
"Pekâlâ Bay Caddel. Bilgilerinizi aldığımıza göre asıl sorumuza geçebiliriz."
Önünde üzerine tonlarca evrağın dizildiği tahta masa, loş aydınlatmalar ve iki tane polis memuru duruyordu Dylan'ın. Bir tanesi Dylan'ın ve yanındaki meslektaşının söylediği her şeyi not alırken diğeri de işin konuşma kısmıyla görevlendirilmişti.
Ophelia'nın evlerinden ayrılmasının birkaç saat ardından kapıyı polis memurları çalmıştı. Patlamanın olduğu gece ile ilgili sormak istediklerinin olduğunu söyleyip ona karakola kadar eşlik etmişlerdi.
Aslında Dylan bunun olmasını ilk günden beri bekliyordu. Sonuçta sabotaj olduğu düşünülen bir sebeple patlayan şirkette, o gün orada bulunanlar arasından sağ çıkan tek kişiydi o. O ve Ophelia'ydı yani. Patlamanın sebebinin de bomba olduğu haberlerde açıklandığından beri Dylan polislerin sorgulamasını bekliyordu kendisini.
Polis memurlarından yazı işiyle sorumlu olan diğerinin işaretiyle bir ekranı doğrultmuştu Dylan'a doğru.
"Ekrandaki kamera kaydında 15 Kasım Cumartesi günü saat 21.00 sularında senin ve yanındaki genç hanımefendinin şirketten çıktığını görüyoruz. Mitash Şirketi'ni yakıp yıkan patlamadan kısa bir süre önce yani. Duyumlarımıza göre şirketin uğraştığı projenin eğitmenlerinden biriydiniz ve o saatte şirkette bulunmak zorunda olmanıza rağmen orada değildiniz. Sizi bu önemli projeyi bırakıp gidecek kadar ilgilendiren mesele neydi?"
Dylan sabırla kamera kaydını izledi. Tam olarak şirketin arka kapısından çıktıkları anı gösteriyordu video. Dylan, birkaç dakika sonra şirketten koşarak uzaklaştıklarının videosunun olmamasını temenni ediyordu sadece. Çünkü o zaman buna uygun bir bahane uydurabilir miydi bilemiyordu.
Ancak kayıt sonlanıp aynı video baştan sarıldığında rahatça bir nefes alabildi. Video mükemmel bir yerde bitiyordu. Dylan'ın kapıdan geçerken birkaç dakika önce öğrendiklerinin etkisiyle güçsüz kalan Ophelia'ya yardım edişi sırasında.
Sırtını dikleştirdi genç adam. "Aslında öğrencime bu görüntüden birkaç dakika önce sınav uyguluyordum fakat kız kendini kötü hissettiğini söyledi. Başı dönüyor gibiydi. Ben de temiz hava almasının iyi geleceğini düşünerek onu dışarıya yönlendirdim. Hatta yolda karşılaştığım personel kızın yüzünün bembeyaz olduğunu fark edince kısa yoldan çıkmamız için bize özel bir kart verdi. Bu yüzden arka kapıyı kullanabildik. Görüntülerde de düşüp kalmasın diye yardımcı oluyorum hatta. O zamanlar bilmiyordum öğrencimin farkında olmadan hayatımı kurtaracağını. Belki ben de o şirkette kül olup gidecektim ama onun sayesinde kurtuldum."
Bu kadar ani ve duruma uygun bir hikaye uydurabildiğine kendisi bile şaşırmıştı doğrusu. Hızlı düşünmüştü ve kısacık süre içinde zihninden geçirmediği durum kalmamıştı. En sonunda doğru hikayeye karar vermişti kendince. Kayıttaki görüntülere tamamen uyum sağlıyordu söyledikleri.
Aklında ölçmediği tek durum ise gerçeklerdi sadece. Bildiklerini polislere anlatamazdı. Anlatsa bile inanılacağını da sanmıyordu zaten. Akıl hastanesine kapatılması bile daha yakın bir ihtimaldi buna göre.
"Bahsettiğiniz öğrenciniz kim peki? Onu da buraya bildiklerini aktarması için davet etmeye ne dersiniz-" Adam yanındaki polis memurunun omzuna dokunmasıyla cümlesini yarıda kesti. Tek bir isim fısıldanmıştı sadece kulağına.
"Charles Miller!"
Dylan bu ismi duyduktan sonra polisin yüzündeki değişen ifadeye tanık oldu. Sanki adam bulaşmaması gereken bir işe bulaşmış gibi dudağını ısırmıştı. Ophelia'nın şu anda onunla beraber sorguda olmamasının nedeni babası mıydı yoksa? Babası mı engellemişti kızının geçmiş ile yüzleşmesini?
Adam hakkında duydukları kadarıyla bunu yapması bile oldukça şaşırtıcıydı. Eski eşini ve kızını senelerce sadece geçmişe mahkum eden adam şu anda kızının eskiye dair her şeyi silip atmasını mı istiyordu yani?
Dylan yine de bunun Ophelia için iyi olduğunu düşünmeden edemedi. En başından beri kızın sorguya çekilip daha atlatamadığı travmasının ona defalarca tekrar edilmesini istemiyordu. Belki de babası ilk defa iyi bir karar vermişti kızı hakkında. Yine de kim bilebilirdi ki gerçekten amacının ne olduğunu? Bundan da mı bir kârı vardı yoksa? Charles'ın ya da Gloria'nın?
"Tamamdır Bay Caddel. Eklemek istediğiniz başka detay olursa bizi nerede bulacağınızı biliyorsunuz?" Birkaç kısa sorudan sonra bitmişti Dylan'ın sorgusu da. Çok sıkmamışlardı kendisini.
"Tabii ki Memur Bey. İyi günler."
Karakolun kapısından çıkarken kendini hiç olmadığı kadar dolmuş hissediyordu Dylan. Omuzlarındaki yükler katlanarak artıyordu sanki. Tüm acımasızlığı, bütün bu eğitmenlerin yanlışlıkla bulaştığı hain planı ve belki de en önemli neden olan amaçlarını öğrenmesinin üzerinden iki hafta geçmişti neredeyse.
William ve Alexander Cruz proje ile ilgilenen tüm çalışanları toplamıştı yanlarına bir gün.
"O öğrenciler...maalesef...Ama şunu hiç unutmayın ki iyi bir amaç uğruna yapıyoruz. Gelecekte çocuklarımız, torunlarımız böyle pis, merhametsiz bir dünyada yaşamasınlar diye başvurduk bunların hepsine. Bir gün bizi anlayacaksanız. Emin olun."
Dylan söyleyememişti bunu o an. Asıl merhametsizlerin kendileri olduğunu. Çünkü tüm o çalışanları belki de içlerinden asla sıyrılamayacakları vicdan azabı ile baş başa bırakmışlardı. Çünkü şu an Dylan'ın omzundaki ağırlığın onu geri çekmesine sebep olmuşlardı.
Genç adamın şimdiye kadar bildiği her şeyi -detaylı olmasa da- anlattığı tek kişi Ophelia olmuştu. O karanlık gecede gerçekleşmişti hepsi. Fakat adamın kalbine en ufak rahatlama hissi uğramamış, gecenin getirdikleri ile beraber çok daha büyük düşüncelerle baş başa bırakmak zorunda kalmıştı kendisini.
Patlamanın getirdiği bir şüphe vardı yüreğinde. Henüz tamamlanmamış bir cümle gibi emin değildi doğruluğundan. Ancak ihtimaller hiçbir zaman hafife alınmamalıydı bu dünyada. Belki de acı çeken çocukların üzüntülerini dizginleyebilirdi bu ihtimalle bir nebze. Kalplerine ufak bir umut kondurabilirdi.
Nasıl yol alacağını bilmiyordu Dylan. Başlangıcı kesindi ama. İçini dökecekti, şüphesinden arındıracaktı ruhunu. Bu da ancak başkalarına aktarmakla mümkündü zihninin konuştuklarını.
*****
Cruzların Malikanesi, son bir hafta içerisinde daha önce hiç görülmemiş bir haldeydi. Bir bir istifa eden çalışanlar, her gün saatlerce evin önüne kamp kurup cevap arayan muhabirler, rakip şirketlerden ilk defa rekabetle ilgili olmayan postalar ve olan biteni sessizce izleyen iki kardeş.
Rebecca ilk defa işini yanlış yapan çalışanlara ses çıkarmıyordu, ilk defa o gün için ne giyeceğine saatlerce kafa yormuyordu, ilk defa kardeşine bağırıp çağırmıyordu, kutlama akşamı da olduğu gibi ilk defa kendisi gibi davranmıyordu... Sessizdi, olabildiğince. Yaşadıklarını kavradıktan sonra sessizleşmişti. Tabii felaketten hemen sonraki günler tam tersiydi bu durum. Kızın yapmayı başarabildiği tek aktivite ağlamaktı. Hıçkırarak, suskunca, içli...
Felix ise görünürde oldukça güçlü duruyordu ancak sadece yaralı kalbinde yatanları görenler anlayabilirdi belki kız kardeşinden bile daha beter durumda olduğunu. Günlerdir tek yaptığı kardeşine destek çıkmaktı. Yemek yemesi için onu zorluyor, uyumadan önce başında bekliyordu fakat belki de bu yüzden kendisi yaşanılanları tam olarak kavrayamamıştı. Annesini, babasını, dedesini, hayatında değeri olan çoğu kişiyi bir gecede kaybetmişti ancak yanında kalan son kişiyi korumak istediği için bunları düşünecek vakti dahi olmamıştı. Omuzlarına katlanarak büyük bir yük biniyordu ve bunun o bile farkında değildi aslında. Rebecca kendini ilk günlere göre daha iyi hissediyor olmasına rağmen Felix'de de tam tersi bir etki uyandırıyordu bu durum.
İkisi de henüz 18'lerini doldurmadıkları için akrabalardan gelen farklı bir cevap haricinde bu evde yalnız başlarına kalamayacaklarını bildirmişti polis memurları. Toplanmaya başlamaları gerekiyordu. Ta ki haberi alan teyzeleri ve eniştelerinin ilk uçağa atlayıp yanlarına geleceğini öğrenene kadar.
Yeğenlerinin başına gelen talihsiz vukuattan sonra kimsesiz kalmalarına izin vermemiş, onların vasileri olmaya karar vermişlerdi. Tabii bunun arkasında gerçekten duydukları acıma mı yoksa para pul mu olduğunu aileyi gören ilk kişi bile kolaylıkla anlayabilirdi. Nihayet yanlarına ulaştıklarında yaşananlar da bunu gayet kanıtlar nitelikteydi.
"Canlarım benim!" diye sarıldı kıpkırmızı saçlı kadın iki çocuğa.
Kadının sarılışı karşısında Rebecca'nın yüzü tiksinircesine bir ifade alırken Felix'inki ise olayı çözmeye çalışırcasına şaşkındı. Ardından geri çekilirken kadın tekrar konuştu. "Ah çocuklar... Sizin için ne kadar üzgünüm bir bilseniz, bir bilseniz." Abartılı şekilde saçlarını savura savura kafasını sallamayı da ihmal etmemişti bunları söylerken.
"Patlamayı ve yangını öğrendikten sonra kahrolduk inanın ki. Ben de enişteniz de." Bulunduğu salondan koridora doğru seslendi. "Öyle değil mi Rupert?"
O sırada koridordaki, bir açık arttırmadan alınmış özel Çin vazosunu incelemekte olan Rupert ona seslenilmesiyle elindeki vazoyu düşürecek gibi oldu. Vazoyu sonunda yakalayabilmesiyle rahat bir nefes aldı ve yerine bıraktı. "Rupert!?" diye tekrardan seslenen eşine döndü.
"Ha, ne? Ne oldu?"
Bunun üstüne kadın azarlarcasına bir tonda tekrar konuştu. "Şirkette olanları öğrendiğimiz zamandan bahsediyorum canım. Sen de çok üzülmüştün, kahrolmuştun ya hani!"
Başını sallayarak bunu onaylayan enişteleri "Evet." dedi. "Çok üzülmüş ve şey... kahrolmuştum. Evet, oldukça kahrolmuştum aslında."
Felix'in kaşları yukarı kalkarken Rebecca da başını iki yana sallıyordu. "Kesin, ne kahrolmuştur."
Teyzeleri Samantha, eski dramatik tonuna geri dönüp devam etti. "Ah ah... Kim bilir sizin için ne zor olmuştur bu durum? Her şeyinizi kaybettiniz bir anda. Gelecekteki şirketinizi, çalışanlarınızı, üstüne çalışacağınız milyonluk projelerinizi."
Bunları duyan Felix ise teyzesinin şaka yapıyor olmasını ummuştu fakat bunun olmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu kadını. "Orada kaybettiklerimiz şirket ya da maddi şeyler değil, çok daha fazlasıydı teyze. Bunu sen de biliyorsun. Sen de kız kardeşini kaybettin sonuçta, değil mi?"
Kadın yanlış şeyler söylediğini anlamış olacaktı ki panikle söze girdi. "Öyle demek istememiştim Felix'cim. Ben acıdan kendimi doğru düzgün ifade edemiyorum ki. Demek istediğim çok fazla şeyi kaybettiğinizdi yalnızca."
Histerik bir gülüşün eşiğinden döndü Rebecca. "Sen hatırlatmasan biz de az daha unutacaktık zaten ne çok şey kaybettiğimizi."
Duyduklarıyla genç kıza sarılan kadın başını iki yana sallayarak girdi konuşmaya. "Size acınızı hatırlatmak değildi amacım, canım benim. Siz hiç üzülmeyin tamam mı canlarım? Kaybettikleriniz olsa da hâlâ daha sahip olduğunuz pek çok harika şey de var. Mesela hâlâ daha birbirinize sahipsiniz. Amcanız ile bana da sahipsiniz. Biz sizi asla yalnız bırakmayız çocuklar. Öyle değil mi Rupert?"
O sırada 18. yüzyıldan kalma orijinal bir Fransız biblosunu incelemekte olan Rupert enişte ise elindeki biblonun işlemelerine dalmış bir moddaydı. Bu koridor, klasik bir evin koridorundan çok eşsiz şaheserlerle donatılmış sergi salonu gibiydi onun gözünde. Bu tarz eşyalara bayıldığından da burası onun için adeta bir rüyaydı. Bu sefer elindekine o kadar çok dalmıştı ki ilk seslenişte eşini bile duyamamıştı.
"Rupert, canım."
"Rupert!"
"RUPERT!"
En sonunda Samantha'yı duyan adam yine yerinden sıçrarken bibloyu da parmaklarının arasından kaçırdı. Fakat bu sefer ne kadar uğraştıysa da yakalayamadı ve yere düşen biblo paramparça oldu. Salona da ulaşan kırılma sesiyle teyzeleri derin bir iç çekti ve konuyu dağıtmak istercesine tekrardan çocuklara döndü.
"Emin olun ki her şey yavaş yavaş yoluna girecek. Güvenin bana. Biz de bunun için elimizden geldiğince size yardımcı olacağız tabii." Bu sefer eşinden onay almayı beklemeden devam etti kadın. "Hatta sırf bu yüzden sizin vasiniz olduktan sonra sizi yanımıza almaktansa biz buraya taşınalım dedik. Zaten bazı değişimler yaşıyordunuz ve biz de daha fazlasını yaşatmak istemedik size. Alıştığınız, bildiğiniz evinizden koparmak istemedik sizi." Bunu derken malikaneye attığı kaçamak bakışlar çok daha fazlasının olduğunu işaret ediyordu.
Tam tekrardan konuşmaya başlayacaktı ki kapının zil sesi buna engel oldu. Ortamdan kaçmaya can atan Felix ile Rebecca ise bunu önemli bir fırsata çevirip kapıyı açmak adına koşarak salondan çıktılar. Rupert eniştenin kırdığı biblonun parçalarını süpüren çalışan da kapıyı açmak adına hareketlenmişti ki çocuklar onu durdurdu.
Siyah ahşap kapıya ulaştıklarında Rebecca kapıyı açtı ve ikili karşılarında koyu saçlı, derin bakışlı, yirmi beş yaşlarında bir adamla karşılaştı.
"Siz-" diyerek adamın kim olduğunu sorgulayan Felix'in cümlesi Rebecca'nın söyledikleri ile yarıda kesildi. "Hey...sen...babamların şans projesindeki eğitmenlerden...değil miydin?" Kız kendi kurduğu cümlenin ne anlama geldiğini cümlesinin ortasında fark etmiş gibiydi. Ses tonu her kelimesinde azalmıştı. Felix ise duyduğu cümlenin etkisiyle kafasını kardeşine doğru çevirip onun da kendisine aynı anlamlandıramayan ifade ile baktığını görmüştü.
Şirketten kurtulan yoktu. Tüm haberler böyle söylüyordu?
Felix kontrolü ele geçirmeye çalışıp kardeşini rahatlatırcasına ona göz kırptı ancak bir şekilde karşısında bu adamı görmek kızı daha da huzursuz ediyor gibiydi. "Doğru, tanışmıştık galiba. Yalnız...siz...nasıl...burada?" Cümleye giren oğlanın ağzından sadece birkaç sözcük çıkabilmişti.
Şirketin gelecekteki sahipleri olacaklarından Alexander ve William çocukları da şirketin içinde tutmaya çalışırlardı. Bazı şeyler ile ilgili bilgilendirir, bazı projeleri gösterir, bazı kişilerle tanıştırırlardı. Zamanında projenin eğitmenleriyle de tanıştırmışlardı onları. Tabii kimi zaman şirkete geldiklerinde bazılarını görseler de pek bir muhabbetleri yoktu hiçbiriyle.
Tabii onlar şirketle ilgili pek çok şeye hakim olduklarını sanarken gerçeklerden bir haberlerdi aslında. En azından bir tanesi...
Genç adamın adını hatırlayan Felix sordu. "Sanırım isminiz Dylan'dı?" Başını sallayarak onayladı kapıdaki adam da. Sonrasında da derin bir nefes alıp konuşmaya girdi.
"Ben Mitash Şirketindeki patlamada hayatta kalan tek çalışanım."
Belki de bir tiyatro oyunun en güzel kısmı da buydu. Bir perde kapandıktan sonra bir diğerinin açılıyor olması...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |