Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@meyyll

Karanlık.

Tek görüp hissedebildiği buydu. Başka bir şeyin varlığını sezmediği bu mutlak sükunette kendi nefes seslerinin de farkında değildi. Gerçi nefes alıp verdiğinden yaşadığından bile emin değildi. Ölmüş olabilir belki bedeni arafta sıkışmış olabilirdi. Yada biri onu hapsetmiş yada, yada delirmiş kendi zihninin içinde sıkışmış olabilirdi. Belki komadaydı? Bir rüya? Kabus?

Şu an yürüyor muydu yoksa oturuyor muydu emin değildi. Önü arkası yoktu zaten sağını solunu da ayırt edemiyordu. Bacaklarını hissedemiyor sanki ondan ayrı bir uvuzmuş sadece varmış gibi yerlerinde durduğunu biliyordu. Halbuki az önce bir çimenlikte yürümüyor muydu? Yürüyordu sanırım. Yürüyor muydu? Bedenini hissetmiyordu yanından akıp giden oksijenin, varsa bile, farkında değildi. Tek görüp hissedebildiği şey sonsuz karanlıktı.

Gözlerinden yaşlar akmıyor, gülümsemiyor, bağırmıyor... Ne yaptığından habersiz bedeninden kopuk bir halde yaşıyordu.

Yaşıyordu.

Yaşıyordu.

Kendi kendine sordu. Zaten konuşabileceği birini geç onu duyacak biri bile yoktu.

Yaşıyor muydu cidden?

Yayından hızla fırlayan bir ok gibi karanlığın içinden koşarak geçtim. Elbisemin tülleri hızla havalanıyor, siyah saçlarım geceye ait bir örtü gibi dalgalanıyordu.

Üstümü değiştirmeye fırsat bulamamıştım. Kutsal mağaradan çıktığım gibi soluğu yanında almak ve görmek istediğim biri vardı. Bir kalbin göğsün altında çarpması gibi sürekli ismi kafamın içinde zikrediyordu.

Keith, Keith, Keith...

Atalarımın bu güne kadar yaşatıp anneme emanet ettiği bir gün ise bana emanet olacak bu şehrin taşlı kaldırımlarından ilerlerken gözlerim etrafta mekik dokuyordu.

Saat kaçtı bilmiyordum ama epey bir geç saat olmalı ki cadı çocukların gülüşmeleri rüzgarda dolanmıyordu. Birkaç evin yanından geçerken mum ışığının cılız alevi eşliğinde anlatılan masallara kulak misafiri oldum. Ben bir çocukken bana anlatılan anlatılan o masallar şimdi çocuk cadı halkımın uykuya dalmadan önce çıktığı bir macera oluyordu.

Bu düşünce ile gülümsedim çünkü annemin bana ve Satvir'e sürekli anlattığı masallar aklıma geldi. Annem bu destanların gerçek olduğunu ama ne olduysa büyüsünü yitirip önce efsane ardından uyku öncesi masallara döndüğünü söylerdi.

Gerçeklik payı varsa bile bence artık önemli değildi. Düzen oturmuş ve asırlar geçmişti. Ülkeler kurulmuş, savaşlar yaşanmış ve medeniyet yükselmişti.

Tüm bu düşüncelerime rağmen yine de aklıma annemin anlattığı bir masalın gelmesine mani olamadım.

Nesilden nesile anlatılan o masallardan birinde aynen şöyle diyorduk: Bir gün, bir Tanrı cennetten önce cehennemi var etmiş ve cehennem uzun asırlar Tanrı'nın biriciği olmuş. Tanrı'nın kaç gözleri vardır bilinmez ama hepsinden de cehennemi sakınır ve onu sürekli gözetirmiş. Patlayan volkanlar, zehir tüten alevler, sivri buz dolu nehirler...

Bir aşık gibi nefesi kesilen Tanrı cehenneme olan hayranlığını hiç gizlememiş ama bir gün Tanrı ansızın sıkılıvermiş.

Hep aynı kemik eriten alevler, hep aynı uvuz dondurup cam gibi kıran soğuk rüzgarlar... Bu vahşi güzelliğe karşı ilgisini yitiren Tanrı cehenneme ters olan cenneti yaratmış. Öyle bir coşkuyla yaratmış ki, cehenneme ilk zamanlar duyduğu hayranlığın daha büyüğü yüreğinde canlanmış.

Şifa akan nehirler, her bir dalında farklı meyveleri olan ağaçlar, en güzel çiçekten bile daha güzel kokan rüzgarlar...

Cehennem ve cennet.

Tanrı, birbirine zıt iki yeri böylesine mükemmel yarattığı için kendiyle gurur duyuyormuş ama cennetin bu görkemine olan hayranlığını daha fazla gizleyememiş.

Cehennem, cenneti öğrendiğinde önce bir şey hissetmemiş. Hâlâ Tanrı'nın favorisi olduğunu düşünüyor ama yanılıyormuş çünkü Tanrının sonsuz gözlerinin her biri artık cenneti izler haldeymiş.

Cehennem bunu fark ettiğinde çok üzülmüş, çok kırılmış. Tanrı'nın dikkatini çekmek için alevden, zehirden, soğuktan ve acıdan çeşit çeşit varlık yaratmaya başlamış.

Yaratmış, yaratmış ve yaratmış.

Artık cehennemde yaşayan şeytanlar, iblisler, cinler, canavarlar, cadılar ve daha nicesi varmış ama durum hayal ettiği gibi olmamış.

Cehennem çocuklarını çok sevmiş. O kadar çok sevmiş ki artık Tanrı'nın sevgisini ve gözlerinin ilgisini aramaz olmuş. Her bir çocuğunu diğerinden sakınır ve hepsine ilgiyle yaklaşırmış.

Fakat cennet, cehennemden üstündür.

En azından cennet böyle düşündüğünden bu aşağılık yaratıkları Tanrı'ya şikayet etmiş. Cennet de kendi çocuklarını doğurmak istemiş ama Tanrı'nın gözleri sürekli üstünde olduğu için buna cesaret edememiş.

Tanrı, asırlar sonra dönüp ilk kez cehenneme baktığında gördükleri hiç ama hiç hoşuna gitmemiş. Yaratmak tek ona mahsusmuş ve cehennem bunu inkar ediyormuş.

Ve cennet ise Tanrı'nın cehhenneme olan hiddetinden fırsat bulup kendi çocuklarını yaratmaya başlamış. Çünkü cennet, cennet olsa da güzelliklerle dolup taşsa da her iyiliğin içinde bir kötülük ve her kötülüğün içinde de bir iyilik varmış.

Cennet artık melekler, koruyucular, hayvanlar, şifacılar, kahinler ve birçok varlık ile dolup taşmış.

Tanrı ise bu sırada cehennemi yakıp yıkmak ile meşgul olduğu için olan biteni fark etmemiş. Azapla dolu olan cehenneme en büyük işkenceyi tattırmış ve cehennemden çocuklarını koparıp almış. Bir an olsun geri adım atmamış, tereddüt etmemiş.

Çocuklarının yokluğu ile kahrolan cehennem alevlerini söndürmüş ve buzlarını eritmiş. Biricik çocukları ise boşlukta süzülen bir gezegene hapsolmuş. Tanrı'dan duyduğuna göre çocukları orada yaşarken güçlerinin bir kısmını kullanamayacaklarmış. Hayatta kalabileceklerse zekalarını konuşturmaları gerekiyormuş. Ve Tanrı gülerek cehenneme demiş ki, umarım onları güçlü yarattığın kadar zeki de yaratmışşındır ki bu işkence hak ettiğin gibi uzun sürsün.

Cehennem Tanrı'dan bunları dinlerken ağlamamış ama ölü bir diyar gibi kor bile tutuşturamamış. Cehennem tüm ateşini kaybetmiş.

Tanrı, yaptıklarından memnun asırlar sonra cennete baktığında cehenneme olan hiddetinin aynısı tekrar canlanmış.

Cennet sanmış ki: Ne yaparsa yapsın o Tanrı'nın biriciği olacak.

Tanrı sonsuz ve yüce olabilir, aklınızın sınırlarının da ötesinde gücü ve kudreti olabilir ama nasıl cehhennemin içinde bir iyilik, cennetin içinde bir kötülük varsa Tanrı'nın da bir kusuru varmış.

Kibirliymiş.

Cennet yanılmış ve bir hataya düşmüş. Cehhennemin başına gelen onun da kaderi olmuş.

Çocukları artık erişemeyecekleri, müdahale edemeyecekleri kadar uzak bir diyarda yaşıyormuş. Öldüklerinde bile kavuşamasınlar diye Tanrı arafı yaratmış.

Ve masal yine şöyle anlatılır ki: Cadılar, cehennemin çocukları olup aslında başlarının iki yanında şeytan boynuzları olan tek yaratıklarmış. Ve masal yine şöyle der ki: Eğer bir gün cehennem çocuklarına ulaşabilirse ilk önce cadılara güçlerini geri verirmiş. Çünkü hepsinde Tanrı'nın bile ayağını devirebilecek güç varmış.

Ve eğer bir gün, bir cadının boynuzlarını görürseniz bilin ki o gün kıyamet kopacakmış.

Bu benim ve annemin en sevdiği masaldı. Satvir ise çocukken kahraman şövalyeler ve güzel prenseslerle dolu masallardan hoşlanırdı. Klasik Satvir... Şaşırmıyordum. Şu an bile şövalyeler ve güzel kadınlardan hoşlanıyordu.

Düşünceler okyanusunda uzun uzun yüzdüğümü fark etmemiş olmalıyım ki kulağıma gelen nehrin sesini daha yeni duyuyordum. Bu ses beni ayılttı ve duyularımın keskinleşmesine yardımcı oldu. Şimdi her bir parçam Keith'i nehir kenarında aramak ve bulmak için can atıyordu.

Keith'i görmek istiyorsanız nerede su akıyor veya dalgalanıyorsa oraya gitmeliydiniz. Nehirler, okyanuslar, dereler ve denizler Keith'in eviydi. Yani sahip olduğu ve kalan son eviydi.

Tanrı'nın cehenneme olan hiddeti gibi bir coşkuyla akan nehir gözüme ilişince gözlerim bir insan sureti aradı ve aradığını bulunca ise ayaklarım beni oraya yöneltmeye başladı.

Bembeyaz saçlar ve saçları ile resmen aynı renk bir ten...

Uzaktan görsem tanıyı hemen koyar ve bu kişinin öldüğünü düşünürdüm. Yerde hareketsiz uzanıyor, bir kar birikintisi gibi görünüyordu. Çamursuz ve lekesiz...

Yaklaşmaya devam ettikçe kırmızı dudaklarını fark ettim. Çalılarda yetişen meyvelerden yemiş olmalı ki dudakları olduğundan daha canlıydı. Burada ne kadar vakit geçirdiğini merak ettim. En son ne zaman doğru dürüst yemek yemişti acaba?

Ona her imkanı veriyordum. Kafasını sokacak bir ev ve karnını doyurabileceği bir dolap. Keith sanki ben ona bunları sunmuyormuşum gibi sürekli bu nehirde takılıyor ormanda bulduğu meyveleri yiyordu.

Onu sürekli akşam yemeklerine davet ediyor ve evinde uyuması için ikna etmeye çalışıyordum. Şu ana kadar bunu birkaç kez başarabilmiştim. Nasıl yaptığımı bilmiyordum ama ne zaman ona verdiklerimi kabul etse o gece, en güzel rüyaları görerek uyuyordum.

Keşke her gece beni öyle uyutsaydı.Bunun imkansız isteklerimden biri olduğunu biliyordum.

Keith'e yaklaşırken beyaz saçlarının ıslak olduğunu fark ettim. Sanırım birileri buz gibi nehirde duşunu almıştı.

Yve Krallığı'nın bir komşu ülkesi vardı ve bu komşu ülkenin sınırlarını çizen o şehir ise benim şehrimdi.

Kendi kendime 'komşu' kelimesine göz devirdim. Miâle Krallığı ve Yve Krallığı tarihin bunca zamanı boyunca bırakın komşu olmayı anlaşabildikleri bir konu dahi yoktu.

Zhewin şehri, benim şehrim, ise onların uzun süren ego savaşlarının bir oyuncağı olmuş olup bu şehri kendi ülkesine katmayı başarabilen Miâle Krallığı olmuştu.

Uyku öncesi masallar gibi bir efsane aynı şöyle söylerdi: Yve Krallığının uçsuz bucaksız ve kutsal sularında eşsiz yaratıklar yaşarmış. Bu yaratıklar, yakınlarında yaşayan her bir canlıyı korur, gözetir ve onlara fısıldarlarmış.

Fısıldadıkları kısmı bilemem ama ilginç canlılar yaşadığı kısmının doğru olduğunu Keith sayesinde biliyordum. Bana bir zamanlar ülkesindeyken tanıştığı birkaç deniz yaratığından birlikte yediğimiz bir akşam yemeğinde bahsetmişti.

Ve efsane yine şöyle söylüyordu ki: Bu kutsal sular, Zhewin'e kadar uzanır ve orada son bulurmuş.

Neden Yve ve Miâle bunca asır anlaşamıyorlar, anlıyordum. Ego savaşları ve kutsal yerlere sahip olma arzusu...

Ve neden Keith sürekli nehir kenarlarındaydı onu da anlıyordum. Bana suyun sesinin ona ülkesindeymiş gibi hissettirdiğini söylediğinde aslında onu her zaman, nerede bulacağımın ipucunu bana vermiş bulunmuştu. Bunu bana isteyerek söylediğini ve benim bunu anlayacağımı biliyordu.

Zekiydi. Tanıdığım tüm erkeklerden daha zekiydi.

Bunu düşündüğümü bilse Satvir'in bana alınacağını düşünmüyordum. Keith'ten hoşlanmasa da içten içe ona saygı duyduğunu görebiliyordum.

Şekil değiştirenlerin ana vatanı Miâle Krallığının sürgün edilen veliaht prensi, Keith.

Ülkesinden uzak bu şehirde, ülkesine ait bu nehrin sesini dinlemek onun için çok acı verici olmalıydı.

Onu ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım asla anlayamayacağımı biliyordum. Bana sadık bir ırkım, şehrim ve bir meclisim vardı. Ve eminim ki bir gün sürgün edilecek olsam tereddüt dahi etmeden hepsi benimle sürgüne gelirdi, kovulmamış olsalar bile.

Cadılar en sadık ırktır ama sadece kendilerinden olana.

Bu bizim hem en iyi hem en kötü özelliğimizdi.

Keith, geldiğimi fark etti, biliyordum. Onun hareketlerini o kadar uzun süre izledim ki ne düşündüğünü duyuyor ve ne yapacağını önceden anlayabiliyordum.

Gözlerini açmadı ve uzanmaya devam etti. Başka zaman olsa bunu kabalık olarak kabul edebilir ve bu konu hakkında gün doğana kadar konuşup onu benimle yemek yemesi ve yatağında uyuması için ikna etmeye çalışabilirdim ama

şu an bunları yapmak için vaktim yoktu. Sanırım bir daha olmayacaktı. İtiraf etmek istemesem de tüm gün evrak işleri, cadıların sorunları, eğitimleri, erzak ve ticaret ile o kadar meşgul oluyordum ki Keith'in yanına gün sonu geldiğimde aklıma gelen her şeyden boş boş bahsetmek zihnimi rahatlatıyordu.

Keith iyi bir dinleyiciydi ama ben iyi bir konuşmacı değildim. Kafasını siktiğimi bilsem de bir an olsun bundan şikayet etmemişti. Hatta bazen bana eşlik ettiği olurdu ki en sevdiğim anlar, o anlardı.

Bende yüz üstü olacak şekilde yanına uzandım ve ellerimi çenemin altında birleştirip yüzüne tepeden bakmaya başladım.

Yakışıklıydı.

Bembeyaz saçlar, yemyeşil gözler ve ilahi kırmızı dudaklar. Doğduğundan beri sahip olduğu yüz bu muydu bilmiyordum ama kesinlikle dehşet bir şey olduğunun farkındaydım. Onu yakışıklı bulduğumu biliyor muydu acaba?

Ben hâlâ yüzünü ve tek bir kusuru bile olmayan tenini izlerken Keith gözlerini açmadı. Nefesleri çok düzenli olup dudaklarıma çarpıyordu. Benim nefesinin de ona çarptığının farkındaydım ama bundan rahatsız olur gibi bir yanı yoktu.

"Bu kadar yakışıklı birine göre fazla aptalsın." diye fısıldadım aramızdaki sessizliği en sonunda bozarak. "Saatin kaç olduğundan haberin yok mu, Keith?"

Dudakları gülümser gibi kıpırdadı ama gözlerimin bir hayali de olabilirdi çünkü hemen eski ölü haline geri döndü. "Yine kafanı dağıtmaya mı geldin?"

Nehrin gürültülü dalgalarından mıdır bilinmez sesi kutsal bir melodi gibiydi yada başkent konusu kafamı çok yorduğu için sesinin ilahi tonu bana oynanan bir oyundan ibaretti.

"Sanki beni beklemiyordun." dedim tripli bir ses tonuyla. Bu cümlem onu güldürdü ve burnundan verdiği nefes anlık olarak suratıma çarptı. Dudaklarının kıvrılıp yerini sakin bir tebessüme bırakışını sahneye en yakın koltuktan izledim. Hayranlık uyandırıcıydı.

"Aslında bu gece geç bile kaldın." diye cevap verdi bana. Gözleri hâlâ kapalıydı. "Hatta beni unuttuğunu düşündüm, biliyor musun?"

"Bu imkansız."

"O zaman nerede kaldınız, leydim?"

Kim olduğu önemsiz herhangi genç aşıklar gibi nehir kenarında uzanırken yaşadığımız evrende, iki büyük ülkenin varisleriydik.

Ülkesinden, tahtından ve tacından sürgün edilmiş bir veliaht ile kimsenin gerçek ünvanını bile bilmediği piç bir prenses.

Başarabilirsem tarihi değiştirebilecek olan iki figürdük.

Başarabilirsem.

"Kral beni başkente çağırdı."

Konuyu uzatmadan pat diye söylediğim için yeşil gözleri birden açıldı ve tepesinde ve zaten onu izleyen kızıl-kahve gözlerimle birleşti. Bu birleşmeden memnun suratını izlemeye devam ettim. Pek bir mimik okunmasa da cümleme devam ederken yüzünü izlemeye de devam ediyordum. "Ülkede yaşayan her ırkın varislerini çağırmış."

Dudaklarında yaşayan sakin tebessüm artık yerini hissiz bir adaya bırakmıştı. Kimsenin yaşamadığı zaten yaşanacak imkanların olmadığı bir adaya.

"Gidiyor musun?" diye sordu sadece. 'Neden' veya 'niye' diye sormadı. İlk önceliğinin bu soru olması karşısında anlık suratına aval aval bakıverdim.

"Pek bir seçim şansım olduğunu söyleyemem. Başkente gidene kadar bana ve ve yanımda götüreceğim birkaç kişilik meclisime göz kulak olacak şövalyeler de yollamış." Dedim kendimi toparlayarak. "Çok düşünceli."

"Şövalyeler mi?" Sesi alaylı, dudakları ise dalga geçercesine bükülmüştü. Yeşil gözleri konuşurken kısıldı ama tekrar kapalı tutarak beni renginden mahrum etmedi. "Şu trollerden evrilme insana benzeyen ama kas gücü olan ırk mı?"

"Neden şövalye gibi romantik isimleri var bilmiyorum." dedim birbirimizin gözlerini izlerken. Ben onun yeşil çimenlerinde yuvarlandığımı hissederken eminim onun şu an gördüğü şey benim gözlerim değildi.

Düşünüyordu.

Düşünmesine izin verip bir süre sessiz kaldım. O süre zarfında ise çenemin altına koyduğum kollarım uyuştuğu için kendimi Keith'in hemen yanına attım ve onun gibi uzanarak gökyüzüne baktım.

Yakında dolunay için ayinlerimiz olacaktı ama bunu düzenlemek ve yönetmek için burada olamayacaktım.

Sanki... sanki bu şehirden gittiğimde bir daha geri dönemeyecekmişim gibi hissediyordum yada belki dönerdim ama şu an uzanıp nehrin kutsal sesleri arasında gökyüzüne bakan o kız geri dönmezdi.

Belki şu an yanında uzandığım bu çocuk da geri dönmezdi.

"Ne zaman?" diye sordu sakince. Aramıza birkaç dakikalık sessizliği sokmamış gibi. "Ne zaman gideceksin?"

"Güneş doğacak." Fısıldayarak ellerimi gökyüzüne kaldırdım ve ikimizin görüş açısına sokarak doğudan batıya doğru bir işaret çizdim. "Ve battığı zaman ben yola çıkmış olacağım."

"Geri dönecek misin?"

"Bilmiyorum, Keith." dedim dürüstçe. Sanırım bu, bu gece en dürüst olduğum anlardan biriydi.

Benden bu cevabı beklemiyor olacak ki aniden sessizleşti ve uzandığı yerden kalkıp tepemde bir ay gibi yükseldi. Şimdi kolları başımın her iki yanında duruyordu.

"Bilmiyorum da ne demek?" diye sordu. Gözlerimi gözlerine kilitledim ve bir süre sessiz kaldım. Benim sessizce onu izlediğimi görünce bedenini kaldıran ellerinden birini çeneme koydu ve ona daha çok odaklanmamı sağladı. Dudaklarımdan bir cevap almadan durmayacağı belliydi. "Neden varisleri çağırdı, Léane?"

"Bunu da bilmiyorum."

"Bunu da bilmiyorsun demek." dedi kendi kendine fısıldayarak çünkü dudaklarını izlemesem nehrin canlı suyundan ne dediğini anlamıyor olacaktım. Farkında mıydı bilmiyordum ama şu an baş parmağı ile çenemde daireler çiziyor ve okşuyordu. Hoşuma gitmediğini söyleyemezdim. "Bildiğin bir şey var mı peki?"

Belki de öylesine sorduğu bir soruydu ama şu an en duymak istediğim soru olduğu için balıklama atladım. Hevesle, "Evet." dedim.

"Neymiş?"

"Benimle gelmeni istiyorum." Çenemi naif hareketler ile seven parmağı durdu ve gözleri gözlerime odaklanıverdi. "Bunu istediğimi biliyorum."

"Léane."

"Gelmek zorunda değilsin. Ben... seni anlıyorum. Burada istediğin kadar kalabilirsin. Senin için ayrı bir çatım vardı ve hep olacak." Diyerek konuşmaya başladım. "Ben sadece gerginim, Keith. 3 senenin ardından annemi göreceğim."

"Léane." dedi tekrar ama ben ona kulak asmayıp konuşmaya devam ettim.

"Tüm bu sorumluluğun ardından belki daha büyük bir sorumluluğu omuzlarıma almaya gideceğim ve bunun belirsizliği beni çok yoruyor. Ruhum yanında dinlendiği için... Bencilce biliyorum ama benim için... benim için kendi ülkenin düşman krallığının inine gelmeni istiyorum." Yanaklarım... lanet olası yanaklarım şu an yanıyordu. "Mecbur değilsin, seçim sana ait. Sadece bil ki gelirsen... ben kendimi daha güvende hissedeceğim."

Kendimden nefret etmeye başlamak istemiyordum.

"Léane." Ağzından iki defa üst üste ismim dökülmüştü ama bu üçüncü söyleyişi beni durdurdu. Diğer iki seferde olmayan öyle bir şefkatle ismimi zikretti ki tam kafasının üstünde parlayan ay ışığı gibi titredim.

Eli tekrar çenemi okşamaya başlamış ve aklımı başımdan almıştı. Şu an sadece kendimin ve nehirin nefes seslerini duyuyordum.

"Sana değer veriyorum Léane. Emin ol gördüğün ve sandığından daha çok değer veriyorum ama benden istediğin bu şey... Sen uykuya dalmadan önce sana cevabımın ne olduğunu söyleyeceğim. Şimdi odana git ve güzelce dinlen olur mu? Sabah erkenden yapman gereken işlerin olduğunu biliyorum." Burnuma işaret parmağı ile küçük bir fiske vurup üstümden çekildi. "Ve bunun için enerjiye ihtiyacın olduğunu da biliyorum."

"Ben..." diye başladım cümleme ama devamının gelmeyeceğini anlayıp sustum. Onu ikna etmeyi başarıp başaramadığımı merak ediyor ve bir an önce odama gidip cevabını beklemek istiyordum. Lanet olası bir uykuya ihtiyacım yoktu. Gitmeden önce halletmem gereken bir ton evrak işleri ve şehir planlamaları vardı.

Bu gece bana uyku yoktu ve Keith bunu iyi bilmesine rağmen beni yanından gönderiyordu. Yalnız kalmak istiyordu. Bu sefer onu odasında kalması için zorlamadım çünkü daha rahat düşünmesi için gereken ortamın 4 duvar arası olmadığını biliyordum.

Yavaşça uzandığım yerden kalktım ve yerde oturan Keith'i bir süre izledim. Güzel yeşil gözleri benim değil suyun üzerinde yüzen yıldız ışığı yansımalarındaydı.

"O zaman ben gideyim?"

"Lütfen dinlen, Léane. Sana bir mektup gönderirim."

Yavaşça onu onaylayan bir şeyler mırıldandım ve ardından ona son kez bakıp geldiğim yoldan geri döndüm. Kalbim göğüs kafesimin içinde sakin değildi ve midem her an kusacakmışım gibi ağrıyordu.

Nehir kenarına gelirken evlerde yanan birkaç mum ışığı da sönmüş yolumu aydınlatan ay ışığına muhtaç olmuştum.

Yürüdüm, yürüdüm...

Bir ara kalbimin sancısı ile midemin ağrısından duramaz hale geldim. Ağaçlar dönüyor, içim daralıyor ve başım çatlıyordu. Yakınımda olan bir ağaca yaslanıp kustuğumu ve biraz dinlenip yoluma devam ettiğimi hatırlıyordum.

Şimdi ise şehrimizin ana binasına gelmiş ve odama giden merdivenleri tırmanıyordum. Ağzımdaki iğrenç tat yol boyunca daha çok midem bulansın diye uğraşsa da bu sefer kusmamayı başarmıştım.

Merdivenleri bitirip koridorun en sonundaki odaya vardığımda gözüm hiçbir şey görmeden kendimi banyoma atmış ve yerde bir süre oturmuştum.

Kendimden nefret etmek istemiyordum.

Aklımdaki tek düşünce bu ve Keith'ti.

Annem onca sorumluluğu küçücük omuzlarıma bırakıp gittiğinde sadece 16 yaşındaydım. Keith ile tanışıp onu kurtardığımda da 16 yaşındaydım. Şimdi ise 19 yaşında genç bir kızdım ama kendimi annemden bile yaşlı hissediyordum.

Ne kadar süredir orada olduğunu ve beni izlediğini bilmiyordum ama "Bir mektubun var." dedi Satvir. Açık banyo kapısının önünde durup sakince suratıma baktı ve elindeki beyaz zarfı bana uzattı. Uyumadığını ve mağaradan döndüğümüzden beri beni beklediğini biliyordum. Mektubu da Keith'ten teslim almış olmalıydı.

Ne kadar süre banyoda bu halde oturduğumu yada odama gelmenin ne kadar sürdüğünü merak ettim. Kustuğum o ağaç kenarında farkında olmadan o kadar çok mu vakit geçirmiştim?

Zaman algım Keith'in yanından ayrıldığım an bozulmuştu. Bozulan tek şey zaman algım değildi, onunla birlikte kalbim ve midem de iyi değildi.

Keith'in saç ve ten rengiyle aynı mektubu görünce sanki elimdeki hançeri ona saplanmışım da birden o beyaz sayfa kırmızıya bulanacak diye korktum ve uzanırken ellerim titredi.

Satvir'in bunu fark ettiğini biliyordum.

Yavaşça zarfı yırttım ve içindeki kağıda ulaştım. Okumadan önce, en azından okuyacak cesareti bulmadan önce, kağıdı inceledim. Sürekli elinde çevirmiş ve durup düşünmüş olmalı ki kağıdın kenarları yıpranmış artık kopma derecesine gelmişti ama yazı hâlâ mükemmel bir el yazısıydı.

'Arafa kadar peşindeyim.'

Aniden tekrar gelen mide bulantısı ile kağıdı elimden düşürüp iki elimle de yüzümü kapattım ve sakinleşmeyi bekledim.

Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver.

Lanet midem, lanet kalbim.

"Ondan hoşlanıyorsun." Dedi Satvir sakince. Ben bu durumdayken söylediği şey gülünç olsa da söylemek istediğinin bu olmadığını biliyordum. Ne söylemek istediğini biliyordum.

"Arkadaşça bir hoşlantı yada bilmiyorum çocukluk aşkı?" Ellerim yüzümde olduğundan sesim boğuktu ama beni anladığını biliyordum. "Artık ne olduğunun bir önemi yok."

"Neden?"

"Çünkü ona çoktan ihanet ettim."

🪷

Loading...
0%