Yeni Üyelik
2.
Bölüm

ZAMANIN SESİ 1.BÖLÜM

@meryemaltunayy

 

 

 

1.BÖLÜM “RÜYANIN ELİ”

 

 

 

ripple, anoice



 

Zaman, ağaç dallarında sessizce süzülmeye, yapraklarında sızmaya çalışıp, köklerine kadar ulaşmış toprağa karışmıştı. Toprak, zamanın içinden geçerek yeraltı sularına hapsetti. Su uyandı ve zamanın beklediğini gördü. Zaman suyun her zerreciğine karışarak akmaya devam etti. Su ateşi çağırdı. Ateş, ağaç dallarından, yapraklardan ve topraktan geçerek zamanın yayıldığı her yeri birbirine kattı.

Zaman ölümsüzdü. Karanlıkta da aydınlıkta da yaşamaya devam etti.

 

Derin, piyano başında oturmuş düşüncelere dalmıştı. Parmakları piyano tuşlarında sakince geziyordu. Kendini iyi hissettiği tek yer burasıydı. Bitmesi gerekenler tuşların arasına sıkışmış, zaman çıkış yolunu kapatmıştı. Ne zaman piyona çalmaya başlasa zaman sanki parmak uçlarından akıp tüm vücudunu ele geçiriyordu.

Yolunda olması gerekenler yoldan çıkmış, zaman bile o yolda kaybolmuştu.

Derin bir nefes alıp zihnimden geçen notaları parmaklarıma akıtarak en sevdiğim parçayı çalmaya başladım.

Parçanın ortasına doğru geldiğimde gözlerimi yakan acıdan kurtulmak için gözlerimi kapattım. Her tuşa bastığımda acı parmak uçlarımı yakıyordu. Kaçmak istesem bile kaçamıyordum. Acı, her yerde yaşamaya devam ediyordu.

Çaldığım parçanın notası duvarlara çarparak bana geri dönüyordu.

Zamanın gerisinde uçurum kenarına oturmuş, okyanus dalgalarının ardında gizlenmiş abisi izleyen küçük kız çocuğu vardı. Güneşin uğramadığı karanlıkta dizlerini kendine çekmiş öylece duruyordu. Elleri kulaklarını kapamış, sonu bilinmeyen abisin gürültüsünü engellemeye çalışıyordu. Kaçmak savaşmaktan daha kolaydı fakat kaçmak bile bir savaştı.

Uçurumun kenarında oturan küçük kız, karanlıkta kaybolmuş benliğiyle göz göze geldi. Gökyüzünde kara bulutların savaşı başladı ve yağmur kara bulutların ardından kendini bıraktı. Yağmur gökyüzünden denize şiddetiyle çarpmaya başladı. Dalgalar yükselmeye başlayıp yağmurun denizin dibine ulaşmasını engellemeye çalışıyordu.

Yağmur, uçurum kenarında oturan küçük kız çocuğunu ıslatmaya başladı. Gözlerini kapayan küçük kız, yağmurun kendisi ıslatmasına izin verdi. Bu savaş mıydı yoksa pes etmek mi?

Zaman yağmur ile bir olup yaşamın var olduğu her yeri siyah ıslaklığa boyadı.

Denizin savaşan dalga sesi kulaklarına geliyordu. Savaş her yerdeydi. Deniz bile bu savaştan kaçamazdı.

Gözlerini açan küçük kız çocuğu, kendini karanlığın içinde buldu. Dalga sesleri gelmeye devam ediyordu. Yaşamın olduğu her yer sonsuz karanlığa hapsolmuştu.

Karanlık parmak uçlarımdan başlayarak çaldığım piyanonun tuşlarına akıyordu. Tuşların arasında gizlenmiş zaman karanlığı bekliyordu.

Parçanın sonuna geldiğimde parmaklarım yavaşladı ve durdu. Gözlerimi açıp parmaklarıma baktım. Hiçbir şey yoktu ama aslında saklanan birçok şey vardı.

Piyanonun siyah kapağını kapatıp ayağa kalktım. Mutfağa geçip sert bir kahve yapmaya koyuldum. Bu sırada pencereye vuran yağmurun sesini duydum ve pencereden dışarıya baktım. Aylardan aralıktı. Dışardaki ağaçlar şiddetli rüzgârdan yana doğru eğilirken bir yandan da yağmurdan ıslanıyordu.

Kahvemi alıp salondaki büyük camın önünde duran koltuğa oturdum. Saat neredeyse gece yarısıydı. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Şimşek çakıp ve ardından gök gürleğinde evin tüm ışıkları söndü. Evin ön tarafına yürüyüp pencereden dışarıya baktım. Sokak lambaları dahil tüm mahallenin elektriğinin gittiğini gördüm. Pencerenin yanındaki konsolun çekmecesinden mumlar çıkarıp yaktım.

Mumun birini alıp yukarıya odama çıktım. Küçük bir evde oturuyorum. Üst katında çatı katı ve banyo var. Yatağıma yattığım zaman gökyüzünü görüyorum.

Mumu şifonyere bırakıp dolabımın önüne geçtim. Seçtiğim kıyafetleri giyip yatağıma uzandım. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim ve karanlıkken daha güzel göründüğünü fark ettim. Yıldızlar daha canlı görünüyordu. Komedinin üzerindeki telefon ve kulaklığımı alıp sakin bir müzik açtım. Düşünceler beynimi ele geçirmeye çalıştığında müzik bana iyi geliyordu. Çok düşünmeden gözlerimi kapattım.

 

Saat gece 03.00...

Bir evin önündeyim. Merdiven basamağına oturmuş gökyüzünü izliyorum. Hava kararmaya, Güneş bulutların arasında kaybolmaya başlamış... Başımı eğip ellerimdeki yaraları inceliyorum. Yaralardan kan sızıyor. Ellerim, üzerimdeki kıyafetlerim simsiyah...

Bu sırada evin kapısı bir hışımla açıldı ve biri basamaklardan hızlıca inip gözden kayboldu. O koştukça gökyüzü tamamıyla karardı. Islak yolda geriye ayak izleri kalmıştı.

Ellerim titrerken içeriye girdim. İlk gördüğüm şey alevdi. Her yer alev almış yanıyordu. Bu sırada üst kattan çığlıklar duymaya başladım. Merdivene ulaşmaya çalışırken bir el pantolonumun paçasından yakalayıp beni çekti. Düşerken çığlık attım ve merdiven korkuluklarına tutunmaya çalıştım. Güçsüzdüm. Beni çeken çok güçlüydü ve beni alevlerin ortasına çekmeye çalışıyordu. Çığlık atmaya, bağırmaya devam ederken beni tutan elden tekmeleyerek kurtulamaya çalıştım. Arkama dönmeye başardığımda gördüğüm tek şey kandı. Merdivenin ucundan başlayıp olduğum yere kadar süren kan... Bu beni daha çok korkuttu ve ağlamaya başladım.

Alevler merdiveni sarmıştı, yukarıya çıkmak artık mümkün değildi. Birilerine seslenmeye çalıştım. Alevler etrafımı sarmıştı. Kan kaplı dizlerimi kendime çektim, başımı dizlerime yaslayarak hıçkırarak ağlamaya devam ettim.

Kulağıma sesler gelmeye başladı. Önce çok sessizdi. Alevlerden bile daha sessiz... Daha sonra net duymaya başladım. Bu piyano sesiydi. Biri piyano çalıyordu. Bu o kadar tanıdık sesti ki dikkat kesilip anlamaya çalıştım.

Ses yükseldikçe alevler de yükseliyordu. Ayağa kalktım ve alevlerin arasında kalmış birini gördüm. Bana alevlerin yuttuğu elini uzattı. Ateş sanki beni çağırıyordu. Alevler, her yeri esir almıştı. Ateş yanıyordu ama yakmıyordu.

Zaman, alevlerden çukurlara dolarak çığlıkları içine hapsetti ve ateş yıkılmaya başladı.

Gördüğüm rüyadan ter içinde uyandım. Sanki kilo metlerce koşmuş gibi nefes nefese kalmıştım. O olaydan beri hatırlamama rağmen rüyalarımda görürüm.

4 yaşımdayken ailemle oturduğumuz evde yangın çıkmıştı. Çok küçük olduğum için o güne dair hatırladıklarım çok silik... O günü bana annemin arkadaşı anlatmıştı. Yangın öylesine büyükmüş ki kimse yetişemeden dakikalar içerisinde oturduğumuz ev küle dönmüş. Yangın çıktığında evin içerisindeymişim, kimse sağ çıkacağımı düşünmemiş ta ki beni evin arkasında ormanlık alanda buluncaya kadar...

Nasıl oraya gittiğimi kimse bilmiyor. Ben evdeki herkesi yutan cehennemden sağ çıktım. O geceye şahit olanlar birinin beni alevlerden çıkardığını düşünüyor ama o gün evde olanlar dışında kimse yokmuş. Yıllar geçti fakat hala nasıl çıktığım sır olarak kaldı.

Komodinin üzerindeki saate baktığımda neredeyse sabah olacağını fark ettim. Yorganı üzerinden atıp cama yöneldim. Nefes alamaya ihtiyacım vardı. Perdeyi çekip pencereyi sonuna kadar açtım. Yağmur durmuştu ama rüzgâr esmeye devam ediyordu. Saçlarım savrulurken ellerimi pencere kenarına dayayıp gözlerimi kapattım. Derin nefes aldıkça sanki burnuma kül kokusu doluyordu. Koku gözlerimi doldurup içimi acıtmaya başladı. Gözyaşları inmeye başladığında gözlerimi açtım.

Geçmişin izleri elimde kalmıştı. Ellerimi burnuma yaslayıp kül kokusu alamaya çalıştım. Her yara izinde gizlenen acılar vardı. Yıllar geçsene yara izleri acımaya ve acıtmaya devam ediyordu. Her baktığımda bana yalnızlığımı hatırlatıyordu. Yara izleri geçmişten oluşan yoldu ve bu yol kalbime tüm benliğime ulaşıyordu.

Ellerimi indirip başımı sokağa çevirdiğimde karanlığın içinde gizlenmiş bir siluet gördüm. Emin olmak için pencereden biraz eğilip gözlerimi kıstım. Doğru görüyordum. Bir ağacın altında durmuş bana bakan biri vardı. Son birkaç gündür gördüğüm kişi olmalıydı çünkü yine aynı yerde bekliyordu. Bu kadar karanlık olmasaydı göz göze geldiğimizi yemin edebilirdim. Ne zamandır orada durmuş beni izliyordu...

Onu gördüğümü bildiği halde kılını kıpırdatmadan orada durmaya devam etti.

Onu görmemi mi istiyordu?

Ben de ona gözlerimi dikmiş bakarken elini cebine atıp bir şey çıkardı. Karanlık içinden küçük bir ses ve ateş göründü. Elinde tuttuğu bir çakmaktı ve yaktığı çakmağı yüzüne doğru yaklaştırdı. Yüzünü net göremiyordum ama dudaklarının arasında sigara olduğu anlaşılıyordu.

 

Yaktığı sigarasından bir nefes bıraktığında havada duman yükseldi. Elinde tutuğu sigarayı bitirinceye birbirimize bakmaya devam ettik, son birkaç gündür yaptığımız gibi... Duruşunda tanıdık bir şeyler vardı, gözümü ayıramıyordum.

Bitirdiği sigarayı yere atıp ayağının ucuyla ezdi. Bunları yaparken o kadar yavaştı ki bilerek oyalanıyor gibiydi. Neden bilmiyorum ama korkmuyordum.

Pencereden çekilip kapattım. Pencereden son kez baktığımda hala bana bakıyordu. Perdeyi kapatıp göz ucuyla baktığım yoktu. Tekrar pencereye yaklaşıp baktım ama yoktu. Hayal mi görmüştüm? Bu kadar hızlı yürüyüp ortadan kaybolamazdı.

Pencereden çekilip hızlıca banyoya geçtim. Duş almaya ihtiyacım vardı. Sıcak suyun altına girdiğimde hala görüntüler zihnimde dönüyordu. Zaten karmakarışık olan zihnim daha da karışmıştı.

Duştan çıkıp giyindim, saçlarımı kuruması için kendi haline bıraktım. Alt kata inip demlenmesi için kahve hazırladım. Pek iştahım yoktu, kahvemi içip işe gitmem gerekiyordu. Genelde sabahları yaptığım tek şey kahve içmekti çünkü kahve içmeden kendime gelemiyordum. Düşüncelere dalmışken kahve makinasından demlendiğine daire ses geldi. Bir kupa bardağı alıp doldurdum.

İçeriye geçip camın önündeki koltuğa oturdum. Sehpadaki kitabı elime alıp okumaya başladım. Kitap okumak şimdiye kadar bana iyi gelen en iyi şey, zihnimdeki perdeleri açmama yardım eden tek şey...

Kitabı okurken bir cümlesi hoşuma gitti ve kalem alıp altını çizdim:

“- hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyorum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum...”

Hayatımı bu noktasında hissettiklerime yakın olan bu cümle derin nefesler almama neden oldu. Kitabı kapatıp elimdeki bardağı mutfak tezgahına bıraktım ve yukarıya çıkıp ceketimi giydim, çantamı omzuma astım. Vestiyerden bere alıp başıma geçirip topuklu botumu giydim. Dış kapıyı açtığım gibi gri gökyüzü ile karşılaştım. Gökyüzü beni anlamış gibi şimşek çaktı.

Çalıştığım yer buraya yakın mesafesindeydi. Dış kapıyı kapatıp yola koyuldum.

Tahta basamaklardan hızlıca inip durağa doğru yürümeye başladım. Yürürken kulaklığımı takıp bir parça açtım. Şarkının sonuna doğru durağa vardığımda sabahın erken saatleri olduğu kimse yoktu.

Müzik ikinci parçaya geçtiğinde bineceğim otobüs geldi. Kartımı basıp en arka cam kenarına yerleştim. İneceğim durağa varıncaya kadar başımı cana yaslayıp gözlerimi kapattım.

Düşüncelerin içinde dalıp gitmek yorucu oluyordu. Düşünmek istemesem de kafamın içindekiler beni düşünmeye sevk ediyordu. Bazen o kadar çok düşüncelere dalıp gidiyordum ki perdemin aralığından Güneş vurana kadar bunu fark etmezdim.

İki parça daha çaldıktan sonra gözlerimi açtı. Camdan yağmur damlaları süzülüyordu. Sessizce kısa bir an pencereden süzülen damlaya baktım.

Zaman, o damlacıktaydı. Zaman her şeyi hissediyordu.

Ayağa kalkıp durma düğmesine bastım ve kısa bir an sonra inmiştim.

Kulaklığımı çıkarıp çantamdan kafenin anahtarını çıkarttım. Kafenin kapısını açıp içeriye geçtim. Tezgâhın arkasına geçip önlüğümü üzerime geçire hemen işlere koyuldum.

Kahve makinasını açtım, elime paspas alıp yerler sildim. Toz beziyle masaları silip düzenledim.

Bardaklarını tezgâha dizip kitaplığın da tozunu aldım. Artık gün tamamıyla doğmuştu, birazdan insanlar gelmeye başlardı.

Tezgâhta arkamı dönüp kendime kahve hazırlarken kapı sesiyle başımı çevirip omzumdan geriye baktım ve hiç yabancı gelmeyen gözlere bakakaldım.

Adam yavaşça kapıyı kapatıp tezgâha doğru gelirken göz temasını hiç kesmedik.

Ben ona bakakalmışken makinadan gelen sesle önüme döndüm ama kahvem taşmaya başlayıp makinadan dışarıya akarken hızlıca makinayı kapattım.

“Kahretsin.”

Kahveyi taşırdığım yetmiyormuş gibi elimi de yakmıştım. Elimi hemen suyun altına tuttum.

Bu sırada sandalye çekildiğini duydum.

Canımın acısını bırakıp arkamdaki adama dönüp tezgâha yaklaştım.

Tezgâhın önündeki sandalyede siyahlar içinde giyinmiş dimdik oturmuş, ellerinin biri tezgâhın önüne yaslamış adama baktım.

Ben onu sürerken o sadece gözlerime bakıyordu. Gözlerinden hiçbir duygu okunmuyordu. Kendi gibi gözleri de sessizdi.

Boğazımı temizleyip,

“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” dediğimde bile hâlâ aynı şekilde bakanı devan ediyordu.

Adamla göz göze geldiğimizden beri beni etkileyen bir şey vardı. Aramızda tezgâh olmasına rağmen bunu buram hissediyordum. Ellerimi yumruk yapıp sıktığımda ilk kez gözlerini gözlerimden ayırıp ellerime baktı.

Bir süre boyunca gözleri ellerime bakınca dayanamayıp parmaklarımı gevşettim. Bu sırada,

“Sade kahve istiyorum,”

Bunu söyledikten sonra yavaşça gözlerini gözlerime çıkardı:

“Lütfen.”

Neden böyle hissediyordum?

Başımı sallayıp diğer tarafa döndüm. Kahve makinasında kahvesini hazırlarken sakin ama içimdeki duyulardan anlayan bir parça açtım, o da sessizce oturmaya devam etti.

Kahveyi hazırlayıp tezgâha, önüne bıraktım.

“Afiyet olsun. Başkan bir isteğiniz var mıydı?”

Gözlerimin içine bakmaya devam ederken başını iki yana sallayıp eline kahve bardağını alıp içmeye başladı. Kahvesini yudumlarken bana bakan gözlere bakmaya devam ettim. Bu sırada kafenin kapısı tekrar açıldı, birkaç müşteri içeriye geçti. Tezgâhın yanından geçip müşterilerin siparişlerini aldım.

Bugün Hande yarım gün izinli olduğu için kafede tek başıma idare etmek zorundaydım. Öğleden sonra da ben çıkacaktım. Öğrenmem gerekenler var ve bana lazım olan en önemli şey zamandı. Bir yandan kafe işleriyle ilgilenip bir yandan da düşüncelere dalıp gitmişken o adam, oturma düzenini bozmayıp kahvesini içmeye devam etti.

Bir süre sonra bitmiş kafesini görüp yanına uğradım. Biten kahve bardağını elime aldım.

“Başka bir şey istemediğinize emin misiniz?”

“Hayır, teşekkürler.”

Ses tonu gürültülü kafenin içinde bile sert, soğuk ve toktu.

Elini cebine atıp bir miktar parayı tezgâhın üstüne bıraktı,

“Üstü kalsın.”

Ayağa kalkıp kabanını üzerine geçirirken ben de tezgahtaki parayı aldım,

“Teşekkür ederim, yine bekleriz.”

Son kez gözlerime bakıp arkasını döndü, kafeden sessizce ayrılırken kafenin camından gidişini izliyordum.

Farklıydı.

Tuhaftı.

Saatler geçip çalışmaya devam ederken Hande geldi. Kafeyi ona teslim edip kafeden ayrıldım. Durakta beklerken telefonumda bakmam gereken tarihlere tekrar göz gezdirdim. Merkeze inip büyük kütüphaneye gidecektim. Aradığım tarihlerdeki gazete ve bazı bilgiler sadece orada vardı.

Otobüse binip ineceğim durağa kadar camdan dışarıya, akıp giden hayatları izledim. Otobüsten inip kütüphaneye girdim. Burası bölgenin en büyük ve en eski kütüphanesiydi. Kütüphanede çok oyalanmayıp görevlinin hazırladıklarını alıp çıktım.

Kulaklığımı takıp eve dönerken yağmur yağmaya başladı. Kapüşonumu başıma geçirip adımlarımı hızlandırıp evin olduğu sokağa döndüm. Eve bahçesinden girdiğimde giriş kapısının önüne bırakılan bir şeyi gördüm. Merdiven basamaklarından çıkıp evin kapsını vardığımda bunun bir zarf olduğunu fark ettim. Ayaklarımın yürümeyi bıraktı.

Dört yıl önce…

Sessizliğin soluk alışverişi karanlığın giymiş sokağı sarıyordu. Attığım her adım, yağmurun ıslattığı kaldırımda iz bırakırken ellerim alev alev yanıyordu. Öfkem bütün bedenimde yol izlerken nefretin hâkim olduğu zihnimi korluyordu. Attığım her adım nefretle alevin birleşmesiyle içimden parçalanarak çıkmaya çalışıyordu. Sokak karanlıktı ama zihnim o kadar canlıydı ki her yeri ateşe verebilirdim.

Yıllarca içinde yaşadığım gerçekliği buz tutmuş, yalan alevinin esiri olmuştu.

 

Bunca zaman yalnız kalışımın kaderim olduğunu düşünürken benliğimden dibi görünmeyen denize atılmış, aydınlığı arayan çırpınışlarım beni abise itmişti. Böylece kendi karanlığımı yaratmış oldum. Defalarca çırpınıp çıkmaya çalışsam daha büyük güçle daha dibi batırıldım. Hiçbir zaman umudumu yitirmedim. Hep denemeye devam ettim. O gece elime ilk kez geçen ipucu yaşadığım karanlığa girdaba neden olurken en büyük umuda da sahip oldum.

Hırçın dalgaların hakim olduğu denizi izlerken ayağımdaki ayakkabıyı çıkarıp denize yürüdüm. Hava buz gibiydi ama tenime değen soğukluğa ihtiyacım vardı. Dalgalar ayaklarımı geri itmek istercesine vururken doğmaya çalışan ama karanlığın izi kalmış gri bulutların arasından sızmaya çalışan soluk ışığına baktım. Gökyüzü hüzünlüydü.

Ayaklarımı tamamıyla hissetmeyinceye kadar orada öylece durmaya devam ettim.

Annemin bu sahilde gece yarısı ayın aydınlattığı bu denizin kenarında gülümseyerek ekrana baktığı fotoğrafı vardı. Ne zaman o fotoğrafa baksam annemin mutlu olup olmadığını anlamaya çalışırım. Belki de kıyıya vuran hırçın dalgalar arasında gerçeklik saklıydı.

Düşünürken ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama ayaklarımı artık hissetmiyordum. Geri dönüp ayakkabımı giyip eve doğru yürümeye başladım. Ağaçlarından arasında gizlenmiş evimin çatısı göründüğünde durduğum yerde evi izlemeye başladım.

 

Yılların acımasız zamandan nasibini almış bu eski ev ailemden kalmalıydı. İki katlı ikinci katı sadece çatı katı bulunan rengi beyazdan kirli griye dönüp duvarları dökülen bir evdi. Eskiden belki de içinde saf mutluluğu ve huzuru görmüştü ama şu anki hali yıpranmış yalnızlığı anımsatıyordu. Eve doğru yürümeye devam ettim. Kapımın önündeki merdivenden çıkarken giriş kapısının önündeki bir şey olduğunu fark ettim. Durdum. Bu eve faturalar başka posta gelmezdi fakat onlarda böyle bir zarfın içinde kapımın önüne bırakılmış şekilde değil posta kutusunun içine bırakılırdı.

 

Zihnim anında alarm verdi. Ne olduğunu bilmiyordum ama sanki içimde bir yerde ne olduğunu biliyordum. Zarfa yaklaşırken yağmur küçük damlalar şeklinde saçıma değiyordu. Eğilip zarfı aldım. Bir yağmur damlası zarfta iz bırakırken arkasını çevirip tekrar önüne baktım; hiçbir isim ya da adres yoktu. Arkamı dönüp çevreme bakındım.

Oyalanmayıp kapıyı açıp içeriye girdim. Zarfı konsola bırakıp montumu çıkardım. Zarfı alıp salondaki koltuğa oturdum. Ellerim sıcak evin içinde buz gibi oldu. Zarfı açtığımda içinden fotoğraflar düştü. Düşen fotoğrafları alıp baktığımda bunların anneme ait olduğunu gördüm. Annem yanında tanımadığım bir adamla gülüşürken, ellerinin arasında kitaplar kafasını hafifçe yan yatırmış sakin gözlerle ekrana bakarken, bir kafenin içinde cam kenarında oturmuş kahvesinden yudum alırken dışardan habersiz çekilmiş fotoğrafı…

 

Hepsinde annem çok gençti. Fotoğrafları orta sehpaya bırakırken zarftan çıkan eskimiş kâğıdı elime aldım. Kâğıdın kenarları defterden yırtılmış gibi izlerle doluydu.

Kâğıdı açıp baktığımda yazıyı hemen tanıdım. Bu annemin el yazısıydı. Elleri titrerken sakin kalmaya çalıştım. Kâğıdı iki elimle tutup okumaya başladım.

Bugün benim için en güzel gün çünkü bugün bir kızım olacağını öğrendim. Hamile olduğumu öğrendiğim gün bir kızım olacağını hissetmiştim. Bu mektubu yazarken bir elimle de karnımı okşuyorum ve kızımla konuşuyorum. Bize umut getireceğini biliyorum. Kötü zamanlardan geçerken, her şey daha ne kadar kötü olur diye düşünürken sen geldin canım kızım. Bize Güneş olup ışığınla ısıtacağını biliyorum. Sen benim en kötü günümü aydınlattın. Seninle tanışacağım gün için sabırsızlanıyorum.

Eğer bir gün sana bunları söyleyemezsem bil benim gün ışığım, ne olursa olsun hep seninle olup seni seveceğiz. Baban da ben de seni çok seviyoruz. Işığını sakın söndürme kızım.

Seni her şeyden çok seven annen...

Göz yaşım mektuba damlarken hıçkırıklara boğuldum. Ellerimle sıkı sıkı mektubu tutarken ağlamamı durdurmaya çalıştım. Mektubu orta sehpaya bırakıp ellerimi yüzüme yaslarken ağlamam daha çok şiddetlendi. Aldığım her nefes canımı yakıyordu. Evi şimşek aydınlatıp ardından gök gürlemesi doldurduğunda küçük bir çocuk gibi yere çöküp dizlerime ellerimi dolayıp başımı dizime yaslayıp öylece kaldım. Yağmur şiddetiyle camlara vuruyordu.

Zaman geçtikçe ağlamam iç çekişlere dönüp sonra da tamamıyla durdu.

 

Neden beni yalnız bıraktınız anne?

...

Çok uzun süredir görmediğim zarf beni geçmişe götürdü. Zarfı açtıktan her şey farklı olacak, biliyorum.

Derin bir nefes alıp zarfı yerden aldım. Zarfın arkasında ya da önünde ne isim vardı ne de bir adres... Saçlarımın yol edinip uçlarından zarfa damlayıp iz bırakan yağmur damlalarını izledim. Başımı kaldırıp arkamı döndüm etrafıma bakmaya çalıştım ama kimse yoktu. Her şey zarfın ilk kez geldiği güne benziyordu.

Çantamdan anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. İçeriye geçip montumu çıkardım. Zarfın içindekini çok merak etsem de zarfı masaya bırakıp duşa girdim. Telefonumdan bir parça açtım.

Zaman, suyun aktığı gibi hızla akıyordu. Zaman, hızla akarken sırları da peşinden götürüyordu.

Korksam da kaçmayıp yüzleşmeliyim. Korkunun bana öğrettiği en önemli şey, cesaretli olup korkmama neden olan şeylerin üzerine gitmektir.

Cesaretli olup gerçekleri bulmalıydım.

Suyun altından durulanıp havluyu üzerime sardım. Kurulanıp üzerime giydikten sonra adamdan çıkıp kahve makinasının başına geçtim. Zarfı açacaktım ama önce sert bir kahveye ihtiyacım var. Gerginliğimi azaltacak tek şey buydu.

Kahvemden bir yudum alıp masaya geçtim. Zarfı elimi alıp açtım, içinden önce bir mektup çıktı. Rengi solmuş, üzerinde lekeler olan mektubu açtım. Mektubun içinde yazılanların üzeri siyah kalemle karalanmıştı tek bir şey dışında, en altta ismin yanına yazılan soy ismimdi; Şahin... Bu annemin evlenmeden önceki soy ismiydi.

Bu ne demek oluyordu? Kimin ismi yazılıydı burada?

Tekrar zarfı elime alıp ters çevirdim. İçinden küçük küçük kesilmiş, üzerinde kırmızı kalemle yazılmış notlar olan gazete küpürleri ve fotoğraflar vardı.

Küpürlerin arasında bir fotoğrafı alime aldım. Bu ailemin fotoğrafıydı. Arkasını çevirdiğimde hiçbir şey yoktu. Başka bir fotoğraf aldım, bu annemdi. Yaşı burada çok genç görünüyordu. Arkasını çevirip baktığımda sadece bir tarih olduğunu gördüm.

1975 yılı yazıyordu.

Elime başka bir fotoğraf aldım, bu babamın arkadaşlarıyla beraber çekildiği yüzünde kocaman bir gülümse vardı. Bu fotoğrafta çok eskiydi. Arkasını çevirdiğimde aynı tarih yazıyordu.

Tek bir fark vardı, yazılan tarihin üzeri defalarca sanki tüm öfkesini çıkarmak ister gibi kırmızı kalemle çizilmişti. Zarfın içinde bir de üzerinde bir adres yazan küçük bir not kâğıdı çıktı. Yazılan adrese uzun uzun baktım.

Yıllardır kaçıyordum ama bu sefer kaçmayacaktım.

Hande’yi arayıp arabasını ödünç istedim. O gelinceye kadar da hazırlandım. Bu sırada telefonuma bir mesaj geldi. Açtığımda Hande’den geldiğini gördüm.

“Çok acil işim çıktığı için arabayı evin önüne park ettim ve anahtarı üzerine bıraktım. Dikkatli sür 😀"

Yazan mesaja gülümsedim. Not kağıdına ihtiyacım kalmadığı için zarfa geri koyup evden çıktım. Arabaya bindiğimde navigasyonda adresini işaretledim. Şu an yaşadığım yerden iki saatlik uzaklıkta bulunan adrese doğru hareket ettim.

Kasabaya giriş yaptığımda sağa çekip durdum. Emniyet kemerini çıkartıp içime derin bir nefes çektim. Saat neredeyse gece yarısı olmuştu. Kasaba, ıssız ve sessizdi. Navigasyona tekrar gözden geçirirken dikiz aynasından gözüme bir şey takıldı, bir çift far ışığıydı. O kadar karanlıktı ki aramızda mesafe olmasına rağmen araba farlarını net bir şekilde görebiliyordum. Araba hareket etmiyordu, öylece çalışır halde bekliyordu.

Kalbim küt küt atmaya başladı. Kötü bir şey olacaktı, hissediyordum. Kafamın içinden sessiz çığlıklar yükselirken arabayı çalışırdım. Ellerim direksiyonu sıkarken bugün gelen zarfı düşündüm. O zarf bilerek evime gönderilmişti. Biri ya da birileri yazılan adrese gitmemi istiyordu. Derin nefes ellerimi gevşettim. Takip edildiğimi bile bile gaza basıp ilerdeki petrole girdim.

Kasaba gibi petrolde sessizdi. Arabayı uygun bir yere park edip indim. Yürürken yavaş hareket ederek arkama çaktırmadan bakmaya çalıştım. Petrolün içindeki küçük markete doğru ilerledim. Kapıyı açıp içeriye girdim. Kasanın başında bir adam duruyordu.

“Depoyu fuller misiniz?”

Adam sözümle beraber beni baştan aşağıya süzmeye başladı. Buna takılmayıp oyalanmak için rafların arasında gezinmeye başladım. Ben rafların arasından turlarken adam da çıkıp gitmişti.

İki saniye önce kapanan kapı tekrar açılıp kapandı. İçecek dolaplarına doğru yürüyüp kamera aynasından markete giren kişiyi görmeye çalıştım. Bana arkası dönük raftan bir şeyler alıyordu. Üzerinde kot pantolon, siyah tişört, siyah şapka ve deri ceket vardı.

Şüphelerim doğruydu, takip ediliyordum. Ben dolaptan su alırken o sırtı dönük durmaya devam etti. Kasaya doğru ilerlerken kapı tekrar açıldı, kasada duran adamın tezgâhın arkasına geçti. Kartla ödeme yaparken arkamdan adım seslerini duydum.

Tam arkamda adım sesi kesildi. Her kimse şu an tam olarak arkamdaydı, hatta o kadar yakındı ki odunsu parfüm kokusunu alabiliyordum. Uzatılan fişi alırken kokunun çok tanıdık geldiğini fark ettim.

Arkamı dönüp bakmadan hızlıca marketten çıktım. Arabama binip anahtarı takarken marketin camından yan profiline baktım. Siması korkutucu derecede tanıdıktı. Gaza basıp petrolü geride bıraktım.

Peşimdeki her kimse bu kadar yakınımdayken korkmak yerine garip bir şekilde güvenli hissetmiştim. Navigasyonun sesiyle adrese vardığımı fark ettim. Tarifteki evi biraz geçip arabayı kaldırım kenarına park edip arabadan indim.

Yavaş adımlarla çevremi de kontrol ederek eve doğru yürümeye başladım. Bahçe kapısına geldiğimde karşımdaki küçük bir bahçesi olan tek katlı eski tip kasaba eviydi. Bahçe kapısından girmeden önce etrafıma tekrar baktım, kimseler yoktu sokak bomboştu.

Peşimdeki adamı atlatmış mıydım?

Demir bahçe kapısını itip bahçeden yürüyerek evin giriş basamaklarından çıktım. Karşımdaki kapıyı çaldıktan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Ellerimi yumruk yapıp cesaretli olamam gerektiğini hatırlatıp kapıyı çaldım.

Evin çevresine baktığımda verandanın tavanındaki yanan ampul dışında evin hiçbir yerinde yanan ışık yoktu. Bir dakika boyunca sessizliği dinledim. Karanlık, en küçük sesi bile yutmuş gibi en ufak çıt sesi bile yoktu. Birkaç adım gerileyip evin ön tarafına ve üst kattaki pencerelere baktı. Ev terkedilmiş görünmüyordu. Basamaklardan inip arka bahçeye doğru yürümeye başladım.

Sessizlik o kadar derindi ki attığım adımın toprağa ufak dokunuş sesini bile duyabiliyordum.

Evin arkasına yürürken etrafı izliyordum. Bütün pencerelerdeki perdeler örtülü ve camlar kapalıydı. Arka bahçeye vardığımda beni rengarenk çiçekler karşıladı. Bu evde her kim yaşıyorsa kesinlikle yakınlarda bir yerdeydi çünkü gördüğüm bahçeye ancak her gün özenle bakılırsa bu kadar güzel olabilirdi.

Bunları düşünmeye dalmışken tam bu sırada arkamda bir yerden çok küçük bir ses duydum. O kadar küçük bir ses olmasına rağmen etrafa bakıyor gibi yaparak gelecek olanı hazırda bekledim. Bir süre ne benden ne ondan hiçbir kıpırtı olmadı. Muhtemelen onu duyduğumu anladı, herhangi bir hareketimi ya da ona dönmemi bekliyordu. Hiçbir şey yapmadan sakince bekledim.

Arkamdan boynuma doğru uzatılan kolu hızlıca yakalayıp bükerek kendi çevremde döndüm ve bana şok olmuş şekilde adamın ayaklarına çok sert bir tekme savurdum ama adam hızlıca toparlayıp boştaki eliyle bacağımdan yakalayıp ters çevirip fırlattı. Fırlatmanın etkisiyle düştüm ve başımı yerdeki taşa çok sert vurdum.

Düştüğüm yerden hemen ayağa fırladım ve yumruğumu hızlıca burnuna geçirdim. Gelen hızlı darbemden kaçamayan adam bağırıp burnunu tutarak bir iki adım geri gitti. Bu fırsatı değerlendirip sağ kroşemi çenesine geçirdim. Adamın geriye doğru düşmesiyle birini benim yakalayıp kollarımdan geri büküp kendisine yaslaması bir oldu.

“Sakin ol.”

Duyduğum sesten ve ani hareketten dolayı birkaç saniyeliğine dondum. Ama korkum daha ağır bastı bir yandan bacaklarımı geriye doğru savurmaya bir yandan da omuzlarımdan güç olarak kendimi ileriye doğru atmaya çalıştım.

Ben hareketlerimi arttırdıkça bir kolunu belimden sarıp tutuşunu sıkılaştırdı,

“Sakin ol bu sadece kendine zarar vermek olur,” diyen sese “Sen kimsin aşağılık herif!” diyerek karşılık verdim.

Sorumu sorduktan sonra başımla geriye doğru kafa atmaya çalıştım. Sert çıkışımdan ve asla durmayan hareketlerimden sinirlenmiş olacak ki beni kollarımdan o kadar sıkı tuttu ki hareket edemez duruma geldim.

“Eğer iki saniyeliğine sakin olup durursan sen bırakacağım ve sen de kaçmaya çalışmayacaksın, güzelce konuşacağız.”

Kaşlarımı çatıp başımı salladım. Tepkimi gördüğü an yavaşça beni bıraktı. Hemen arkamı dönüp iki adım geriledim. Gördüğüm yüz gözlerimin büyümesine neden oldu.

“Seni hatırlıyorum.”

Ben ona bakakalmışken yere düşen adam burnundan akan kanı silerek diğer adamın yanına, karşıma geçti. Gelen adamın dağılan suratına bakıp diğer adama tekrar dönüp baktığımda gözünü kırpmadan bana bakmaya devam ediyordu.

Yüz ifademi sabit tutup dik dik bakmaya başladım. Bu sırada diğer adam konuştu,

“Burnum kesinlikle kırıldı. Nasıl yumruk vuruyorsun kızım böyle hayatım gözümün önünde kaydı, ben de en önde izledim,” deyip öksürmeye başladı.

Kaşlarımı kaldırıp anlamsız gözlerle bana gülen adama bakmaya başladım. Ona baktığı görünce hafifçe öksürüp toparlandı ve elini uzattı,

“Ben Barlas bu arada, biliyorum tanışma şeklimiz berbat oldu. Seni düşürdüğüm için üzgünüm ama bana saldıracağını hiç beklemiyordum.”

Başımı eğip uzattığı eline baktım, başımı kaldırıp yanındaki adama baktım, zaten o da bana bakıyordu. Tepkimi kaçırmak istemiyor gibi gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Bu sırada aramızdaki mesafeyi biraz kapatıp,

“Burayı nasıl buldun,” dedi. Sert ses tonu ve sorusu beni kendime getirdi.

“Siz kimsiniz? Beni neden takip ediyorsunuz?”

Arka arkaya soru sormaya devam edebilirdim ama önce buradan kurtulup polise gitmeliydim.

Ben kafamın içinde kaçış planı hazırlarken keskin bakışlı adam sorularımı yanıtsız bırakıp aramızdaki mesafeyi tamamıyla kapattı.

Korkup kaçacağımı sanıyorsa büyük yanılıyordu. O aramızdaki mesafeyi kapatırken gözlerimi gözlerinden ayırmayıp dimdik durdum. Aramızda bir nefeslik mesafe kalınca durdu,

“Sorumu cevapla,”

Bir hah sesi çıkarıp,

“Önce sen cevapla,” dedim. Ona bakan dik bakışlarıma baktı.

“Sorularının cevaplamanın doğru yeri burası değil. Burayı bulmak için hangi kaynağı kullandın? Kimi tanıyorsun da buraya gecenin bu saatinde rahatça gelebiliyorsun?”

Bu sefer kaşlarımı çattım.

“Ne saçmalıyorsun? Ben kimseyi tanımıyorum. Asıl siz kimsiniz de bana saldırıyorsunuz?”

Arkada kalan diğer adam sorumlu beraber söze atladı,

“Sana saldırmaya çalışmıyorduk, sadece niyetini anlayıncaya kadar seni tutacaktık ama bizi bayağı şaşırtıp çevik çıktın.”

Karşımda adamın omzumun üzerinden konuşan adam baktım,

“Kolunu boğazıma sarmaya çalışmak saldırmaktır, tutmak değil seni pis gülüşlü adam,” dedim.

Söylediğim cümleden sonra kahkaha attı,

“Ben bu kızı sevdim Cesur.” Demek ismi buydu.

“Derdiniz ne bilmiyorum ya kim olduğunuzu söylersiniz ya da hemen polisi arıyorum.”

Çaktırmadan arka cebimdeki telefonu çıkarttım. Tam telefon kilidini açmıştım ki bir el hızlıca telefonu elimden çekip aldı. Hemen eline atılıp telefonu almaya çalıştım,

“Ne yaptığını sanıyorsun? Telefonumu hemen geri ver.”

Ben eline uzandıkça o kolunu daha çok yukarıya kaldırdı. Bilerek üstüne gitmeye başladım. Ayaklarımın üzerinde atlayıp ama bu boyla ancak kafa hizasına gelebildim. Dişlerimi sıkıp durdum, o da tepkime baktıktan sonra dudağının kenarının hafifçe kıpırdadığını gördüm.

Bana gülüyor muydu bu?

Buna daha çok sinirlenip dirseğimle karnına vuruyordum ki dirseğimden kavradı,

“Bu böyle olmayacak... Bir anlaşma yapalım, sen rahat durup aramayacaksın ben de sorularına cevap vereceğim.”

Kaşlarımı çattım,

“Ben seninle asla anlaşma yapmam. Seni tanımıyorum bile.”

Sözümle beraber dirseğimi bıraktı,

“Ben Cesur, bu da Barlas. Sen beni tanıyamamış olsan da ben seni çok iyi tanıyorum,” sözünü böldüm,

“Seni hayatımda iki kez gördüm, biri kafede biri de burada. Beni tanıman mümkün değil.”

Çünkü yaşadığım yer küçük bir yerdi ve hayatımın çocuğunu yalnız geçirdim. Okula bile gitmeyip eğitimimi uzaktan tamamlamıştım.

İyice burnumun dibine girip dipsiz kuyuyu andıran simsiyah gözleriyle gözlerimin içine baktı,

“Beni tanıyorsun, sadece hatırlamıyorsun. Hatırlamanı sağlayacağım. Eğer benimle gelirsen sana unuttuğun her şeyi hatırlatacağım.”

Gözlerinde ilk kez bir şey gördüm. Bu koyu gözler, uzun kirpikler yabancı değildi. Kalbim hızla atmaya başlayıp bedenimi uyuşturdu. Gözlerimde hissettiğim şeyi görmesi bakışlarını yumuşattı.

“Aileni tanıyorum Derin.”

Ailemin tanıdığını söylemesi bedenimi sarsarken, bana sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi ismimi o yumuşak tonla söylemesi gözlerime kadar titremesine neden oldu.

“İsmimi nerden biliyorsun?” Ellerim titrerken birçok duygu karmaşayla farkında olmadan geriye doğru adım atmaya başladım. Duygularıma engel olmadım ve bu gözlerimin dolmasına neden oldu. Ben geriye adımladıkça o da ban doğru geliyordu.

“Ailenle ilgili olan o geceyi o olayı, unuttuğun her şeyi öğrenmek istediğini biliyorum. Sorularının cevabı benim. Zaten burası senin için tehlikeli olabilir, benimle gelmelisin.”

Derin bir nefes alıp bir elimi kaldırdım,

“Orada dur, daha fazla yaklaşma.”

Ellerimi sertçe gözlerime bastırıp akacak olan gözyaşını engellemeye çalıştım.

“Anlamıyorum, kimsin sen?” Sorumu sormamla evin arka büyük camının patlaması bir oldu. Daha ne olduğunu anlayamadan Cesur’un üzerine atlayıp beni yere yatırdı. Beni koruma kalkanı yaptığı bahçe masasının arkasına çekti ve ikisi birden önüme geçtiler.

Barlas’ın elindeki tabancaya şok içinde bakarken Cesur’un da belinden bir tabanca çıkardığını görmem panik yapmama neden oldu. Sanki paniğimi hissetmiş gibi bana dönen Cesur, eliyle başımı eğdi.

“Başını aşağıda tut, sakın kaldırma.”

Silah sesleri bahçede yankılanırken Cesur elini başımın üzerinde tutmaya devam etti. Başımı hafifçe kaldırıp neler olduğuna bakmaya çalıştım. Barlas, elindeki silahıyla nişan alıp ağacın arkasındaki adamı vurdu ve adam silahıyla yere yığıldı. Bunu görmeme alimle ağzımı kapatıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Bir yandan karşısındaki indirmeye çalışan Cesur, bir yandan da tepkilerimi kaçırmıyordu. Gözlerimi Cesur’a çevirdiğimde elindeki silahı indirip bana döndü,

“Sana koş dediğimde çok hızlı bir şekilde evin yan tarafındaki küçük yoldan geçeceksin,” cebinden çıkardığı araba anahtarını avucuma bıraktı.

“Yolun bitimindeki arabaya binip kasabanın girişindeki petrolün arka tarafında boş arazide bekle, arkandan hemen geleceğiz,” diyen adama boş boş baktım. Bakışlarıma bakıp boştaki elini omzuma koydu.

“Buradan seni çıkartacağım, sana hiçbir zarar gelmeyecek,” dedi ve Barlas’a dönüp başıyla işaret verdi.

Ellini omzumdan kollarıma indirip beni kaldırırken silahıyla ardı ardına sıkmaya başladı.

“Koş Derin!”

Koştum. Koşarken iki adamın yere yığıldığını gördüm. Evin yan yoluna girip bir duvarın arkasına geçtiğimde dönüp Cesur’a baktım, o zaten bana bakıyordu. Barlas’a baktığımda biraz ilerdeki bana yakın olan ağacın yanında bir adamı indiriyordu. Adama yumruğunu vurduktan sonra bana baktı ve göz kırpıp gülümsedi. Gülümseyen yüzüne bakarken arkasından yaklaşan adamı gördüm.

“Barlas arkanda,” dememle biri tarafından silahla vurulup yere yığılan adam bakıp başımı çevirdim. Cesur elindeki silahla adamı vurmuştu. Bana kısa bir bakış atıp ona tekme atan adamın bacağından yakalayıp kafa attı.

Tam gitmem gerektiğini düşünüp bir adım atmıştım ki biri saçlarımdan yakalayıp çekti. Saç diplerime büyük bir sızı girdi çünkü saçımdan yakalayan adama bir elini tamamıyla saçlarıma dolayıp sertçe çekiyordu.

Yerde sürüklenen ayaklarımdan güç alıp saç dibimdeki ağrıya rağmen sağa doğru dönüp adamın ayak bileklerini çok sert tekme attım. Bunu bekleyen adamın saçımdaki tutuşu gevşedi. Adamın gevşeyen eline uzanıp tırnaklarımı geçirdim. Çığlık atıp elini çeken adama bir anda ortaya çıkan Cesur adamın başından tutup duvara çarptı. Adam çarpmanın etkisiyle yığılıp kalmıştı.

Elimi saçıma atıp düzeltmeye çalıştım. Cesur yanıma gelip,

“İyi misin?” diye sordu. Başımı salladım ve elimi saçımdan çektim. Gözlerini saçıma çeviren Cesur’un bakışları anında kararıp burun delikleri büyüdü.

“Ben iyiyim,” dedim ama bana dönen bakışlarında hiçbir yumuşama olmadı.

“Sana koş dediğimde koşacaktın bunu anlamanın neresi zor,” diyen sert sesiyle üzerime gelmeye başladı. Başını bana iyice eğip dipsiz kuyuyu andıran gözleriyle bana baktı,

“Hemen gidiyorsun,” dedi. Kaşlarımı çatıp cevap vermek için ağzımı açmıştım ki sırtına gelen darbeyle gözlerini benden ayırıp ona vuran adama döndü. O adamı etkisi hale getirirken bana bakmadan konuştu,

“Git buradan, şimdi!”.

Sözünü dinleyip elimdeki anahtarla yolu bitirip kaldırım kenarına arabalara baktım.

Hangisi onundu?

Elimdeki anahtarın düğmelerine basıp arabayı bulmaya koyuldum. Düğmeye üçüncü basışımla ışıkları yanan arabaya baktım. Hızlıca yürüyüp ön koltuğa oturdum. Anahtarı kontağa takıp çalıştım. Dikiz aynasından arkamı baktığımda arabayı doğru koşan iki adamı gördüm. Hemen gaza bastım.

Bir süre sonra yolumda hızlıca giderken direksiyondaki ellerimin titrediğini fark ettim. Zor bir gecenin karanlığındaydım. Saat artık ilerlemiş, Güneş doğmak üzereydi. O geceden sonra hiçbir zaman aydınlığı görememiştim.

Düşüncelere dalmış ilerlerken dikiz aynasından bana hızlıca yaklaşan araca baktım. Gaza basıp hızımı arttırırken araçta hızını arttırıp tampona vurdu. Gelen darbeyle başım öne doğru savruldu. Araç bir kez daha tampona vurduğunda gazın sonuna kadar basıp hızımı iyice arttırdım.

Hızımı arttırmamla aramızda mesafe açılmıştı. Yan şeride geçip hızla ilk aradan sertçe saptım. Dönüşüm o kadar hızlı olmuştu ki neredeyse kontrolümü kaybediyordum. Direksiyonu sakınca tutup dikiz aynasına tekrar baktım. Arkamdaki araçta arkamdan tüm hızıyla gelmeye devam ediyordu.

Ne yapacaktım?

Arkamdaki araç yan şeridime geçip beni sıkıştırmaya başladı. Gaza basıp direksiyonu sağa kırmam yanımdaki aracın yol kenarında demirlere çarpmasına neden oldu. Viraja geldiğimizde araç bir anda sola sertçe kırıp aracıma vurdu. Gelen darbe o kadar sertti ki direksiyondan ellerim kaydı, hemen toparlanıp virajı almaya çalıştım.

Yanımdaki araç virajı alıp önüme geçmişti. Viraja korkarak bakarken direksiyon tutuşumu güçlendirdim. Virajı alıp döndüğümde rahat bir nefes aldım. Dikiz aynasından bir aracın daha olduğunu gördüm.

Bu benim arabamdı.

Arabamı görmem beni birazda olsa rahatlattı çünkü arabamı süren kişi Cesur’du. Dikiz aynasında gözümü çevirdiğimde yolun kenarındaki kum yığınını görmemle direksiyonu sola kırdım ama yetişemedim. Kum yığınına hızla çarptım ve araç takla atmaya başladı. Taktığım emniyet kemerine tutup sonumun geldiğini hissedip gözümü kapattım.

Bir an sonra gözümü açtığımda kırılan camdan uzaktaki dağların ardından yükselen ışığa baktım. Yüzüme hafifçe vuran ışıkla gözlerimi kapayıp açtım. Gökyüzü doğuyordu. Gözlerimi tekrar kapayıp açtım.

Gülümsedim. Gözlerimi tekrar kapayıp açtım. Üzerime doğru ışığı engelleyen gelen gölgeler vardı.

Gözleri tekrar kapattım ama geri açmadım.

Belki de bu bir sondu. Sonun içindeki ışık ve gölgeler savaşı devam ederken karanlığa daldım.

MERYEM ALTUNAY

 

Loading...
0%