@miadarknesss
|
Cıvıltılar, rüzgarın hafif esintisi tenimi yalayıp yutarken rüzgarın burnuma kadar getirdiği çiçeklerin kokusunu içime çektim. Zihnimin bana can çekiştirdiği düşüncelerimden arınmaya çalışırken gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Şu an yaşadığım huzurun tadını çıkarmak istiyordum. Uzun bir gece geçirmiştim. Şimdi de doğan güneşin cildime vuran sıcaklığını hissediyordum. Hava aydınlanıyor ve karanlığın yerine geçiyordu. Gökyüzünde uçan kuşlara baktım. Ne kadar da özgür görünüyorlardı. Ama gerçekten de özgür müydüler? Ben kendimi bu sarayın içinde kafeste tutuluyormuşum gibi hissediyordum. Öncesinde tek derdim bu saraydan dışarı çıkmaktı şimdi bu saray bile güvenli değildi. Gözlerimi kapatarak bu anın tadını çıkarmaya çalıştım. Gerçekten yorgundum ve bunu tüm sinir uçlarımda hissedebiliyorum. Başımın ağrısı da bir türlü geçmiyordu. Bir çok şey zihnimi meşgul ediyor ama karmaşık düşüncelerden ne düşündüğümü bile artık kavrayamıyordum. Bir boş vermişlik sendromu mu yaşıyordum bilmiyorum. Bir kanat çırpışı duydum. Gözlerimi hafif araladığımda terasın kısa duvarına konan küçük renkli kuşu gördüm. "Hey! Ne kadar da güzelsin öyle." dedim ince bir sesle. Yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. Onu korkutmadan yavaşça yaklaşmaya çalıştım. Korkmamıştı. Öylece kafasını hareket ettire ettire bana bakıyordu. Olduğu yerde hafif sıçrayarak bana doğru geldi. Yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. Tekrar ince bir sesle "Sen çok cesur bir kuşsun." dedim. O da ince ama bir o kadar da melodik sesiyle cevap verdi bana sanki kısa bir şarkı mırıldanmıştı. Sesinin tatlı tonuna hayran kaldım. Tüyleri çok güzel ve farklıydı mavi, yeşil, sarı ve mor renklerin mükemmel tonlarıyla harmanlanmış bu kuşun hem görünüşüne hem de sesine hayran kaldım. "Gerçekten çok güzelsin minik." Bir süre onu izledim. "Sana ne isim koysak?" diyerek düşündüm. Dişi miydi erkek mi anlayamadığım için nasıl bir isim koyacağım hakkında kararsız kaldım. Her ikisine de uyabilecek nasıl bir isim koyabilirdim acaba? "Şimdi de kuşlarla mı konuşuyorsun?" Ardımdan gelen sesle irkildim. Ani hareketimden dolayı kuş da kanatlarını hızla açtı ve uçarak uzaklaştı. "Korkuttun onu!" dedim çatık kaşlarımla ona dönerek. Kollarını gövdesinde kovuşturmuş kapının kenarına yaslanmış bana bakıyordu. "Sadece onu mu?" diye sordu ukala bir tavırla. Dudağının kenarı kıvrılmış sırıtmamak için kendini tutuyordu. Gözlerimi devirmemek için bende kendimi zor tuttum. Bir Kraliçenin yapmaması gereken hareketlerdi bunlar. Göz devirmek yerine bir hanım efendi olup "Beni de korkuttun." diye itiraf ettim. "Üzgünüm, amacım seni korkutmak değildi odada görmeyince burayı görev icabı kontrol etmem gerekti." "Aşırı korumacısın Barbar, takma adınla hiç uyumlu değil." dediğimde yanaklarındaki gamzeler ortaya çıkana dek kocaman gülümsedi. Güldüğünde o sert yüzünden hiçbir eser kalmıyordu. "Söz konusu sen olunca, senin yanında Barbar olmam imkansız." Onun bu cümlesiyle yanaklarıma koca bir kan pompalandı. Utandığımı görmesin diye başımı öne eğdim ve gülümsedim. "Yani bu nazikliğin sadece bana mı?" diye sordum. "Sence?" Bu evet demekti. Onun normalde ne kadar soğuk ve sert biri olduğunu tahmin edebiliyordum. Sadece arkadaşları ve bana bu kadar nazik davranıyordu. Gözlerinin sinirlendiğinde nasıl bir girdaba dönüşüp ortalığı kasıp kavuracak gibi olduğunu görmüştüm. Tek sorunu çok çabuk sinirleniyor olmasıydı. "Ama kuşumla muhabbetimi böldün. Çok güzel şarkı söylüyordu bana." dedim dudaklarımı büzerek. Gözlerinin bir anlığına gözlerimden ayrıldığını görsem de hızla geri gözlerime baktı. "Daha güzel şarkılar dinleyebileceğin bir yer biliyorum." "Nasıl yani?" dedim. Gözümün ışıldamasına engel olamamıştım. Dişlerini göstererek tekrardan kocaman gülümsedi. Yanıma gelerek beni bileğimden tuttu. "O zaman bu senin sürprizin olsun. Gel benimle." dedi. Kocaman damarlı ellerinin bileğimi sarmasından dolayı beni yönlendirmesine izin verdim ve peşinden ilerledim. Ahırlara geldiğimizde bizi gören seyisler oturdukları yerden kalkarak hızlı adımlarla atları hazırladılar. Bekleyişimiz oldukça da kısa sürmüştü. Seyisler tahmin ettiğimden de hızlı hazırlamışlardı atları. İlkbaharın başlarındaydık ama hava at binmek için oldukça güzeldi. Beyaz atımın üstüne binebilmem için Barlas bana yardımcı oldu. Saray kapısından çıkmak üzereyken kapıyı açmadan önce muhafızlar bir an tereddüt etseler de itiraz etmeden kapıları açtılar. Nereye gittiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama böyle tedbirsiz bir şekilde saray dışına çıkmamız doğru değildi. Umarım herhangi bir sıkıntı çıkmazdı. Artık her an her yerden yeni bir problem yumurtlayacakmış gibi geliyordu. Yine de Barlas'a güvenebileceğimi biliyordum bu yüzden gideceğimiz yere kadar bu gezintinin tadını çıkaracaktım. Ormanda patikada ilerlerken çevreden gelen cırcır böceklerinin ve kuşların sesleri duyuluyordu. Doğayı seviyordum, yeşilin her tonunu seviyordum benim için doğanın güzelliklerini simgeliyordu doğduğumdan beri bu güzelliklerden mahrum bırakılmanın verdiği hasretten mi yoksa meraktan mı bilmiyorum. "Nereye gidiyoruz söylemeyecek misin?" diye sordum. Bir süredir sessiz bir şekilde at sürüyorduk. Nereye gittiğimizi iyice merak etmiştim. "Sürpriz dedim ya." "En azından yanımıza bir kaç muhafız alsaydık." dedim. "Korkuyor musun kraliçem?" diye sorduğunda küçük bir gülüş attım. "Hayır korkmuyorum." Tabii ki de ona öyle bir şey söylemeyecektim. Tedirgindim evet ama korktuğum söylenemezdi. "Korkmana da gerek yok asıl senden korkmalılar." diyerek bu sefer de o güldü. "Cadı mıyım ben niye benden korkacaklar?" "Ben öyle bir şey demedim." "Ya ne dedin?" "Karşılarında bir bakışıyla alev saçan bir kraliçe var. Onlar korkmasın da kimler korksun." dedi benimle alay ederek. "Biraz abartmıyor musun?" "Hayır abartmıyorum. Ben bile senden korkabilirim." "Korksan iyi olur." diyerek bir kahkaha attım. O an çalıların arasından bir ses geldi. Atın ürküp durmasıyla içimi ani bir telaş kapladı. "Barlas!" dedim. Onun da duyup duymadığından emin olmak için ama o çoktan dikkat kesilmişti bile. Kınındaki kılıcını tutmuş herhangi bir yerden gelecek saldırıya karşı hazırlanmıştı. Solumdaki çalı kıpırdayarak hışırdadığında atım ayaklarını yere vurarak huzursuzlanmaya başladı. Karanlık orman yaratıklarından bir olma düşüncesi tüylerimi diken diken yaptı. Çalıların arasından küçük beyaz bir tavşan fırladığında bir an korksam da yaşadığım rahatlığı anlatamam. Belli etmemeye çalışsam da şu kısa anda yaşadığım gerginlik sayesinde ellerim titriyordu. "Sanırım küçük bir sorunmuş." dedim. Barlas kılıcını kınına geri koyarken "Öyle görünüyor." dedi. "Bizi korkuttun ufaklık." dedikten sonra gerginliğim geçerken yavaştan yola devam ettik. Daha önce bu yollardan geçmediğim için nereye gittiğimize dair en ufak bir fikrim yoktu. Burası neresi ve bu patika nereye çıkıyor bilmiyordum. Çok da uzun olmayan bir yolculuk sonrası bir yeşillikle kaplı ağaçların sık olduğu bir dağın önünde durduk. Patikanın sonuydu. Bana göre. Sağa dönerek Barlas yola devam etti. Merakla ona bakarak takip ettim. Gökyüzünde parlayan güneşin ısısı git gide artmıştı. Tam tepeye gelen güneş öyle bir parlıyordu ki masmavi gökyüzünde içime kadar işlemişti. Harvey Vadisi'nin bu havası diğer vadilerden çok daha güzel olduğu söylenirdi hep. Sadece duyduklarımdan biliyordum aslında ama şöyle durup doğayı seyrettiğinizde havasının çok farklı ve muazzam olduğu kolaylıkla anlaşılırdı. Harvey vadisi saklı güzellikleriyle bilinirdi. Havasında bile özel bir güç vardı. İçinizi her zaman huzur ile kaplardı, bir çok hayvan etrafta dolanır büyücülerle dostluk içinde olurlardı. Harvey vadisinde hayvanlara zarar verenin cezası çok büyüktü lakin onlara zarar vermek isteyen büyücü de yoktur. Barlas atından inerek onu ağacın gövdesine bağladı. Bana elini uzatarak benim de inmemde yardımcı olduktan sonra kendi atının yanına benimkini de bağladı. "Burası neresi?" diye sordum. Bir umut belki nereye geldiğimizi söylerdi. "Çok seveceğin bir yer." Kolunu bana doğru uzattı. Bende uzattığı koluna girerek ileriye doğru yürümeye başladık. Öğle saatlerinin tam ortasında olmalıydık. Kısa gibi gelmişti ama oldukça uzak bir mesafedeydik. Ya da hızlı gelmediğimiz için bu kadar uzun sürmüş olmalıydı. Şu an sarayın ne tarafta kaldığı hakkında bir tahminim bile yoktu. Tek başıma asla geri dönemezdim. Dağın arasında taşların ikiye ayrıldığı bir alan vardı. Karanlıktı. Orada ne vardı görünmüyordu bile. Elbisemin etekleri çalılara takıldığından dolayı zar zor ilerleyebiliyordum. Efi elbisesini pert ettiğimi görse canıma okurdu. Her diktiği elbise onun evladı gibiydi. Biraz fazla duygusal yaklaştığı doğrudur ama bu işi aşkla yaptığı için çok emek veriyordu. Bu yüzden onun değer verdiği her şey benim için de çok değerliydi ama bu elbiseyi görmese iyi olacaktı. Barlas minik bir ışık topu oluşturdu. Böylelikle gittiğimiz yeri aydınlatmış oldu. Çok dar olmayan bir geçit gibi bir yerde ilerliyorduk. Taştan başka hiçbir şey yoktu. İlerledikçe bir ışık huzmesi karanlığın içinde belirmeye başladı. Barlas'ın gülümsediğini görebiliyordum. Daha önce buraya geldiği belliydi hatta sevdiğini de söyleyebilirim. Duygularını yüzüne yansıttığında onu anlamak için çok da çaba sarf etmeye gerek yoktu. Bir kara kutuya dönüşmediği sürece. Ayaklarım çimenlere basmaya başladığında anladım ki bu dağın ardında bizi bekleyen güzel bir şey vardı. Işığa iyice yaklaştığımızda bolca çiçeklerin ve ağaçlarla dolu bir alana geldiğimizi gördüm. "Saklı şelale." diye mırıldandım. Suyun şırıltısı kulaklarıma dolduğu an şelaleyi gördüm. Yeşil ve mavinin bir arada olduğu mükemmel bir görseldi. Adeta elle her ayrıntısı çizilmiş gibi mükemmel bir tablo duruyordu karşımda. Koca dağın tam ortasında ağaçların ve çiçeklerin bol olduğu saklı bir şelale vardı. O kadar güzeldi ki tüm zamanımı burada geçirebilirdim. "Biliyor muydun?" diye sordu. "Hiç gelmedim. Sadece annemin bana anlattığı masal da geçiyordu. Gerçekten var olduğunu bilmiyordum." Ayaklarımın tam ucunda göl bitiyordu. Beni sağa doğru yönlendirerek büyük bir ağacın altında çimenlerin üstüne oturdu. Bir an tereddüt etsem de elbisemi iyice berbat olması için bende yanına oturdum. Kuşların sesi yankılanıyordu. Masmavi gökyüzü üstümüzde parıldarken suyun üstüne yansımasıyla gölün berraklığını gözler önüne seriyordu. "Küçükken gelirdik buraya." diye söze başladı. "Onay, Reha ve ben, üçümüz ormanda keşfe çıktığımız bir gün bulmuştuk burayı. Dağın arasında bir şeyler buluruz belki diye girmiştik, aslında küçüklük şeyleri işte değerli taş altın falan arıyorduk kendimizce." Duraksadı ve güldü. "Hatırlıyorum da Reha o zaman çok korkmuştu hatta bize ayak uyduracak diye burnunun dikine dikine gidip bize korkmadığını kanıtlamaya çalışmıştı. Bu kadar ileri gitmeyecektik aslında bir şeyleri kanıtlayacak diye şans eseri o buldu burayı." O konuşurken yan profilini inceledim. okkalı bir burun, sivri bir çene, hafif çıkık elmacık kemikleriyle yüzü daha da keskin gözüküyordu. Kirpikleri oldukça uzundu. Bana bakarak "Burayı ilk bulduğumuzda adeta büyülenmiştik. Göle girip saatlerce oyun oynadık. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. O zaman savaştan yeni çıkmış gibi bir şeydik. Ben ailemi kaybettikten sonra Onay'ın babası sahip çıktı bana, ah Mahsar amca bize ne kadar çok kızmıştı. Bütün köyü ayağa kaldırmıştı. Güneş batana kadar orada oynadığımız için saatin nasıl geçtiğini fark etmemiştik bile sonrasında da karanlıkta nasıl geri döneceğimizi bilmediğimizden oradan çıkarak dağın önünde beklemiştik." dediğinde özlem dolu etrafı inceliyordu. "Mahsar amca hayatta mı hala? Daha önce hiç bahsetmemiştin." diye sordum araya girerek. Başını onaylar şekilde aşağı yukarı salladı. "Demir ustasıdır kendisi, bir çok kılıç onun elinin emeğidir. Buraya yakın bir köy var. Hala orada yaşıyor." Kendi kılıcını kınından çıkardı. "Bu onun bana hediyesi." eliyle kılıcı hafifçe okşuyordu. Kılıcın topuzunda bir aslan kafası vardı. Her ayrıntısı oldukça güzel işlenmişti. Onun bir parçasını yansıtıyor olmalıydı. Çünkü böyle bir işlemeyi Onay'ın kılıcında da görmüştüm ama onunki bir şahindi. "Çok güzelmiş." dedim. "Öyle." "Peki ya sonra?" diye sordum bu hikayenin devamını merak etmiştim. Onun hayat hikayesini bana anlatıyor olması çok hoşuma gitmişti. Güzel bir çocukluk hikayesi. Onun hikayesini hiç bilmediğimi fark ettim. Öylece hayatıma dahil olmuştu. Dedim ya bir kara kutuydu o paylaşmadığı sürece hakkında hiçbir şey bilmiyordum. "Sonra, çok acıkmıştık ve ıslak olduğumuz için de biraz üşümüştük. Kendimizce ufak bir ateş yakmıştık. Etrafında da oturmuş ısınmaya çalışıyorduk. Ateş dumanını görüp bulmuşlar bizi, biz yorgunluktan ateşin başında uyuyakalmışız tabii, Mahsar amca ve yanındaki köylüler bizi köye kadar kucaklarında taşımıştı. Ondan sonrası da iki hafta hasta yatmıştık." dedi sonda gülerek. "Bir daha hiç gelmediniz mi buraya?" "Hayır, geldik. Bizim yerimiz oldu burası burada büyüdük diyebilirim. Gizli sığınağımız burası başka kimse bilmez." "Ama ben biliyorum." dedim. Kaşlarım havalanmıştı. "Çünkü bilmeni istiyorum." dediğinde kalbim hızlandı. Her zamanki gibi bana bakan gözleri yoğunlaşmıştı. Böyle derinden baktığı her an içimde bir alev yanıyordu sanki ona karşı konulamaz bir çekim hissediyordum. O bana bakmaya devam ederken başımı çevirdim ve şelaleye baktım. Su duru ve berraktı, şelalenin sesine bir de kuşlar eşlik ediyordu. Burayı seveceğimi söylemişti. Gerçekten de sevmiştim. Su hiç görmediğim kadar güzeldi ve bu bende suya girme isteği uyandırıyordu. Tepede uçan kuşların kanat çırpış sesini duyduğumda başımı göğe kaldırdım. Bir kuş sürüsü olduğumuz yere gelmişti. Rengarenk kuşların hepsi yavaşça alçaldı ve ağaçlara kondu. Ağaçlar bir anda renklenmişti. "Bu kuşlar-" dememe kalmadan "Sabah senin konuştuğun kuşun ailesi." deyiverdi. Yüzümde kocaman bir gülümseme oldu. "Çok güzeller." dedim mutlulukla. "Senin kadar değil." dediğinde içinden çıkan romantik karaktere şaşıp kaldım. Ağzım açık ona öylece bakarken bir anda güldü. "Sende mi kuş olmak istiyorsun ağzın açık kaldı." Başımı olumsuz anlamda salladım. Konuyu değiştirmeye çalışarak "Buranın bir gizemi mi var?" "Neden öyle düşündün?" Omuz silktim. "Önceden buraya aşıklar vadisi denirmiş sonrasında saklı şelale olarak efsaneleşmiş. Bu hikaye hakkında bir bilgin var mı?" diye sordum. "Hayır hiç duymadım. Sadece saklı şelale...öyle olmasının sebebi de bu şelaleden bahsediliyor ama kimse nerede olduğunu bilmiyor oluşu." gözlerini belli bir noktaya dikti. "Öyle de kalmalı. Bu güzelliği mahvolmasını istemiyorum. Buranın bu kadar güzel ve huzurlu olmasının nedeni de bu. Kirletilmiyor." Doğruydu. Nereye el atsak kirleniyordu. Doğayı mahvediyorduk. "Buranın çok farklı bir enerjisi var. Şifalı gibi." "Öyle çünkü, gel benimle." diyerek kalktı ve beni de oturduğum yerden kalkmam için yardım etti. Arkalara doğru ilerlerken gözüme ilişen çiçeklerin ne kadar farklı olduğunu gördüm. Daha önce görmediğim bir çok çiçek vardı. "Bunlar ne?" diye sordum şaşkınlıkla "Şifalı otlar ve çiçekler." Çiçeklerin üstünde polen gibi şeyler uçuşuyordu. "Birçok zehrin panzehri burada bulunur." "Bunu aklımda tutsam iyi olacak." "İhtiyacın olmayacak, emin olabilirsin." derken bana bakıyordu. Gözlerinin içinde ışıklar parıldıyordu. Kendimi belki de onun yanında olduğundan daha fazla huzurlu hissediyordum. Benim yanımda olduğunu gerçekten hissediyordum. Esen rüzgarda saçları savruldu. Kokusu burnuma çarparken kendimi ondan alamıyordum. Bu ne kadar doğruydu onu da bilmiyordum. Bazı şeylerin gerçekten değiştiğini hissediyordum. Buranın enerjisini çok sevmiştim. Tam da ihtiyacım olan huzura sahipti burası. Kimse bilmiyor geleni olmuyor ortadan kaybolmak isteyen biri için mükemmel bir yerdi. Sarı, mavi, mor, pembe kırmızı renkte bir çok çiçek vardı. Hepsi de birbirinden güzeldi. Daha önce hiçbirini görmemiştim. "Hem çok güzeller hem de çok farklılar böyle çiçekler olduğunu hiç bilmiyordum." "Genelde şifacılar bu bitkileri biliyor. Bize de daha çok rastlanan şeyler öğretiliyor. Bilmemen normal." "Konuşmaya fırsatımız olmadı sana bir türlü soramadım. Darius'u nereden buldun?" diye sordu. Yanağımı ısırdım. Ona söylemeli miydim bilmiyorum ama ondan saklamak da istemiyordum. Bir gün bu sorunun sorulacağını biliyordum. "Aslında o beni buldu." dediğimde "Nasıl?" diye sordu. "Bir gece ansızın odamda ortaya çıktı. Benimle anlaşma karşılığında da Hera'yı iyileştireceğini söyledi. Ben de kabul ettim." "Saray büyücüsü olma karşılığında Hera'yı mı iyileştireceğini söyledi?" "Evet." Gözlerini sıkıca yumdu. Sanırım sinirlenmişti. "Alin, neden bana gelmedin?" diye sorduğunda neden böyle bir tepki verdiğini anlayamamıştım. "Bunun ne önemi var ki! Hera iyi, sözünü tuttu ve bende sözümü tuttum. Bir sıkıntı olursa da icabına bakarım." dedim. Sesim bir tık yükselmişti. Kaşları çatık bana baktı. Şu anda oldukça sinirliydi ve ben bu sinirinin sebebini anlayabilmiş değildim. "Kiminle uğraştığının farkında değilsin." "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. "Alin, o adam çok tehlikeli ve sarayda olmamalı." dediğinde ne demek istediğini hala anlamamıştım. Evet o gece az daha boğuluyor olmam dışında bir tehlike durumu söz konusu olamamıştı. Tehlikeli olabilir ama bana zararı dokunmadığı sürece tehlikeli birinin benim tarafımda olması hiçbir sorun teşkil etmiyordu. "Bence bu tartışmamız gereken bir konu değil." "Alin." dedi. Adım fısıltı şeklinde çıkmıştı dudaklarının arasından. "Endişelenecek bir şey yok. Her şeyin farkındayım, gözüm üstünde olacak ve sanırım kaçtığı birileri var. Bundan eminim." dediğimde şaşırdı. "Nasıl bu kadar eminsin?" diye sordu. Omuzları dikleşmişti. Şaşırdığı kesindi. "Peşinde birileri var, bize zarar vermek için değil büyük ihtimal kendi güvenliği için saraya geldi. Evet bir amacı var ama senin düşündüğün gibi bir amaç değil bence." "Sence! Nasıl bu kadar eminsin?" "Bazı konular da sen de bana güvenmelisin Barlas." diyerek göz kırptım. Arkamı dönüp göle doğru ilerledim. Bu güzel manzaranın tadını biraz daha çıkarmak istiyordum. Şu an tadımın kaçmasını istemiyorum. Barlas da yanımda durarak manzaranın güzelliğini seyrediyordu. Burayı sevdiği her halinden belli oluyordu. Onunla buraya gelmek çok iyi gelmişti. Beni buraya getirmek istemesi de oldukça özeldi. Burası onların sır olarak sakladıkları özel bir yerdi sonuçta. Gün batmaya başlamıştı. Yerini yavaş yavaş geceye bırakmaya hazırlanıyordu. Hava da hafiften serinlemişti. "Artık gitsek iyi olacak kraliçem." dedi. Başımla onu onayladım. Arkamı dönüp tam yürüyecekken ayağım ıslanan toprakta kaydı. Suya batan ayağımla birlikte dengemi kaybettim. Tam düşeceğim sırada belime sarılan ellerle birlikte suya düşmekten son anda kurtuldum. Nefesim kesildi. Sıkı sıkıya yumduğum gözlerimi açtığımda Barlas ile burun buruna olduğumu gördüm. Neredeyse burun uçlarımız değiyordu. Kalbim göğüs kafesimi delip geçecekti. Gözlerini gözlerimden ayırmadan öylece olduğumuz pozisyonda yüzümü inceliyordu. Kokusu burnumun en ücra köşelerine kadar ulaşmıştı. Koku iyice hafızalarıma kazınırken elimin altındaki omuzları kasılmıştı. Ellerimle kaslı omuzlarını kavramış sıkı sıkıya ona tutunuyordum. Ona olan bu temasım ve onun da ince belimi sıkı sıkıya kavrayışı tenimi yakıyordu. Dudakları dudaklarımın bir nefes uzağında hareket etti. "Düşmene asla izin vermeyeceğime söz vermiştim."
|
0% |