@mervegndgms
|
Görsel: Edric ve Delwyn Birkaç günün ardından yeniden merhaba, iyi okumalarr^^ Edric günler sonra rahatlığıyla bir nebze huzur bulduğu yatakta uzanırken düşüncelerinin arasında kaybolmuştu. Başucunda tek bir mum yanıyordu. Esasen loş ışığın kafasının içinde bir kasırga gibi dönüp beyninin çeperlerine saplanıyormuş gibi hissettiren düşüncelerini biraz olsun kontrol altına almasına yardımcı olmasını ummuştu. Ne var ki pek de öyle olduğu söylenemezdi. Sıkıntıyla oflayarak gözlerini ahşap tavandan ayırdı ve bir kez daha odayı gözden geçirdi. Sade, ancak oldukça hoş görünümlü bir kulübeydi bu. Fildişi ve pastel yeşil renk tonlarının uyumuyla bezenmiş eşyalar az ve özdü. Gerçi Şato'daki korkunç günlerden sonra yıldızların altında bile uyusa ona saray gibi gelirdi. Ne kadar kendisine engel olmaya çalışırsa çalışsın düşünceleri dönüp dolaşıp Morrigan'da nihayet buluyordu. Kız kardeşi buralara gelene kadar çok badire atlatmışsa da Nymalin'de yaşadıkları kaldırması zor şeylerdi ve iz bırakacak, onu ebediyete kadar değiştirerek omuzlarına yük olarak binecekti. Oysa Morrigan çok gençti ve Edric onun bu dünyanın binlerce köşesinde saklanan, muhtemelen bu savaşta mücadele etmek zorunda kalacakları sayısız habis ve kötücül şeyle yüz yüze gelerek büyümesini istemezdi. Hayır... Bu, kız kardeşinin yaşayacağını umduğu hayattan çok ama çok uzaktı. Ne var ki sonsuzluğu artık meçhul olan hayat da tanrılar da ona karşı en az kendisine oldukları kadar acımasız olmaya and içmiş gibilerdi. Özellikle de miras olarak aldığı karanlığın özüyle her saniye çarpışma halinde olacağını düşünmek... Elinde olmadan ürperdi, bedeninden geçen bu titremeyle birlikte zihnindeki deprem de yeniden başlamıştı sanki. Düşünceler eski, modası geçmiş olsa da etkisi kaybolmamış nice yöntemle işkencelerine yeniden başladılar. Edric kabuslarında hala Dük'ün ona yaptığı büyüyü görüyor, tüm benliğiyle o mutlak kontrole karşı savaşmaya çalışıyordu. Dük ölmüştü ancak yaptıklarının izi, Edric'in ruhuna kazınmıştı ve kolay kolay geçmeyecekti. Mahreminin sınırları inkar edilemez bir şekilde ihlal edilmiş, uzun ömrü boyunca onu koruyan duvarlar kanlı bir balyozla alaşağı edilmişti. Şimdi kardeşinin de benzer hisler içinde bocaladığını ve o bataklıkta debelendiğini düşündükçe onlar için yazılan kadere küfredesi geliyordu. Kendisi ya da diğerleri neyse de... Tüm bunlar on dokuz yaşındaki genç bir kızın omuzları için fazlasıyla ağırdı. Ahşap kapı hafifçe tıklatıldığında düşünceleri öfkeyle harman olmaya başlamıştı. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı ve doğrularak kapıyı açmak için yataktan aşağı indi. Bu saatte onu ziyaret eden kişi ancak Delwyn'in yardımcılarından biri olabilirdi. "Geldim!" Gelen her kimse onu fazla bekletmemek için hızlıca gömleğini üzerine geçirdi ve kapıyı açtı. Geleneksel Airen kıyafetleri giymiş esmer, safir rengi gözlere sahip devasa bir erkek yumruğunu göğsüne koyarak hafifçe eğilmiş bir halde karşısında duruyordu. "Majesteleri'ne selam olsun. Leydim Delwyn eğer hazır ve müsaitseniz ona katılabileceğinizi iletmemi istedi. Sizin için de uygunsa, size gideceğiniz yere kadar ben eşlik edeceğim." "Gidebiliriz elbette, yalnız ben Delwyn'in kendi konutuna gideceğimizi sanmıştım. Leydin beni nerede bekliyor?" Edric elinde olmadan merak etmişti. Ne çeşit bir tedavi ev veya kışla konforunun dışında yapılırdı ki? "Leydim bizi yakınlardaki bir gölün kenarında bekliyor. Kısa bir süre yürümek durumunda kalacağız. Eğer hazırsanız buyurun, majesteleri. Buradan..." Edric başıyla genç adamı onayladıktan sonra kapıyı kapattı ve yola koyuldu. Akşam yemeği sonrasında tüm vadi, gecenin renkleriyle boyanmıştı ve dolunay tüm görkemiyle tepelerinde parıldıyordu. Yıldızlar görünürde yoktu ve bulutlar gece göğüne yayılmıştı. Edric bulutları ve yıldızları daha bir dikkatle inceleyince bir iki gün sonrası için onlara doğru gelmekte olan bir fırtınanın izlerini fark etti. Okumayı bilene gökyüzü çok fazla şey söyler, kimi zaman yardımcı olurdu. Bu haber pek de iyi değildi zira okyanus yolculuğu ve fırtına yan yana geldiğinde hiç de iyi sonuçlar çıkmazdı ortaya. Neyse ki Riona yanlarındaydı ve gökyüzünün gazabını bir nebze olsun kontrol etmeleri mümkün olacaktı. Yine de doğanın kudreti karşısında durup onu tam anlamıyla kontrol edebilecek olan ne bir fey vardı ne de büyü... Edric'in görebildiği kadarıyla birkaç kulübe ve çadır hariç hiçbir yerde ışık yoktu. Airen Klanı yaşamlarını idame ettirebilmek için ağırlıklı olarak tarımla uğraşırlardı, dolayısıyla yaşam burada güneşin gökyüzündeki görkemli yolculuğuna göre düzenleniyordu. Bu da akşamın bu saatinde neredeyse herkesin uyuduğu anlamına geliyordu ki Edric bu durumdan oldukça memnundu. Ne çeşit bir tedavinin öznesi olacağını bilemiyordu ve bu belirsizliği kucaklamaya çalışırken tanıklara kesinlikle ihtiyacı olmayacaktı. Delwyn ona her ne yapacaksa kabulüydü zira şu anki durumu sudan çıkarılıp kumun üzerinde bir kenara bırakılmış balık gibiydi. O çırpınarak yol katederdi etmesine ancak birinin onu tutup suya atmasına ihtiyacı olduğunu da inkâr edemezdi. Ve eğer bunu yaparken canı acırsa veya hislerini kontrol edemezse bunu kimsenin görmesini istemezdi. Nihayetinde her şeyden öte artık bir kraldı. Birkaç dakikalık bir yürüyüşten sonra göz alıcı bir gümüşservi görüntüsünün üzerine düştüğü ufak bir göl, uzaktan Edric'e göz kırpar hale gelmişti. Eşlikçisi ona dönerek bir kez daha saygıyla eğildi. "Leydim bu noktadan sonra tek başınıza devam etmeniz gerektiğini söylemişti, majesteleri. Gölün tadını çıkarın, diliyorum ki memnun kalırsınız. Leydi Delwyn'i göl kenarındaki salkım söğüt ağacının altında bulacaksınız. Şimdi, izninizle..." Bunları söyledikten sonra genç erkek arkasını dönüp gece gölgelerinin arasında hızla kayboldu. Edric derin bir nefes alıp ezbere bildiği ferah su kokusunu içine çekerek yürümeye devam etti. Derinlerindeki uykusundan uyanan büyüsü, suyun rahatlatıcı kokusu karşısında neşeyle kıpırdanmaya başlayınca onun da keyfi yerine gelmişti. Az önce onu buraya getiren feyin bahsettiği salkım söğüt ağacının yanına geldiğinde Delwyn'i gördü. Airen Klanı'nın Leydisi bir ağacın dibinde bağdaş kurmuş, gökyüzüne çevirdiği avuçlarında büyüsüyle şekillendirdiği birer su küre meditasyon yapıyordu. Ara ara esen nemli rüzgâr ağacın salınan yapraklarının Delwyn'in o an gece göğü kadar koyu bir renge bürünmüş olan saçlarına hafifçe dolanmasına sebep oluyordu. Öğrendiği onca şeye rağmen oldukça huzurlu ve sakin görünüyor, diye düşündü. Edric boğazını temizleyerek geldiğini haber vermeyi denedi. Nedense sözcüklerle bu kutsal anı bölmek saygısızlık olurmuş gibi hissetmişti. "Hoş geldiniz, majesteleri. Ben de sizi bekliyordum." Bir eliyle tam karşısındaki düzlüğü işaret etti. "Meditasyon için bana katılır mıydınız? Bu güzel geceyi dua ederek taçlandırmak güzel bir fikir gibi geldi de..." Delwyn'in gözleri hala kapalıydı. "Elbette, seve seve..." Edric yalın toprağın üzerine çöktü ve bağdaş kurdu. Gökyüzüne doğru uzattığı avuçlarının arasında gölden uçup gelen damlacıklar toplanırken büyüsü de tüm gücüyle içindeki kuyuyu dolduruyordu. Gözlerini kapatmadan önce onun da avuçlarında birer su küresi vardı artık. Birkaç dakika boyunca ikisi de hiç konuşmadılar. Bir süre uzaktan onları izledikten sonra yeniden çevrelerinde dolaşmaya başlayan gece yaratıklarının ve doğa ananın sesleri dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Rüzgâr dışında bir cırcır böceği de eşlikçileriydi şimdi. "Neden buradasınız, majesteleri?" Edric gözlerini açmadan cevap verdi. "Neden burada olduğumu tanrılar ben daha buraya gelmeden önce size benim dile getirebileceğimden çok daha iyi anlatmış olmalılar, leydim." Delwyn hafifçe güldü. "İyileşmek istiyorsunuz, yeniden eskisi gibi hissetmek... Elbette biliyorum." "Öyleyse neden soruyorsunuz?" Edric bir an için gözlerini açtı. Delwyn'in koyu mavi saçları gece ayazında uçuşuyordu. Keskin yüz hatları ulvi bir rahatlamayla gevşemişti. Bu haliyle çok genç, çok güzel gözüküyordu. Yeniden gözlerini kapatırken bu görüntü göz kapaklarına işlemiş gibi hala zihnindeydi. "Öncelikle... Eğer senin için de uygun olursa resmiyeti bir kenara bırakalım, Edric. Olur mu?" Ani bir rahatlama hissetti, o da kesinlikle böylesini tercih ederdi. "Tabii, Delwyn." "Peki... Bunu soruyorum, çünkü senden duymak istiyorum. Farkındalık ve itiraf edebilmek, iyileşmenin ilk adımıdır. İyi olmayı istemek bir yana, içinde bulunduğun durumu olduğu gibi kabul edebilmek ve dile getirmek de bir cesaret meselesidir. Ve bana kalırsa, Edric, sen cesur bir adamsın." Edric gürültülü bir şekilde yutkundu. "Öyle olmaya çalışıyorum. İyileşmek istiyorum, evet. Yeniden eskisi gibi hissetmek istiyorum, üzerime çöken bu gölge var olmadan çok önceki gibi..." "O gölgeden bahset bana..." Delwyn'in sesi tüy gibi hafifti. "O gölge..." Doğru kelimeleri ararken rüzgâr uğuldamaya devam ediyordu. "... birbirine geçmiş hislerden oluşan bir yumak ve ben ilerlemeye çalıştıkça ipler elime koluma, ayaklarıma dolanıyor. Beni yerime mıhlayan düğümcüklerle uğraşmaktan önüme bakamıyorum." "Hisler... Kimi, sürekli kanayan açık bir yara gibidir. Kimi de kabuk tutsa da en ufak bir harekette açılıp sızlamaya başlar. Seninkiler hangisine benziyor?" Sesinde derin bir anlayış vardı. İç çekti. "Sanırım ikinci... Bedenimin kontrolünü kaybettiğim o zamanları çok net anımsıyorum, Delwyn. Onun... Emirleri altında hiç yapmak istemediğim şeyler yaptım. Emirlerine çaresizce uyarken, yıkıp yok ederken, sevdiklerime saldırırken öylece kendimi izledim. Yakalandığım o kapanın içinde tüm bunları izlerken hiçbir şey yapamadım. Üstelik..." "Üstelik?" Tüy kadar hafif, temkinli bir sesle sorulan bir soruydu bu. "Üstelik o haldeyken iki askeri öldürdüm. Bunu hiç kimseye söylemedim, Delwyn, ancak ellerimde hiç geçmeyen bir kan lekesi var artık. O benim irademi parçalayıp beni pisliğine günden güne daha çok bulaştırırken ben çaresiz bir çocuk gibi korktum, yalnız hissettim, yüz üstü bırakıldığımı düşünüp öfkelendim. Tanrım... Kendi bedenimin içinde bir izleyici olmuş olmaya ve tüm bunları yaptıran dürtüye karşı savaşmadığım için kendimi affedemiyorum." Kelimeler giderek artan bir hızla dudaklarından dökülürken nihayetinde yaptığı bu büyük itiraf karşısında Edric de şaşkındı. Şu ana kadar bunları hiç kimseye söylemeden içinde saklamış, gizli tutmuştu ve birine içini açmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu fark etmemişti bile. Gözleri kapalı bir halde hislerini düşünürken karanlığın onu o uğursuz anlara sürüklemesine engel olmaya çalışıyordu. Sessiz saniyeler zaman dağından aşağı yuvarlanıp dakikalara dönüşürken korkunun nefesi ensesindeydi. "Artık o zindanlardan çok uzaktasın, Edric. Karanlık artık senin düşmanın değil, ifade ettikleri de o günlerdekinden çok farklı. Şimdi burada, gecenin gölgeleri arasında ne kadar özgürüz hissedemiyor musun?" Delwyn'in hakkı vardı. Gecenin oyunbaz yaratıkları etraflarında oynaşırken ve serin rüzgâr suyun kokusunu onlara taşıyıp etraflarında dönerken o rutubetli zindanlardan çok uzaktaydı. Gölün sebep olduğu nemli hava yüzüne bir kez daha vururken bu düşünceyle birlikte kalbi hafifledi. "Korkunu, yalnızlığını ve çaresizliğini hissettim. Sen henüz burada yokken... Ancak çok şanslı bir adam olduğunu da düşündüm, Edric. Neden biliyor musun?" Ruhsuz bir şekilde güldü. "Şanslı? Ben? Neden böyle düşündün ki?" "Seni bu kadar çok seven bir kardeşin ve uğruna her şeyi göze alabilecek dostların olduğu için... En koyu gecenin sabahını sana onlar getirdi, imkânsız görünmesine rağmen üstelik. Bunun taçsız, tahtsız bir kral için ne büyük zenginlik olduğunu görebiliyor musun?" Edric'in boğazına bir yumru oturdu. Onlara karşı minnettarlığının ve sevgisinin bir sınırı yoktu. Onlara saldırmış, karşısına geçen dostlarını ve kardeşini öldürmeye teşebbüs etmişti. Üstelik neredeyse başarıyordu, tıpkı o iki askere yaptığı gibi onu da... Düğümcükler yavaş yavaş açılırken yumakların karmaşasında kendi benliğinin parçalarını arıyordu. Bazıları hala kayıptı. "Peki ya öldürdüğüm askerler? Taçsız veya tahtsız, katil bir kralı da dostları ve halkı sevecek mi? Halkımın köşe bucak kaçındığı o yaratıklardan ne farkım olacak ki?" Bu gerçeği hiç kimseye söylememişti. Yaşayacağı utançtan umutsuzca kaçmıştı ancak ne kadar denese de vicdanından kaçamıyordu. "Ellerinde son bulduğunu düşündüğün o hayatlar, o iki askere mi aitti Edric?" Soru karşısında afalladı. Cevabın ne olması gerektiğinden emin olamıyordu. "Onlar da tıpkı senin gibi çaresizdi. Sen de biliyorsun ki oradan kaçmaları ve içeride ya da dışarıda yakalanmamaları imkansızdı. O Şato'daki herhangi biri onları yakaladığında neler olacaktı? "M-muhtemelen onlar da-" Fısıltıya dönüşen sesi giderek boğuklaşırken cümlesini tamamlayamadı. "O adam için birer denek olacaklardı. Kendilerinden sökülüp alınan iradeleri ruhlarının acı içinde kıvranmasına sebep olacaktı. Kendi bulunduğun yerden baktığında bunu göremiyor olsan da kim bilir, belki tanrılar seni o iki asker için kurtarıcı kılmıştı. Senin yaşadıklarını onların da yaşamaması için... Hiç böyle düşündün mü? Tanrıların tuhaf yöntemleri vardır, bu akşam kız kardeşini dinlerken fark etmedin mi?" Kurtarıcı... O hali gözlerinin önüne geldiğinde, Edric yalnızca soğukkanlı bir katil görmüştü şimdiye kadar. Bu bakış açısı tamamen yeniydi ve ruhuna kazınmış, derinliklerine işlemiş bir leke temizlenmiş gibi hissettiriyordu. Gözlerine dizilen yaşlarla savaşmaya gerek görmedi, onları görebilecek hiç kimse yoktu. "S-savaşabilirdim, yapmadım..." Sesi titriyordu. "Hayır, Edric, yapamazdın... Sadece sen de değil, hiç kimse yapamazdı. Çünkü tanrılar bizleri yaratırken bahşettikleri bunca güce karşın zaaflarımız da olması gerektiğine hükmetmişler. Ve bazıları bu zaafların tamamına bizlerden çok, çok daha fazla hâkim. Özünü ve olduğun şeyi reddedebilir miydin, Edric?" Gözyaşları sicim gibi yanaklarından yuvarlanıp toprağa düşerken gözlerini açtı. Delwyn yüzünde derin ancak anlaşılmaz bir ifadeyle onu izliyordu. Sarı kedi gözleri kendininkileri aşıp doğrudan ruhuna bakıyordu sanki. "Bunları ben de düşündüm, hem de defalarca. Ancak bilmek..." dedi ve devam etti. "...şu ana kadar hiçbir şeyi değiştirmedi. O gölge hala önüme düşüyor ve o düğümcükler de hala ellerime kollarıma dolanıyor." Delwyn uzun, zarif parmaklarını kapatarak birer yumruk haline getirdi. Büyünün küre halinde tuttuğu su, yeniden damlacıklara dönüşerek gerisin geri göle dönmüştü. "Biliyorum ancak yine de bunları anımsaman gerektiğini düşündüm. Bazen insanın kendi kendine bir şeyleri hatırlaması zor oluyor, değil mi?" Bunları söylerken ayağa kalkmış, göle doğru yürüyordu. "Teşekkür ederim ama... Delwyn, ne yapıyorsun orada?" Göl kenarında yüzünde tuhaf bir ifadeyle dikilerek ayın yansımalarını izliyordu. "Sence annem seni sadece bunları konuşarak iyileşmen için mi bana getirdi? O kadar basit olsaydı seni o da iyileştirebilirdi. Haydi, buraya gel." Havada tuttuğu elini ona doğru uzatmıştı. Edric birkaç adım atıp göl kenarına gelerek o eli tuttu. Narin parmaklar sıcak ve güçlü bir tutuşla kendininkileri tutarken Delwyn gözlerini kapatarak kendi klanının dilinde sözcüklerle mırıldanmaya başladı. Uzun, ritimli cümleler birer yakarış gibi değişik nidalarla bitiyordu. Edric bunların dua olduğunu tahmin ediyordu, dili anlayamasa bile dinlemesi kalbini sükuta erdiriyor gibiydi. "Bu göl tanrıların biz şifacı kahinlerine bir armağanıdır. Eğer onların dostuysan, ruhun safsa seni bedenin ve ruhun hissedebileceği her türlü olumsuzluktan arındıracak. Eğer kalbinde en ufak bir karanlık varsa da... Şey, yıllar önce biri bir asit havuzuna atlamak gibi hissettirdiğini söylemişti." Tüyleri ürperirken Edric çekimser bir ifadeyle göle baktı. Hiçbir zaman kendi ruhundan şüphe duymamıştı ancak son olanlardan sonra, ruhu saflığını koruyabilmiş miydi ki? "Şüphe etmen için bir sebep yok, Edric. Karanlık, seninkisi gibi bir yürekte kendine sığınacak bir gölge bulamazdı. Bunu hissedebiliyorum." Delwyn bunları söylerken gülümseyerek elini Edric'in göğsüne koymuştu. Kalbi bu temas karşısında hafifçe hızlanırken leydi elini çekerek gölü işaret etti. "Haydi, sakın korkma ve ne olursa olsun gözlerini kapatma." Edric her ne kadar hala kendisinden emin olamasa da çekingen adımlarla göle doğru ilerliyordu. Birkaç adım sonra gölün sığ sularının dibindeydi. Kumlu zeminde irili ufaklı ve kendisininki gibi çıplak ayaklara ait izleri rahatça görebiliyordu. Derin bir nefes aldı ve "Tanrılar yardımcım olsun, o halde..." diye mırıldanarak suya ilk adımını attı. Kulübeden çıkarken ayakkabılarını giyme gereği duymamıştı, ayaklarının altında toprağı hissedip sakinleşmek istemişti. Şimdi parmaklarına değen serin kumlar ve suyun onu okşayan serinliği çok hoştu. Hissetmekten çekindiği acı yerine onu büyülü bir şekilde sarmalayıp içine çeken ferah suları hissetmek ve benliğinin saflığını korumayı başardığını fark etmek, Edric'in itiraf etmek istemeyeceği kadar büyük bir korkuyu ruhundan yıkayıp götürmüştü. "Tanrılar seni kutsasın ve Saugnan Gölü'nün suları, tüm sıkıntılarını çok uzaklara sürüklesin." Önce kalçalarına, sonra boynuna tırmanan su nihayet kulaklarına dolarken Delwyn'in sesini boğdu. Derin maviliklerin arasında kaybolurken nefesini tuttu ve Delwyn'in öğütlediği gibi gözlerini açık tutmaya çalıştı. Suyun içinde çırpınmasına gerek yoktu, büyüsü masmavi bir pırıltıyla etrafını kuşatmıştı ve suyun içinde sanki asılı kalmış gibi süzülmesini sağlıyordu. Edric tam yüzeye çıkmak için büyüsünü toparlayıp şekillendirecekti ki su dalgalandı ve durulup değişti. Şimdi karşısında, eriyik camı andıran dalgaların arasında, karanlık bir görüntü şekilleniyordu. O karanlığın Şato'nun loş zindanlarının şeklini aldığını görünce telaşla geri çekildi. Tüm benliğiyle koşarak kaçmak, yeniden o lanet yeri görmemek istiyordu. Ancak tam o anda Delwyn'in biraz önceki sözlerini anımsadı. Şu noktada kaçmak bir seçenek değildi, esasen hiçbir zaman da olmamıştı. Bu yüzden bakışlarını karanlık görüntüden ayırmadı. Karanlık bir bozulup bir düzelirken görüntüler de değişip duruyordu. Görüntüler loş, izbe bir taş odada durunca Edric'in içi cız etti. Görüntüdeki kendisi zincirler ve kelepçelerle duvara mıhlanmıştı ve hareket edemiyordu. Bedeni yara bere içindeydi ve kurumaya başlamış kanla kaplıydı. Kendi kanıyla... Eğlenen bir ifadeyle karşısına geçmiş onu izleyen Dük, elindeki küçük cam şişeyi kaldırdığında başı dönmeye ve midesi bulanmaya başladı. Çaresizce unutmaya çalıştığı en kötü anları bir kez daha, bu sefer dışarıdan izleyerek yaşıyordu. Birkaç dakika daha su altında durabilecek kadar nefesi vardı. Eğer iyileşmek ve gördüklerinin, yaşadıklarının etkilerinden kurtulmak istiyorsa bu süre boyunca dayanmak ve birazdan görecekleri karşısında kaçmadan, saklanmadan durmak zorundaydı. Kızıl sıvı zorla boğazından aşağı dökülürken görüntü bir kez daha değişip evrildi. Şimdi kendisine hiç de benzemeyen o tekinsiz adam, karanlık taş koridorlardan birindeydi. O karanlığın içinden telaşla geçip karşısına çıkan iki genç askerin çocuksu, telaşlı ve şaşkın bir ifadeyle ona bakan yüzlerini gördüğündeyse Edric'in tüm bedeni titremeye başladı. Bunlar o askerlerdi. Vahşice öldürdüğü genç, masum çocuklar... Şimdi düşününce, yaşları Morrigan'a yakın gibi duruyordu. Nasıl becerdilerse Dük şatoyu ele geçirdiğinde canlı kalmayı ve Myr kanı deneylerinden kaçarak haftalarca saklanmayı başarmışlardı. Karanlık koridorda Edric'e rastladıklarında tünellerin yakındaki girişlerinden birinden çıkıyorlardı. O kadar süre Şato'da keşfedilmemenin tek yolu tünellere sığınmaktı elbette... Geçmişin sandığına vurduğu dayanıksız kilit bir kez daha kırıldı ve anılar zihninin dört bir yanına saçıldı. O anları bir kez daha yaşarken bedeni sıtma tutmuşçasına titriyordu. O kadar büyük bir korkuyla ve arkalarına bakarak koşuşturuyorlardı ki, Edric'e çarpıp taş döşemelerin üzerine gürültüyle düştüklerinde ikisinden de birer dehşet nidası yükseldi. Bir çift korkuyla irileşmiş kahverengi göz neye çarptıklarını anlamak için kendisine çevrildiğinde o yüzü ele geçiren korkunun yerini şaşkınlık ve rahatlama aldı. Toparlanan asker sarsak hareketlerle ayağa kalktı ve fısıldamak için ona yaklaştı. Şato'nun sınırları içinde hala bu kadar temiz ve saf kokan yalnız bu çocuklar kalmıştı ve bu istisna onu öfkelendiriyordu. Edric elinin istemsizce seğirdiğini hissetti. "M-majesteleri! Sizin burada ne işiniz var? Nasıl kurtuldunuz? Biz sandık ki-" Bu genç askerin arkadaşı ondan çok daha dikkatliydi. Bir arkadaşına, bir kendisine baktı ve arkadaşınınkilerden çok daha çevik hareketlerle ayaklanarak Edric'le ikisinin arasına geçti. "Claus, bekle!" Sesinde endişe ve yüzünde şüpheyle kendisine bakıyordu. Claus ondan çok daha dikkatli olan arkadaşının uyarısını anlamamakta ısrarcıydı. Hala çok yakınındaydı ve kaçmakla ilgili bir şeyler fısıldıyordu. Edric genç askerin kulağına doğru eğildi ve sesinde gece ayazı tonuyla fısıldadı. "Kaçmak yok, Claus. Kaçmak yok..." "N-neden? Biz bir yol-" Edric onun daha fazla konuşmasına izin vermedi. Çünkü kaçmak yasaktı, cezası da belliydi. Göğsünden yükselen bir gürlemeyle dişlerini Claus'un boynuna, yaşamın gümbür gümbür dolandığı damarın tam hizasına geçirdi. Metalin yırtılmasını andıran bir acı çığlığı kulağını tırmalarken ağzına dolan kanın tadı bakır ve tuz gibi, rengiyse parlak bir kırmızıydı. Edric diğer genç adamın üzerine atıldığının hayal meyal farkındaydı. Kükreyerek kenetlenen dişlerini Claus'un boynundan çekerken yırtılan deri ve doku parçalarını yere tükürdü. Karşısındaki genç adam bu manzarayı izlerken yüzünde dehşetin izleri vardı. Yine de bu asker Claus kadar acemi değildi, ona doğru atılırken mesafesini korumaya özen gösteriyordu. Edric kenara çekilip yüzüne inmek üzere olan yumruktan kaçarken genç adamı saçlarından yakaladı ve kafasını tüm gücüyle taş duvara gömdü. Kalın kemikler tok bir sesle kırılırken Edric'in parmaklarına kanın sıcaklığı yayılıyordu. Parmaklarının altındaki beden birkaç kez kasılırken tuttuğu saçları bırakarak ölmekte olan askeri yere fırlattı. Taş döşemelerin üzerinde küçük bir kan birikintisi oluşmuştu. Elini gömleğine silerek yürümeye devam ederken "Kaçmak yok... Yasak..." diye mırıldandığının hayal meyal farkındaydı. Bilinci gidip gelmeye başlarken görüntüler bıçakla kesilir gibi son bulmuştu. Az önce gördükleri, şimdiye kadar vicdanında ömür boyu bir yara olacağını düşündüğü bir utanç kaynağı olmuştu onun için. Ancak şimdi bir kez daha kaybolan görüntülerin ardından baktığında, o adamın kendisi olmadığını açıkça görebiliyordu. Gözleri farklı bakıyordu. Duruşu, hareketleri ve hatta sesi bile bir yabancıya ait gibiydi. Ruhu esir alınıp kaybolmuştu, bedenini ele geçiren o güç için bir kuklaydı yalnızca. Tüm bunları engellemek için yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını çok daha net görebiliyordu şimdi. Kral da olsa savaşçı da olsa onun da başaramayacağı şeyler vardı ve bu, güneşin doğudan doğması kadar olağandı. Olacak olanın yoluna serilip kendini feda etse dahi hiçbir şeyi değiştiremezdi. Kader çarkları dönerken aralarına sıkışan pürüzleri affetmezdi. Soğuk su, burnundan ve ağzından girerek onu boğmaya başlamıştı. Edric yüzeye çıkmak için çırpınırken başını kaldırarak ne kadar derinlikte olduğuna baktı. Parıldamaya devam eden ay tüm göz alıcılığıyla oradaydı. Neredeyse varmak üzere olduğunu fark ettiğinde rahatladı. Suya aldırmadan ona doğru uzanan zarif bir el ona doğru gelmesi için işaret ediyordu. Delwyn hiçbir yere gitmemişti demek, orada onu bekliyordu. Bu düşünce Edric'in hislerinde bir tufana sebep olmuştu. Neticede Airen Klanı'nın Leydisi'nin onun gördüklerinden habersiz olması mümkün değildi. Delwyn'in o vahşi ve kontrolsüz halini görmüş olmasının verdiği beklenmedik üzüntü Edric'i rahatsız etse de gördüğü her şeye rağmen onu beklemiş olması bir şekilde onu mutlu etmişti. Edric bu geceye kadar onu her saniye döven utancın rahatsızlığın yerini alarak bir kez daha vurmasını bekledi. Ona uzanan eli tutmak için son bir hamle yapıp elini uzattığında Delwyn'in parmaklarının ve tüm bedeninin masmavi bir büyüyle parıldadığını gördü. Delwyn, Edric'in onun kadar zarif bir dişiden beklemediği bir kuvvetle onu çıkarıp serin kumlara doğru çekerken "Tanrılar seni, senin umduğundan çok daha fazla gözetiyor ve seviyor." dedi. Genzine dolan suyun sebep olduğu öksürükler nihayet onu rahatsız etmeyi bıraktığında ona doğru baktı. Göz alıcı renklerle bezenmiş kıyafeti neredeyse tamamen ıslanmıştı ve zarif, çekici bir şekilde hala masmavi büyüyle parıldamakta olan bedenine tutunmuştu. Bakışlarını bu dikkat dağıtıcı görüntüden kaçırarak "Ya, öyle mi dersin..." diye mırıldandı. "Son bir şey daha var." Delwyn'in gülümseyen sesinde ciddiyet ve ufak bir çekince vardı şimdi. Edric merakla ona doğru döndü, gözleri yalnızca gözlerindeydi. "Ne?" "Geçmişi ve tüm kötülükleri o sandığa geri tıkıp onu ebediyen mühürleyecek bir şey... Eh, dilerim bu seni çok rahatsız etmez." Bunu söyledikten sonra parıldayan ellerini yüzüne koydu. Delwyn'in sarı gözlerinde çekingen bir ifade vardı, yine de gözlerini kaçırmadan onun gözlerine bakıyordu. Sanki ona son kez bakıyormuşçasına, ezberlemeye çalışıyor gibi bir bakıştı bu. Airen Klanı'nın Leydisi bir an duraksadıktan sonra kararlı bir şekilde dudaklarını Edric'in dudaklarına bastırdı. Kısa bir an için Edric ne hissettiğini ve ne yapması gerektiğini anlayamamıştı. Şaşkın bakışlarla Delwyn'e bakakaldı. Delwyn onu öperken çatık kaşları gevşemiş, ifadesi rahatlamıştı. Tenini aydınlatan büyü daha da şiddetlenmişti ve tenlerinin birleştiği noktalardan Edric'in tenine de yayılmaya başlamıştı. Bedenine yayılan büyünün serin, ferahlatıcı dokunuşunun aksine onu öpen dudaklar alev alevdi. Edric gözlerini kapattı ve bedenini de ruhunu da esir alan o dudaklara teslim oldu. Hızlanan kalp atışlarının sesi geceyi delip geçerken öpücüğe karşılık veriyordu. Ateş ve buz bedeninde garip, bitmemesini umduğu bir dansa başlarken zihni sessizleşti ve tüm düşünceler Edric onları tutup yakalayamadan uçup gitti. Geçmişin ağırlığı, geleceğin bilinmezliği, yoluna gölge olup eline koluna dolanan her şey... Birer birer Delwyn'le ikisini sarmalayan büyünün parıltısı karşısında solup gittiler. Anılar hala ordaydılar elbette ve Edric o an onu öpen dudakların ötesini düşünemese de bunu çok iyi biliyordu. Ancak ışıldayan büyü göz kapaklarından bile sızacak kadar büyürken Edric utancın, diğerleri karşısında hissettiği mahcubiyetin, onu yakıp kavuran kendisine duyduğu öfkenin ve yaşananların ona hissettirdiği yorgunluğun artık onu terk ettiğini hissediyordu. Hissettiği tek şey olgun bir kabullenişti. Edric'in zihni artık Saugnan Gölü'nün suları kadar berraktı. Gölgeler yerini çelik gibi sağlam bir umuda bırakmış, düğümcükler çözülüp onu özgürlüğüne kavuşturmuştu. Delwyn sersemlemiş bir halde ondan uzaklaşırken gözlerini açtı. Mavi parıltı ikisini de ağır ağır terk eder ve Edric'in karanlığını da beraberinde götürürken şifacısı "Yeni hayatına hoş geldin." diye fısıldadı. ------------------------------ Morrigan, Eamon'ın yanağına kondurduğu hafif öpücükle birlikte gözlerini açtı. Parıl parıldayan güneşle bakışları buluştuğunda hissettiği kafa karışıklığıyla gözlerini ovaladı. En son o tatsız akşam yemeğinden sonra kulübelerine döndüklerinde Eamon'ın yaktığı şöminenin karşısında oturup derin derin düşündüğünü hatırlıyordu. Uyuyakalmış olmalıydı. "Günaydın, prenses." Eamon kuş yuvasına dönmüş olan saçlarıyla oynayıp haline gülerken tılsımı güneşle birlikte parıldadı. Bronz teninde göz alıcı bir şekilde ışıldayan tılsımının alevleri, gümüşi bir dolunayla çevrelenmişti. Morrigan bu görüntünün azımsanmayacak derecede hoşuna gittiğini fark etti. "Dün gece birkaç dakikalığına dışarı çıktım, geldiğimde sen çoktan uyumuştun ve ben de uyandırmak istemedim." "Günaydın, ah..." Esasen günün kendisi için ayıp aymadığı konusu biraz şaibeliydi. "Keşke uyandırsaydın. Asırlardır uyuyormuş gibi hissediyorum, hem sen de koca akşamı tek başına geçirmemiş olurdun." Şişen gözlerini bir kez daha ovuşturarak görüşünü netleştirmeye çalışırken hala esniyordu. "Aslında tek başıma değildim." Eamon omzunu silkti. "Birkaç saat seni izledikten sonra Edric ve Alvaro'yu görmeye gittim." "Birkaç saat mi? Ama-" Eamon'ın saatler boyunca onun umarsızca uyuyuşunu izlediğini düşünmek bile utanç vericiydi. Uykulu beyni Eamon'ın söylediklerinin tamamını işlemeye başladığında aniden duraksadı. "Onlar nasıl? İyi miydiler?" Hala pürüzlü olan sesi endişeliydi. Eamon başını sallayarak onu onayladığında devasa bir rahatlama hissetti. "Bence iyiden de iyiler ama kendi gözünle görsen daha iyi olacak." "Ah, anladım. O halde birkaç dakikaya hazır olurum ama... Hey! Kıyafetlerim nerede?" Başını eğerek üzerine örtülmüş olan ince örtünün içine şöyle bir göz gezdirdi. Evet, kesinlikle üzerinde değillerdi. Prens kıkırdayarak "Ne yani, o rahatsız şeylerle uyumana izin mi verseydim?" derken bir yandan da sandalyelerden birinin üzerine koyduğu kıyafetleri getiriyordu. Kıyafetleri ona verirken karman çorman saçlarına bir öpücük kondurdu. "Ya, tabii. Ne yardımseverlik ama..." Homurdanarak aceleyle giyindi. Hava biraz soğumuş muydu? Emin olamamıştı ancak teni ürperince ince giysisinin kollarını parmaklarına doğru çekti ve saçlarıyla aralarındaki savaşa başlayarak küçük havuzlarına giden kapıyı açtı. Hava bugün kesinlikle çok daha soğuktu. Merdivenlerin birkaç basamağını inip yüzünü yıkadı. Esen sert rüzgâr nemli yüzüne vurunca elinde olmadan titremişti. Islak elleriyle hızlıca saçlarını taradı, bir nebze kontrol altına aldığı bukleleri başının üzerinde bir topuz halinde toplayarak hızla içeri girdi ve kapıyı kapattı. "Brr... Hava aniden nasıl böyle soğuyabilir? Sanki gökyüzündeki tüm tanrılar birlik olmuş da üzerimize üfürüyor gibi." Morrigan hayatı boyunca pek de soğuk olmayan bu diyarda yaşamıştı ve ilk defa böyle bir havayla karşılaşıyordu. Eh, rahatlıkla soğuktan pek de hoşlanmadığını söyleyebilirdi. Eamon şöminenin karşısındaki koltuklardan birinde oturuyordu. Ona doğru dönünce gülümsedi ve gözlerini kapatarak arkasına yaslandı. "Soğuk, en çok Myrlerin hoşuna gider. Havanın bu hali, onların evlerinde hissetmesi için birebir. Varallhann'da daima kıştır, güneşin parladığını bile göremezsin." Gözlerini açtığında dalgın bakışları şöminenin üzerine düştü, hafifçe yanmakta olan ateş harlanarak gürüldemeye başlamıştı. Hafif adımlarla yaklaşarak prensin yanağına bir öpücük kondurdu ve karşısına oturdu. "Kuzey Sınırı'nda görev yaparken sınırı sık sık geçer miydiniz?". Morrigan'ın bakışları istemsizce yatağın Eamon'a ait tarafının yan kısmındaki komodinin üzerine kaydı. Gece boyunca yanarak erimiş mumlara sıra sıra dizilmişti. Yeni tanıştıkları zaman bunu bir türlü soramamıştı ancak neden karanlıkta uyuyamadığını merak ediyordu. Prensin karanlıkta uyuyamayışının nedeni sınırın ötesinde yaşadığı bir şeylerle mi alakalıydı acaba? "Evet, maalesef. Pek hoş bir yer değildir, anlarsın ya. Neden ki?" Morrigan'ın gözleri hala eriyik mum kalıntılarından oluşan yığındaydı. Eamon şöyle bir bakışlarını takip edince sormak istediği soruyu hemen anlamıştı. Rahat, olağan hareketlerle ufak tezgâha gidip onlar için kahve hazırlarken umursamaz bir tonda tuttuğu bir sesle anlatmaya koyuldu. "Hayır prenses, o mumların Varallhann'la hiçbir alakası yok. Myrler o zaman başıboş, aptal yaratıklardı ve şu anki halleriyle alakaları bile yoktu. Açıkçası bu, bambaşka bir maceranın hikayesi... Edric de iyi bilir, gerçi ne derece çuvalladığımız düşünülürse anlatmamış olması çok olası." Sıcak suyu demlikteki kahvenin üzerine dökerken güldü. "Çuvallamak mı? Siz mi?" Eamon'ın yanına gidip ikisi için sandviç yapmaya karar verirken inanamayarak sordu. Eamon bu diyarın en güçlü feyiydi ve Edric de ondan pek aşağı kalmayan kudretli bir komutandı. "Evet, biz. Şunu sakın unutma Morrigan: Elde edilmiş her gücün ve kazanılmış her zaferin temeli aslında yenilgiler ve çuvallamalarla döşenmiştir. Eğer hata yapmazsan, onları düzeltirken ders çıkarma fırsatı da bulamazsın. Bu yüzden, her kaybediş bir zaferdir aynı zamanda. Eh, Edric'le benim heybemizde de fazlasıyla zafer var diyebiliriz." O, bu söylediklerini düşünürken Eamon "Tabii bu, hayatı bata çıka ve habire hatalar yaparak yaşayıp onu bir antrenman tahtasına çevirmek anlamına gelmiyor." diye ekledi. Bir yandan da demlenen kahveyi kontrol ediyordu. "Çünkü ardına baktığında kendi yaptığın yanlışlarla yüzleşmek hiç hoş olmuyor. Geçmiş hatalarından oluşan devasa bir yığının yoluna gölge düşürmesini istemezsin, öyle değil mi?" "Eh, sonsuzluk pişman olmak için kesinlikle uzun bir süre." Morrigan bir bıçak alıp dolapları karıştırdıktan sonra bulduğu jambonu, peyniri ve sebzeleri doğramaya başladı. "Yine de sizin o denli büyük çuvalladığınıza inanmak güç. Ne oldu tam olarak?" Eamon tezgâha yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu, gözleri kendisinin üzerindeydi. "Uzun yıllar önceydi... Babanın Zümrüt Diyar dışındaki tüm diyarlarla barış ve anlaşma sağlayıp Myrlere karşı birlik olmak, böylece Varallhann'a girerek onların tamamen kökünü kurutmak gibi bir düşüncesi vardı o zamanlar." "Ah, tarih öğretmenim bundan bahsetmişti. Bu düşünce hiçbir zaman hayata geçirilememiş, çünkü diğer krallıkların bazıları Myrlerle sınırları olmadığı veya sorun yaşamadıkları için bu teklifle ilgilenmemişler." Eamon başını sallayarak onu onayladı. "Kesinlikle... İlk görüşmeler insanlar ve devlerle yapılmıştı, başarılı geçmeyince diğer diyarlara temsilciler yollamaya gerek bile kalmadı." Morrigan doğramaya devam ederken "Neden ki? Devler hakkında pek bir şey bilmiyorum ama... Bu teklif insanlar için oldukça cazip değil mi? Neticede Tybedunn ve Varallhann oldukça büyük ve hareketli bir sınırı paylaşıyorlar." diye sordu. Bu anlaşmayla ilgilenmemiş olmaları kulağa hiç de mantıklı gelmiyordu. "Kindar insanlar, binyıllardır kıskandıkları ve onların yasalarına saygı duymadıklarını iddia ettikleri feylerle anlaşmayı kesin bir şekilde reddetmişti. Devlerse kendi güçleriyle sarhoş olmuş medeniyetsiz ve vahşi canlılardı. Eh, kısaca herhangi bir türe saygı duymadıklarını söyleyebilirim." "İçimden bir ses bunu kötü bir tecrübeyle öğrendiğini söylüyor." Morrigan'ın sesi istemsizce endişeli çıkmıştı. "O zamanlar oldukça genç ve tecrübesizdim. Edric İnsan Diyarı'na doğru yola çıkmıştı, ben de yanımda ufak bir birlikle birlikte Devlerin Diyarı'na gittim. Ama tabii iki şeyden habersizdim: Geçen yıllarda çok daha vahşi, hayvansı bir türe dönüştükleri ve bizi ne kadar düşmanca karşılayacakları." "Daha önce onlarla iletişim kurabilen hiç kimse yokmuş diye duydum." Gerçekten de Morrigan tarihi kayıtlarda böyle bir olayın örneğini bile görmemişti. Prens kahveyi kupalara dökerken o da sandviçleri bir tabağa koydu. Şöminenin önündeki koltuklara karşılıklı oturarak kahvaltı etmeye koyuldular. Sandviçlerinden ilk lokmalarını aldıklarında Eamon ağzı dolu bir şekilde memnuniyetle sırıttı. Morrigan kahvesinden bir yudum alarak ona göz kıptı. Aslında diğerleri muhtemelen çoktan kahvaltılarını etmişlerdi. Baş başa şömine ateşinin karşısında yaptıkları bu basit kahvaltının ona verdiği keyif karşısında Morrigan kendi kendine gülümsedi. Sanki kendi evlerinde sıradan bir güne başlamak üzereydiler. Sıradan, tasasız, hiçbir koşuşturmaca olmayan ve sadece ikisine ait bir güne... Bu hayalin gerçekleşeceği günleri görebilmek için pek çok şey feda edebilirdi. "E, sonra ne oldu?" Kahvesinden bir yudum alırken sordu. "Sonra... Bir tuzağa düşmek üzere olduğumuzu fark ettiğimde yanımdaki askerlerin kaçmasını sağlayacak fırsatı buldum ama herhangi bir yardım gelene kadar yaklaşık on gün devlerin elinde esirdim." "Tanrı aşkına!" Düşüncesi bile korkunçtu. On gün, o tehlikeli ve devasa yaratıkların elinde geçirmek için çok uzun bir süreydi. Eamon'ın hala karşısında ve canlı olabilmesi bir mucizeydi. "On gün boyunca zifiri karanlık bir yer altı mağarasında tutuldum ve işkence gördüm. Pek hoş günler değildi açıkçası, oldukça ilkel ama işe yarar yöntemleri vardı. Günün hangi saati olduğunu ya da kaç gündür orada tutulduğumu bile anlayamıyordum." Bakışları alevlerin arasında kaybolmuştu. "Bu arada Devlerin Diyarı'nda büyünün işlemediğini biliyor muydun? Hem de hiç." Demek bu yüzden kaçamamış ve onlara karşı koyamamıştı. Yalnızdı, büyüsü yoktu ve silahlarına davrandığı an onu anında öldürürlerdi. Zaman kazanması gerekmişti... Prens gömleğini sıyırarak kolunu ona doğru uzattı. Bronz teninde beş açık renkli yara izi vardı. "Oradan kurtulana kadar geçen günlerde çoktan kemiklerimi kırmaya başlamışlardı." Morrigan hayretle parmaklarını pürüzlü yaralar üzerinde gezdirirken çektiği acıyı düşünmek bile midesinin bulanmasına sebep oldu. "Peki neden... Yani..." Morrigan bir türlü o kelimeyi söyleyememişti. Eamon onu duymamış gibi sandviçinden iri bir ısırık daha aldıktan sonra keyifle homurdandı. "Ellerine sağlık, prenses. Yediğim en lezzetli sandviç kesinlikle." Bunun bir yalan olduğu aşikardı ancak Morrigan bu masum yalan karşısında gülümsemekle yetindi. "Neden beni öldürmediklerine gelince... Devlerin karma, garip bir dili var ve anlamak oldukça güç. Ama anladığım kadarıyla topraklarına izinsiz girdikten sonra kolayca ölmemi istemiyorlardı." Morrigan yarısını yediği sandviçi tabağa geri bırakarak kahvesini yudumladı. "Demek o yüzden karanlığı sevmiyorsun. Sorduğum ve anımsattığım için özür dilerim. Peki oradan nasıl kurtuldun?" Eamon genişçe sırıttı. "Kraliyet ailesinin yarısı yanlarında devasa bir birlikle diyarlarına gelip baban devlerin topraklarının önemli bir kısmını yakıp yok etmekle tehdit edince beni bırakmak zorunda kaldılar. Devlerin topraklarında büyü işlemiyor ama baban havayı kontrol edebilen fey savaşçılarından özel bir birlik kurmuş. Yıldırımlar birer birer ormanlara düşüp devasa yangınlara dönüşmeye başladığında beni öldürme hevesleri çoktan kaçmıştı" Eamon'ın yüzünde saygı ve hayranlık dolu bir iade vardı. "Sonrasında bir şekilde iki diyar arasında sular duruldu ancak Batı Sınırı hala patlamaya hazır bir bomba hissi veriyor bana." Morrigan boşalan kupalarını ve tabaklarını tezgâha götürürken "Ne babam ne de diğerleri seni orada bırakmazdı." diye mırıldandı. Babası zeki ve özel bir adamdı, Eamon için bir yol bulmasına hiç de şaşırmamıştı. Babası yaşıyor olsaydı şu anda içinde bulundukları durumu da çok başka açılardan görüp bambaşka değerlendireceğinden hiç şüphesi yoktu. "Elbette... Ancak günler hiçbir haber ya da gelişme olmadan geçince insanın aklı bazen kendisine oyun oynuyor. Yine de umudumu hiç kaybetmedim. Umut insanı hayata bağlayan en sağlam bağ... Her neyse, bu da böyle bir hikayeydi işte." Eamon ayağa kalkarken şöminedeki ateş de yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. "Ne dersin, artık gidelim mi? Misafirler olarak geç kalmamız pek uygun olmaz diye düşünüyorum." Morrigan başını sallayarak prensi onayladı. "Güneş yükseliyor, ayin birazdan başlar herhalde. Haydi, gidelim." Dürüst olmak gerekirse ayin bir yana, Edric'i ve Alvaro'yu çok merak ediyordu. Bir an önce görüp iyi olduklarından emin olmak için ölüyordu. Eamon'ın sırıtarak ona doğru uzattığı koluna girdi ve kısa bir an durup düşündükten sonra parmak uçlarında yükselerek prensin yanağına bir öpücük kondurdu. "Bu ne içindi?" "Sadece..." Bir an duraksadı. "Başına gelenleri yalnız göğüslemek zorunda kaldığın için üzgünüm. Bu da ben artık buradayım ve her zaman yanında olacağım demenin Morrigan'cası oluyor." Eamon onlar için kapıyı açarken sırıttı. "Bunu sevdim, daha sık hatırlat." ------------------------------------ Köyün merkezindeki geniş, bir meydanı andıran düzlüğe geldiklerinde Morrigan kalabalığın çoktan toplanmaya başladığını fark etti. Genç, yaşlı ve çocuk demeden herkesin orada toplandığı bu görüntü bir an için ona Caladwen Meydanı'nı anımsatmıştı. İstemsizce ürpererek başını salladı, dehşet ve kanla bezenmiş görüntüleri kafasından atmak için tüm gücüyle çabaladı. Bu köyde geçici bir süre için de olsa tamamen güvendelerdi. Geçmiş ve şimdinin iç içe geçen renklerini birbirinden ayırmak zorundaydı. Alanın tam ortasında Morrigan'ın o zamana kadar gördüğü en büyük söğüt ağacı vardı. Salkım şeklindeki dallarından toprağa uzanan yaprakları doğa ananın saçlarını anımsatıyor ve esen soğuk rüzgarla birlikte hışırdayarak dalgalanıyordu. "İlginç... Hiçbir yerde bu kadar çok söğüt ağacı gördüğümü anımsamıyorum." Eamon etraflarına bakınıyordu. Gerçekten de vadideki ağaçların çoğunluğu çeşitli söğüt türlerindendi. "Neticede kâhin de olsalar burası bir şifacı köyü, Eamon. O yüzden aslında bu çok normal. Söğüt ağacı şifayı, iyileşme arzusunu ve sağlığı simgeler. Annem yapraklarından merhem, kabuğundan da çay yapardı." Çocukken o çayı içmemek için annesini ve bakıcılarını koridorlar boyunca az peşinde koşturmamıştı. Anıların zihnine doluşmasıyla buruk bir şekilde gülümsedi. "Her seferinde babamın yanına ya da benim odama kaçardın, ben de seni büyük bir zevkle ele verirdim." Edric'in neşeli ve muzır sesinin geldiği yöne, arkasına doğru döndüğünde abisinin gülümsemesi onu kısa bir an için afallattı. Tıpkı eskisi gibi olan o tasasız, umursamaz ve ukala gülümsemeyi yeniden görmek Morrigan'ın gözlerinin dolmasına sebep olmuştu. "İ-iyisin?" Aslında bu, tam olarak bir soru değildi ama kelimeler boğazındaki yumruyu aşıp özgür kalamamışlardı. Edric sırıtmaya devam ederek kolunu Morrigan'ın omzuna attı. Sanki bedenini mesken tutmuş olan o gizemli gerilim ve keder onu tamamen terk etmişçesine rahattı. "İyiyim, ufaklık. Hatta iyiden de iyi sayılırım. Sanki yeniden doğmuşum gibi, inanılmaz bir şey..." "Kesinlikle sana katılıyorum, kuzen." Alvaro ve diğerleri de nihayet alana gelmişlerdi. Morrigan'ın onlara baktığında gördüğü ilk şey, abisinde gördüğü değişimin bir benzerinin Alvaro'nun da tüm havasını değiştirmiş olduğuydu. Simyacı prensin gözlerinin içi ışıldıyordu, meraklı bakışları tıpkı eskisi gibi enerjik bir şekilde alanı ve çevresindeki irili ufaklı kalabalığı tarıyordu. Hiç durmadan çevresini inceleyen bakışları yalnızca yanında dikilen Riona'nın yüzünde oyunbaz molalar veriyordu. "İkiniz de çok iyi görünüyorsunuz. Airen Klanı'nın Leydisi'nin yöntemleri bizim şifacılarımızdan veya annesinden farklı mı peki?" Eamon merakla Edric'i ve Alvaro'yu süzüyordu. "Ah, kesinlikle farklı ve ürpertici. Belki bir ara anlatırız, vaktimiz olduğunda yani... Hey! Ayin başlamak üzere, baksanıza." Edric çenesiyle söğüt ağacının yanına gelen birkaç erkek feyi işaret etti. Üç erkek fey ellerinde garip aletlerle alandaki kalabalığı yarıp geçerlerken Morrigan eğilerek Envy'nin kulağına fısıldadı. "İki gündür seninle pek denk gelemedik. Nasılsın?" Morrigan tüm bu hengâme arasında genç insan dostunu özlediğini fark etmişti "Ah, evet. Akşam yemeğinden sonra seni merak ettim. Açıkçası yanına gelmek de istedim ama pek... Ehm, uygun olur mu bilemedim." Envy'nin yanakları hafifçe kızarırken gülümsemesi ne kastettiğini yeterince açık ediyordu. Morrigan kanın kendi yanaklarına da hücum etmeye başladığını hissettiğinden hızlıca konuyu değiştirmeye karar vermişti. "Bazen geriye dönüp yaşananlara olduğun yerden bakmak yorucu oluyor. Ben de erkenden uyuyakalmışım işte." Omuz silkti. "Ama seni merak ettim, tek başına sıkılmadın değil mi?" Envy gülümseyerek başını iki yana salladı. "Ah, hayır. Daha önce hiç bu kadar vahşi ve bu kadar şirin bir yer görmemiştim. İki gündür vadiyi keşfetmek için gezmekle meşguldüm. Dün akşam Illarion'la karşılaştık hatta, okyanus yolculuğu için ufak bir plan bile yaptık." "Hevesli görünüyorsun, okyanusu sever misin?" Envy'nin yüzündeki heyecanlı ifade cevabı açıkça belli etse de yine de sormak istemişti. Morrigan okyanusu hiç sevmezdi. Dibini göremediği derinlikler ve azgın dalgalar ona korkutucu gelirdi. Suyla iç içe olmayı çok seven Edric bunu defalarca kez değiştirmeye çalışmışsa da pek başarılı olduğu söylenemezdi. "Gitmeyeli uzun zaman oldu ama evet, severim. Beni rahatlatır, sanki dalgalı sular ruhumu yıkıyormuş gibi..." Morrigan içtenlikle gülümseyerek kolunu okşadı. "Senin adına sevindim öyleyse. Gel, ayini beraber izleyelim. Başlıyor sanırım." Yanı başındaki Eamon'a doğru kayarak Envy için yer açtı. "Davula vurmaya başladıklarında sessiz olmamız gerekiyor, çünkü ayin başladıktan sonra yalnızca ayini yöneten kişi konuşabilirmiş." Morrigan, Fearghal'e dönüp baktığında tıpkı Alvaro gibi onun da garip bir heyecan ve merakla olanları izlediğini gördü. İnsan diyarında onlar gibi bilginin kölesi olanlara inek diyorlardı. Morrigan kendi kendine kıkırdasa ve Eamon'ın garip bakışlarına maruz kalsa da bunu sesli dile getirmedi ve kahkahasını bir öksürüğün ardına gizledi. "Neden konuşmamız yasak ki?" Riona onaylamaz bir tavırla sormuştu. "Çünkü tüm alanda tanrılarla direkt olarak konuşma gücüne sahip olan tek kişi var, o da Delwyn." Arkalarından seslenen Odhran'ın cevabı üzerine hiç kimse bir yorum yapmadı. Az önce alana giren feylerden ikisi taşıdıkları iri, ahşap bir davulu ağacın altına yerleştirmişlerdi. İki feyin de ellerinde iri birer tokmak vardı. Üçüncü olanlarının elindeyse uzun, yine ahşaptan yapılmış bir flüt duruyordu. Tokmaklar havalandı ve davula tam üç kez vurulmasıyla birlikte tüm alan tok, kuvvetli sese teslim oldu. Kalabalık ikiye ayrılıp büyük bir saygıyla Delwyn'e yol verirken Morrigan klanın leydisinden gözlerini alamıyordu. Delwyn'in koyu mavi saçları yer yer örgülerle süslenmişti ve bu örgüler başının üstünde karmaşık, neredeyse ilkel bir topuz halinde toplanmıştı. Omuzlarına dökülen özgür birkaç tutamsa giderek şiddetlenen rüzgâr karşısında görkemli bir şekilde salınıyordu. Yüzünde kırmızı, altın rengi ve beyaz boyalarla çizilmiş çizgiler vardı. Üzerinde bordo rengi bir tunik ve kahverengi, deriden yapılma kalın bir kemer vardı. Klanının ona açtığı yolda ilerleyen Delwyn hiçbirine bakmamıştı, gözleri yalnızca söğüt ağacının üzerine kenetlenmiş bir halde yürüyordu. Nihayet ağacın yanına ulaştığında davul bir kez daha vuruldu ve sustu. "Airen halkına, bugün bize katılan Zümrüt Diyar'ın kralına ve onun ailesiyle dostlarına selam olsun." Kimseden tek bir nefes sesi bile duyulmuyordu. Delwyn ellerini gökyüzüne doğru uzatarak devam etti. "Bugün burada uzun bir zaman sonra yeniden tanrılara danışmak ve onlardan yardım istemek için toplandık. Dostlarımızın getirdiği haberler, binyıllar öncesinde de olduğunu işittiğimiz ve büyüklerimizin anlattığı o kadim kötülüğün çok daha güçlü bir şekilde geri döndüğünü gösteriyor. Karanlık Tanrı Asdum, tanrılar diyarından ayrılarak bu toprakların üzerinde gölge etmeye and içmiş." Kalabalığın endişeli bir şekilde birbirlerine bakıp huzursuzca kıpırdanmalarına rağmen tek kelime etmeden, en ufak bir korku nidasıyla irkilmeden dinlemeye devam edebilmeleri gerçekten de takdire şayandı. Bu feylerin Delwyn'e duydukları saygı ve geleneklerine olan bağlılıklarının bir sınırı yok gibiydi. Oysa tedirginlik ve korkunun nahoş kokusu tüm alana yayılmıştı. "Bu diyarı yutmak için bekleyen bu gölge günden güne büyürken, savaş kaçınılmaz olacak. Biz Airenlilere de karanlığa karşı elbette Zümrüt Diyar'ın meşru kralından ve dostlarından yana taraf olmak düşer." Keskin, sarı gözler alanı çevreleyen yüzlerde birer birer gezinirken Morrigan'a ve yanı başındaki Edric'e değdiklerinde Delwyn hafifçe başını eğdi. "Zira Airen Klanı tarih boyunca tanrıların hoşnutluğunu, üzerinde yaşadıkları toprakların özgürlüğünü ve iyiliğini gözetmiştir. İşte bugün, yürüyeceğimiz bu yolu aydınlatmaları için tanrılara seslenecek ve cevaplarını umacağız." Delwyn bunları söyledikten sonra kalabalığa arkasını döndü, yüzü ağaca dönüktü. Geleneksel giysiler giymiş iki dişi fey aceleci adımlarla kalabalıktan sıyrıldı. Söğüt ağacının dibine süslü bir kilim serildi ve üzerine de iri bir minder koyuldu. Morrigan pürdikkat izliyor ve gözlerini Delwyn'den ayıramıyordu. Onun tanrılarla nasıl konuşacağını veya yine Sehanine'in görünüp görünmeyeceğini merak ediyordu. Açıkçası gecenin tanrıçasını bir kez daha görürse ona söyleyeceği birkaç şey olacaktı. Delwyn tuniğinin eteklerini savurarak minderin üzerine diz çöktü ve ellerini göğsünün üzerinde birleştirdi. Kendi klanının dilinde sözcükler dudaklarından dökülmeye başlarken büyüsü göz alıcı, mavi bir parlaklık halinde bedeninden taşarak onu bir koza gibi sarmalayıp izleyicilerinin gözlerinden saklamıştı. Biraz önce elinde flütle alana giren erkek fey duanın başlamasıyla enstrümanını çalmaya başladı. Flütün tok sesi ağırbaşlı, ilahiyi andıran bir melodiye dönüşerek alanı doldurdu. Bu türünü bilmediği müziğin her notasında garip, Morrigan'ın adlandıramadığı bir huzur vardı. Onlar dışındaki herkesin anladığı kadim sözcükler alanı doldurmaya devam ederken saniyeler dakikalara dönüştü ve dakikalar birbiri üzerine yığılmaya devam etti. Morrigan bu eski ve zor dili anlayamasa da Delwyn'in nazik ses tonuyla cümlelerin sonundaki tonlamalardan duaları, tanrılara yönelen seslenişleri ve yakarışları ayırt edebiliyordu. Güneş gökyüzündeki tahtından yavaş yavaş inmeye başlarken kendisi de dahil herkes kaç dakika veya kaç saat geçtiğinden habersizdi. Ancak Delwyn'in sözcükleri artık pürüzlüydü ve birer mırıltıdan ibaretti. Morrigan sıkıntıyla oflayarak yanındaki Eamon'a baktı ve onun da yüzünde bitse de gitsek ifadesini gördüğünde hissettiği rahatlamayla gülümsedi. Bir kez daha aynı hisleri paylaşıyorlardı. Yeniden Delwyn'e baktığında klan leydisinin artık duasını sonlandırdığını ve yanındaki yardımcılarına onların duyamayacağı bir sesle bir şeyler söylediğini fark etti. Onu çevreleyen büyü de artık yavaş yavaş solarak kayboluyordu. Dişilerden biri fırlayarak yakınlardaki bir kulübenin içinde gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra koşarak geri döndüğünde elinde iki kâğıt, kalem ve ahşap bir stant vardı. Delwyn aceleyle ahşap standa iki kâğıdı da yerleştirdi ve kömürden yapılma kalemi kâğıdın üzerinde gezdirmeye başladı. Leydileri kalemi kâğıdı bir pist yapıp dans ettirirken alandaki herkes ne gördüğünü ve neyi çizme ihtiyacı duyduğunu merak ediyor ve onu ilgiyle izliyordu. Yine de sessizlik hala sürüyordu ve Morrigan sabırsızlanmaya başlamıştı. Olduğu yerde merakla kıpırdanırken birkaç kişinin bakışlarıyla karşılaşınca gözlerini kaçırdı. Ne yapabilirdi ki? Çok sıkılmıştı... Delwyn nihayet elinde iki kağıtla birlikte yardımcısından destek alarak ayağa kalktı ve halkına döndü. "Tanrılar bugün benimle direkt olarak konuşmaya değil, olacak olanlara dair işaretler göndermeye karar verdi. Biz majesteleriyle bu işaretlerin anlamını çözmeye çalışırken, sizlerin de görüp bu işaretler üzerine düşünebilmeniz için bir birazdan bu ağacın gövdesine elimdekilerin birer kopyası asılacak. Ancak..." Envy derin bir nefes alıp göz alıcı bir gülümsemeyle elindeki kağıtları kaldırdı. "...şunu söyleyebilirim ki, bizler ve bu diyar için hala umut var. Çünkü tanrılar bizim yanımızda ve yolumuzdan ışıklarını hiçbir zaman eksik etmeyecekler." Morrigan kağıtlarda ne olduğunu merak etmeye devam ederken ümitvar cümlelerle leydilerini selamlayan halkın arasında "Neyse ki öyle..." diye mırıldandı. Eh, sesinde bir miktar alay olduğunu inkâr edemezdi. Kalabalık kısa bir süre sonra dönmek üzere giderken Delwyn zarif adımlarla onlara doğru ilerledi. Edric'e ve sonrasında birer birer onlara bakarak "Sanırım elimizde çözmemiz gereken bir gizem var. Neden dün akşam yemeği yediğimiz salonda bunlar üzerine tartışmıyoruz?" Elindeki kağıtları sallıyordu. Eamon kağıtlara dikkatle bakarak "Bunlar gayet iyi yapılmış eskizler, kesinlikle bir şeyler çıkacaktır." diye mırıldandı. "Hadi öyleyse, bu taraftan..." Delwyn ileride, tam karşılarında kalan binayı işaret etti. Birkaç dakika içinde geçen akşam yemek yedikleri masaya yerleşmiş ve merakla Delwyn'in çizimlerini incelemeye başlamışlardı. Kağıtlardan birinde Morrigan'ın daha önce hiçbir yerde görmediğine emin olduğu bir doğa manzarası vardı. Devasa, ağaçlarla kaplı bir uçurumdan dökülen bir şelale... Köpüklü sular döküldüğü yerde bir göl oluşturmuştu ve gölün üzerinde de bir gökkuşağı vardı. Esasen sıradan, Zümrüt Diyar'ın dört bir yanında bulunan şelalelerden herhangi birine ait olabilecek bir manzaraya benziyordu ve tek bir şey hariç hiçbir ayırt ediciliği yoktu. Morrigan'ın dikkatini çeken tek şey, uçurumun kayalık kenarlarına şelale boyunca oyulmuş küçük deliklerdi. Kuş yuvaları... "Kayalıklara yuva yavan çok az kuş türü var, öyle değil mi?" Sorusuna karşılık Alvaro başını salladı, parmaklarıyla sayarken hatırlamaya çalışıyordu. Fearghal onu onayladı. "Sanırım yalnızca üç tane... Ama bu, bu yerin neresi olduğunu ve önemini anlamamız konusunda pek yardımcı olacak bir bilgi değil. Bu kuş türlerinin yaşadığı birçok yer var." Alvaro incelemek için Delwyn'den aldığı diğer kâğıda bakarken "Sanırım o bilgi, bu kâğıtta saklı... Bakın!" diye heyecanla bağırdı. Masaya koyduğu kâğıtta tüm ayrıntılarıyla devasa bir kütüphane çizilmişti. Duvarlarında onlarca raf ve kitabın olduğu, zemini kadim taşlarla döşenmiş bir çalışma odasıydı bu. Ceviz mobilyalardan masanın üzerindeki eşyalara kadar her şey çok ama çok eski gözüküyordu. "Hagas'ın Kütüphanesi... Tabii ya!" Edric masaya doğru eğilip Alvaro'nun gösterdiği kâğıdı incelerken düşünceli bir şekilde mırıldandı. "O zaman bu resimdeki yer her neresiyse, kütüphanenin yerine dair bir ipucu olmalı." Odhran, Alvaro'nun elinden aldığı kâğıdı şöyle bir inceledikten sonra başını salladı. "Ancak hiçbir şekilde tanıdık gelmiyor. Sen ne dersin, Fearghal?" Kâğıt elden ele dolaşırken Delwyn onları izliyordu. Mahcup bir gülümsemeyle "Neden Hagas'ın Kütüphanesi'ni aradığınızı gördüm. Bu savaş için önemli bir yer olacağına hiç şüphem yok ama üzgünüm, bu yer her neresiyse benim bilmem mümkün değil. Neticede ben bu köyden hiç çıkmadım." derken Morrigan onun aslında kendi yaşlarında, genç bir kız olduğunu anımsadı. Dünya onun için de tıpkı kendisi için olduğu gibi çok büyüktü ve keşfedilmiş olmaktan fazlasıyla uzaktı. Fearghal resmi biraz inceledikten sonra masaya geri bıraktı. "Benim de hiçbir fikrim yok maalesef, üstelik Zümrüt Diyar'ı gezmek için uzun yıllarım vardı." "Bu yer her neresiyse, Zümrüt Diyar'da olduğunu nereden biliyoruz ki? Buna dair herhangi bir kanıt olmadığına göre her yer olabilir sonuçta... Ama evet, bana da tanıdık gelmiyor." Eamon resmi şöyle bir inceledikten sonra omuz silkti. "Benim bakmama gerek yok, zira Solonor'dan dışarı adımımı atmayalı asırlar oluyor." Riona gençlik yıllarını Şato'da ve bazen de Hencapelt'te Odhran'ın yanında geçirmişti ancak hayatının geri kalanı Solonor Çölleri'nin kalbindeki günlerden ibaretti. "Ben de doğup büyüdüğüm balıkçı kasabasından ve Daesha'dan başka hiçbir yer görmedim." Illarion için de durum, Riona'dan farksızdı. Morrigan sıkıntıyla ofladı. "Daha açık bir ipucu olamaz mıydı? Bu samanlıkta iğne aramaya benziyor!" "Tanrıların yöntemlerini sorgulamak hiçbir yere varmıyor, ufaklık, bunu en iyi sen biliyorsun. Ama haksız da sayılmazsın, farklı farklı diyarlarda bu resme benzeyen binlerce yer olmalı. Alelade bir şelaleyi nasıl ayırt edip bulacağız ki?" Envy, Morrigan'ın yanında oturuyordu ve o zamana kadar resimlerle pek de ilgilenmemişti. Nihayetinde onun yılları da Tybedunn'un veya Zümrüt Diyar'ın şehir merkezlerinde ya da kasabalarında geçmişti. Ancak şelale lafını duyunca aniden ayaklandı. "Şelale mi? Ben de bakabilir miyim?" Sesi heyecanla yükselmişti. Edric "Elbette, Envy. İşte..." diyerek kâğıdı kibarca ona uzattığında Morrigan merakla arkadaşını izliyordu. Birkaç saniye resmi inceledikten sonra Envy'nin yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Gözleri eski günlere giden bir insanınkiler gibi hafifçe buğulanarak uzaklara dalmıştı. Morrigan iyi olup olmadığını kontrol etmek için elini arkadaşının omzuna atına genç kız şöyle bir silkelendi. Bir süre hiç ses çıkarmadan ve dolu dolu gözlerle resmi inceledikten sonra sonra sakin ama üzgün bir sesle konuştu. "Aradığınız şelale, Tybedunn'un kalbindeki bir ormanda saklı majesteleri. Benim doğup büyüdüğüm kasabanın hemen yakınlarında..." --------------------- Evvet, nasılsınız? Birkaç gün geçti ilk kısmın yayınlanmasının üzerinden, bunun için kusura bakmayın ama bir yakınımın ölüm yıldönümüydü ve kafam dağınıktı :') Bir de 14 sayfalık bölümü editlerken o kadar ekleme yaptım ki 18 sayfa oldu sjvjd Ondan uzun sürdü yani... Her zamanki gibi eğer beğendiyseniz oylarınızı ve her halükarda da yorumlarınızı eksik etmezseniz çok sevinirim^^ Yeni bölümde görüşmek üzeree <3
|
0% |