@mervegndgms
|
Herkese merhaba, iyi okumalar ^^ "Bu şey de ne? Ne kadar parlak..." Envy'nin elini karanlık taşa uzattığını görünce Eamon genç kızı yakalayıp hızla geri çekti. "Sakın dokunma!" Envy'nin güvenli bir mesafede durduğundan emin olunca taşı incelemeye başladı. Parlak ve pürüzsüz yüzeyinden yayılan garip ışıltı ve tuhaf kokusu midesini bulandırmıştı, doğal olmadığı aşikardı. "Etkilerinin ne olduğunu bilmiyoruz, uzak durmak en iyisi." Öfkeyle soluyarak hızla kılıcını çekti ve ucunu Brandon'ın boğazına yasladı. "Gemide yakalanan farelere ne yaparlar bilir misin, Brandon? Senin gibi bir korsan elbette biliyordur, değil mi?" Genç adamın yaşlarla parıldayan gözleri faltaşı gibi açılsa da bedeni emirlerine uymuyor, kılıcından kaçamıyordu. "Geminin kedisine verirler. Kedi de önce fareyle biraz oynar, sonra da sıkılır ve..." Ağır kılıcı havaya kaldırırken "...afiyetle mideye indirir." dedi. Ancak Brandon'ın ağzından çıkan dört kelime, Eamon'ın kılıcının havada asılı kalmasına sebep oldu. Ağır kılıcı yavaşça indirse de keskin ucu temkinli bir şekilde genç adamın çılgınca atan şah damarının üzerindeydi. Brandon umutsuz bir çare arayışıyla içlerindeki merhamete seslenirken dişlerinin arasından zar zor konuşuyordu. "Ben... İstemedim. Beni... Zorladı." Kesik kesik çıkan kelimelere gözyaşları eşlik ediyordu. Parlak taştan yankılanan alaycı ses "Hain, hain, hain..." diye tekrarlayarak gürleyen bir kahkaha attı. "Şu anda nedense fare bizmişiz gibi hissediyorum." Riona huzursuzca kıpırdanarak taştan bir adım daha uzaklaştı. "Envy, kolyeyi bana verebilir misin?" Elini sabırsızlıkla genç kıza uzattı. Brandon'dan bazı cevaplar alacaklarsa, önce bu sülüğe benzer iğrenç şeyden kurtulmaları gerekiyordu. Söylediklerinde doğruluk payı varsa, genç adam korkunç bir ızdırap içinde olmalıydı. Çıplak tenine gömülen taşın etrafında artık kabuk bağlamış olan kanlı tırnak izleri Eamon'ın gözünden kaçmamıştı. Ve eğer karşılarındaki bir başka kurbansa, onu bu halde bırakmak hem tehlikeli hem de zalimce olurdu. Envy Brandon'a olabildiğince yaklaşmadan kolyeyi avuçlarına bıraktığında Eamon'ın bedeni coşkun bir dere gibi taşın içinden çağlayıp kendi özüne akan güçle kasıldı. Taşın yaşayan ve dengeyi gözeten doğası öfkeliydi. Morrigan'ın büyüsüyse zincirini kırmak için çekiştiren vahşi bir hayvan gibiydi, özgürce kaynayıp yakıp yok etmek istiyordu. "Umarım işe yarar." Riona, Envy'i yanına çekip büyüsüyle çevrelerine adeta bir koza örmüştü. "Denemeden bilemeyiz, öyle değil mi?" diyerek avucundaki taşı Brandon'ın göğsüne yasladı. Gözlerini kapatıp uzandığı büyüsü hazır ve öfkeliydi, parmaklarının arasından serbest kalan kıvılcım ve alevler gece taşını iştahla çevreledi. Parlak beyaz, buz gibi büyüye artık tamamen aşina olsa da her seferinde kendi gücüyle arasındaki tezat nefesini kesiyordu. Soğuk sıcağa ve iki büyü birbirine karışırken Brandon teslimiyetle gözlerini yumdu. Karanlık taşın özündeki bozukluk ve kötülüğün tüm şiddetiyle kendi gücüyle çarpışması karşısında Eamon'ın dizlerinin bağı çözülecekti neredeyse. Dişlerini sıkıp taşın ve o doğal olmayan gücün avucundan taşan muazzam güce nasıl bir dirayetle direndiğine odaklandı. Brandon'ın göğsündeki taştan kurtulup hızla yükselen karanlık, iri siluet karşısında öfkeli büyüsünü zapt etmeye çalışırken dişlerinin arasından "Riona!" diye kükredi. Gözlerinin önünde geçmişten kopup gelen ve görüşünü kısıtlayan bir görüntü şimşek gibi çakmıştı. Bir an için belirip kaybolan sahnede, şimdikinden eski bir anda Brandon'ı ve korkulu gözlerle kime baktığını gayet net seçebilmişti. "Tamam, tamam!" Riona kılıcı elinde hazır bekliyordu. Karanlık silüet artık Brandon'ın göğsündeki taştan kurtulup tamamen ayaklanmıştı. Fazla iri sayılmazdı, simsiyah, parıl parıl parlayan ve kristali andıran taştan boğumların bir araya gelerek oluşturduğu şekilsiz bedeni bir metre kadar bile yoktu. Ancak küçük cüssesinin verdiği çeviklikle korkunç bir hızla hareket ediyordu. Ve hedef olarak onu yok etmeye çalışan Eamon'ı ya da Riona'yı değil, kendisine iğrenerek bakmakta olan Envy'i seçmişti. Neyse ki genç kız Eamon'ın beklediğinden çok daha hızlı tepki vererek belinden kısa bir kılıç çekti. Kolunu şöyle bir sallamasıyla deri ve metal karışımı bir kalkan da ortaya çıkmıştı. Riona'ın buz kristalleriyle parıldayan büyülü kalkanı son anda bir kez daha belirerek yaratığın önünü kesti. Taştan beden çatırtılar eşliğinde geriye doğru savrularak dağılıp bir ağaca çarpmış ve gürültülü bir şekilde parçalanmıştı. O şey her neyse yok olmasıyla birlikte Eamon'ın elinin altındaki taş da kıvılcımlar eşliğinde bin bir parçaya ayrılıp dört bir yana savrulmuştu. Eamon sarf ettiği güç sebebiyle üzerine çöken korkunç yorgunluğu bir kenara bırakarak derhal genç adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol etti. Parmakları altındaki damar hafif ancak düzenli bir şekilde atıyordu ve Brandon'ın bedeni görünür bir biçimde rahatlamıştı. Onu ilk gördükleri andan itibaren orada olan görünmez gerilim ortadan kalkınca genç adamın yüzü bile gençleşmişti sanki. "Herkes iyi mi?" Nefes nefese yanına gelen kız kardeşine ve Envy'e şöyle bir baktı. "O şeyden daha iyi olduğumuz kesin." Riona'nın başıyla işaret ettiği taş yığını karanlık bir toz bulutuna dönüşüp hırçın rüzgarla uzaklara sürüklenmeye başlamıştı bile. Envy endişeli bir ifadeyle kılıcını kınına yerleştirirken "O iyi mi peki?" diye sordu. Eamon, Brandon'a şöyle bir baktı, genç adam hala bilinçsiz bir şekilde yatsa da göğsü düzenli bir şekilde inip kalkıyordu. Kuruyan gözyaşları yanaklarında hafifçe parıldıyordu. "İyi olacağına inanıyorum, ancak bedeni ölümün eli değmiş gibi bir hayli soğuk ve göğsündeki yara açık. Onu bir an önce ateşin başına götürüp ısıtmanın bir yolunu bulsak iyi olacak, büyü işe yaramadığından yarasına da bakmamız gerek. Haydi, diğerleri de merak etmeye başlamıştır zaten." Asdum'un onlara bu kadar kolay sokulabilmiş olması Eamon'ı huzursuz etmişti, bir an önce Morrigan'ın yanına dönmek istiyordu. "Ben avladıklarımızla ilgilenirim, sen onu taşı." Riona el çabukluğuyla bir ağacın üzerinden kopardığı sarmaşıkları yakaladıkları hayvanların ayaklarına bağlayarak akşam yemeklerini sırtladı ve Envy'i de yanına alarak peşine takıldı. Kar taneleri giderek daha hızlı bir şekilde toprağa düşüp beyaz bir battaniyeye dönüşürken kamp alanına doğru yola koyulmuşlardı bile. ------------------------- "Normalden uzun bir av oldu sanki, değil mi?" Uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı yerde Alvaro'nun sesini işitmesiyle Morrigan homurdandı. Hava çok soğuktu ve örtündüğü postun altından çıkmak istemiyordu. Kuzeninin uyarısı üzerine diğerlerinin alçak sesle konuşmaya çalıştıklarını işitebiliyordu. Hepsinin iyi olduğunu anlaması üzerine rahat bir nefes almıştı ancak neler olduğunu da merak ediyordu doğrusu... Nihayet merak, uyku ve tatlı sıcaklığa ağır basınca bir köşeye fırlattığı şalı omuzlarına sardı ve derme çatma çadırdan dışarı çıktı. Kar tanelerinin tenine değmesiyle içeri geri kaçmak istese de ilerledi ve Eamon'ın yanına, ateşin karşısına oturarak ona sokuldu. Tanrım, devasa bir soba gibi... Morrigan hem onu görmenin sağladığı rahatlamayla hem de bedeninden yayılan sıcaklıkla neredeyse bir kedi gibi mırlayacaktı. "E, nasıl gitti?" Bir kez daha esnerken gözleri ateşin hemen yanında, dallardan ve deriden yapılma bir hasta yatağında yatan Brandon'ın üzerindeydi. Eamon karşılık verirken hafifçe sırıtıyordu. "Anlatayım mı, yoksa zaten biliyor musun yine?" "Anlat hadi, neler olduğunu merak ediyorum zira bir hayli yorulmuşsun." Bir an duraksadı ve Eamon'a bakarak "Bu arada kolyemi artık geri alabilir miyim?" dedi ve elini uzatarak bekledi. Prens gülerek kolyesini cebinden çıkardı ve ona verdiği madalyonun hemen üzerinde duracak şekilde boynuna takarak anlatmaya koyuldu. O anlatırken Morrigan'ın gözleri Brandon'ın üzerindeydi. Envy'nin maharetli elleri genç adamın yarasını dikiyordu şimdi. İnce kemikten bir iğne ve bitki liflerinden bir ip kullanıyordu ve kesinlikle ne yaptığını biliyor gibi bir hali vardı. Eamon anlatmayı bitirdiğinde "Pekâlâ, bu çok rahatsız edici. Ama biraz düşününce..." diye kendi kendine mırıldanmaya başladı. "Niye, değil mi? Yol boyu ben de bunu düşündüm. Asdum'un bunu yapması için hiçbir neden yok." Prensin gözü Brandon'ın üzerindeydi, sorgulamak için uyanmasını beklediği aşikardı. "Bırak düşmanı, bizi bir tehdit olarak bile gördüğünü sanmıyorum. Öyleyse neden aramıza bir casus göndermiş olsun?" Morrigan ne kadar düşünürse düşünsün Asdum'un bunu yapması için bir sebep göremiyordu. Alvaro, ateşin üzerindeki geyik parçalarını şöyle bir çevirip Riona'nın yanına dönerken "Tarih ve mitoloji derslerini biraz olsun anımsasaydınız, sebebini anlardınız." diyerek tatsız bir şekilde güldü. "Ben hatırlıyorum ve hala anlamıyorum." Riona kaşlarını çatarak prense dönmüştü. "Asdum'un Karanlık Tanrı olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki diğer ismini anımsıyor musun, prenses?" Alvaro gülerek karşılık vermişti. Riona biraz düşündükten sonra "Kibrin Tanrısı..." diye fısıldadı. "Doğru, diğer tanrılarla Amalaith'te yaşadığı süre boyunca aç gözlülüğü yüzünden defalarca kez diğer tanrı ve tanrıçalarla sorunlar yaşayıp tanrıların tanrısı Cernunnos tarafından cezalandırılmıştı. Çünkü Asdum'a göre Cernunnos da dahil tüm tanrılar arasında en güçlü olan oydu ve bu yüzden de hükmeden, uçsuz bucaksız Amalaith'e sahip olması gereken gereken oydu." Alvaro'nun anlattığı bu hikâyeyi hepsi de küçükken dinlemişlerdi. Envy dikiş atmayı bitirmiş, ellerindeki kanı yıkamaya çalışıyordu. Kurulanmayı bitirip yanlarına gelirken "Sonra ne olmuş? Gerçekten de en güçlü olan Asdum muydu?" diye sordu. Alvaro genç kıza dönerek "Hayır, en kibirli olan oydu." dedi. "Yüzlerce, binlerce yıl Asdum'un taşkınlıkları diğer tanrıları öyle bir bezdirmişti ki... Yerle gök arasındaki o huzurlu, sakin Amalaith topraklarında rahat ve dirlik kalmamıştı artık." diye anlatmaya başladı. "Bu yüzden diğer tanrılar Cernunnos'un önderliğinde bir araya gelerek Asdum'u bastırıp çorak, yalnız bir toprak bahçesine mahkûm ettiler." Riona, Alvaro'nun sözünü tamamlarken ona gülümsemişti. "O da bu yüzden Amalaith'in kendilerine ayrılmış daracık topraklarında yaşayıp giden her bir tanrıdan daha çok şeye sahip olacağına ve hükmünün tüm yer ve gökte işitileceğine dair yemin etmişti. Ah..." Morrigan şimdi anlamıştı. "Gövde gösterisi yapıyor, değil mi?" Alvaro başını sallayarak onayladı. "Dilediğinde nefesini ensemizde hissedebileceğimiz kadar yaklaşabilecek kudrette olduğunu gösteriyor bize. Ve onun merhametinde olduğumuzu..." "Bize çizmesindeki bir çakıl taşıymışız gibi davranıyor demek..." Öfke, damarlarındaki bir zehir gibi dolanıp onu ele geçirirken içinde uğuldayan gücü dizginleme çalışıyordu. Hafifçe titreyen parmaklarını esneterek ateşe yaklaştırdı. "Öyle olsun... Çakıl taşı değil, ateş olup üzerine yağacağım." Envy bu sözlerine takdirle gülümsedikten sonra ayağa kalkıp sakin hareketlerle çantalarının durduğu köşeye doğru gitmişti. Giderken Brandon'ın yanında duraksadı, eğilip nazik hareketlerle genç adamın alnını kontrol ederken kaşları çatılmıştı. Morrigan gülümsedi, genç kızın yanına giderek "Yemek birazdan hazır olur, sen onunla ilgilen." dedi ve Envy'i orada bırakarak çantalarına doğru ilerledi. Delwyn'in insanlarının onlar için hazırladığı bu çantalarda yolculuk yapacak olan bir grubun ihtiyaç duyduğu her şey vardı. Çantaları karıştırıp tabaklar ve gerekli araç gereçleri çıkarırken zihnini yakıp yıkmaya devam eden öfkeden kurtulmaya çalışıyordu. O, efsanelerdeki Feanaro'nun halkına vaat ettiği varisiydi. Haftalar önce bu toprakların prensesi olarak hüküm süren ailesiyle şatoda yaşıyorlardı. Gençti ve gücünü ispatlama şansı olmamıştı belki, ancak küçük görülmeyi ve bu şekilde hakarete uğramayı kendine yediremeyen bir tarafı yakıp yok etme isteğiyle o kutlu günü bekliyordu. Dakikalar sonra yemeklerini yemiş, çadırlarına çekilmişlerdi. Envy'nin onunla ilgilenebileceğine dair bir şeyler mırıldandığını duyması üzerine Morrigan, Brandon'ı onun çadırına yerleştirmelerini söylemişti. Nihayet ritmik nefes alış-veriş sesleri ve sertçe çadırlarını döven rüzgâr sesleri gecenin üstüne örtülmüştü. Eamon yanı başında uyuyordu, Brandon'ı kurtarırken bir hayli güç tüketmiş olmalıydı. Ne var ki Morrigan bir türlü uyuyamıyordu. Bir hayalet kadar sessiz bir şekilde çadırın deriden bozma kapısından adım atarak dışarı çıktı. Beyaz kar, bir yorgan gibi vahşi doğanın üzerine serilmişti. Saçlarına düşen kar tanelerine karşın omuzlarına doladığı şalı başına çekerek ilerledi. Kısa bir yürüyüşten sonra yolu uçurumun kenarındaki yalnız bir ağacın altında bitmişti. Sırtını ağaca yaslayarak bacaklarını uçurumun kenarından sarkıttı. Teninin üzerinde eriyen karın soğuğunu hissetse ve teni ürperse de aldırış etmiyordu. Üşüyordu ve rahatsız hissediyordu, ancak o kadardı. Soğuğun ona zarar veremeyeceğini biliyordu. Gece bütün ihtişamıyla karşısındaydı, parlak ayın ve göğe saçılmış yıldızların büyüleyici görüntüsünü izlerken düşüncelerini özgür bırakmıştı. "Ne yapacağım ben?" diye fısıldarken bu zihinsel karmaşanın içinde kaybolmuştu ve dalgındı, bu yüzden "Bu saatte mi? Uyuyabilirdin mesela..." diyen Eamon'ın uykulu sesini duyunca yerinden sıçradı. "Özür dilerim, uyandırdım mı? Tamamıyla essiz olduğumu sanıyordum." Prens yanına otururken esniyordu. "Sessizdin zaten ama bu benden kurtulman için yeterli değil, prenses, biliyorsun." Morrigan biliyordu. "Neyse ki..." diye fısıldarken bir kez daha esneyen prensine gülümsedi. Eamon kolunu beline dolayıp onu kendisine çekti. Sıcak teni kendi buz kesmiş tenine dokunur dokunmaz çevrelerinde kızılımsı, soğuğa geçit vermeyen bir kalkan belirmişti. "Anlatmak ister misin?" Bu soruyu soran başka biri olsaydı, cevabı 'Hayır!' olurdu herhalde; zira açıklama yapmak ve anlatmak, tüm bu hengamenin içinde yorucu bir çaba gibi gelebilirdi. Ne var ki Eamon'ın onu anlayacağını, hiçbir koşulda yargılamayacağını iyi biliyordu. Bu yüzden ondan duyduğunda bu basit soru, kalbinin derinliklerinde sakladığı o ufak sır sandığının anahtarına dönüşüyordu. "Bu akşam konuştuklarımızı düşünüyordum, Alvaro'nun dediklerini yani. Söylesene prens..." Eamon'ın uykulu gözlerinin derinliklerine bakarak içini kemiren o soruyu sordu. "Güçsüz olmaktan ve çaresiz hissetmekten nefret ediyorum. Güç istiyorum, birileri için kurtuluş olmak ve kendimi kanıtlamak... Bu beni de bencil ya da kibirli yapar mı?" "Asdum gibi mi yani?" Eamon'ın gözlerindeki uyku örtüsü tamamen kalkmıştı, garip bir şekilde onu ilk kez görüyormuş gibi incelercesine bakıyordu. "Evet, tıpkı Asdum gibi." O garip, irdeleyen bakışlarda kaybolmuştu. "Bunu sormanda Dük'ün kara fey olmanla alakalı söyledikleri etkili olmuş olabilir mi, prenses?" "Oldukça zeki bir adamsın ve bu, seni daha da çekici yapıyor." "Bunu daha önce de duymuştum..." Eamon gülerek Morrigan'a daha sıkı sarıldı. "Şimdi söyleyeceklerime kulak ver, prenses, zira bu konu üzerine her düşündüğünde ve kendinden her şüphe edişinde hatırlamanı istiyorum." "Dinliyorum." "Nefes alıp veren her yaratık, dünyaya geldiği andan itibaren güç için yaşar. Doğarız ve hayata tutunmak için uğraşırız; sonrasında da nefes aldığımız her an hayatta kalmak için verdiğimiz savaşın bir parçasından ibaret olur. Bu savaşın bu zamana kadarkinden ne farkı var da güçlü olmak istemen bencillik olsun?" Prens saçlarına bir öpücük kondurup konuşmayı bitirdiğinde Morrigan birkaç dakika öylece oturup düşündü. Yaşanan ve yaşanabilecek olan şeyler gözlerinin önünden sırayla geçerken asıl endişesi dudaklarından döküldü. "Buraya kadar gelmek önemliydi ama gelene kadar çok fazla acı, çok fazla öfke vardı. Bundan sonra da olacak, değil mi? Ya ben de..." Doğru kelimeyi bulmakta zorlanıyordu. "Sen de ne?" Prens omuzlarından tutarak onu kendisine çevirdi, tek kaşını kaldırmıştı ve şekilli dudaklarını hafifçe büzmüştü. "Ya ben de yaşananlara duyduğum öfke ve içimde yanan intikam ateşiyle yozlaşırsam?" Nihayet söylemişti işte. Ne var ki Eamon duyduğu şeyden pek hoşlanmamıştı. Parmakları tenine hafifçe gömülürken bakışları çelik kadar sertti. Morrigan o yeşil gözlerin kızıl bir yansımayla bir an için aydınlandığına yemin edebilirdi. "Öyle bir şey olmayacak, beni duyuyor musun? Olacak olsaydı, bu zamana kadar mantığını yitirmek ve acıya kapılıp gitmek için onlarca haklı fırsatın vardı. Ama yapmadın, bunun yerine kendin ve Zümrüt Diyar için savaşmayı, ihtimaller yaratmayı seçtin. Hem..." Eamon'ın elleri omuzlarından kayıp ellerini sıkıca kavradı. Çelik kadar sert bakışları ısındı, sıcaklığıyla Morrigan'ın ruhunu esir aldı. "...onun için en başından beri yanında olup doğru yolu işaret edecek kimse yoktu. Oysa senin için ben varım, daima tam burada olacağım." Nazikçe kavradığı elini tutup göğsüne götürmüştü. Kalbi tam da Morrigan'ın parmakları altındaydı, az önce verdiği sözü tasdiklercesine tutturduğu güven verici ritimle atmaya devam ediyordu. "Söz mü?" Gözlerine dolan yaşları engellemek için gözlerini kırpıştırıyordu. Eamon "Asker sözü..." diyerek güldü. Parmakları parmaklarından ayrılmış, Morrigan'ın bileğindeki kırmızı kurdeleyi okşuyordu. "Savaşmaya devam etmek için çok fazla nedenimiz var sonuçta." "Haklısın..." Kırmızı kurdelenin düğümünü çözüp parmakları arasına aldı. Bakışları uzun, parlak renkli kumaşın üzerinde bir an takılı kalmıştı. "Teşekkür ederim, Eamon. Varlığın bana güç veriyor." Bir an duraksadıktan sonra çözdüğü kurdeleyi dikkatli bir şekilde, olabildiğince az güç harcayarak ikiye böldü ve bir parçasını Eamon'ın bileğine bağladı. "Daha önce yapmalıydım aslında... Ne için savaştığımızı hatırlayalım diye." Sözcükler birer fısıltı halinde dudaklarından dökülürken son düğümü atıyordu. Prens diğer parçayı ondan aldı, bileğinin içinde tam da kalp atışının hissedildiği noktaya bir öpücük kondurduktan sonra "Unutulmayan bir şeyi nasıl hatırlayabiliriz, prenses?" diyerek gülümsedi. İri parmakları ustaca hareketlerle kurdeleyi bileğine bağlamıştı. Sessizce birbirlerine sarıldıkları birkaç dakika boyunca huzurlu gece manzarasını izleyip ormanın seslerini dinliyorlardı. Kalkanın ve Eamon'ın sıcaklığının etkisiyle Morrigan dayanamayarak esnedi. Prens onu kucaklayıp ayaklanırken gülüyordu. "Hadi, artık geri dönmemiz gerek. Yarın uzun bir gün olacak ve akşam saatlerinde insan sarayında olacağımızı varsayarsak, bu rahat rahat uyuyacağımız son akşam olabilir." Prens haklıydı, yarın nerede ve ne halde olacaklarını kestirmek güçtü. ------------------------ Dönüş yolunda biriken kar artık ayak bileklerine ulaşır olmuştu. Böyle devam ederse birkaç gün içinde dizlerine ulaşırdı. Neyse ki yürüyerek ya da atla yolculuk yapmıyorlardı. Eamon'ın parmaklarının ufak bir işaretiyle toprak üzerinde dar bir patikanın üzerindeki kar eriyerek onlara yol açtı. Dakikalar sonra çadırların bulunduğu alana ulaşmışlardı, küçük kamp alanlarında hala sessizlik hüküm sürdüğüne göre kimse gittiklerini fark etmemişti. Morrigan esneyerek çadırın zeminine serdikleri postun üzerine uzandı ve uzandığı gibi uykuya dalmış olan Eamon'a sokuldu. İstedikleri an uykuya dalabilmek, askerlere has kullanışlı bir beceriydi. Endişelerinden arınmanın, kolları arasındaki prensten yayılan sıcağın ve rüzgarın uğultusunun verdiği etkiyle Morrigan da saniyeler sonra ona katıldı. --------------------------------- Her ne kadar yola şafağın sökmesiyle birlikte çıkmayı düşünmüş olsalar da Brandon'ın durumunun yolculuğa el verebilmesi için planladıklarından birkaç saat geç yola koyulmuşlardı. Genç adamın ateşi nihayet biraz yükselmişti ve normale dönüyordu. Envy kahvaltı için hazırladıkları sıcak lapadan Brandon'a da yedirebilmek için bir hayli uğraşmıştı. O bununla uğraşırken Eamon ve Riona da yolculuk esnasında Brandon'ı yolculuk esnasında sabitleyebilecekleri bir yol bulmaya çalışıyorlardı. Nihayetinde o yükseklikte halata veya sarmaşıklara güven olmayacağına hükmederek Brandon'ı, ejderha formundaki Morrigan'ın sırtındaki dikenlerden birine oturur vaziyette büyüyle sabitlemişlerdi. Hava giderek daha da kötü oluyordu, kar yerini zaman zaman ceviz büyüklüğünde yağan doluya bırakır olmuştu. Her ne kadar onun için dert olmasa da sırtında yolculuk yapacak olanlar için bu büyük bir sorundu. Bu sebeple Eamon tıpkı geçen gece onun için yaptığı gibi kendisini ve diğerlerini sıcak tutacak kalkanlar oluşturmuştu. "Bakın! Orman ve şehirlerin içinde dolaşan Myr birliklerini görüyor musunuz? Ne kadar da çoğalmışlar, yüce tanrılar!" Alvaro'nun sesini işitince Morrigan homurdanarak aşağıya baktı. Ne var ki o, Alvaro'nun bahsettiği Myrleri göremiyordu. Elbette... Göğsünden alçak perde bir hırlama koparken hızla alçalıp tekrar yükseldi. Alvaro bu hareketi üzerine hafifçe gülerek "Tamam, tamam! Özür dilerim, bazen unutuyorum biliyorsun ya..." diye seslendi. Riona ve Envy aynı anda "Neyi?" diye sormuştu. Eamon gülerek onlara cevap verdi. "Alvaro'nun diğer formu baykuş da... Çift forma sahip her fey, fey bedeninde dönüştüğü yaratığın bir gücünü ya da özelliğini barındırır. Benim iz sürme yeteneğim, Riona'nın çevikliği, Edric'in de su altında nefesini tutma ve yüzme becerisi buradan geliyor. Alvaro'nun becerisi de bu, bizden çok daha uzak mesafeleri görebiliyor. Gerçi diğerlerinin bunu yapamadığını unutuyor gibi..." Morrigan kendisinin hangi özelliği kanalize ettiğini düşündü, çoktan hissettiği bu bilgiyi fark etmesi pek de uzun sürmemişti. Eh, soğuğa dayanıklılık da fena sayılmazdı. Hava bu şekilde devam ederse Eamon hariç herkes onun bu becerisini kıskanacaktı. Eamon soğuğu hissetmiyordu tabii... "B-bir hayli havalıymış..." Brandon nihayet uyanmıştı. Morrigan hafif, aceleci bir çift ayağın adımlarını hissetti. Envy, Brandon'ın yanına gitmiş ve onu kontrol ediyor olmalıydı. "Nasıl hissediyorsun? Kıpırdamaman için seni sabitledik, dikişlerin henüz çok taze." "Dikiş mi? Neler oldu?" Brandon'ın kafası karışmış gibiydi, bir an Eamon'a baktıktan sonra hızla gözlerini kaçırdı. "En son prensin yanı başımda olduğunu hatırlıyorum, bir de kör edici bir parıltı... Öldüm sanmıştım." Eamon kahkahalarla gülmeye başlayınca diğerleri de ona katıldılar. Morrigan da göğsünden kopan gürlemeye engel olamamıştı. "Ölmedin, genç dostum. Esasen ölmeye çok yakındın, eğer bunu yapmaya zorlandığını söylemeseydin... Sonuç olarak iyisin ve o şeyin pençesinden kurtuldun, ancak bize anlatman gereken bazı şeyler var." Riona araya girerek "Neden seni seçti?" diye sormuştu. Bu sorunun cevabını merak eden tek kişi olmadığına sevinmişti. Morrigan uzaklarda Tybedunn'un sınırını oluşturan dağları görünce bir yandan daha hızlı kanat çırpmaya, bir yandan da Brandon'ın anlatacaklarına kulak vermeye koyuldu. "Hiçbir sebebi yoktu, sanırım esas fena olan da bu..." Bir öksürük sesinden sonra konuşmaya devam etti. "Sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydim. Talihsiz bir denk geliş, hepsi o kadar... O hafta limana demirleyen bir ticaret gemisiyle Tybedunn'dan kaçıp gelmiştim. Bir süre limana yakın tavernalarda dolaştıktan sonra kulağıma çalınanlar ve garip atmosferle birlikte başkent Daesha'ya geldim. Bir ihtimal krizi fırsata çevirebilirim diye düşünmüştüm, anlarsın ya..." Brandon son cümleyi Envy'e söylemişti belli ki, zira genç kız "Evet, anlarım." diye onayladı. "Ne var ki iyi bir tüccar bu boyutta bir krizin yalnızca daha büyük felaketler getireceğini de hissedebilmeliydi." "Haklısın, öyle de oldu zaten. Ben başkente geldiğimde O da Daesha'ya geliyormuş meğer. Şato'ya doğru giden ana yolda karşılaştık, onu görür görmez etrafta hiç kimsenin kalmamasından anlamalıydım aslında. Benim kaçmadığımı gördüğünde yüzünde genişçe bir gülümseme belirledi. Sonrasında nereden peydah olduğunu bile bilmediğim yaratıkların üzerime doğru koştuğunu hatırlıyorum. Kendime geldiğimde karanlık bir odada, metal bir masanın üzerindeydim ve elinde küçük, iğrenç bir yaratıkla başımda O bekliyordu. Yüzünde aynı gülümseme vardı. Sonra..." Brandon'ın sesi titremeye ve boğulmaya başlamıştı, Morrigan genç adamın ağlamamak için verdiği o yoğun çabayı duyabiliyordu. "Gerisini anlatmana gerek yok. Ancak sana ne söylediğini bilmemiz gerek, Brandon." Alvaro'nun sesi anlayışla yumuşamıştı. "Tabii, tabii... Bana yalnızca okyanusa giden gri saçlı bir kızı arayıp bulmamı söyledi. İz sürerken Myrler yardım edecekti hatta. Söylediği tek şey, o lanet yaratığı taşıdığımı gizleyerek sizin peşinize takılmamdı. Başka bir şey yok, üzgünüm." Morrigan'ın göğsünden bir hırlama yükseldi. "Peki yapmazsan?" Riona hepsinin merak ettiği şeyi sormuştu. "Eğer yapmazsam taşın beni ele geçireceğini ve günden güne o yaratıkla bütünleşeceğimi söyledi. Seçim benimdi yani." Brandon'ın yorgun sesinde bir mahcubiyet tonu vardı. Eamon öfkeyle "Bu bir seçim değil, dayatma..." diyerek hislerine tercüman olmuştu. "Öyleydi, sanırım..." Brandon konuşmaya devam ederken ruhsuz bir kahkaha attı. "Çünkü ilk zamanlar karşı koymayı, yoluma gitmeyi denedim. Taş o zamanlar bozuk para boyutundaydı. Birkaç gün dayansam da acıya karşı koyamadım. Üzgünüm..." Envy hafif, acımayla karışık bir sesle "Neden bizi ilk gördüğünde yardım istemedin peki?" diye sorduğunda Morrigan rahatladığını hissetti. Bu beden harika olsa da bazen konuşamamak çok sinir bozucu oluyordu. "Bunu yaparsam anında öleceğimi söylemişti çünkü. Başka çarem yoktu..." Karşılarında hiçbir şansı olmayan bir insanın böyle bir işe girişmesinin başka bir gerekçesi olamazdı zaten. Şimdi taşlar yerine oturmuş, yaşananlar bir anlam kazanmıştı. Sessizliği delen bir çığlıkla inişe geçerken öfkesini kanatlarına yüklemiş, baş döndürücü bir hızla kar ve buzla örtülmüş çorak zemine yaklaşmaya başlamıştı. Yaklaştıkça netleşen sınır askerlerinin koyu renkli, pejmürde üniformalarını seçebiliyordu artık. Tabii ellerindeki yayları ve onlara doğru fırlattıkları okları da... Bir çığlık daha atarak küçük çaplı ok yağmurundan sıyrılsa da ahşap gözetleme kulesinden atılan zıpkından kaçmak için zamanı kalmamıştı. Bedeni bir an bile düşünmek için duraklamadan hareket etmiş, devasa bir alev topu dişlerinin arasından fırlayarak havada bir yay çizen devasa zıpkını kül etmişti. Eamon'ın ve diğerlerinin sesi kulaklarındaki bir uğultudan ibaretti şimdi. İkinci bir saldırıya uğramak istemiyordu, avlanmaya çalışan bir hayvan muamelesi görmek kanını öfkeyle kaynatmıştı. Kükredi, ağzından taşan kör edici alevler gözetleme kulesinin zemininden başlayarak askerlerin önüne doğru bir set çekmişti şimdi. O pençelerini toprağa saplayıp aceleyle dönüşürken neler olduğuna anlam veremeyen askerler korkuyla gerilemeye başlamışlardı bile. Bedeni yeniden fey şeklini alırken kemiklerinin değişirkenki acısı karşısında dişlerini sıktı. Eamon toprağa ayak basmayı bile beklemeden yanına koşmuş, alevlerini ona ve dostlarına kalkan yapmıştı. Morrigan pelerininin başlığını indirmeden önce karşısındaki bir avuç askere göz gezdirdi. Ellerindeki yay ve okları kendilerine doğrultmuşlardı, antrasit renkli üniformaları basit ve bakımsızdı. Yaşları en fazla yirmi olmalıydı ve fey erkeklerinin yanında çok daha ufak tefek kalıyorlardı. Prense dönerek "İzninle..." dedi, bir kaşı soru sorarcasına havalanmıştı. "Ama... Peki. Başka bir yolu yok, sanırım." Eamon kalkanın ötesine geçmesine müsaade ederken gönülsüz olsa da Morrigan şansını deneyecekti. Ona zarar vermeyi denedikleri an tüm bu insan erkeklerinin kül olacağını bilmenin verdiği rahatlıkla birkaç adım atarak öne çıktı ve başlığını indirdi. Gümüşi saçları, zayıf güneş ışığı altında hafifçe ışıldayarak uçuşuyordu. "Ben, Zümrüt Diyar'ın veliaht prensesi Morrigan Galanodel olarak dostlarımla birlikte insan diyarı Tybedunn'un kralıyla görüşmek için buradayım. Yol vermenizi ve bizi kaleye, kralınıza götürmenizi emrediyorum." ---------------------------- Okyanus Feyleri'nin Adası'na ulaşabilmeleri için önlerinde birkaç günlük bir gemi yolculuğu vardı. Normal şartlar altında Edric bu yolculuk için heyecanlı olabilirdi, ancak şu anda hissettiği tek şey gerginlikti. Taçsız bir kral olarak kendini ispatlamaya ve okyanusun kadim efendilerinin desteğini kazanmaya mecburdu. Bunun kolay olmayacağını da çok iyi biliyordu. Bu yolculuk onu daha önceki yıllarda çıktığı maceralar gibi sırlarla ve ganimetlerle dolu adalara değil, hayatının sınavına götürüyordu. Yolculukları yaklaşık üç gün sürecekti ancak Edric, Illarion'a gemiye en azından on günlük erzak yüklenmesi gerektiğini söylemişti. Fazladan ağırlık hızlarını azaltacak olsa da fırtına yaklaşıyordu, derin sularda neler olabileceğini kimse kestiremezdi. Illarion yelkenleri hazırlarken Odhran ve Fearghal de halatlar ve filikalar dahil geminin tüm kısımlarını son kez kontrol ediyorlardı. Filikalar mühimdi, zira Okyanus Feyleri'nin Adası'na gemiyle yaklaşmaları olası değildi. Adayı kucaklarcasına sarmalayan sarp kayalıklar anında parçalanmalarına sebep olurdu, bu yüzden adaya yaklaştıklarında filikalara ineceklerdi. Envy ve Illarion'u takdir etmek gerekirdi doğrusu, zira güvertesinde durdukları güzel, üç direkli bir kalyondu. Devasa yelkenleri daha şimdiden rüzgarı yutarak şişmeye başlamışlardı. Edric yeni ziftlenmiş güverteyi aşarak geminin burnuna gitti ve halatlardan birine asılarak aşağı baktı. Denizlerin tanrısı Undine'in haşmetli bedenini geminin burnuna özenle oyulmuş bir şekilde görünce gülümsedi. Belki de bu, onlara bu yolculukta bolca ihtiyaç duydukları o iyi şans getirirdi. Kalyonun genişçe burnunun sağ tarafına Siren ismi kazınmıştı. Koyu yeşil gövdenin üzerindeki altın yaldızlı harfler bunun oldukça zengin bir tüccarın gemisi olduğunun ispatı sayılabilirdi. Halattan halata geçerek hızlıca kaptan köşkünün tam üstündeki terasa çıktı ve dümeni yakalayarak "Palamarı çöz, Odhran. Yelkenler fora, tam yol ileri!" diye bağırdı. Odhran'ın havada asılı tuttuğu büyülü giyotinin palamara inmesiyle gemi açık sulara doğru atıldı. Illarion'un ustaca bağladığı yelkenlerin tamamı, henüz fırtınaya dönüşmemiş hırçın rüzgarla dolmuştu. Edric dümeni kendinden emin bir şekilde batıya kırarken haritaya ihtiyaç duymuyordu. Harita yıllar önce zihnine kazınmıştı, diyarın çevresindeki tüm deniz ve okyanusları avucunun içi gibi biliyordu. Tuzlu okyanus havasını içine çekerken bir an içtenlikle gülümsedi. Evini ardında bırakmak zorunda kalmıştı, ancak derin mavilikleri kimse elinden alamazdı. Illarion da en az kendisi kadar huzurlu görünüyordu. Ormandaki bir maymun edasıyla halattan halata zıplarken yerinde duramayan muzır bir çocuk gibiydi. Saatler birbirini kovalarken giderek şiddetlenen rüzgâr, soğuyan hava ve yağmaya başlayan kar işlerini giderek zorlaştırıyordu. Gece çökmeye başlamış, dalgalar bir demircinin hiddetle salladığı çekicinin örse inişi gibi gemiyi döver olmuştu. Ay gökyüzündeki yerine yerleşip güverteyi aydınlatmaya başladığında Edric bir çubuk yardımıyla dümeni sabitledi ve kaptan köşküne, diğerlerinin yanına gitti. Eh, yemek saati olması bir yana, bir hayli üşümüştü de... İçeri girdiğinde Fearghal, Illarion'a adayı anlatıyordu. Edric kurutulmuş et, peynir, ekmek, meyve ve şarap koyulmuş olan masadaki yerini alarak kadim komutanın tecrübelerine kulak verdi. "Esasen binyıllar önce, henüz kimse okyanusun ötesinde de feyler olduğundan haberdar değilken, meraklı bir denizci feyin şans eseri adayı keşfetmesiyle başladı her şey. Genç fey yaratılışın başından beri izole bir şekilde yaşayan ada feylerini ilk gördüğünde onlardan çok etkilenmişti, çünkü çok güzellerdi. Mavinin tonlarındaki saçları, değişik renkteki gözleriyle Zümrüt Diyar'daki feylere pek benzemiyorlardı." Fearghal bir an duraksayarak onun iştahla yemek yemesini izleyen Odhran'ın önündeki et parçasını ağzına tıktı ve sırıttı. Fearghal'in bahsettiği mavi saç detayı Edric'in yeniden -köyden ayrıldığından beri kim bilir kaçıncı kez- Delwyn'i düşünmesine sebep olmuştu. Derin bir nefes alıp kadehine şarap doldurdu. Odhran arkadaşına gözlerini devirerek "Tabii, adada ilk önce pek de dostane karşılanmamıştı. Zararsız olduğunu ve aynı türe ait olduklarını anlayana kadar ona bir düşman gibi muamele etmişlerdi." diye devam etti. "Ancak genç adam bir şekilde gönüllerine girmeyi bildi. Adaya ziyaret amaçlı gelmişti, ancak günler geçtikçe oraya bağlanıyordu. En son bir ada kızına gönlünü kaptırınca bir daha ana karaya geri dönmeme kararı aldı." Fearghal ağzındaki lokmayı yutmaya çabalarken "Ah, Evander... Keşke zekasının keskin olduğu kadar yüreği de cesur olsaydı ama korkağın tekidir, çevrelerine dizdiği kayalıklar da bunun ispatıdır. Adanın kraliçesinin ona kör kütük âşık olması tanrıların ona bir lütfu kesinlikle." diye mırıldandı. Edric elinde kadehle kalakalmıştı. "Kraliçe mi? Evander'in kral olma hikayesi bu mu yani? Ben onun ada halkından olduğunu sanmıştım hep." Her ne kadar adanın kendi kral ve kraliçesi olsa da kağıt üzerinde ikisi de Edric'e tabiilerdi. Gerçi kral ve kraliçenin ana karaya çıktığını gören yoktu. Taç giyme törenlerinde dahi karaya ayak basmaz, bir mektup ve her daim nefes kesici olan bir hediye göndermekle yetinirlerdi. Odhran şarabını tazeleyip tek seferde kafasına diktikten sonra "Onu görmeyen herkes öyle sanıyor. Görünce ne demek istediğimi anlayacaksın." dedi, sesinden dahi adanın kralı hakkındaki olumsuz düşünceleri anlaşılabiliyordu. Odhran korkak, yüreksiz insanlardan etiyle kemiğiyle nefret ederdi. Evander'in Büyük Savaş zamanında dahi kral Feanaro'ya destek olmak istemediğini düşününce, Edric bu ikilinin pek de iyi anlaşamadıklarından emindi. Tuzlanmış eti çiğnerken dalgın dalgın "Bu sefer bir nebze olsun cesur olmasını umalım o halde..." diye mırıldandı. "Sanmam... Ama Kraliçe Aerin'i ikna etmek çok daha kolay olabilir, genç dostum. Gözü kara, gerekeni yapmaya kocasından çok daha fazla meyilli bir dişidir. Eğer onu yanına çekebilirsen, Evander fazla direnemeyecektir." "Eğer haklıysan, sevgili Fearghal... İşte o zaman bu savaşta gerçekten bir şansımız olabilir. Ancak onu nasıl ikna edebilirim ki? Aerin'in nasıl biri olduğunu bilseydim, belki..." Bu değerli bilgiyle birlikte Edric kafasındaki çarkların harekete geçtiğini hissediyordu. Odhran'ın bakışları bir an için küçük, ahşap kamaranın duvarına sabitlenmişti. Komutan elindeki çatalı masaya bırakırken "Bu konuda zorlanmayacağına eminim, çünkü ortak bir yaranız var." diye fısıldadı. "Nasıl yani?" Illarion soruyu ağzından almıştı doğrusu. Odhran'ın bakışları gittiği yer her neresiyse oradan ayrılmış, yeniden içinde bulundukları zamana dönmüştü. Ağır, sakin hareketlerle masadan kalkarken "Ortak yaralar insanları yakınlaştırır, kalpleri arasında bir köprüye dönüşür." diye devam etti. "İşte bu yüzden, kraliçe seni anlayacaktır. Fearghal sana Aerin'in anne ve babasının nasıl öldüğünü anlatacaktır." Edric, bir an için kayıplarının canlı hatırasının zihnine hücum etmesiyle donakaldı. Odhran'ın o halini şimdi anlıyordu, o da kendi kayıplarının hatırasıyla savaşıyordu. "Ada izole bir halde dememiş miydiniz, komutan? Öyleyse nasıl ölmüşler, bir kaza mı olmuş?" Illarion bu ada ve adada yaşayanlar konusunda fazlasıyla meraklıydı. Fearghal şarap kadehini de eline alarak masadan kalkmış, kamaranın tek penceresinin yanına gitmişti. Gri gözleri dalgalı denizin ve üzerindeki bulutların arasında gidip geliyordu. "Hayır, kaza falan olmadı. Evander, Büyük Savaş'ta soydaşlarına destek olmayı reddettikten sonra adanın çevresine kayalıkları yerleştirdiler ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettiler. Başkalarının acıları üzerine inşa ettikleri bu huzurun bir bedeli olacağını kestiremediler." Şarabından bir yudum aldı. "Kötülüğün elinin kolunun uzun olduğunu da..." Edric bu hikayeyi hiç duymamıştı. "Ne oldu?" "Malekith'in, yani Asdum'un aç gözlülüğü onlara kadar ulaştı. Okyanus feyleri ve onların gemileri devasa, iştah kabartan bir güçtü. Malekith çeşitli vaatlerle yanına çekmeyi başaramadığı okyanus feylerinden intikamını kral ve kraliçelerini öldürerek aldı." "Aman tanrım..." Illarion gürültülü bir şekilde iç çekti. Fearghal masaya gelip kadehini tekrar doldururken "Bazıları için güç, kendileri ona sahip olamıyorlarsa yok edilmesi gereken bir tehdittir yalnızca." diye devam etti. "Bazı durumlarda da bencil bir kararla ilan edilen tarafsızlık, durulabilecek en kötü tarafta durmayı seçmektir; iki düşmanın arasındaki ateş hattında." Şarabı kafasına dikip kadehi masaya koydu, gri gözleri Edric'inkilere kilitlenmişti. "O ateş bir gün mutlaka arada kalanı da yakar, hem de iki taraftan da... Çünkü bir savaş alanında dostu olmayan asker, tüm kılıçların hedefindedir." "Adaya giremiyordu, değil mi? O halde onları açık sularda öldürmüş olmalı." Aerin'in kederinin boyutunu düşünmek dahi istemiyordu. Edric binyıllar sonra dahi olsa bir gün Öte Diyar'da anne ve babasıyla buluşacağını gayet iyi biliyordu. Ancak Kraliçe Aerin için bu mümkün olmayacaktı, çünkü ancak Zümrüt Diyar'ın sınırları içerisinde Öte Diyar'a göçen feyler için bu son mümkündü. Bu topraklardan uzakta ölen feylerin ruhu sonsuza kadar öldükleri yerlerin yakınında dolanır dururdu. Bir nevi araf misali bir kaderdi bu; ne gerçek bir bitişti ne de devamı vardı. "Aynen öyle oldu... Malekith korkunç kayalık duvarı sebebiyle adaya karadan ulaşamamıştı. Havadan da saldıramıyordu çünkü Evander devasa büyü katmanlarıyla tüm adayı kuşatmıştı. Kadim kötülük bu durum karşısında deliye dönmüştü, ancak yine de sabırla bekliyordu." Illarion gürültüyle yutkununca Fearghal bir an duraksayarak elini genç feyin omzuna attı ve yeniden ona döndü. "Haftalar, aylar sonra nihayet bir gün, Aerin'in anne ve babası her şeyin sona erdiğini düşünerek okyanusa açılmaya karar verdiler. İşte o gün derin sularda saklanan ve Malekith'in kontrol ettiği yaratıklar gemilerine saldırmış. Geminin parçaları dahi karaya vurmadığı ve hiçbir kalıntıya ulaşılamadı; bu yüzden eski kral ve kraliçenin bir mezarları bile yok." Edric eski bir deyişi anımsamıştı. Kendi kendine "Okyanusun en derin yerlerinde cehennemin kapıları ardına kadar açıktır." diye mırıldanınca Fearghal ciddiyetle başını salladı. "O yüzden, her şeyin karmakarışık olduğu böyle bir dönemde bu yolculuğu ne kadar hızlı bitirirsek, o kadar iyi olacak. Bu gece batı yönünde ilerlemeye devam edeceğiz, yarın rotayı güneybatıya çevirip o şekilde ilerleriz." Kadim komutan esneyerek ayağa kalkmıştı. Edric başıyla onayladı. "Riona'nın verdiği büyü küresini dümene yerleştirdim, fırtına kuvvetlense de etkilenmeden yolumuza devam edeceğiz." "Ne olur ne olmaz diye ben nöbette olacağım. Size iyi uykular diliyorum, majesteleri." Illarion masayı hızlıca topladıktan sonra başını eğerek selam verip kamaradan ayrılmıştı. Majesteleri... Edric'in buna alışması uzun sürecekti. Fearghal da esneyerek iyi geceler dilemiş ve Odhran'a baktıktan sonra uyuyacağını söyleyerek gitmişti. Edric günün yorgunluğunu ve havanın soğuğunu ta iliklerinde hissediyordu. Sandalyesinden kalkarak odanın köşesindeki sobaya ilerledi ve zayıflayan ateşe birkaç odun daha attıktan sonra ahşap yatağa uzandı. Düşünceler birer birer zihninin bambaşka köşelerinde mola verip kalabalık ederken boynundaki madalyonu açtı. Su dolu minik cam şişenin karşısındaki kapakta yazan yabancı yazıyı parmaklarıyla okşadı. Bu yazının anlamını öğrenebilmek için çok uzun süre beklemesi ve hayatta kalması gerekecekti. Uyku, tüm benliğini ele geçirip onu esir alırken madalyonu kapatıp yerine koydu. Bulanıklaşan zihninde dönüp duran son şeyler masmavi sular ve Delwyn'di. ---------------------------- Şafak sökerken gözlerini açtığında kamaranın köşesinde yanan ateş sönmüş ve içerisi buz gibi olmuştu. Edric içinden okyanus yolculuğunun bu kısmına küfrederek ayağa kalktı, her yeri ağrıyordu. Gece boyu sarındığı battaniyeyi omuzlarına aldı ve ateşi yeniden yakmaya koyuldu. Bu gibi havalarda Eamon'ın yakınlarda olması bir hayli işlevsel oluyordu ve kız kardeşi kesinlikle ondan daha şanslıydı. Ateşin başında ellerini ovuşturarak ısıttıktan sonra kamaranın penceresine yaklaştı. Kalın cam buz tuttuğundan görüntü bulanık olsa da vakit öğlen saatlerine yakın olmalıydı. Diğerleri çoktan kalkmış olmalıydı o halde... Çantasını karıştırıp hızlı bir şekilde bir şeyler atıştırırken ateşin üzerine koyduğu çayın buharı odaya yayılmıştı bile. Annesi daima soğuk havaların bir fincan çayı güzelleştiren yegâne şey olduğunu söylerdi. Edric bu düşünceyle gülümseyerek demliği eline alıp kupasını dolduracaktı ki ani, korkunç bir sarsıntıyla dengesini kaybetti. Elindekileri atıp hızlıca yatak başlığına tutunurken o anda güvertede olan diğerlerinin küfürlerini duyabiliyordu. Sarsıntıyla beraber anlam veremediği bir çatırtı tüm geminin duvarlarını inletip zeminini titretmişti. Odanın köşesine yığdığı silahlarını kapıp güverteye fırlarken geminin sudaki gövdesinden ikinci bir çatırtı ve ona eşlik eden bir uğultu gelmişti. "Bu da neyin nesi? Bir buzdağına falan mı çarptık? Illarion!" Nöbetçi olan genç adamı bulabilmek için güverteyi hızla taradı. "Hayır prens, buzdağı değil..." Direklerden birine bağlı halatlardan birinden sarkıp zıplayarak güverteye inen genç asker hızla rapor durumuna geçmişti. "Ama suyun çok derinliklerinde ve çok büyük olduğundan ne olduğunu da göremedik. Her neyse, çılgınlar gibi büyü kalkanımızı delmeye çalışıyor." Edric kılıcını çekerken "Silahlarınız hazır olsun, tüm büyü gücümüzle de gemiyi korumamız gerekiyor. Eğer hasar alırsak..." diye bağırırken ardı ardına inen devasa darbelerin gürültüsünü bastırmaya çalışıyordu. "Yakınlarda demirleyebileceğimiz hiçbir kara parçası yok, evet. Tamamdır!" Illarion hızla dönerek kaptan kamarasının üstüne tırmandı ve dümenin başına geçti. Eğer ani manevralarla o şeyi şaşırtabilirlerse bir şansları olabilirdi belki... Kılıç ve hançerlerini çekmiş olan Odhran ve Fearghal'in yüzlerinde bile anlam veremez bir ifade olduğuna göre, başlarındaki musibet onlardan bile kadim bir yaratık olmalıydı. Odhran'ın hançerleri güverteyi sararken, geminin çevresi de katman katman büyü duvarlarıyla ve Fearghal'in zehirli dallarıyla örtülüyordu. Şimdilik güvende olduklarını düşünmeye başladığı an "Yelkenler fora! Tam hızla kaçacağız!" diyerek güvertede yankılanan kendi sesi dışında başka bir ses duyulmaz olmuştu. En azından şimdilik... Derin sularda saklanan hiçbir yaratığa güven olmazdı. Hele de açık okyanustaki yaratıklar, en tehlikelileriydi. Her daim daha büyük ve daha korkunç olurlardı. Bu yüzden üzerlerine devasa bir gölge düştüğünde ve o tarafa doğru bakan Fearghal yüzünde bir dehşet ifadesiyle küfrettiğinde pek de şaşırmamıştı. Odhran hançerlerini gördüğü devasa şeye doğru havada çevirirken "En azından artık ne olduğunu biliyoruz." demekle yetinmişti. Edric, yolculuklarının başından beri kıpırdanıp baskı yapan gücünün adrenalin ve özgür kalma arzusuyla parmaklarının arasından süzülüp kılıcında parladığını gördü ve derin bir nefes alarak nihayet arkasını döndü. Bir insan yüzünden daha büyük vantuzlarla kaplı kollar güneşi gölgelercesine yükselmeye ve üzerlerine inmeye hazırlanırken o eski insan hikayelerine ait uğursuz ismi mırıldandı. "Kraken..." Onaylarcasına yükselen uğultuyla tüm güverte titremişti. ---------------------------------------- Merhaba herkese, umarım iyisinizdir :) Bölümü nasıl buldunuz, yorumlarda ve oylama kısmında buluşalım <3 Bir sonraki bölümde görüşmek üzeree
|
0% |