@mervegnr_
|
"Babacığım, ben senin verdiğin adrese geldim ama," bakışlarım adresin yazılı olduğu kâğıttan çiftlik evine kaydı. "Hiç de öyle düşündüğün gibi kullanılmıyor değil. Bahçe daha yeni biçilmiş, çiçekler açmış, ağaçlar meyve vermiş." Köpeğin havlamasıyla birlikte irkilerek bir iki adım geri gittim. "Köpek bile var. Üstelik daha şimdiden çiftliğin etrafında dolaşan üç kişi saydım. Amcam çiftliği de satmış olabilir mi?"
"O çiftlik bize annemizden kalan tek yer. Satmaz kızım, belki kullanmaları için birini tutmuştur."
"En son," diye asi bir şekilde babama cevap verecekken dişlerimi birbirine bastırarak sustum. Sinirle dudaklarımı yalayıp, cümlemi içimden tamamladım. En son bu kadarını da yapmaz dediğin amcam, her şeyimizi elimizden alıp yurtdışına kaçtı. Hala daha amcamın kapasitesinin farkında değildi. Tayfun Korkmaz, kurnazın tekiydi ve benim babam da herkesin kolayca kandırabileceği bir enayiydi.
"Hadi gir eve," dedi babam. İçeri girmekte tereddüt ettim. İçimden bir ses, amcamın burayı da elinden çıkardığını söylüyordu. Eğer gerçekten böyle bir şey yaptıysa, babam onu asla affetmez ve annesinden kalan yeri kaybettiğini öğrenirse de kolay kolay toparlanamazdı. Gözlerimi çiftliğe dikerek "Tamam," diye mırıldandım. "Giriyorum, sana haber veririm."
Cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım. Babama sinirim geçmiş değildi ama onu geçen hafta çalışma odasında boğazına silah dayalı halde gördüğüm için artık yansıtmıyordum. En azından yansıtmamaya çalışıyordum.
İnsanlar iflas ederdi, birden köşeyi dönerdi. Daha çok kazanırdı, hiç kazanamazdı. Babama kızdığımız nokta onun iflas etmesi değildi. Onun amcam tarafından dolandırılıp, iflasa sürüklenmesiydi. Anneme bu yüzden kızamıyordum işte. Çünkü adım gibi emindim ki babam amcam tarafından bu hale düşmemiş olsaydı annem onun sonuna kadar yanında kalırdı.
Cebimdeki son beş yüz bir liramı avucumun içine alarak sıktım. Günlerdir kalan paramı yetirmek için para hesabı yapmaktan Matematiği çözmüştüm, eğer daha önce fakir kalsaydık iyi bir ortalamayla liseden mezun olurdum. En azından Matematiğim bir gelmezdi.
Tüm bu stresimi temiz hava biraz da olsa yatıştırır diye düşünüp derin bir nefes almıştım ki tezek kokusuyla birlikte midem ağzıma kadar geldi, iki büklüm olup kusar gibi öğürdüm. Biterse bir daha alamam diye tek fıs sıktığım pahalı parfümüme ineğin dışkısının karışması lisede sınıf tekrarı yapmamla eş değerdi.
İşaret ve başparmağımla İtalya'da milyon dolara yaptırdığım burnumun uç kısmını tutarken bir yandan da "İğrenç iğrenç" diye inledim. Gelmeden önce kendimi motive etmek için köy havası, temiz oksijen, ağaçlar, kuş sesleri, toprak kokusu... doğayla ilgili tüm kelimeleri sayarken gerçekler ilk andan yüzüme tokat gibi çarpmıştı. En son buraya dokuz yaşında, babaannemin cenazesine gelmiştim. O zamana dair hatırladığım tek şey, yanağımı arının ısırması ve sağ gözümün şişerek mosmor olmasıydı. Dokuz yaşındayken buradan nefret etmiştim, buraya gelmeden önce nefretim hala canlıydı fakat bende bir şeylerin değiştiğini, olgunlaştığım için sevebilme ihtimalim olabileceğini sanmıştım.
Kocaman yanılmışım.
Ben köylerde yaşayacak en son insandım.
Demir kapıyı açmak için elimi uzattığımda tutacak denilen şeyin pasla kaplı kenarının örümcek ağlı olduğunu gördüm ve görmemle, elim havada kaldı. Yine bir mide bulantısı, baş dönmesi. Dudaklarımın arasından ağlacasına çıkan inilti... Her an kaçacakmış gibi olduğum yerde sağıma soluma baktım. Zorla getirilmemiştim ama hiç de istekli değildim.
Çiftlik evi eğer detaylara takılmazsam kötü sayılmazdı. Hatta düştüğümüz duruma göre fazlaydı bile. İki katlıydı. Dış cephesi kahverengiydi. Evin sınırlarını belirleyen dikenli tellerle, evin kapısı arasında beton düz bir yol vardı. Beton yolun iki yanında da direk, direklerin etrafında üzüm sarmaşıkları asılıydı. Hatırladığım kadarıyla arka tarafta küçük bir havuz olması gerekiyordu. En son geldiğimde, dokuz yaşındayken, kuzenlerim o havuzun içerisinden kurbağa yakalamaya çalışıyordu. Bense onları ikinci kattan izliyordum. Bir keresinde kurbağalar havuzun kenarına kadar zıplamışlar, çimenlerin arasına kaybolmuşlardı. Havuzdan uzak durmak için başka bir şey görmeme gerek kalmamıştı.
Evden yaşlı bir adamın çıkmasıyla "Şey, affedersiniz!" Diye atıldım. İşaret parmağım öğretmeninden izin isteyen çocuklar gibi havaya kalktı. "Bir dakika bakabilir misiniz?"
Yaşlı adam ona seslendiğimden başta emin olamadı. Yanıma gelene kadar etrafına başka biri var mı diye baktı durdu. Üzerinde eskimiş keten bir gömlek, altında rengi solmuş gri bir pantolon vardı. Diz kısmının bazı yerleri soyulmuştu. Benden daha zor durumda insanların olması, iyi geldi. Köyde bu insanların arasında yine zengin hissedebilirdim.
"Ne vardı kızım?"
"Ben Bülent Korkmaz'ın kızıyım," dedim. Biraz durup babamı tanımasını bekledim. Herhangi bir tepki vermeyince babamın benden uzun boyunu elimi havaya kaldırarak anlatmaya çalıştım. "Bülent Korkmaz."
"Kusura bakma güzel kızım çıkaramadım, bu köyden misiniz?"
Evi işaret ederek "Babam buranın sahibi," dedim. Başta emin çıkan sesim sonuna doğru alçaldı. "Yani olması gerekiyor. Tabii amcam burayı da satmadıysa." Acı bir şekilde gülümsedim. Karşımdaki adamın kafası karıştı, belki de dalga geçtiğimi düşündü.
"Burasını Cengiz Bey'imiz iki sene önce aldı, iki sen-"
"İki sene önce mi?" Dedim şaşırarak. Babam gibi "Olmaz, Tayfun yapmaz" demedim, direkt inandım. Biri ilk önce annesinden kalan yeri gözden çıkaracaksa, o Tayfun amcamdan başkası olmazdı. Allah'ın belası adam, babamın kıyamadığı evi gözünü bile kırpmadan imza yetkisini aldığı gibi satmış olmalıydı.
"Evet iki sene önce."
"Cengiz Bey nerede? Onunla görüşmem lazım."
"Ahırda çatıyı tamir ediyordu, birazdan işi biter." Amca demir kapının sürgüsünü açıp geri çekildi. "Sen içeri geç. Bizimkiler sana ayran neyin versinler. Bavullan kapıda bekleme. Güneş bir çarpar Allah korusun, feleğin şaşar."
Adamın birden artan gereksiz samimiyetine zorla gülümsemeye çalıştım. Bavulumu sıkı sıkıya tutarak kendimle birlikte içeri doğru sürükledim. Amca beni bırakıp ahır olduğunu düşündüğüm yere doğru yürümeye başladı. Birden ne yapacağımı bilemedim, olduğum yerde, beton yolun ortasında kaldım. Tam o an da hemen dibimden bir havlama sesi geldi. Yavaşça sağ tarafıma döndüm. Simsiyah, neredeyse benim boyumda, kulakları havaya dikilmiş, ağzı kana susamış bir şekilde açık, dili dışarda gözlerimin içine bakarak derin derin nefesler alan bir köpek. Üzerime doğru bir adım gelip, tekrar havladı.
Köpeklerden korkmazdım. Şu ana kadar.
Çantamı önüme alarak kısık sesimle "Kışşş!" Dedim. Sesim titremişti, dahası bacaklarım da titriyordu. Amca neredeydi? Beni burada, kocaman bir köpek varken nasıl tek bırakmıştı? Köpek bana doğru bir adım attığında "Kışşş ya nolur kış git," diye çantamı ona atar gibi yaptım. Anında üzerime doğru koşup havlamaya başladı. Çığlık çığlığa amcanın gittiği yere doğru koşmaya başladım.
"Cesur," dedi kalın bir ses. Köpeğin durup durmadığına bakmak için başımı omzumun üzerinden arkama çevirdiğimde taşa takılıp düşmem bir oldu. Kalçam acıdı ama sorun değildi. Asıl sorun, üst sağ bacağımda hissettiğim sıcak yumuşak ıslaklıktı. Kokusundan dolayı inek dışkısı olduğunu tahmin ettiğimden bakmadım bile. Gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Koku yoğunluğunu arttırdı.
Köpeğin beni ısırmasını tercih ederdim. Hatta direkt yutabilirdi. Kurtulurdum.
"Bacağımda..." dedim, sıkılı dişlerimin arasından. "Bacağımda ineğin şeyi mi var?"
"İneğin neyi?"
"İneğin şeyi işte. Dışkısı!"
"Sadece çamur," dediğinde gözlerimi yarım bir şekilde açıp bacağıma baktım. Çamura benziyordu. Emin olmak için başımı hafif eğip uzaktan bacağımı kokladım. Kötü kokmuyordu, hatta hala kendi parfüm kokumu alabiliyordum. Rahat bir nefes alıp az önce köpeğe seslenerek durmasını sağlayan adama baktım. Güneş tam yüzüne geldiği için, beyaz parlak çizgi şeklinde bir ışık yüzünü görmemi engelledi. Bulutlar hareketlendi. Güneş ışığı yer değiştirdi, adamın yüzü açığa çıktı. Uzun boyluydu, babamdan bile uzundu. Kalıplıydı. Kollarındaki kaslar elini sıkmadığı halde belli oluyordu. Esmerdi, saçları simsiyah, gözlerinin renginden emin olamasam da muhtemelen kahverengiydi. Yüz hatları keskin, burnu kemerliydi. Çok yakışıklı sayılmasa da göz ardı edemeyeceğim bir karizması vardı. İstanbulda bir restoranda, davette ya da babamın şirketinde herhangi bir yerde karşıma çıksa cilve yapar, flört etmeye çalışırdım. Fakat burada, bir metre ötede olmasına rağmen üzerine sinmiş ter ve ahır kokusuyla hiç şansı yoktu.
Bana doğru bir adım atıp "Selamın aleyküm," dedi, ardından kalkmam için elini uzattı. Uzun uzun eline baktım. Avucunun içinde bazı yerler soyulmuştu, kendi rengi miydi yoksa az önce ahırdan mı geldiği için bilmiyorum elinin bazı yerleri kararmıştı. O an yer daha temiz geldi, betondan destek alarak ayağa kalktım.
Benim kalkmamla uzattığı elini geri çekerek cebine koydu. Yerde olduğum için boyunun o kadar uzun gözüktüğünü düşünmüştüm fakat şu an ayaktaydım ve hala çok uzundu. Benim boyum ortalamanın üzerindeydi, hatta şehirdeki çoğu erkekle boyumuz neredeyse aynıydı. Yine de onun karşısında cüce gibi kalmıştım.
"Benimle konuşacakmışsın, ne vardı?"
Üslubu filmlerdeki garsonu aşağılayan kötü patrondan farksızdı. İlk defa karşılaştığı birine karşı hiç de kibar olmaya çalışmıyordu. Onunla konuşmak istemiştim, evet. Fakat ne konuşacaktım?
Babam biraz enayi, ah doğruları söylemem gerekirse babam inanılmaz bir enayi de, amcam dahil herkese gözü kapalı güvendiği için dolandırıldı. Şirketi iflas etti. Elimizde kalan her yeri satsak da borçlarımızı kapayamadık. Toplu kalan son parayla babam yurtdışına gitti, kaçtı da diyebiliriz. Orada işleri yoluna koyunca buraya gelip borçlarımızı kapatacak. Beni de satmaya kıyamadığı, elinde kaldığını sandığı tek yere, babaannemin evine gönderdi. Aa, birde amcam yüzünden bu hale düştüğümüz için annem babamı terk etti. Küçük bir detaydan bahsedecek olursam, babam bunu kaldıramayıp çalışma odasında canına kıymaya çalıştı. Babamın tekrar canına kıymaya çalışmasından korktuğum için o ne dediyse yapıyorum, buraya da babam istedi diye geldim. Abisinin annesinden kalan yeri de sattığını öğrenirse hiç toparlanamaz. Sizden ricam, evi satın aldıysanız bize geri verin mi?
O da kesin tamam, derdi.
Ne diyeceğimi bilemeyerek "Buraya beni babam gönderdi," dedim. Babam gönderdi dediğim an adamın kaşları çatıldı, bu sefer beni daha detaylı bir şekilde baştan aşağı süzdü. Üzerimde beyaz bir büstiyer, altımda dizlerimin bir karış üstünde koyu renk kot etek vardı. Bakışları değişmese de kaşları düzleşti.
"Sen Ali Rıza Amca'nın kızı mısın? Baban geleceğini söylemişti ama bu kadar erken beklemiyorduk."
Beni bir başkasının kızı sanmıştı. Hayır yok, diyecekken dudaklarımı birbirine bastırarak sessiz kaldım. İçeri giriş biletim önüme düşmüştü. Çalışanları vardı. Eve erzak getirebilirdi. Onlar olmazsa bahçe büyürdü. Otlar her yeri kaplardı. Köpekler ısırırdı. Yalnız başıma kalmaktan korkardım. Aslında evin sahiplendirilmesi, işimi kolaylaştırabilirdi.
Fakat Ali Rıza Amca'nın kızı kimdi? Ne için gelmişti? Kaç gün kalacaktı? Seviliyor muydu yoksa nefret mi ediliyordu? En önemlisi asıl kız ne zaman gelecekti?
Bugün ben evet oyum, diyerek içeri girsem yarın kız gelse ne diyecektim? Aa ben o değilmişim mi? Babamın adı Bülent ama ona kısaca Ali Rıza derler, siz de Ali Rıza Amca'nın kızı mısın diye sorunca babamdan bahsettiniz sandım kusura bakmayın mı?
Bütün eksi artıları düşündüm.
Ya kesin adımlarla ilerleyip durumumu açıklayacaktım ve bir ihtimal bana acıyarak beni içeri alacaktı ya da kolay yolu deneyip onun sandığı kişi olmayı kabul edecektim.
İkinci yolu seçtim.
Karar vermem zor olmadı. Birilerinin bana acımasındansa, ki bana acıdıklarını görmemek için arkadaşlarımla kalmak yerine dokuz yaşından beri kaçtığım köye gelmiştim, yalancıyı oynamayı tercih ederdim. En kötü her şey ters giderse, ben sandığınız kişi değilim der köyü terk ederdim. Sonuçta yanlış tahminde bulunup beni oyuna sokan kendisiydi.
Benim sessiz kalışımı Ali Rıza Amca'nın kızı olduğuma yordu muhtemelen. "Adın neydi?" Diye sordu. Sözlü olarak evet onun kızıyım demedim, bunu da eğer bir gün yakalanırsam ya da gitmek istersem kendimi savunmak için öne sürecektim.
Şimdi asıl meselemize gelelim.
Adım neydi?
Yine önümde iki yol vardı. Gerçek ismimi söyleyebilirdim ya da ülkede en çok kullanan köylü isimlerinden birini sallayabilirdim. Ayşe gibi. Fatma. Necmiye. Tutar mıydı, orası muamma. Tutmama ihtimali, tutma ihtimalinden yüksekti.
"Arkadaşlarım genelde bana Buse der," dedim. Adımı doğru söylemek daha mantıklı gelmişti.
"Başka ismin de mi var?"
"Babaannem ikinci isim olarak Yasmin koymuş bana ama kullanmıyorum." Doğru söylerken bu kadar detay vermeme gerek yoktu, farkındaydım fakat hazırlıksız yakalandığım için ister istemez kendimi kanıtlama ihtiyacı hissediyordum.
Anladım dercesine başını salladı. Pek oralı oldu diyemezdim. Şu kız gitse de işimi halletsem der gibiydi. "Bahçe senin," dedi. Ahıra doğru bir adım attı. "İstediğini yapabilirsin."
Kaşlarımı çatarak ona baktım.
"Nasıl yani, anlamadım?"
"Peyzaj okumuşsun ya, baban bizim bahçeyi de adam edesin diye gönderecekti seni. İstediğin gibi adam et, parayı sonra konuşuruz."
Fakirleşmenin ilk belirtisi olarak "Para mı?" Diye tekrarladım onu. İçim kıpır kıpır oldu. Hem kendi evimizde kalacaktım, hem evin bedava çalışanları olacaktı, hem karnımı doyuracaktım hem de tüm bunların yanında para kazanacaktım. Harikaydı!
"Açsındır, içeri gir Sultan abla yemek versin sana. Yoldan geldin."
Elimde sınırsız kredi kart varken dışarıda yemek yemenin bu kadar pahalı bir şey olduğunun farkında değildim. Son beş yüz bir liramla simit bile almak lüks kaçmıştı bu yüzden yemek yememiştim. Ve evet açtım.
"Ben içeri giriyorum o zaman," dediğimde başını salladı. Bavulumu sürüyerek ona arkamı döndüm. Çok uzaklaşmadım. İki üç adım attım, arkamdan keyifli bir ses tonuyla "Bu arada," diyerek durdurdu beni. Omzumun üzerinden başımı ona doğru çevirdim.
"Kış kış ne? Tavuk mu kovalıyordun?"
Benimle dalga geçiyordu. Benimle alenen dalga geçiyordu. Ve benim hayatta en nefret ettiğim şey birinin benimle dalga geçmesiydi. Lisede iki sene; doksan beş kilo, sivilceli ve gözlüklüyken akran zorbalığına uğramıştım. Eğlencesine yaptıkları için söyledikleri şeyleri hiçbir zaman zorbalık olarak görmemişlerdi fakat ne kadar zayıflasam, eski halimden eser kalmasa, güzelleşsem bile her zaman gölgelerini üzerimde hissettim.
Şimdi birinin en ufak bir dalgasına bile, kötü bir niyetle olsun ya da olmasın katlanamıyordum. Hemen içerleniyor, kırılıyor ve tırnaklarımı çıkarıyordum.
"Onun," diyerek köpeği işaret ettim. "Bir yere bağlanması gerekmiyor mu?"
"Sadece bir av köpeği, se-"
Cümlesini bitirmesine izin vermeyerek "Av köpeği mi?" Diye tekrarladım onu. Gözlerim korkuyla irileşti. Kafamı hafif sola çevirip köpeğe bir kez daha bakamadım bile. Nefesim sıklaştı. "Beni yiyebilirdi!"
"Köyde fino besleyecek halim yok. Üstelik bir şey yapmazdı, sadece seni tanımaya çalışıyordu. Bu zamana kadar kimseyi ısırmadı." Ama bir sürü hayvan yedi değil mi? Hiç inandırıcı değildi. Hayvan yiyen, et yiyor demekti. İnsan da etten oluşuyordu. Ben de bir insandım.
İstese beni çok da güzel yerdi.
"Ben bahçedeyken köpeği bağlarsanız sevinirim," dedim. Üstten konuşmam sinirlerini bozdu. Kaşlarını çattı, bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı fakat ben onun konuşmasını, bana cevap vermesini beklemeden arkamı dönerek eve gittim. Arkamdan hala çatık kaşlarıyla baktığına emindim.
Onu sinirlendirmiştim ve haftalar sonra ilk kez keyfim yerine gelmişti. Kış kış ne miydi? Kış kış işte buydu.
-- |
0% |