3. Bölüm

X

Meriela Praha
merielapraha

 

 

 

 

 

şimdiye kadar az okunmamızı normal sayıyorum. Uzun süredir ise bölüm atmamıştım çok okunmadığından... aktif olmaya çalışacağım. Yazım hatası, noktalama da hata olabilir en yakın sürede telrar kontrol edeceğim. Keyifli okumalarr<3

 

 

Sevgili ben, ölmen dileğiyle. Çok bile yaşadın.

 

Adımlarımı sürüyor, fakat yürümüyordum. Ayaklarım benden bağımsız gidiyordu. Nereye? Eve. Annem babam olan insanların yanına. Ailemin yanına. gidecektim, ne olacaktı? Hiç bir şey. Aileyiz çünkü. Öyle yaşlanıp öleceğim. Sonra? Sonrası yok.

 

Gitmek istemiyordum. Bir insan neden mutlu olmadığı yere gider ki? Gitmemeli. Mutlu olamıyordum o soğuk yuvada. Hem de hiç. Sevilmediğiini bile bile, istenmediğinin bilincinde; çaresizce gidilen aile dedikleri yuvaya ağlayarak giden çocuğa benziyordu hislerim. Uçurumun başına gidip boğazum patlarcasına çığlık atmak istiyordum, ağlamak. Tırnaklarımı boynuma batırıp parçalamak istiyordum kendimi, daha fazla nefes almak istemiyordum. Ağır geliyordu. Bir karıncanın stok yapmak için kendinden katlarca büyük yemek kırıntısını taşımaya çalışması gibi. Göğüs kısmıma çok oluyordu bu. Nefes aldırmıyordu. Ya da bir kızın uzatmak isteyip, uzattığı saçında birden kırıklarını fark etmesi gibi. Kesme zorunda kalıyor.

 

Topalladığımı apartmanın önüne gelince fark ettim. Siyah çelik, eskimiş demir kapıya anahtarı sokup çevirdim. Rutubet kokulu apartmana girip biraz yürüdü bacaklarım. Sağa döndü. Evin kilidine bir anahtar daha soktu ellerim. Kapı ittirildi. Ve yüzüme çarpan olacakların havası buz gibi kaskatı etti bedenimi. Hemen babam belirdi kapıda. İşitme duyumun keşke kaoatma tuşu olsaydı. "Neredesin kız sen?" Oysa babamın apartmanda yankılanan sesini duymamış olurdum.

 

Kolumdan tutup beni eve soktuğunda "Ne haltlar karıştırıyorsun sen?" Salona itti.

 

"Baba, resim yapıyorduk." Dedimt tek tük çıkan cılız sesle. Öfkeyle parladı.

 

"Ne resmi Deniz?! Biz sana dersine odaklan diyoruz, sen ne yapıyorsun? Bu saatte eve mi geliyorsun? İyice şımardın sen," Ellerini şiddetle çarptı birbirine, tükürğkler saçılıyordu ağızından "kızını dövmeyen dizimi dövermiş. Kimlerleydin bu saate kadar?" Kendi kendine söylüyordu. Ben artık dinlemek istemiyordum. Derken. Bozuk prizin cılız cızırtısı kesildi, etrafa sessizlik hakim oldu. Alışamadım başta bu adrenaline. Eli havalandı. Ve. Yanağıma indirdi avucunu. Ayaklarım suya girmeliydi, bu eve değil. Göz yaşlarımı tutamadım işte, gururuma vurduğundan sanırım. Sızlaması, yanması neydi yoksa? Gurur değil mi? İstediğim tek bir şey vardı şimdi, devam etmemesi. Tamam vurdu, bitsindi. Asıl şimdi başlıyordu.

 

"Yapmasaydık keşke seni! O zaman Ülkü'm yaşıyor olurdu, Şerefsiz. Pisliksin sen, lanet. Siktir git odana, gözüm görmesin seni!" Olduğu gibi, dona kaldım. Omzumu kavrayıp odama fırlattı beni.

 

Yatağıma girdim hemen. Üzerime yorganı çekip daha fazla ağladım. Kendim için; geçmişim, geleceğim için. Bu hayata ben kendi isteğimle gelmemiştim. Herkes doğuyor, ben neden doğmuyorum dememiştim. Ben kendi özgür, hür iradem oluşmamıştım o rahimde. Beni kıskanıpta intihar eden ablamın sorumlusu ben değildim. Her iki sinirlenmelerinde ise bilakis suçlu Deniz diye yüzüme vurulamazdı bu. Ben suçsuzdum.

 

Yaşadığım her şeyi kabullenmiştim, hiç birini hak etmemiştim.

 

Zaten artık okul müdürümüzde yoktu.

 

Ne o Deniz? Ağlamamak için konuyu mu değiştiriyorsun?

 

Bugün çektiğim acının sebebi onlardı. Ne diye öldürürsünüz müdürü? Bacaklarını, kollarını kesip ne yapacaktınız? Her yer kan. Bu liseden Mezun olduklarını varsayıyordum. Ya da müdür okul dışı işinde çeteye bulaşmış olmalıydı, başka açıklama yoktu. Olamazdı? Bu vahşet vericiydi. Dehşetti. Sınıf grubunun çalkalanması gerekti. Telefonum titremiyordu.

 

Düşündüğüm vakitler kalbimin ağrısıyla salya sümük yorganın altında gözlerim kapanmaya başladı. Başım sert darbe almıştı, ölür müydüm?

 

Düşünmek istemiyordum. Beynimin içinde çanlar çalıyordu. Çanlar dehşet için çalardı.

 

 

Suvar. Suvarın sabah saatlerinde kasvetini belli etmekten kaçınmıyordu. Zaten kasvetli odamın genellikle kapalı olan perdeleri asla ışık kabul etmiyordu ya odama. Soğuktu, yorganın açık kalmış kenarından göğsüme sıyrılmış kazaktan geriye karın kısmım üşümüştü. Sessizdi. Değildi. Sessizliğin sesiyle okul saatinin gelmesini beklemekten başka çarem yoktu. Hiçbir şey olmamış, yumruklar havada uçuşup hakaretler acımasızca tokat atmamış gibi beklemeye başladım. Sağ gözümden yastığıma sıcak bir damla akıverdi.

 

E ne olmuştu şimdi? Onları görmemiş muamelesi mi yapacaktım? Onlar yüzünden, günahı işleyen onlar olmalarına rağmen yanlış hareket benim tarafımdan gerçekleştirildi de cezamı mı çekmiştim?

 

Olanlar olmamış gibi davranabilir miydim?

 

Olanlar olmamış gibi davranılabilir miydi ha?

 

Ben ölmek istiyor muydum?

 

"Deniz!" Sessizliğin sesine taş atıldı, parçalara ayrılıp odamın köşelerine saçıldı. Odamın kapısı açıldı.

 

"Uyandın mı?" Gözlerimi kırpıştırırken anneme bakıyordum.

 

"Kahvaltı hazırlayayım mı sana?" Ben kahvaltı etmezdim. On yedi senelik hayatımda olan annem bunu biliyordu, laf kalabalığı yapmak tercihiydi. Tercih meselesiydi, kaşlarımı havalandırıp başımı salladım. Yatakta doğruldum.

 

"Baban bırakacak seni, haberin olsun da çıkma kendin başına." Dedi sakince. Toparlayamamıştı. Babasının yasını tutmaya devam edecekti üzüntüsünden. Benim başıma gelseydi şahsen bu olay, sanırım akmaya zahmet etmezdi gözyaşlarım yanaklarıma aşağı.

 

"Peki." Dedim boğazımı temizleyip sessizce. Bu kelime, bünyeme öyle bir etki bırakıyordu: çok güvendiğin bir insanın sana sarılırken beklemediğin an bıçağı cebinden çıkarıp sırtına saplaması. O an hissettiğin ağır yük, aldığın zehirli oksijenin göğsüne bıraktığı rahatsızlık hissi aynen bu kelimeyi tanımlıyordu nezdimde.

 

Annem odada çıkarken duşa girdim. Sadece suyun altında yarım saat bekleyip çıktım ve ağır ağır hazırlanmaya başladım. Altıma eşofman geçirip formanın üstüne siyah sweetshirt aldım ve yere çömeldim. Boy aynasından kendime baktım bir süre. Bir süre... bunları hal edecek ne yaptığımı sorguladım. Sonra çantamı hazırladıktan sonra salonun önünden geçerken sağa sola çarpıp vurarak hazır olduğumu belirten sesler çıkarttım. Evin kasveti üzerinden bir şey atmamıştı. Yeşil hava eve yer edinmişti. Ayakkabılarımı giydim, kapının çaprazında yer alan sarı mermer merdivene oturdum. Babam ayakkabısını giyip baş hareketi yaptıktan sonra apartmanın kapısına yürüdük. Dışarı çıktığımızda buz gibi soğuk hava mont zamanının geldiğininin haberini etti, üşendiğimden on adımlık eve gitmek yerine üşümeyi seçtim. Arabanın önüne geldiğimizde kilit sesi yalnız sokakta inledi, arka kapıyı açtım. Bindim. Babam şoför koltuğuna bindi, anahtarı deliğe soktu, çevirdi, altımda titredi araba. Hareket etti. Hiçbir şey olmamış gibi. Babamın arabasında okula gidiyordum. Ne onun tarafından yaşadıklarım ne de dün yaşadıklarım, delirmiş de beynimin artık ölmem için bana oynadığı oyundu. Yaşanmamıştı. Bu ağırdı.

 

Okulun önüne geldiğimizde sert manevrayla döndü, kapıyı açtım. Sessizce indim. Sınıfıma yürümeye başladım. Soğuk iliklerime işliyordu, okulun içide soğuktur. Montumu almadığım için pişman oldum. Basamakları çıktım, girdim okulun içine. Başıma ağrı girmişti. İçeriye oyle bir hava hakimdi kafesimde istisnalı boş duran kısımlar gazla doldu. Öyle bir daraldım, gözlerim karardı; bir kenara tutunma ihtiyacı hissettim. Kenarda, arttığı için kenara konulan sıralardan birine oturdum. Aldığım hızlı soluklarla ısınmayı bekledim, terliyordum ama üşüyordumda. Dudaklarım aralanıp titrek nefesler aldım. Kasıklarıma saplanan şiddetli ağrıyla peşi sıra inlemem bir oldu. Şaşkınlık içerisindeydim çünkü kasıklarımın patlayacağını düşündüren bir raddeye yükseldi sancım. Alnımdan yere bir su damlası düştü, kulaklarımda su sesi yankılandı. Bacaklarım, kollarım kısaca bedenim titreme krizine tutuldu. Kulaklarımda yankılanan sus sesine ismimi seslenen kalın bir ses misafir geldi:

 

"Deniz, iyi misin?" Ardından omzumda hissettiğim büyük bir el. Girdiğim krizden çıkmaya çalışarak başımı kaldırdım, o an kalbim hissettiğim acıdan dolayı kan pompalamayı kesti. Karşımda ki kişi, asla görmeyi ummadığım birisiydi. Dün okul müdürünü kesen, beni kaçıran, kusarken Poşet tutan, ibo adlı şahısla boş münakaşaya giren...

 

"Se-" ellerim karnıma dolanırken gözlerimden damlalar yere düştü peş peşe, ıssız bir depoda yankılanırcasına can buldu kulaklarımda. Alttan beni de keseceğini düşünerek başımda dikilen kara kaşlı kara gözlü çocuğu dikizledim. Etrafına bakınıp bana acıyan gözlerle döndüğünde üzerime eğildi. Ne yapacağı hakkında kalbim çılgına dönerken birden çocuğun kucağında buldum kendimi. Şokun getirdiği kasık sancım daha fazla katladı, bir sandalyeye bağlanmışta işkence ettiriyorlarmış gibi sessizce bağırdım. Yüzünü buruşturup gözlerimin içine baktığında "Ne güzel gözlerin var senin." Dedi ve aşağı kata doğru yürümeye başladı. Bende gözlerim pörtlek bir şekilde yüzünü inceledim.

 

Kantin değil, öğretmenlerin, müdürün-artık ölü olan müdürün- gidersek bizi disiplin üstüne okuldan atacağı cezalı kat; eksi ikinci kata gelip durmadan yürümeye devam etti.

 

"Nereye?" Diye canla başla sorabildim en sonunda beni oyuncak ayı gibi taşıyan ve zamanında ahretli dediğim, muhtemel yirmilerinin ortalarında olduğunu düşündüğüm kapkara gözlere sahip kişi. Boyun kısmından yayılan odunsu kokusuyla tabii ağrıyan kasıklarım bayılmam için muhteşem bir sebepti.

 

Gözlerimi kırpıştırıp etrafa bakındım. Sonuçta kendi isteğimle gelmemiştim, suçu bunun üzerine yıkabalirdim. Bir dakika! Ya bana komplo kurduysalar? Ya beni öldüreceklerse? Ya-

 

"Nereye götürüyorsun beni?!" Zaten soluk soluğa içim içimi yiyorken ağzımdan çıkan nefes direkt yüzünü buldu. Adımlarının yavaşladığını hissettim ama durmadı. Karanlık olan koridorda merdivenden gelen üst kat ışığının izin verdiği kadarıyla kara gözlerinin karanlıkta parladığını fark ettim. Gözlerim meraktan kısılırken onun göz kapaklarına benimkine eş kapandı.

 

"Dağra?" Karanlık koridorda yankılanan sesle gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Zorunda kaldım? Daha fazla mı bakmak istiyordum bu gözlere? Yüzümü buruşturdum, kasıklarımda dolanan ağrı devam ediyordu.

 

"Gözünü kapat." Kucağında olduğum çocuk kulağıma fısıldayıp başımın arkasından acıtmayacak şekilde yüzümü boynuna gömdü; kapılar açılıp kapatıldı.

 

"Ne yapıyorsun lan sen?" Mahra.

 

"Dağra?"

 

Duyduğum seslerin tanıdıklığıyla başıma gelecekleri düşünmeye başladım. Dağra neydi ayrıca be? Çocuk eğilip beni yumuşacık koltuk olduğunu düşündüğüm yere bırakınca anlık gözlerim kararmadan toparlayabildim.

 

Kumsal kokusunun hakim olduğu oda gözlerimin önüne anımsayamadığım bazı görüntüler getirsede gözlerim anında deniz yeşillerini buldu. Anlık yaşadığı şokla bir bana birde beni taşıyan çocuğa bakıyordu. Elim kasıklarıma gitti.

 

"Girişte bayılmak üzereydi." Diye ortaya laf atan çocuğa ters ters baktığımda bana yamuk bir gülümseme bahşedip yeşil denizinin oturduğu koltuğun kopçasına yaslandı. Hatırladığım kadarıyla dün kemerini tutup yargı dağıtan çocuk ağzı aralık bakıyordu.

 

"E- ama şimdi..."

 

"Ulan şimdi mi? Dur!"

 

"Bu kadar erken demedik-" öfkeli çocuk beni getiren çocuğa bakıp anlamadığım cümleler sarf ediyordu.

 

"Şşt!" Dünden şahsına ibo denildiğini fark ettiğim öbür çocuk hiddetle fışkırdı. O sırada ben yerimde ağrıdan iki büklüm olmaktaydım. Karnımda garip yollar izleyerek dağılan sancılar alnımdan ter damlaları akıtıyordu.

 

"Kız ölüyor yalnız. Bir saniye durun, yardım etsek ölmeyiz ya?!" Benş taşıyan çocuğun merhameti ağlatacaktı beni birazdan. Beni tek düşünen gerçekten oydu ve birazdan boynuna atlayıp kara kaşlarından öpecektim onu.

 

"Nesi var?" Dedi kalın erkeksi sesiyle kıyıya yosun fırlatan deniz yeşili.

 

Başımı ellerimin arasına alıp soluklanmaya devam ettim.

 

"Karnını tutuyordu."

 

"Karnı mı ağrıyor?"

 

"Ağrı kesici alsın."

 

"Var mı yanında ilacın falan?" Bir sessizlik oluştuğunda çok şükür diyecektim artık. İbo ve öfkeli çocuk dışında sesi çıkan yoktu ve asla konuşmalarını istemediğim iki kişiydi. Öbürleri konuşsa daha tercihimdir diyebileceğim bir durumdu.

 

Odada inleme sesi yankılandı. Ses bana aitti.

 

"Hastaneye gitmek ister misin?" Beni taşıyan çocuğun sesiyle rahatlamaya çalıştım. En son ne zaman gitmiştim hastaneye?

 

"Yok." Diyebildim tek tük çıkan sesimle.

 

"O zaman ağlamasına çocuk!" Ne demekti bu şimdi ya? Rahatsızlık vermiştim sanırım ama beni buraya getiren arkadaşıydı.

 

"Yağız, bir dur." Odada benim dışımda soluk alıp verişler kesildi. Şokla başımı kaldırdığımda herkesin bana doğru geleceğini anladığım, beni taşıyan çocuğa göz göz diktiklerini gördüm. Kesinlikle ters bir şeyler oluyordu, ben anlamıyordum. Deniz yeşili gözler yutkunup bana baktığında "neyse, sonra konuşuruz." Deyip ayağa kalktı. Bana doğru adımlamaya başladı. Başıma geldiğinde elinin tersini alnıma attı. Sanırım öfkelinin adı ise Yağızdı.

 

"Ateşin var." Burnuma dolan ferah kokuyla sol gözümden bir damla yaş daha akarken "tam olarak neren ağrıyor?" Diyerek yanıma oturdu Deniz yeşilleri. Kıvrandığım koltuk yana çöktü.

 

"Kasıklarım." Dedim bir çocuk edasıyla ve burnumu çektim. Göz göze geldik. Benimkilerin aksine onun gözünün iç tarafı neona kaçıyor gibiydi. İhtiyatla yüzümü incelemesi bananilgi gösterdiğini hissetti bana. Kalbim sıkıştı. Ağzımdan iki kesik nefes kaçtı. Yere eğdim başımı. Omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla başımı kaldırdım.

 

"Dağra, kantinden poğaça, açma ne varsa al getir hızlıca. Aç olduğunu düşünüyorum, aç karnına alma ağrı kesici." Dedi ve kucağıma bir tablet ağrı kesici bırakıp yanımdan kalktı. Karşımda nereye çıktığına dair fikrimin olmadığı yere girdi ve kapıyı kapattı.

 

~

 

 

"Ne demek yiyemezsin?" Bunların arasında sabırlı kalmak imkansızdı. Sabır taşı olsa dayanamaz parçalara ayrılırdı. Sancım bile bir ara isyan etmiş ama dinmişti şükür.

 

"Midem almıyor." Karşımda oturan iboya mala bakar gibi bakarak.

 

"İlaç içmen lazım."

 

"Geçti diyorum, gerek kalmadı." İboya nazaran yanımda oturan merhametli beni taşıyan çocuk kaşlarını kaldırıp isyan edercesine arkasına yaslandı. Fazla mı ilgiliydi ne.

 

"Tekrarlamasın sonra?" İbo yükleniyordu.

 

"Yok."

 

"Şunları ye o zaman." Midemin bu saatlerde bulandığını defalarca dile getirmiştim.

 

"Yiyemem."

 

"Ne demek yiyemezsin?"

 

"İbo, Allah belanı versin." Yanımdaki çocuk sert bir nefes verip ayağa kalktı. Ayrıca burada cam yoktu, gereğinden fazla karanlıktı. Yaktıkları bir sarı lambaya karanlık seven ben minnet duyabilirdi fakat burada beni öldürme ihtimalleri alttan alttan beni dürtüyordu. Ben kendi kendimi öldürmek istiyordum, birilerinin beni öldürmesini değil. Bunu, bu sabah kavrayabilmiştim.

 

"Nereye?" Diye sordu ibo.

 

"Doğu'ya bir bakayım." Adını bilmedim ama sevmeye başladığım çocuk ya kulaklarından kırmızı duman çocuğa diyordu ya da deniz yeşiline. İboyla bir süre bakıştılar. Gözlerini ilk kaçıran ayaktaki çocuk oldu. Onun ismini merak etmeye başlamıştım.

 

Doğu dedikleri kişinin gittiği kapıdan girdiğinde ibo bana döndü. Bir gözlerime bir koltukların arasında yani önümde duran alçak sehpanın üzerindeki açmaları baktı. İki üç kere Bunu tekrarlayıp dudaklarını ıslattığında "yemiyorsan ben yiyorum." Dedi. Rahatlamanın etkisiyle başımı salladıysam ibonun öne atılıp bir açmayı kaptığı gibi tekte ağzına atması bir oldu. Beni mi bekliyordu?

 

Ağzındaki çiğnerken yanakları haddinden fazla şişmişti. Bir elini kaldırdı ve pardon anlamında işaret yaptı. Yüzümü buruşturararak tepkimi ortaya koyduğumu düşündüm.

 

Sebepsiz yere geldiğim yerden ayrılma vaktim gelmiş geçmişti bile. Ayaklandığım esnada ibonun boğazından yemek boğazına kaçmış olmalı öksürmeye başladı; benim gibi o da ayağa kalkıp iki elinide durmam için işaret verdi.

 

"Niye?" Dedim sessiz odada şüphemiz belli etmeyerek. Beni tabii buraya boşuna getirmemişlerdi, en başından bir bokları dönüyordu.

 

Ağzındakini bir süre çiğneyip yuttuktan sonra "öbürleri gelsin, öyle." Dedi arkadaki kapıyı işaret ederek. Acilinden odada göz gezdirdim ve gözüme çarpan bu camdız odada solmuş çiçeğin bulunduğu vazoyu kestirdim. Nereye baktığımı anlamış olmalı aramızda bir münakaşa başlamıştı. Aynı anda koşmaya başladık. Benden kat be kat uzun olduğundan pezevenk ibo vazonun bulunduğu masanın önüne geçip bana döndü.

 

"Kapımızı açtık lan sana, bana mı vuracaktın bununla?!" Kaşlarım çatık kolalı iki yana açıktı. Bunu fırsat bilerek tersimizde kalan kapıya koşsam-

 

Kapıya koşmaya başlamamla ibo üzerime atladı. Kaybolan dengem, ezilen ayak bileğim, yere düşmem aynı anda gerçekleşti. Çığlık çığlığa ibo üstümde ben altında yere büyük gürültüyle yapıştık.

 

"Senin anneni sikeyim, orospu çocuğu."

 

"Hoşt ulan yabancısın diye susuyorum ama anneme laf yok." Üzerimden kalktı ve bileklerimi arkadan tutarak beni ayağa kaldırdı. Ezilmiş göğüslerim feryat ederken bileklerimi sıkıyor olmasını göz ardı edemezdim. Odada şiddetli inlemem yankılandı. İbo arkamda durdu. Kapı açıldı.

 

Yüzüm perişan halde açılan kapıya keşke dönmeseydim. Üçüde bize bakıyordu fakat öfkelinin yüzündeki dehşet acınacak bir halde olduğumu söylüyordu. Hele arkadan ibonun beni tutuşu.

 

"Ne oluyor burada?"

 

"Ne olmuyor ki baksana amına koyayım! İbo sen ne yapıyorsun?" Öfkeli kaşları çatık üzerimize gelmeye başlarken gözüm Deniz yeşiline kaydı. Mimiksiz suratından birşey okumak anlamak imkansızdı. O bizi ilk gördüğünde ne düşünmüştü? Peki, ilk aklıma gelen şey neden buydu? Kara gözlü çocuğa kaydı bu sefer gözlerim. Zaten onunda yüzünden dehşet akmıyor, fışkırıyordu.

 

İbo bileklerimi bıraktı, ikinci kere yüzüstü yere düştüm.

 

"Hayvan." İnlememle merhametlim yanıma gelip beni kaldırdı. Boynundan yayılan buram buram odunsu kokusuna sığınmak istedim? Bu çocuğa neden alışmıştım ben.

 

"Senin amına koyacağım ben- ah." Koltuğa oturtulurken iboya sövmeyi eksik etmiyordum. Beni oturttuktan sonra odak noktası olan ibo "kaçmaya çalıştı." Diyerek topu bana fırlattı.

 

"Sallıyor, üzerime çullanınca birden ne yapacağımı şaşırdım." Dedim anında ama inanılan taraf olmadığım aşikardı. Zaten daha dün onları adam öldürürken gören bene mi inanacaklardı.

 

"Aldın mı ilacı?" Deniz yeşili karşıma geçti. Bu kadar israrın altında ben bir şey arardım. Ya uyuşturucuysa. Diken üstündeydim. Yaşadıklarıma rağmen bugün okula kesinlikle gelmemeliydim. Temiz hava etrafta yok oldu, karanlığa gömüldü her şey. Alışılmış bir durum muydu bu.

 

"Almadı." Dedi ibo. Silahın tetiğini çekmiş benim yüzümden deniz yeşiline sıkılmış gibi oldu. Alttan bakmak zorunda kaldım. O bana üstten üstten bakıyordu. Yanlış, hata yapan bir çocuktum ben şuan.

 

"Tamam, neyse. Yanına alır kötü olursa içer." Bu çocuğun beni savunduğu kadar bu hayatta kimse savunmamıştı. Kendim bile bu kadar savunmamıştım.

 

Kesik bir nefes verip odadan çıktı.

 

 

...

 

Koridora yürüyen ruhtan bir farkım yoktu. Zorla sürüdüm ayaklarımı, saat on bire geliyordu ve yok yazılmıştım. Babam...bunu görecekti. Kapıya iki kere vurup kendime çektiğimde "dersi böldüğüm için kusura bakmayın hocam, gelebilir miyim?" Sınıfın ortasında duran biyolojici gelmem için işaret yaptığında yavaşca yürüyüp sırama geçtim. Soğuktan titriyordum fakat belli olmaması için ekstra çaba sarf ediyordum. Sıra arkadaşım kulağıma eğildi "neredeydin?" Dedi. Başıma ağrı girdi bir anda.

 

"Uyuya kalmışım." Diyerek kestirip attım. Dersin kitabını çıkardım, başımı sıraya koyup gözlerimi kapattım. Gözlerimin önüne gelen tanıdık yüzler yüzünden aniden irkildim, ben ne yapacaktım? Derdime nasıl derman olacaktım? Ne olduğu belli olmayan serseri grupla bu sabah karşılaşmamın tesadüf olmadığı apaçık ortadaydı. Çaresizdim. Ceza mı çekiyordum?

 

Bir kulağım aşağıda duyduklarım bir kulağım hocada on dakikayı anlattıktan sonra zil çaldı. Çoğu kişi dağılırken boşalan sınıfla burnumun çekişi sınıfta yankılandı. Kısaca göz gezdirdim. Okulun klasik tanınan kızı erken gelmesine rağmen telefonu kutuya koymamış gizlice sıranın altında oynuyordu. Geçen bayılmıştı. Hemde üzerime doğru. Onu refleks haliye tutmam katımızda on birler arasında patlamıştı. Önüme döndüm.

 

Kış ölüm demekti...

 

Bir an olurdu, farkında olup bütün acılarını aklından geçirirsin. O an'dan sonra bir şeyi aklından geçirmeyi unuttuğunu fark edersin. İlk aklından geçirdiğin ona benzer şeyler doğurur zihninin sinema salonunda. Aslında ne önemlileri düşünmeyi unutursun. Bunu fark edip bir dal sigara yakarken ertesi gün o andan sonra tekrar düşünüpte yaktığın an'da düşünmen gerekenleri şeyi düşünmezsin. Boşlukta kalırsın sonra. Çok sonra. Yapmak isteyipte yapamadıkların için çok iç çekersin gün içinde. Ama yapamıyorsundurda.

 

Sen ölümü seviyorsun.

 

Hani çok seviyordun ne oldu? Aklın mı kayıyor, odasını mı kaybettin? Aptal! Bu senin elinde, artık bunu düzelt. Yolundan sapıyorsun, bunu kendine yapma. En azından... bak; yanında ürkek bir şekilde ağlamasına ramak kalmış seni izleyen küçüklüğüne.

 

Hani zihninde bitirmiştin gözyaşlarını.

 

Öğretmen sınıfa girerken duvar kenarına geçtim ve yüzümü kollarımın arasına gömdüm.

 

Öğlen teneffüsüydü. Başım döne döne bir şekil mucizevi eseri beşinci dersi atlatmış uzun araya girmiştik. Yanımdakinden ricada bulunup kantine giderken banada bir tost almasını rica edip para vermiştim. Şimdi ise lavaboya elimi yüzümü yıkamaya gidiyordum. Millet yemek derdine düştüğünden ortalık boş görünüyordu. Girdim kuaför alanına. Sıkış pıkış en köşedeki musluğa gidip suyu açtım... açtım. Tam arkamda yer alan kabinin içindeki kız grubunun konuştuklarına karşı "onlar mı?" Diye fısıldadım. Yanımda elini köpürten kız aynadan bana baktığında bir tepki veremedim. İmkansızdı, mümkünatı yoktu. Avucuma soğuk suyu doldurup yüzüme çarptım. Zihnim bana oyun oynadı, kendimi Suvar denizinde buldum.

 

Acilen son iki derse girmeliydik. Ya da girmemeliydik. Adamların benim için geldiği kesinlikle ortadaydı ama bu kadarı beklenmezdi. Aklımın ucundan böyle bir ihtimal dahi geçmemişti. Nedne beden öğretmenimiz tuvalette kızların tarif ettiği deniz yeşili gözlere sahip adamdı?

 

Altıncı derse girmiştik.

 

Yedinci derse on dakika aradan sonra girecektik. Derste bana girebilirdi. Bu işin içinde bir plan vardı. Müdürü öldürüp dikkat çekmemek adına gelmiş olabilirdi, ben uyduruyo olabilirdim. Benide yavaş yavaş öldürecek olabilirdi. Kahretsin! Her şey olabilirdi.

 

Ve ders zili çaldı.

 

"Aşağı inelim gel." Duymamazlıktan geldim.

 

"Deniz?"

 

"İnci!" Sınıfta aniden bağırmam tek tük kalan kişilerin dikkatini çekti. Sıra arkadaşım İnci kaşlarını çatarken durumu toparlamaya çalıştım. İki elimi havaya kaldırıp "inci de incii. Bana bir enerji geldi ya. Az önce böcek vardı camda şu kızın kafasına düştü ama ses etmedim. Bugün soramadım seni ee nasılsın?" İnci garip bakışlar atmakta haklıydı. Otuz iki diş gülümseyip çantamı sırtıma taktım ve İncinin koluna girdim. "Kız sen inci gibi kokuyorsun haberin var mı?" Dedim ve hafifçe gülmeye çalıştım. Cümlelerimin aksine ses tonun beni açığa çıkarıyordu. İnci ise delirdiğim düşünüp dediklerime kafa sallamakla yetinmişti.

 

Bir önceki beden hocamızın bizi soktuğu boy sırasına göre bahçenin kenarında dizilmiş beklenen anın gelmesini benim gibi sınıftaki diğer insanlardan bekliyordu. Fakat bekleme amacım onlarınkine göre farklıydı. Stresten, haberim olmadan uzattığım tırnaklar derinden koparılmış vaziyetteydi. Okulun bahçesine kopardığım tırnakları atarak DNA bırakıyordum.

 

"Ohaa!"

 

"Kanka bu bize bakar mı?"

 

"Acil insta lazım. Yunan tanrısı, şuna bakın." Herkesin tepkileri üzerine başımı kaldırdım, kalbim parçalanıyordu. Yanılmamıştım, oydu. Müdürü kesen adam.

 

"Kızlar beni tutun." Ellerim yumruk oldu. Korkudan gözü dışında dikkatli bakmadığım adamı saç diplerinden başlayarak süzmeye başladım ama bu çok gericiydi, aynı şekilde o da beni inceliyordu. Nasıl keseceğini mi?

 

Koyu kahverengi saçlarıyla deniz yeşili gözleri dehşet saçıyordu. Keskin çene hatları, sosis gibi dolgun dudakları, bir erkeğe göre fazla dikkat çeken düzgün bir burnu vardı. Hafif çekik gözleri, geniş omuzları, uzun boyuyla yutkunmak zorunda kaldım. Bu adam modellere taş çıkartırdı. Keşke onunla ilk kez şuan karşılaşıyor olsaydık. Başımı eğdim.

 

"11/G sizsiniz?" Bahçede yankılanan erkeksi sesle yanımdaki kız elini kalbine götürdü. Bu admada benşm göremediğim bir şey mi vardı? Başımı pat diye kaldırıp tekrar incelemeye başladığımda çektiğim büyük off ile İncinin gülme sesini duydum.

 

"Sınıf başkanı, defter?" Sınıfı başkanı Tuğra okulumuzun en kalıplı en uzun erkeğiydi. Fakat aramıza katılan bu yeni beden hocamızın yanında bir fareden farkı yoktu. Buna normal bir zamanda gülmezdim, şimdi gülesim tuttu. Faxla sinir bozukluğu iyi değildi. Deniz yeşilleri sınıf defterinin kapağını açarken yüzüme baktı. Gülmem yasakmışcasına gülüşümün soluşunu izledikten sonra yoklamayı almaya başladı. Yutkundum. Gülmem onu rahatsız etmişti, bu kötüydü. Aldığım som nefesler olabilirdi. Yaşadığım gerilim yerine şuan delici kesici ne varsa gözümün önünde alıp kendime zarar verebilirdim.

 

"Deniz Mil." İsmimi kalın dudaklarının arasından söylerken kimseye bakmayan adamın şimdi başını kaldırması dikkat çekmişti. Özellikle bakmaları için sesini incelten kalınlaştıran sınıf arkadaşlarımın odak noktası olmuştum.

 

"Burada." Ve bu kadardı. Önüne dönüp isimleri okumaya devam ederken aslında bu, bu kadar değildi. Yaptığı büyük bir şeydi. Diğerleri için ilahlaştırılan ama benim için ölüm fermanımın okunduğu bir şeydi.

 

Yoklama bittikten sonra boğazını temizledi, adem elması hareketlendi. Burnunu çekti, konuşmaya başladı.

 

"Ben Alp, yeni beden dersinize girecek olan öğretmen." Başımı zorla yan tarafıma çevirdiğimde kızların hemen hemen hepsi, hatta hepsi dudakları aralık izliyordu. Kaşlarım çatıldı istemsizce. Ağzına düşeceklerdi resmen.

 

"Eski öğretmeniniz size ne yaptırıyordu?" Diye sordu.

 

Başkan "serbest bırakıyordu, hocam." Dedi.

 

"İyi, serbestsiniz." Dedi eliyle pis bir şeyi silkeler gibi sallayarak. Arkasını dönüp okula girdi.

 

"Abi, adam şaka mı?"

 

...

 

Ölmeden sözde evime gelmiştim. Adının Alp olduğunu öğrendiğim Deniz yeşili yoklamayı aldıktan sonra arkadaşları ile bir daha karşıma çıkmamıştı. Sorgulamak istemiyordum belki de gerçekten öğretmenlik yapmaya büyük bir tesadüfle müdürü öldürdükten sonra başlamıştır.

 

Bir kase köfteli çorba alıp yemek masasına kuruldum. Düşünmemeye çalışarak içmeye başladığım çorbayla yanmaya başladım. Düşünmemek olanaksızdır.

 

Tabağımı yıkayıp annemi beş dakika içinde lavaboya gelmrsi şartıyla çağırdım.

 

Kapı çalındı.

 

"Gel."

 

"Ne oldu, Deniz?"

 

"Saçımı kessene anne çok uzadı." Başta bir duraksadı sonra uzattığım makası aldı ve omuz hizasından kesmesini dile getirince kesti. İşimiz bitince duşa girdim. Bu kadardı işte. İnsanların büyüttüğü şey bu kadar basit miydi?

 

Odama geçtiğimde aynanın karşısında saçımın yeni görüntüsüne alışmaya çalıştım. Pijama takımı giyip günü tekrarı yapmadan yatağıma uzandım. Nasılsa ölecektim yakında.

 

 

İlahi bakış açısı

 

Saat sabahın altısına geliyordu ve onlar iki günün sonunda ancak yan yana gelebilmişti.

 

Büyük salona geçip bedenlerini adeta fırlattı her biri koltuklara. Bu sessizliği ise bölen yine İbo oldu.

 

"İki gündür götümüz yer görmedi, ne iş açtık başımıza be." Bu aslında üniversite hazırlık yılında tanıştığı Doğu'ya göndermeydi. Doğu ise bunu havada kapıp zaten nefes alışverişlerinden rahatsız olduğunu açıkca belli eden İboya ters ters baktı ve bir sigara yaktı. Yanındaki Dağra onun paketinden üç tane dal aldı; kendisi, Yağız ve İbo için. Tek tek yaktıktan sonra yanağını içe göçürecek şekilde derin bir nefes çekti içine, arkasına yaslandı.

 

"Tamam, Bokunu çıkartma sende." Diye ibonun atıfta bulunarak yaptığı hata yüzünden zaten canı oldukça sıkılan Doğu'yu savundu Yağız. Spor salonunda tanışmış olmalarına rağmen bir sene içinde oldukça yakınlaşmışlardı. Her derdinde yanında olan deniz yeşili gözlere sahip arkadaşını unutamazdı Yağız. Her fırsatında ise ona destek olmaktan çekinmezdi. Ama Doğu yaptığı bu hatadan dolayı başına on yedi yaşında ne olduğu belirsiz kız çocuğu bela etmişti. Herkes rahatsızdı. Doğu kıpırdandı yerinde, yanında sessizce tüttüren onların arasında namı değer kara böcek sessizce tüttürüyor, derin düşüncelere daldığını boşluğa bakarak kanıtlıyordu.

 

"Ee ne yaptı kız? Karakola falan gitmeye hiç yeltendimi veya evde ailesine anlattı mı?" Doğu'nun söylediklerine karşı Dağra'nın kalbi tekrar hızlanmıştı. Kızı takip edip, dinleme görevini o üstlenmişti. Çocukluğundan beri birlikte olduğu arkadaşının, babasını öldürürken birisine görünmesi onun açısından da hoş olmayan bir durumdu. Soğuk geceli görevi o üstlenmek istemişti. Kızı takip etmişti. Giriş katta oturduklarından dinlemesi ise pek hayli kolay olmuştu onun açısından. Zor olsaydı diye geçirdi içinden.

 

"Kötü." Diye mırıldandı Dağra boşluğa bakmaya devam ederken. O sırada Yağız yine her zamanki haliyle "siktir." Diye öfkesini belli etti.

 

İbo " Ne kötü?" Diye yerinde doğruldu. Doğu kıpırdamıyordu. Dağra sessizliğe gömülmüştü.

 

"Ya ne kötü, başlatma ergen triplerine. Başladığın cümleyi bitir!" Yağız gereğinden fazla uyumamıştı ama enerjisi yerindeydi. Bitmezdi, bitmeyen enerjiye sahipti. Dağra yutkundu.

 

"Hiçbir şeye girişmedi. Ne karakola gitti ne anlattı ailesine." Dedi sessizce. Herkes derin bir oh çekerken Doğu " o zaman bu halin ne?" Diye koluyla dürttü kara böceği.

 

Dağra rahatlama umuduyla "Senin dengeni kaybedip Kızı yere attığın gün, evine geç gittiği gün..." üçüncü dalına başlamıştı.

"Babası tokat attı." Salona sis gibi yayılan ölüm sessizliğini iliklerine kadar hissettiler. Dağra bunun farkında susmadı, anlatmaya devam etti.

 

"Babası farklı şeyler düşünmüş, Bağırdı çağırdı falan seni yaptığımıza pişmanız keşke yapmasaydık; ablan ölmezdi o zaman. Kızı tuttu kolundan fırlattı odasına. He bende görüyorum duyuyorum her şeyi camdan giriş kattalar. Sokakta piç kurusunun sesi yankılanıyor nasıl Bağırdı kıza." Dağra başını eğdi. Amacı belli etmemekti dolan gözlerini. Derin yaraya sahipti baba konularında.

 

Doğu ise inanmak istemiyordu. Yaptığı hata masum kız çocuğunun başına korkunç işler açmıştı. Onun rafine gözleri önünde ki sehpaya oturmuş ona bakıyordu. Kapatıp gözlerini.

 

İbonun böyle birşey aklının ucundan uçmamıştı bile.

 

Yağız bir şey düşünmüyordu. Dağra'nın en az gözünden üç damla yaş düşürdüğüne ise emindi.

 

"Özür dilerim." Diye mırıldandı Doğu ortaya. Ağır ve inatçı kişiliği uçmuştu. Dağra hiddetle ayağa kalktığında "bizden değil git, o kızdan dile özrünü. Ruh gibi iki gündür. Ulan saçını kesti pat diye saçını, saçını." Gözünün önüne gelen kız kardeşine engel olamıyordu, sahip çıkmalıydı zamanında.

 

"Kara, tamam." Yağız ayağa kalkıp yanına gitmişti Dağra'nın.

 

"Saçını mı kesti?" Beline uzanan saçlarını kesmiş olamaz diye düşündü Doğu. Ama o yalan söylemezdi.

 

"Abi tamam." Dedi ibo ortamı yatıştırmak adına ama imkansızdı. En iyisi herkesin dinlemesiydi. Kırk sekiz saat uyumayıp kızı araştırıp soruşturmaları sinirlerini alt üst etmişti.

 

"Herkes bir dinlensin sakin kafayla konuşuruz." Dedi ibo tane tane vurgulayarak. Normal zamanda yaptığı şaklabanlıklarla kâle almadıkları arkadaşını dinlediler bu sefer.

 

Doğu'nun ise o sabah aklında yeşeren bir fikir vardı.

 

Dağrayla o kadar uzun zaman birlikteydiler ki iki arkadaş, zamanın getirisiyle kardeşlerin zihninde hemen hemen aynı fikir filizlenmişti.

 

Dört arkadaş odalarına çekilmişti, kimse uyuyamamıştı. Hepsi onu düşünüyordu. Deniz Mil. Pimi çekilmiş bomba gibi hayatlarının tam ortasına düşen kız.

 

arkadaşlar karakterler anlaşılmasına diye: ana kızımızın kara gözlü olarak adlandırdığı ayrıca kusmuk poşetini tutan Dağra. Öfkeli dediği Yağız. İboyu biliyoruz. Doğu ise yeşil gözlü olan. Zamanla oturtacağız inşallah. Beni takip edip oylamayı unutmayın çok öpüyorum.

 

Bölüm : 21.12.2024 22:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Meriela Praha / Yeşil Fırça / X
Meriela Praha
Yeşil Fırça

8 Okunma

5 Oy

0 Takip
3
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...