Ne de kaybolan adam..." Dedi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |