@miadarknesss
|
Mistik dünyanın en uçsuz bucaksız zamanına hoş geldiniz. Doğduğum andan beri bazı şeylerin en tehlikeli olduğu zamanın bu zaman olduğunu görmüş ve savaşların bitmek bilmeyen en ölümcül olduğu zaman. Tüm vadiden korunarak ve on yedi yaşıma dek saraydan hiç çıkmamış ve içeriye kimse alınmamıştı bu zamana kadar. Anneme göre herkes beni öldürmenin peşindeydi, bir de bunun neden istediklerini bana söyleseydi daha açıklayıcı ve anlaşılır olabilirdi. Zayıftım, bedenim bir savaşa hazır değildi. On yedi yaşındaydım ve hala büyü yapamıyordum. Yüce Bilge'nin dediğine göre psikolojik bir etkeni varmış ama bana bunu nasıl düzelteceğime dair bir bilgi dahi vermedi. Zaman. Sadece zaman gerekiyormuş. Saraydaki hizmetliler bile benimle dalga geçme hakkını kendilerinde bulabiliyorlardı. Aralarında sihir yapamadığıma dair devamlı benim hakkımda dedikodu yaparlarken onları duyabiliyordum. Halim oldukça gülünçtü. Kraliçenin taht varisi daha ülkesini korumaktan aciz sihir yapamayan bir kaltaktı onlara göre, ve bende bu düşünceleri onların beyinlerini kafalarının içinde patlatma isteği uyandırıyordu. Bazen diyorum ki, iyi ki sihirlerim yok. Yeryüzündeki insanlar nasıl hissediyor, hayatlarını nasıl geçiriyorlar bilebiliyorum. Aslında bu, hiç de kötü değildi. Tek sorun herhangi bir savaş esnasında öteki tarafa tek çırpıda gidebileceğim ve vadiyi koruyamayacağımdı. Onun dışında hiç de bir problem yoktu. Oku yayda iyice gerdim ve hedefi tam ortadan vurdum. Yayın fırlayışıyla yarattığı ufak esinti saç tutamlarımın havalanmasına sebep oldu. Ok talimi yapmaktan kollarım ve sırtım iyice ağrımaya başlamıştı. Çevremde beni ayakta bekleyen askerlerin hareketsiz bir şekilde beklemeleri ve izlemeleri belki de içlerinden sövmeleri biraz kanıma dokunuyor olabilirdi. Bu onların görevi diye kendime hatırlattım. Sihrim olmadığından dolayı kendimi koruyamayacağımı düşünen annem 'ki bu doğru' bana bir sürü asker tahsis etmişti. Asla dışarıya çıkamamış biri olarak sarayın içinde beni kimden ve neyden koruduklarını dahi bilmiyordum. Dışarı çıksam da halkım beni tanımazdı bile! Çünkü beni hiç görmediler. Bunun yanı sıra kimse halkını koruyamayacak bir kraliçe istemezdi. Kraliçe Sara, Harvey Vadisinin en iyi koruyucusuydu. Gelmiş geçmiş en güçlü Kraliçe oydu. Büyükbabam ben daha bebekkenToros savaşında hayatını kaybettikten sonra tahta annem Sara geçmişti. Annemden sonra ise tahta geçebilecek tek varis bendim. Annem hiç evlilik yapmamıştı, geçirdiği tüm hayatını ben ve vadiye adamıştı bu yüzden sadece ben vardım. Güçleri bile olmayan, daha kendini bile korumaktan aciz olan Prenses Alin... Bir ok daha aldım ve yaya geçirdim. Hedefe odaklanırken kollarım titriyordum. Artık talim yapmaktan bitkin düşmüştüm. Söylentiye göre babam bir insanmış, annem asla babamdan söz etmediği için duyduklarımla yetiniyordum. Bir kez babamı sormaya kalktığımda büyüyle beni susturmayı başarmıştı. Büyükbabam da beni hiç sevmemiş. Bir insan olduğum ve güçlerimin olmaması onun için bir utanç kaynağıymış. Büyükbabam hakkında pek bir şey bilmiyordum tek bildiğim halkın bile büyükbabamdan çok korktuğuydu. Halk tarafından 'Zalim Rik' diye anılırdı. "Daha fazla ger." diyen komutana öfkeyle baktım. Bir insanı eğitiyor olmak onun için utanç kaynağı olmalı ama unutmasın ki ben bir Prensestim ve tüm emirlerim yerine getirilmek zorundaydı. Şımarık bir prenses gibi davranmak istemesem de bazen canımı çok sıkıyorlardı. Beni bu kadar zorlamaları yeterince sinirlendiriyordu. Kaşım istemsizce kalktı okun ucunu ona doğru doğrulttum "Prenses, kendinize gelin." diye söylenirken "Benimle olan konuşmalarına dikkat etmezsen eğer seni idam etmekten hiç çekinmem Komutan." Önümde diz çöküp başını yere eğdi. "Özür dilerim Prenses, haddimi aşmak istemedim." diye kekeledi. "Ben sizi sadece daha iyi eğitmek için..." "Kes. Bugünlük bu kadar yeter. Yeterince yoruldum." dedim. Yayla oku yere attım. Rahatlamak ve dinlenirken bitki çayı içmek istiyordum. Muhafızları yararak saraya doğru ilerledim. Merdivenleri zor bela çıktığımda kapı açıldı neredeyse Klasrum'a çarpıyordum. Klasrum, sarayımızın yüce bilgesiydi kısacası şifacı ve danışman olan bir saray mensubuydu. "Prenses Alin! Dersiniz bitti mi?" onu başımla onayladım. Büyü derslerimden sorumluydu. Başımı dik tutarak "Müsaadenizle dinlenmek istiyorum Yüce Bilge." dedim. Yanından geçip gitmeye hazırlanırken bana engel oldu. "Üzgünüm Prenses, Kraliçe sizi bekliyor." diyerek önümde hafif eğilerek eliyle yolu işaret etti. Derin bir iç çekerek mecburen Kraliyet salonuna doğru ilerledim. Taht salonuna girdiğimde odanın aydınlığı her zamanki gibi yine gözümü aldı. Bu salonu bu kadar beyaz yapmaya gerek var mıydı? Beyaz mermerler ve gold detaylarıyla oldukça şık bir salondu. Benim için fazla beyazdı diye düşünmeden kendimi alamadım. Annem tahtında oturmuş düşünceli bir şekilde yere bakıyordu. Her zamanki güzelliği ve asaletiyle yine harika görünüyordu. Sarı saçlarının üstünde ışıl ışıl parıldayan kristal tacı ve kabarık elbisesiyle adeta göz alıyordu ama ters giden bir şey olmalıydı. Sanki bir şey olmuştu ve o da düşüncelerinin arasında kararsız kalmıştı. Onu hiç bu kadar durgun görmemiştim. Genelde sinirli, kaşları çatık dururdu. Hatta o kadar çok çatık duruyordu ki artık iki kaşının ortasında derin çizikler oluşmuştu ve kaşlarını çatmasa bile çatık duruyordu. Ama şimdi o derin çizgiler bile gerginliğine ayak uydurmuştu. Önünde durup eğilerek selam verdim. Başımı kaldırdığımda annem daldığı düşüncelerden arınarak bana gülümsedi. "Beni çağırmışsın anne." Bana uzun bir süre baktı. Sanki hala karar aşamasındaymış gibi duruyordu. "Benim güzel kızım, derslerini bu sıralar aksattığını duydum." dediğinde kesinlikle problemin bu olmadığını hissediyordum ama o konuya nasıl gireceğini bilemiyormuş gibi bana derslerimden bahsetmişti. Merakla asıl konuya girmesini bekledim. "Küçüklüğümden beri yaptığım şeyler, hocamdan bile daha iyi atış yapıyorum. Her gün aynı şeyleri yapmaktan çok sıkıldım. Dersler artık beni çok yoruyor." Annem ayağa kalktı ve taht merdivenlerinden yavaşça inerek önümde durdu. Bense bana söyleyeceklerini büyük bir sabır ve mimiksiz bir şekilde bekliyordum. "Alin!" elleriyle omuzlarımı tuttu ve devam etti. "Ne olursa olsun, derslerini hiçbir şekilde aksatmanı istemiyorum. Bir prensese yaraşır şekilde hareket etmelisin. Ayrıca güçlerin olmadığı için bir çok fiziksel aktivitede iyi olmalısın. Beni anlıyorsun değil mi?" Bir sorudan çok emirdi aslında söyledikleri. Her zamanki gibi sorgusuz sualsiz dedikleri dışına çıkmamı istemiyordu. "Evet, majesteleri." ellerini omuzlarımdan aşağı kaydırarak çekti. "Şimdi, asıl söylemem gereken şeye geçelim." işte geliyor. "Artık on sekizine giriyorsun Alin, bu yüzden güzel bir balo gecesi düzenleyeceğim. Aslında ben hala böyle bir şeye karşıyım sonuçta tehlikeli ama Yüce Bilge artık büyüdüğün konusunda beni ikna etmeyi başardı. Tek bir gece dahi olsa kraliyetin kapılarını açacağız. Hiç hemen sevinme, sadece bir gece." Kulaklarım doğru mu duyuyordu? Annem bu söylediklerinde gerçekten ciddiyse bir gece de olsa esaret bitiyor muydu? Mutluluğum yüzüme yansıdı resmen, annem durdu ve bana baktı. Kocaman bir gülümsemeyle anneme sıkıca sarıldım. "Seni çok seviyorum anne." dedim onu kucaklarken. "Çok teşekkür ederim, çok ama çook teşekkür ederim." "Alin." dedi uyarıcı bir tonda "Sakın ama sakın asla sarayın dışına çıkmayacaksın. Halkımız baloya gelecek ve bir sonraki gün her şey eskisi gibi geri düzenine dönecek. Bir gece, sadece bir gece o kadar." Onu başımla onayladım. "Sana söz veriyorum, dediklerinin dışına çıkmayacağım. Benim için bu doğum günü çok önemliydi anne, sana çok teşekkür ederim. Bir gece de olsa bu bana yeter." Bir gece bile olsa hiç görmediğim onların da beni görmediği halkımı görecektim. Kraliyetin kapıları ben doğdum doğalı kapalıydı ve ilk defa on sekiz yaşım için geri açılacaktı. Artık tamamen tahtın varisi olacaktım. On sekizini doldurmayan kimse tahta geçemezdi. Tabi halk gücü olmayan Vadiyi koruyamayacak birinin asla başa geçmesini istemezdi. Ben bir ucubeydim. Bir insan kanı taşıyordum. Vadiyi yönetecek hakkım yoktu. O yüzden annem olmazsa eğer halk benim tahta çıkmamam için her şeyi yapardı. Harvey Vadisini koruyabilecek ne güçlerim ne de halkın karşısına çıkabilecek cesaretim vardı. İnsan olduğum için beni küçük gören halkım beni hiç ama hiç sevmiyordu. Beni tanımıyorlardı ama kulaktan dolma bilgilerle ve annemin beni hiç kimseye göstermemesi onların kendi uydurma şeylerine inanmalarına neden oluyordu. Onları suçlayamazdım. Bir insandım ve güçsüzdüm. Beni sevmemeleri normaldi. Saraydaki hizmetliler bile benimle dalga geçebilecek cesareti kendilerinde buluyorlardı. Ama tek bir kelimemle ölebileceklerinin de farkındaydılar bu yüzden sadece arkamdan konuşup dalga geçmekle yetiniyorladı. Taht odasının kapısı çaldı. İçeriye Komutan Zalton ve oğlu Gölge girdi. Giydiği siyah zırh onu o kadar gösterişli ve bir o kadar da tehlikeli göstermişti ki gözlerimi ondan alamamıştım. Göz göze geldiğimizde bana olan o yumuşak gülümsemesini gösterdi. Gülünce o sert yüz ifadesi gidiyor, çocukken beraber güldüğümüz zamanlardaki minnak kahkahalarımız aklıma geliyordu. Şimdi ikimizde genç birer birey olmuştuk. O babasıyla birlikte kraliyetin ve benim güvenliğimden sorumluyken artık eskisi kadar vakit geçiremiyorduk. Saraydayken zaten güvendeydim bu yüzden babasıyla diğer işleri halletmek mecburiyetindeydi. Birbirimizi neredeyse hiç göremez olmuştuk. O sarayın dışına çıkabiliyordu ama ben buraya tıkılıp kalmıştım. "Ah! Zalton, gel lütfen." Kılıç eğitimimi veren Komutan Zalton, gösterişli aslan kürklü kıyafetiyle yanımızda durmuştu. Eli kılıcında eğilip selam verdiler. "Majesteleri." Annem selamlarını kabul ederek başıyla o meşhur hareketini yaptı. Annemin bu zarif görüntüsü beni büyülüyordu. Tabii gözlerinin arkasına sakladığı hüznü ben görebiliyordum. "Zalton, biliyorsun ki üç gün sonra Prenses Alin'in on sekizinci yaş günü, bu yüzden büyük bir tören düzenleyeceğiz. Güvenlik ile ilgilen tüm önlemleri almanı istiyorum. Senden, prensesin ve sarayın en iyi şekilde korunmasını sağlamanı istiyorum." annem oldukça ciddi bir şekilde gerginliğini göstere göstere Zalton'a emirlerini yine yağdırmıştı. Bana göre annem bazı şeyleri oldukça abartıyordu. "Majesteleri, gerçekten kraliyet kapılarının açılmasını mı emrediyorsunuz?" Zalton ve Gölge birbirine baktılar. Onlarda bu duyduklarına inanamamışlardı. "Majesteleri, bu çok tehlikeli. Prenses-" annem Zalton'un sözünü bitirmesine izin vermedi. "Karar çoktan verildi. Hazırlıklara başlanıldı. Siz de güvenliği halledin. Gölge, sen kızımın yanından bir saniye dahi olsa ayrılmayacaksın. Senin de tek görevin kızımı korumak olacak başka hiçbir şeyle ilgilenme." bu son emir en sevdiğim emir oldu. Çünkü bu Gölge ile daha fazla vakit geçireceğim anlamına geliyor. Gölge dizinin üzerine çöktü, kılıcını vurdu ve başını eğdi. "Emredersiniz majesteleri." ayağa kalktı ve gözlerimin içine baktı. Ona mutlu bir şekilde gülümsedim. Zalton bir adım öne gelip "Kraliçem bu doğru bir karar değil. Düşmanlarımız her yerde, bu Prenses için çok tehlikeli." Annem kaşlarını çattı. "Sen benim kararlarımı nasıl sorgularsın!" diye sesini yükseltti. Annem bazen beni gerçekten korkutuyordu. Komutan attığı adımı anında geri atarak başını eğdi. "Amacım size karşı gelmek değildi, ben sadece prenses için endişeleniyorum majesteleri." dedi. Oldukça kendinden emin bir şekilde öne çıkarken "Prenses'e hiçbir şey olmayacak bundan emin olabilirsiniz Majesteleri. Ben onu korurum." Gölge bana baktı ve minik bir göz kırptı. Annem "Buna hiç şüphem yok Gölge. Sana güveniyorum." dedi. Annem Gölge'yi severdi. Küçüklüğümüz hep birlikte geçmişti bizim. Bahçede birbirimizi kovaladığımız zamanlar, koca sarayda saklambaç oynayıp benim Gölge'yi bulamayıp ağladığım anlar, sonrasında ben ağlayınca gelip gözyaşlarımı silişleri. Ben ona tam o zaman aşık oldum. Göz yaşlarımı silip bana sarıldığı an alıp gitmişti kalbimi. Şu koca sarayda vakit geçirdiğim, gülüp eğlendiğim, üzüldüğüm de omzunda ağdığım kısacası her an yanımda o vardı. Belki ben onun için koruması gereken bir prenses, sahip çıkması gereken bir kardeş olarak görüyordu ama kendimi bildim bileli o benim için bunlardan çok daha fazlasıydı. O benim için arkadaştan çok daha fazlasıydı. Annemin çevremde tek güvendiği kişinin o olması benim için nimet gibiydi. Beni neden bu kadar koruduklarını hiç anlamıyordum. Ama tek varis olmam ve güçlerim olmadığı için kendimi koruyamayacağımı düşündükleri için olduğunu söylüyorlardı. Büyü yapamıyordum ama fiziksel olarak çok iyiydim. Tabii bir büyücünün, cadının ve hatta 'Karanlık Orman' yaratıklarının karşısında kendimi nasıl savunabilirdim ki? Belki bir insanla kapışsam her halukarda yenerdim. İşte bu yüzden korunuyordum. Harvey Vadisinin tek varisi bendim. İnsan da olsam varistim. Annemden sonra tahta geçecek kişi bendim. Bunu kimse değiştiremezdi. Komutan Zalton kılıcını sıkmaktan elleri bembeyaz olmuştu. "Güvenliği en iyi şekilde sağlayacağım majesteleri, Prenses için en iyi önlemleri alacağım." dedikten sonra selam verip çıktı. Gölge gitmek istemezmiş gibi baktıktan sonra selam verip o da babasının peşinden gitti. "Anne." dedim. Annemin bir umut bana belki bir şeyler söyler umuduyla. Ama sonra vazgeçtim. "Başka bir şey yoksa ben de odama çekileyim. Bugün oldukça yoruldum." dedim. Bana döndü ve sıkıca sarıldı. Annemin o vanilya ve portakal çiçeği karışımı kokusu burnuma öyle bir doldu ki çekebildiğim kadar kokusunu içime çektim. "Her şey senin iyiliğin için, bunu sakın unutma Alin. Tamam mı?" tüm şefkatini kollarının arasında hissediyordum. Kısıtlayıcı ve fazla kuralcı olsa da o benim için en mükemmel annesiydi. Başımı göğsünden kaldırdım "Biliyorum anne." dedim ve gülümsedim. "İzninle." diyerek selam verdim ve odama dönmek için yavaş adımlarla ilerledim. Benden ne istiyorlardı? Güçleri dahi olmayan bir prensestim. İçimde benden daha fazlasını sakladıklarına dair şüphe vardı. Peki ya benim bilmediğim başka ne olabilirdi? Hayatım boyunca derslerimde ve annemin anlatımıyla 'Sisli Vadinin' düşman vadi olduğunu biliyordum. 'Karanlık Kan' denirdi onlar için. Soyları bu şekilde ayrılmıştır. Daha çok karanlık güçlerle uğraşan tehlikeli yaratıklarla işbirliği yapan Sisli Vadi geçmişten bu güne kadar hep bizim düşmanımızdı. Toros Savaşında yenildikten sonra sesleri kesilmiş ve bir daha ortalıkta kimse görmemişti onları ama annemin dediğine göre içimizde hala onların tarafta olan birileri olduğunu söyler. İçimizde casusları olduğundan emindi. Vadide gezip dolaşan, içimizde yaşayan düşmanlarımız. Annem neyden bu kadar korkuyordu? Tekrar bir savaş olabileceği için mi? Yoksa işin içinde başka bir şey mi vardı? Kafamın içinde o kadar çok soru işareti dönüp duruyordu ki hiçbirinin cevabı olmadan bir yolda sürüklenip gidiyordum. Sanki bilmediğim bir karanlığın içinde öyle bir çukura düşmüştüm ki çevremde kimse yoktu elini tutup bu çukurdan çıkabileceğim. Sahi benim yanımda kim vardı? Odama girip yatağıma attım kendimi. Şu koca odada vakit hiç geçmiyordu. Gözlerimi kapattım hayaller kurmak istedim bir anda açılan kapıyla gözlerimi açtım ve yatakta doğruldum. "Aliiiiiiin!" diyip odaya dalan Efi'yi görünce az da olsa yüzüm güldü. Evet en yakın dostlarım vardı. "Sana harika bir haberim vaaaar!" etrafında dönerken pembe elbisesinin etekleri havada uçuşuyordu. "Üç gün sonra sarayda balo düzenlenecek. İnanabiliyor musun? Yakışıklı beyefendi erkekler bol bol dans ve yiyecek. Mükemmel elbiseler...Sonunda hayallerimiz gerçek oluyor. Sonunda bir Saray balosu olacak." Kahkahalar atarken dönmeyi bıraktı ve sonra yana doğru sendeledi. Az daha düşecekti ama son anda kendini toparlayabildi. Onun bu haline kahkaha attım. "Eee, sen sevinmedin mi bu habere?" deyip yanıma geldi. Yatağa oturacakken sanırım hala başı dönüyor olmalıydı ki, yatağın ucuna oturacakken yine düşme tehlikesi atlattı. Onun bu haline kahkahalarla güldüm. "Söylesene ne oldu? Niye sevinmedin sen?" "Biliyorum çünkü." diye cevap verdim. "Heyecanlı değil misin?" omuz silktim. Heyecanlı değildim, neden bilmiyorum ama heyecanlı değildim. Çünkü günün sonunda her şey eskisi gibi normale dönecekti. On sekizime giriyordum, halkım beni görecek ve tanıyacaktı. Ve artık tahta geçebilecek yaştaydım. Gücü dahi olmayan bir varis. "Sence biri beni dansa kaldırır mı Alin?" "Neden kaldırmasın, senin gibi güzel bir hanımefendiyi beğenmeyecekler de kimi beğenecekler." dedim gülerek. Yüzündeki mutluluk belli oluyordu. "Bir içki mi içsek, bence bunu kutlamalıyız. Hera'ya söyleyeyim bizim için kaçırsın bir kaç tane. Güzel bir kızlar gecesi yapalım." "Harika bir fikir." Kapıya koşarak kapıda nöbet tutan muhafızlara "Bana Hera'yı çağırın." diye emir verdim. Sağda duran başıyla selam vererek harekete geçti. Beş dakika geçti geçmedi kapı çaldı. "Geeel." diye seslendim. Hera içeri girerek "Beni çağırmışsınız Majesteleri." dedi. "Bize içecek bir şeyler ayarlar mısın Hera bu gece kızlar gecesi düzenliyoruz." dedim. Efi ayağa kalktı ve "Bu gece kutlama yapıyoruuuuz. Kraliyet Kapıları sonunda açılıyor Hera, yıllar sonra bu sarayda bir balo veriliyor. O kadar heyecanlıyım ki Alin on sekizine giriyor ve artık bir kraliçe sayılıyor." "Efi, bir saraya iki kraliçe çok fazla." dedim uyarıcı tonda, çok da etki etmemiş gibi görünüyor. Kumral saçlarını savurdu. "Benim kraliçem sensin." dedi. "Annem bunu duymasın." dediğimde elini ağzına götürdü ve hayali fermuarını çekti. "Aman aman, benim kellem yerinde güzel." Hera kıkırdadı. "Biliyorum Majesteleri, mutfakta deli gibi bir hazırlık süreci başladı. Herkes ayakta arı gibi çalışıyoruz." dediğinde kaşlarım çatıldı. "Hera sen niye mutfakta çalışıyorsun?" diye sordum. "Yoğun bir çalışma olduğu için aşçı başı böyle emretti." dedi. "Sen benim yanımdasın Hera, senin ilgilenmen gereken tek şey benim. Bundan böyle mutfak işleriyle ilgilenmeyeceksin." Başını eğip "Emredersiniz prensesim." dedi. "Ben gidip içecek bir şeyler kaçırmaya bakayım. Biraz zor olacak ama deneyeceğim." Efi heyecanlı bir sesle "Hadi hadi biraz acele edelim." ellerini çırpıp durdu. Bu kız nasıl bu kadar enerjik olabiliyor hiç anlamıyorum. "İçmek için sabırsızlanıyorum." Çok geçmeden Hera içecekleri ve yanına biraz aperatif bir şeyler de getirdiğinde aşırı eğlenceli gecemize başlamıştık. Efi hiç durmadan sarayda kestiği yakışıklı çocuklardan bahsederken biz de onu hiç sıkılmadan dinlemiştik. Az da olsa kafamdaki o soru işaretlerini kendimden uzaklaştırabilmiştim. Deli gibi içtik, dans ettik, yatağımda zıplayıp yastık savaşı yaptık. En sonunda da yorgunluktan üçümüzde yatakta sızmıştık. ______ İşte o gün gelip çattı. Kraliyet kapıları bu gün açılıyordu. İçimde inanılmaz bir his vardı, heyecan mıydı yoksa korku mu? Karar vermiyordum. İçtiğimiz günden sonra inanılmaz bir iştah eksikliği yaşadım ve doğru düzgün hiçbir şey yemediğim için midem çok kötü bir şekilde bulanıyordu. Elbisemin korsesini sıkıca çekip bağlayan Hera ipleri geçirirken oldukça zorlandı. Nefes alamayacağım hale gelene kadar sıktı. Elimle karnımı tutarak "Daha fazla sıkarsan nefessiz kalıp ölücem." dedim. "Özür dilerim Majesteleri." diyerek artık sıkmayı bıraktı. Olduğu gibi korseyi bağladıktan sonra elbisenin üstünü ve alt kısmını da dikkatli bir şekilde giymeme yardımcı oldu. "Mutfakta sana iş veriyorlar mı?" diye sordum. Önüne gelen kıvırcık saçını üfleyerek itti ve başını kaldırdı. Bir yandan eteğimi düzeltirken bir yandan sorularımı cevaplıyordu. "Hayır, baş aşçı biraz söylendi ama sizin emriniz olduğu için bir şey söylemeye cesaret edemez." "Peki benim hakkımda söylenen bir şey var mı?" diye sordum. Efi kenarda makyajımı yapmak için beklerken sorduğum soruyla bana gözlerini dikmeye başladı. Çünkü hakkımda dönen dedikoduları bildiğimi biliyordu. Küstah bir şekilde hizmetçilerin bile benim arkamdan dedikodu yapma cüretini kendilerinde bulabiliyorlardı. Buna kafayı oldukça taktığımı da Efi biliyordu. "Sizin tahta geçmenizi istemiyorlar sadece başka bir şey yok." "Sanki hemen tahta geçecek. Kraliçe daha hayattayken tahta nasıl geçsin ki? Hem Prenses Alin'den daha iyi kim yönetecek vadiyi?" dediğinde kalbime bir yara açıldı sanki, evet güçlerim olsaydı belki iyi yönetebilirdim. Ama güç yoksa ülke savunmasız kalırdı. Halk huzursuz olurdu. Benim tahta geçmemdense savaş çıkarmayı tercih ederlerdi. "Buna hiç şüphe yok ama bir insan olduğu için halk tahta geçmesini istemiyor işte." dediğinde sonradan fark etmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı ve suçlulukla bana baktı. "Alin, özür dilerim ben öyle demek isteme-" Başımı iki yana salladım dudaklarımı birbirine bastırarak sorun yok gibi gülümsedim. "Her şeyin fakındayım ben, arkamdan söyledikleri her şeyi biliyorum." Efi hemen atladı. "O zaman ne diye cezalarını kesmiyorsun. Akıllanırlar belki de bir daha konuşmaya cüret edemezler." dedi. Bu durma benden çok sinirleniyormuş gibiydi. "Küçüklüğümden beri buna maruz kalıyorum. Onlar konuşmaktan vazgeçmediler ama ben dinlerken alıştım. Artık o kadar da umursamıyorum." dedim. Efi yüzüme bana acıyormuş gibi baktığında "Bana öyle bakma sakın!" diye onu uyardım. Hera kıyafetimi hallettikten sonra makyaj masama oturdum ve kendimi Efi'nin becerikli ellerine bıraktım kendimi. Kıyafetlerim Efi'den, makyaj ve saç da Hera'dan sorulurdu. Kendimi Hera'ya emanet ettim ve gözlerimi kapattım. Bedenim çok yorgundu ve midem hala açlıktan bulanıyordu. Üstüne üstlük o kadar halsizdim ki sadece uyumak istiyordum. Makyajım da tamamlandıktan sonra Efi bana dönüp "Biz de hazırlanalım siz de vakit gelene kadar dinlenmiş olursunuz." dedi. İkisi de dışarı çıkarken arkalarından onlara bakıyordum. Bu hayatta güvendiğim iki arkadaşım, onlar da benimle birlikte bu saraya hapistiler resmen. Oturduğum yerden kalkıp boy aynasının karşısına geçtim. Krem rengi, düşük omuzlu, oldukça kabarık ve eteklerinde ve üst kısmında çiçek detayları olan hoş ve gösterişli bir elbiseydi. Saçıma sihirle su dalgaları şeklini vermişti ve makyajımı da sade tutmuştu. Güzeldim.
Sarı saçlarımı ve mavi gözlerimi annemden almıştım. Gökyüzünün kusursuz rengini alan gözlerim...Ve o an gözlerimde bi değişiklik oldu. Bir anda maviden kırmızıya dönüşen gözlerimi görünce korkuyla iki adım geri gitti. Bir halisinasyon gördüğümden şüphelendim. İçimde bir telaş dalgaları köpürdü. Nabızım boğazımda yüksek bir ritimde attığını hissettim. Neler oluyor? Boynumdaki kolye bir anda ateş gibi oldu. Sanki tenime kızgın bir demir değdirmiş gibi cildimi yaktı. Boynumdan kolyeyi tuttuğum gibi söküp attım ve o an odadaki tüm mumlar alev aldı. Odanın bir ucuna giden kolyeye yüksek yüksek yanan mumlara şaşkın ve korku dolu gözlerle baktım. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi korkuyla atıyordu. Odanın pencereleri aniden açıldı ve koca bir çığlık attım. Olduğum yere hızla çöktüm. Neler oluyor böyle? Odamın kapısı sert bir şekilde tıklandı. Gel bile diyemiyordum korkudan. Sadece dudaklarımın arasından bir haykırış koptu. Kapı çığlığımın ardından hızla açıldı. Aklımı mı kaçırıyordum yoksa bir hayal mi görüyordum? Adeta dilim tutuldu. Başımı kaldırdığımda perdeler rüzgardan uçuşuyor mumlar alacalı alacalı bir şekilde yanmaya devam ediyordu. Yavaşça sindiğim yerden doğruldum. Aynaya yaklaşıp hala kırmızı olan gözlerime şaşkınlıkla baktım. Bana da meraklı gözlerle bakan bir çift gözle aynada göz göze geldim. Gölge. Rüzgar esmeyi, perdeler uçuşmayı, mumlar yanmayı kesti. Aynaya baktığımda gözlerimin tekrardan mavi olduğunu gördüm. Kolye attığım yerde öylece duruyordu. Bu neydi şimdi? Demin gördüklerim hayal miydi? Şizofrene mi bağlıyordum? Gölge elinde büyülediği kılıcıyla saldırıya hazır bir şekilde şaşkınlıkla bana bakıyordu. Gözlerimi görmüş müydü? Gölge donup kalmıştı. Arkasından odaya giren muhafızlardan biri "Prenses, bir çığlık duyduk iyi misiniz?" diye sordular etrafı kolaçan ederlerken. Gölge sorgularcasına gözlerimin içine bakıyordu. Göz rengim yine mi değişti acaba diye aynaya dönüp gözlerime baktım. Değişmemişti. Hala maviydi. "Bir sorun görünmüyor, biz dışarıdayız majesteleri." dedikten sonra selam verip çıktılar. Köşede duran kolyeme göz ucuyla baktım. Küçüklüğümden beri taktığım bir kolye neden bir anda böyle yaktı tenimi? Neden bir ateş gibi yaktı beni? Peki ya gözlerim? Sanırım artık bu sarayın duvarlarının arasında kafayı sıyırıyordum. İçimden bir ses bilmediğim çok büyük şeylerin olduğunu söylüyor bana. Annemin benden sakladığı şeyler olduğunu hep hissetmiştim aslında ama hiçbir zaman bana açık ve dürüst olduğunu düşünmemiştim. Aynaya bakıp gözlerim hala kırmızı mı diye tekrardan kontrol ettim. Maviydi. Gölge. Ona güvenebilirdim. Yerde duran hiç çıkarmadığım kolyemi görünce bir bana bir kolyeye baktı. "Az önce gördüğüm şey-" cümlenin devamını nasıl kuracağını bilemiyormuş gibi duraksadı. Kolyeyi işaret ederek "Alır mısın?" dedim. Başıyla onaylayarak hiç tereddüt etmeden kolyeyi aldı ve bana getirdi. Rahatlıkla tutabildiğine göre sıcak değildi. Takması için saçlarımı kaldırdım ve arkamı döndüm. "Alin, neler olduğunu söyleyecek misin artık yoksa ben muhafızları çağırayım mı?" Aklı karışmış gibiydi. O da benim gibi gördüklerinden emin değildi. "Evet oldu ama öyle sandığın gibi bir şey değil." dedim ve ona yaklaşarak alçak sesle konuştum. Kimsenin duymaması gerekiyordu. "Sende gördün değil mi?" diye sordum. Başıyla onayladı. "Nasıl oldu bilmiyorum ama gözlerim bir anda kırmızı oldu ve kolyem, kolyem bir anda tenimi öyle bir yaktı ki kızgın bir demir tenime değmiş gibiydi." dedim. Gölge kaşlarını çatmış anlamaya çalışır bir şekilde beni öylece dinliyordu. Onun da kafası karışmıştı. "Majesteleri bu nasıl olabilir? Kırmızıya dönebilmesi için tek bir ihtimal olması gere-" sözü kesildi. Aklında yapboz parçalarını birleştiriyordu. Devam etmesini bekledim ama o bir köşeye daldı ve gözlerini dahi kırpmadı. Cevap vermesi için ona dokundum. Kendine geldiğinde korkmuş bir edayla bana baktı. "Ne geldi aklına?" diye sordum. "Bir şey biliyorsun değil mi?" "Alin, bunun tek bir açıklaması var..." söyleyip söylememekte tereddüt etti. "Söylesene!" diye ısrar ettim. Yutkundu. Ellerini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi iki yanında sallandırdı. "Alin, gözlerinin kırmızı olabilmesinin tek bir açıklaması var bu da Sisli Vadi soyundan geliyor olmaktır." dedi. Bir çırpıda söylediği bu söze o da inanmak istemiyordu. Güldüm. "Bu imkansız, beni güçlerim bile yok.Yani Gölge, nasıl Sisli Vadi soyuna sahip olabilirim?" dedim. Sinirlerim bozuldu. Kendi kendime güldüm. Böyle bir şey imkansızdı, benim babam bir insandı ve güçlerim dahi olmadan koca bir ömür geçirmiştim. "Başka bir şey olmalı, belki bana biri bir büyü yaptı olamaz mı? Belki sarayda biri bana bir şey yaptı." "Hiçbir büyü göz rengini kırmızı olmasını sağlamaz. Senin güçlerin ortaya çıktıysa eğer göz rengin bizimkiler gibi mor olmalı. Gözlerini kırmızıya çevirebilecek tek şey siyah kana sahip olman. Yani kısaca böyle bir büyü yok Alin..." Dondum kaldım. Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum. Nasıl yani? "Ben şimdi sıradan bir insan değil miyim?" diye sordum. Bu daha çok kendi kendime sorduğum bir soruydu. Omuzlarımı tuttu ve sanki güç vermek ister gibi omuzlarımı sıktı. "Alin, bana bak. Bana bak." gözlerimi zor da olsa Gölge'ye çevirdim. "Bak bunu kimseye söyleyemezsin. Büyük ihtimal burda bir şeyler dönüyor ve bu seni çok büyük bir tehlikeye sokabilir. Asla! Ama asla bunu kimseye söyleyeceksin." dedi. "Bana niye bir şey yapsınlar ki?" diye sordum. Ellerini indirdi. Sakallarını eliyle ovuşturdu. Endişeliydi, o da mı korkuyordu? "Sisli Vadi bizim düşmanımız Alin, burada kimse Sisli vadiyi sevmez ve istemez. Hele senin bir sisli vadiden olduğunu bilirlerse o zaman ne seni koruyabiliriz ne de halkı, kaos çıkar Alin, işte bu yüzden bunu kimseye söyleyemeyiz. Beni anlıyorsun değil mi? Seni korumak benim görevim ve ben bunu layıkıyla yapamazsam o zaman kendimi asla affetmem." Gözlerindeki endişe ve korkuyu öyle hissedebiliyordum ki bunun gerçekten beni düşündüğü için mi yoksa görevi olduğu için mi yapıyordu? Duygularım karman çorman olmuştu ne hissedeceğimi dahi bilmiyordum. "Peki ya gözlerim herkesin içinde kırmızıya dönerse?" diye sordum. Durdu ve bir süre cevap vermeden bana baktı. "İşte o zaman sıçtığımızın resmidir." O böyle gizemli gizemli can sıkıcı konuşmaya devam ederse aşırı gergin bir şekilde insan içine çıkacaktım. Benim gerginliğim bana yetiyordu zaten bir de onun bu konuşmaları beni iyice germişti. Kendimi toparlamam gerekiyordu yoksa bu halimle daha da şüphe çekecektim. "Nasıl yapacağım, eğer birden bir şey olursa nasıl kontrol edeceğim? Gölge ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben ne yapacağım?" "Ben yanındayım merak etme gözüm hep üzerinde olacak. Şimdi gidip güvenlik ne halde kontrol etmem gerek. Yalnız kalmaman için kızları yanına göndereceğim, sen sakin kalmaya çalış. Güçlerin varsa eğer onu tetikleyecek bir şeyler olmamalı." diyerek odadan çıktı. Sakinleş, sakinleş, sakinleş. Hiçbir şey yok sakin ol Alin. Gölge'nin dediği gibi sakin kalmam gerek. Her şey yolundaymış gibi yapmaya alışıksın sen bunu da saklayabilirsin. Nefes al ve ver. Al ve ver. Sakin ol. Peki ya bunca zaman güçlerim neden yoktu da şimdi tam da bu gün ortaya çıkma kararı aldı. Herşey üst üste gelmeyi kadar çok seviyordu ki neden şimdi tam da doğum günümün olduğu gün... Ben yıllardır bu günü beklerken neden bana bu günü zehir ediyordu! Tabii ya! Aklıma gelen şeyle olduğum yerde cirit atmaya başaldım. Böyle bir şey olabilir miydi? Bugün benim doğum günüm. On sekizinci yaşıma girmiş olmam bir şeyleri tetiklemiş olabilir. Aynanın karşısına geçtim ve baştan aşağı kendimi izledim. Sonra Gölge'nin geri taktığı kolyeye gözüm takıldı. Belki de her şey bu kolyedendir. Annem bizzat bu kolyeyi hiç çıkarmamam için beni onca yıl tembihlemişti. Ya güçlerimi engelleyen şey buysa? Bir an kolyeyi çıkarmak istedim ama gerçekten de güçlerimi engelleyen şey bu kolyeyse eğer şimdi çıkarmanın ne yeri ne zamanıydı. Boynumda kalması benim için çok daha iyi olabilirdi. Ayrıca annem bunu çıkardığımı görürse çılgına dönebilirdi. Sisli Vadinin soyundan gelmek mi? Bu gerçekten saçmalık. Kesinlikle bu işin içinde başka bir şey olmalıydı. Ben insandım, belki de annemden bana geçen bir güç vardır. Sonra gölgenin söylediği şey aklıma geldi. Sadece sisli vadi soyundan gelenlerin gözleri kırmızı olurdu. Siyah Kan. Bu doğruydu. Eğer böyle bir şey için bir büyü de yoksa geriye tek bir ihtimal vardı. Ben gerçekten de Sisli Vadi soyundan geliyor olabilirdim. Bu gerçekten olabilir miydi? Annemin benden sakladığı şey bu olabilir mi? Küçüklüğümden beri beni neyden ve kimden koruyordu? Sisli Vadiden mi? Halktan mı? Yoksa karanlık ormanın o korkunç yaratıklarından mı? Beni kimden koruyorsun anne? Eğer benim büyü gücüm varsa bunu neden bu zamana kadar sakladın? Saklama gereğin neydi? Aklımda o kadar çok soru vardı ki başım çatlamak üzereydi. Kapı tıklandı. "Gel." dedikten sonra Eftalya ve Hera içeri girdi. İkisi de çok güzel olmuştu. Hera bebek mavisi ışıltılı bi elbise seçerken kıvırcık saçlarının bir kısmını tepeden toplamış geri kalan kısmını salınık bırakmayı tercih etmişti. Eftalya ise zümrüt yeşili dantelli bir elbise giymişti. Saçlarının uçlarını dalgalandırmış saçının sol kısmına da güzel krem bir toka takmıştı. Yüzüme numaradan bir gülümseme takındım. Onlara bile söyleyememek canımı sıkmıştı. Nasıl tepki vereceklerini hiç bilmiyordum. "İkiniz de çok güzel olmuşsunuz!" Etraflarında dönerek kıkırdadılar. Efi "Senin kadar olmasa da idare eder gibiyiz." "Efi, hiçbir kadın kendini küçük görmemelidir. Hepimiz çok güzeliz." dedim. İkisi de heyecandan yerinde duramıyordu. "Kutlama birazdan başlar. Kapılar açıldı, herkesin yüzünü görmelisin hepsi şaşkın ve hayranlıkla etrafa bakınıyor. Yıllar sonra Kraliyetin kapıları açıldı." Hera ellerini çırpıp durdu. Konuşurken o da heyecanını gizleyemiyordu. Gerçi pek gizlemeye çalışır gibi bir hali de yoktu. Yüzümde sahte gülümsemeyle onları izlerken içimde ki sıkıntı git gide daha da artıyordu. Sanki büyük bir karanlık göğsümü sıkıyordu. Kalbim sıkışıyordu. Gülümsemem yüzümde dondu. Aynaya yaklaşıp karşımdaki yansımaya baktım, gözlerim hala normaldi. Göz rengimin değiştiğini nerden anlayacaktım? Nasıl kontrol edilir hiçbir fikrim yok. "Biz çıkalım, senin giriş hazırlığını tamamlamamız lazım. Gelirken dikkatli ol." Efi yine beni uyarmadan duramadı. Ben dışında herkes tedirgindi. Benimse tek korkum bana bir şeyler olduğu ve daha kötüsü ortaya çıkarsa başıma neler geleceğiydi. Onlar gittikten bir süre sonra bende çıktım. Müzik sesleri sarayda yankılanmaya başlamıştı. Sesler ve kahkahalar yükseliyordu. Koridordan dönerken aniden duvara çarpmışım gibi bir cüsseye çarptım. Düşmemek için çabalarken bir el kolumdan tuttu. Göz göze geldiğim adam muhafızlardan biri değildi. Saraydan biri de değildi. Bu katta kesinlikle olmaması gereken biriydi... Kolumu çekerek "Burada ne işiniz var sizin?" diye sordum. "Üzgünüm hanımefendi iyi misiniz?" diye sordu. Ah! Ses tonu... Kendine gel! "Ben iyiyim. Burada ne aradığınızı sorabilir miyim?" Sorumu cevaplarken keskin yüz hatlarını kıvrımlı dudaklarını özenle şekillendirilmiş kumral saçlarını inceledim. Gözleri sert ve derin bakıyordu. "Ben salonu arıyordum, yolumu kaybettim." dedi. Yalan söylüyor. "Salonu diğerlerini takip etseydiniz bulurdunuz. Ayrıca üst katlara çıkmak yasak bunu bilmemeniz imkansız." dedim. "AH! Doğru beni yakaladınız." dedi başını eğerek. Bir adım uzaklaştım. Yakışıklı olabilirdi ama bu tehlikeli olmayacağı anlamına gelmiyor. "Aslında biraz sıkıştım, bunu sizin gibi güzel bir hanımefendiye söylemeye çekindim doğrusu." Beni salak mı sanıyor? Tek kaşımı kaldırdım ve güldüm. "Pekala, lavabolar alt katta sağ koridorun sonunda. Üst katlarda değil." dedim. "Teşekkür ederim, peki sizin burada olmanız doğru mu?" diye sordu. Beni tanımıyor. Tabi ki tanımıyor, seni kimse tanımıyor Alin! "Ben zaten bu saraydanım, benim burada olmam sorun değil." "Oh, demek saray hizmetlisisin, şanslısın." Hizmetli mi? Dalga mı geçiyor! Oradan bakınca hizmetliye mi benziyordum! "Evet." dedim. Prenses olduğumu söylemeyecektim, nasıl olsa birazdan öğrenecekti. Vücudundaki kasların giydiği kıyafetten bile belli oluyordu. Simsiyah kıyafeti ve gümüş zincir detaylarıyla oldukça asil ve dikkat çekiciydi. Büyük ihtimal kasabanın asilzadelerindendi. "İzninizle ben geri döneyim. Tanıştığımıza memnun oldum Hanımefendi." diyerek önümde hafif eğildi ve selamladı. Pek de korkulacak gibi bir şey yok. Bu yakışıklı adamın arkasından kaybolana dek baktım. Başını yan çevirip omzunun üstünden yan gözle bana baktı ve çarpık bir şekilde gülümsedi. Ardından hızlı adımlarla merdivenleri inerek gözden kayboldu. Onun ardından Gölge yanında muhafızlarla yanıma geldi. "Prenses, gidelim." dedi. O ve diğer muhafızlarla birlikte salona doğru ilerledik. İlk defa halkın arasına karışacaktım ve bu beni inanılmaz geriyordu. Beni sevmeyen ardımdan konuşan halkım beni ilk defa görecekti. Hakkımda bir sürü şey söylenip uydurulduğunu biliyordum. Hatta bazıları çok çirkin olduğumu da söylüyordu. Annem gibi güzel bir kadın nasıl çirkin birini doğurabilirdi anlamış değilim. Bir kere doğaya aykırı. Gölge "Heyecanlı mısın?" diye sordu. Ona bakıp "Hem de nasıl" diye yanıt verdim. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu adeta, durmak bilmeyen kalbim bir anda kapıların ardına kadar açıldığı esnada atışı daha da hızlandı yüzüme vuran bembeyaz ışıklar yüzünden kör olmuştum resmen. İkimiz de az önce hiçbir şey olmamış gibi normal davranıyorduk. Ona baktığım esnada adım salonda yankılandı. 'PRENSES ALİN!' diye beni davet eden baş muhafızın sesi benim bile kulaklarımda çınladı. Kraliyet aileleri bir salona giriş yaptığında her zaman kapıda duran muhafız isimlerini söyleyerek giriş yapan kraliyet ferdini selamlamalarını sağlardı ve ben ilk defa bu şekilde takdim ediliyordum. Kendi ismimi ben bile duyunca bir garip oldum. Adım kulağa ne kadar da güzel gelmişti. Küçük Alin her zaman bu anı beklemişti. Bu anın hayalini kurmuştu hep ve hiçbir zaman gerçek olmayacağına kendini inandırmıştı. Şimdiyse meraklı gözlerin üstümde olduğu anda içeri yavaş adımlarla ilerledim. Muhafızlar da dahil herkes önümde eğilirken meraklı bakışlarla beni görmeye çalışanları göz ucuyla izledim. O kadar güzel bir duyguydu ki heyecandan düşüp bayılabilirdim. Anneme baktım. Gözleri bir bana bir de kalabalığa bakıyordu. Peki ya yüzündeki bu inanılmaz telaş nedendi? Kalabalığın arasında yarı eğilik yarı değil gibi duran adama dikkatimi çekti. Bir tek o bana bakmıyordu. Benim yerime gözleri kalabalığı tarıyordu, sanki birini arıyordu ya da birilerini. Tam karşımda duran tahtta annem otururken ona doğru ilerledim. İkiye ayrılmış insanların arasından geçip annemin yanında benim için konumlandırılmış minik tahtın önünde durdum ve halka doğru döndüm ve onlara baktım. Halk doğrularak artık meraklı bakışlarını bana doğrultmuşlardı. O esrarengiz, gizemli adam başını bana doğru çevirdiğinde gözleriyle gözlerim çakıştı. Dudakları şaşkınlık nidasıyla aralanırken kaşları da kalkmıştı. Hafifçe gülümsedim. İşte şimdi bir hizmetli değil 'Prenses' olduğumu öğrenmişti. __________ İlk yayım tarihi: 06 Eylül 2023 Düzenlenme tarihi: 14 Haziran 2024
|
0% |