Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. BÖLÜM- GEÇMİŞ HİÇBİR ZAMAN İYİ DEĞİLDİR

@miadarknesss

Tuzla buz olmuş bir enkaza dönmüştüm. Kendimi yere bırakmış kollarımı küçülmüş bedenime dolamıştım. Hıçkırıklarım odada yankılanıyor bedenim sanki soğuğa maruz kalmış gibi titriyordu. Titrememe engel olamıyordum. Karanlık bir sis tarafından boğazıma sıkılıyormuş gibi nefes almamı engelliyordu. Gözümden akan yaşlar bu güne kadar içimde tuttuğum birikintinin sonuydu. Onu özlemiştim. Böyle bir anda karşımda görünce içimde tuttuğum her şey akıp gitmişti. Bu zamana kadar kendimi tutuyordum, güçlü durmaya çalışıyordum ama ufak bir şey bile yıkılmama sebep olmuştu. Düşündüğüm kadar da güçlü değilmişim.

Kendimi bu kadar yalnız ve çaresiz hissetmek canımı yakmıştı. Ağlamaktan gözlerim sızlıyordu ve başıma ağrıların saplanmasına sebep oluyordu. Titreyen ellerimle gözyaşlarımı silmeye çalıştım ama ben sildikçe arkasından yenileri gelip yanaklarımı tekrardan ıslatıyordu.

Sessiz çığlıklarım bir hıçkırığa dönüştü. Nefes almakta zorluk çektiğim an kriz geçirdiğimi anladım. Çöküp kaldığım yerden kalkmaya çalıştım ama yapamadım. Zar zor nefes almaya çalıştım oksijenim bitiyormuş gibi nefes almakta zorlanıyordum. En son bunu yaşadığımda küçüktüm ve anneme sinirlenip yaşadığım bir şeydi ama şimdi annemi özlediğim ve sırtıma yüklenen ağırlığa karşı dik duramayışımdandı. O zamanlar çocukluk krizleriydi şimdiyse açılan yaraların acısınaydı. Dakikalarca ağladım hıçkırıklarım odamda yankılanırken kapı açıldı ve içeriye giren kişinin kim olduğunu bulanık gözlerle görmeye çalıştım.

Uzun boyu ve geniş omuzlarından gelenin Barlas olduğunu anlamıştım. Beni yerde görmesiyle telaşla yanıma geldi. Kocaman elleriyle yüzümü avuçladı ve baş parmaklarıyla gözyaşlarımı silmeye çalıştı. Şu anda yüzüm nasıl bir hal almıştı bilmiyorum ama gözlerindeki endişeyi yaşlarımın ardında bile görebiliyordum. Onun bu kadar yakında olması sebepsiz yere rahatlatıyordu. Kirli sakalları uzamıştı, uzun kirpiklerinin arasında kısılan gözlerle yüzümün her bir santimini incelemek ister gibi bakıyordu.

Dudakları aralandı ve adım dudaklarının arasından çıktı. "Alin ne oldu?" dedi. Sesindeki korku ve endişe kulaklarıma dolduğunda ağlamam durmak yerine daha da arttı. Bir anda kollarımı boynuna doladım ve yüzümü odunsu kokusunun en yoğun olan bölgeye gömdüm. Sakinleştirici kokusunu zar zor aldığım nefesler arasına karışıp içime dolarken bağıra bağıra rahatça omuzlarında ağlayabildim. Birinin yanında birinin kollarının arasında ağlamak güven duymak iyi hissettirmişti. Kendimi yalnız hissetmek başa çıkabileceğim en zor duygulardan biriydi.

Kollarının arasında ne kadar kalmıştım bilmiyorum ama uzun bir süre ağladım ve içimde biriken her şeyi döktüm. Beni sakinleştirmek için sırtımı sıvazlayıp saçlarımı okşamıştı. Kollarında yarı uykulu bir halde doğrulduğumda üstündeki kazağın omzunun ıslandığını gördüm.

"Üzgünüm." diyebildim sadece.

"Görebiliyorum." dedi. Sesinde sakinleştirici bir tını vardı. Yüzümü tekrardan iki elinin arasına almış beni sakinleştirmek için benimle temas kurmaktan çekinmiyordu.

"Hayır o anlamda değil." omzunu işaret etmiştim. Ufak bir göz attıktan sonra kaşları havaya kalktı. "Gerçekten de omuzumu ıslattığın için mi üzgün olduğunu söylüyorsun Prenses?" Bana nedense Prenses demesi hoşuma gidiyordu.

"Artık prenses değilim." dedim yarım ağız gülerken.

"Benim için hep öyle kalacaksın."

Gözlerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. Anlamlı bakışları bir an bile olsun gözlerimden ayrılmadı. "Neden ağlıyorsun prenses? Biri sana bir şey mi yaptı!" sona doğru sesi sertleşti.

Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Hayır ama demin-" duraksadım. Bunu nasıl açıklayacağımı bilemiyordum. Elimle aynayı işaret ettim. "Annem." diyebildim sadece.

Aynaya baktı. Bir süre düşündü ne olduğunu çözmeye çalışır gibi bir hali vardı. Sonraysa kocaman açılan gözleriyle bana geri baktı. "Kraliçe iletişim mi kurdu?" diye sordu.

Yine başımı sallamakla yetindim.

Konuşmak için kendimde güç bulamıyordum. Yanıma oturdu ve o da sırtına yatağıma yasladı. Öylece boşluğa bakıyorduk. Barlas da büyük bir sabırla benim sakinleşmemi ve daha iyi olmamı bekliyordu. Bu sabrını tebrik etmek istiyordum.

"Annem Kızıl ormana gitmemi istedi."

Başını merakla bana çevirdi. "Kızıl orman mı? Niye ki?"

"Anlamadım bende, telaşlı telaşlı konuştu. Benimle gizlice iletişim kurdu sadece kızıl ormana gidip Marley adında bir cadıyı bulmam gerektiğini söyledi."

"Marley mi?" Şaşkınlıkla ne söylesem tekrarlıyordu. Bu sefer ki bakışı biraz daha farklılaşmıştı. Dudakları bir anlığına şaşkınlıkla aralansa da kendini toparladı.

"Evet, Marley ne yapması gerektiğini biliyormuş. Ben de tam anlayamadım zaten. Ne yapması gerektiği neden Marley? Ortada ne dönüyor gerçekten anlayamıyorum." ellerimle yüzümü ovuşturdum. "Bizim bilmediğimiz bir şeyler var ama ne olduğunu anlayamıyorum bir türlü çözemiyorum." Bu belirsizlik kuyunun içinde o karanlıkta tek başına çırpınışlarım artık beni delirtiyordu. İlerlemeye çalıştıkça olduğum yerde sayıyordum.

"Beraber çözeceğiz Alin, bunun üstesinden beraber geleceğiz."

"Bir an önce kızıl ormana gitmeliyiz." dedim oturduğum yerden kalkarak. Acele etmeliydim. Cadı Marley'i bulmalıydım. Nasıl biri nasıl görünüyor nereden bulacağım hiçbir fikrim yoktu. Artık oraya gittiğimizde öğrenecektik.

"Tamam tamam sakin ol ben gereken her şeyi hazırlatacağım ben ilgileneceğim ve sen de sakin olup hazırlanıyorsun geri kalanı ben halledeceğim." Eliyle saçımı geriye attı. Parmak uçları saçımdan kayıp giderken içim titredi. Kendimi onun yanında nedense hiç olmadığım kadar güvende hissediyorum. Bu kadar kısa sürede onu bu kadar benimseyip kabullenmem normal miydi bilmiyorum ama onda beni çeken bir şey vardı. Bana son kez baktı ve odadan çıktı.

 

Kısa sürede tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Sabahın erken saatlerinde herkes hazırlanmış ahılların orada toplanmıştık. Yiyecek bir şeyler, yedek bir kaç kıyafet, güvenliğimiz için bir kaç silah ve yolumuz uzun olacağı için kalacak çadır. Onay, Reha, Gölge, Barlas ve benle birlikte dört muhafız da bizimle atların üstünde yola çıktık. Hafif tempoda atların üzerinde ilerliyorduk. Sabah hava biraz soğuk olduğundan dolayı üzerimdeki pelerinle başımı örttüm az da olsa rüzgarı kesmesini sağladı. Ben ortada diğerleriyse çevremde bir kalkan gibi dizilmişlerdi. Reha elindeki kırmızı elmadan bir ısırık aldığında bu sessizliğin arasında tek gürültü olmuştu. Ben olmasam hızlı gidilip kısa sürede kızıl ormana ulaşılabilirdi. Ama özellikle benim gitmem gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü Marley beni biliyordu. Ne yapması gerektiğini bilen biri beni de biliyor olmalıydı eğer aralarında bir husus olmasaydı ya da böyle bir zamanın geleceğini biliyor olmasaydılar Marley'in yapacak bir şeyi de olmazdı. Daha öncesinde annem ve Cadı Marley'in arasında bir anlaşma olmuş demektir. Benim bilmediğim ama onların arasında olan bu gizemi artık Marley'i bulduğumuzda çözebilecektik. Bir yol göstermesini bazı şeyleri açıklaması gerektiğini olan biteni anlatmasını istiyordum.

Marley'in her şeyi bildiğine emindim. Bunu hissediyordum.

Öğle saatlerinde karnım iyice acıkmaya başlamıştı. Reha'ya dönerek "Başka elman var mı?" diye sordum. Geniş siyah çantasını karıştırdı ve içinden bana da bir elma çıkardı. O çanta da kaç tane elma vardı acaba? Bu kızın bu elmaya olan aşkı nedir hiç anlayamıyorum. "Teşekkür ederim." dediğimde kısa bir gülümsemeden sonra önüne geri döndü. Konuşmayı pek sevmiyordu devamlı çatık kaşlarla etrafa nefret saçıyordu. Devamlı somurtuyor, kendi kendine homurdanıp surat asıyordu. Hayatın ona yaşattıklarına karşı sert bir duruş sergiliyordu kendine duvarlar örmüş ve kimseyle temas kurmak istemiyordu. Siyah dalgalı saçları iki omuzundan da aşağı sarkıyordu.

At üzerinde olmaktan artık sıkılmaya başladığım sıra da atların su içmesi ve biraz otlanmaları için bir dere kenarında mola verdik. . O esnada yanımıza alınan atıştırmalıklardan ayak üstü yemiştik.

Gece kararmaya başlayana dek at sürmeye devam ettik. Karanlıkta at sürmemiz zorlaşacağı için bu gece bir yere çadır kuracaktık. Hem dinlenmek hem de kaybolmamak için durmamız iyi olacaktı. Daha yolumuz vardı. Ormanın derinliklerinde düz bir alana yerleştik. Onay biraz odun toplamak ve çevreyi kolaçan etmek için kısa süreliğine bizden ayrıldı. Muhafızlar nöbet için yakınımda dolanırken etrafta geziniyorlardı. Gölge yiyecekleri yanımıza getirerek kenara koydu. Orta boyutta bir taşın üstüne oturdum. Hava iyice serinlemeye başlamıştı bu yüzden ellerimi birbirine ovuştururken bir yandan da nefesimle ısıtmaya çalışıyordum. Parmak uçlarım sızlamaya başlamıştı. Üstümdeki pelerin her ne kadar kalın olsa da yetmiyordu.

Kısa bir süre sonra Onay kucağında bulduğu odunlarla birlikte yanımıza geldiğinde hızlıca yakınıma yerleştirip büyü ile çabucak yakmıştı. Kısa sürede büyü etkisiyle çevremize sıcaklık yayılmaya başlamıştı.

Reha oldukça rahat bir şekilde benim gibi bir taşın üstüne oturmuş ekmek kemiriyordu. Gözleri yanan ateşin üzerinde öylece donmuştu. Güzelliği büyüleyiciydi ama siyahlar içinde de oldukça tehlikeli ve soğuk duruyordu. Ne düşündüğünü merak ettim. Barlas ve Onay aralarında sohbet ederken Gölge Çadırlardan birini çıkardı.

"Önce bir şeyler atıştır." diye seslendim ona. Bana gülümseyerek çadırı bıraktı ve yanıma geldi.

"Üşüyor musun?" diye sordu.

"Biraz."

Çantalardan birine uzandı. İçinden uzun siyah bir pelerin çıkarıp onu da omuzlarıma yavaşça koydu.

"Birazdan ısınırsın ama ısınana kadar hastalanmanı istemeyiz." yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyordu.

Gözlerim Onay'la sohbet eden Barlas'a kaydığında onun zaten bize çoktan baktığını gördüm. Çatık kaşlarla elleri ceplerinde durduğu yerden bize bakıyordu.

"Bu Marley denilen cadı kim? Sen biliyor musun?" diye sorduğunda Gölge'ye geri döndüm.

"Hayır, hiçbir fikrim yok. Annem bana pek bir şey anlatmazdı tek yaptığı beni korumak ve kendimi savunmam için bolca çalışmamdı. Sende biliyorsun."

"Evet biliyorum ve sanırım annenin herkesten gizlediği pek çok şey varmış. En başta da güçlerin."

"Yakında öğreneceğiz." dedim ve ateşi izlemeye başladım. O esnada Gölge elime hamur işi uzattı ve mutlulukla bu güzel lezzetin tadını çıkardım. Acıkmıştım.

Saraydan bu kadar uzakta olmak çok garip geliyordu. Ormanın içinde olmak geceyi burada geçirmek beni korkutsa da gökyüzüne bakmak beni rahatlatıyordu, yaprakların arasından yıldızlar parıldıyor ay ışığı ruhumun bir parçasını yansıtıyordu sanki.

Yemeğimi sessizce yerken sadece gökyüzünü izledim. İzlediğim esnada bir yıldız kaydı.

"GÖLGE! Bak. Yıldız kayıyor." dedim heyecanla. İlk defa yıldız kaymasına denk geldiğim için heyecanlanmıştım ama Gölge bakana kadar yıldız çoktan gözden kaybolmuştu tabii.

Ama benim heyecanlı haykırışımı diğerleri tehlike olarak algılamışlardı ve silahlarını çekmişlerdi. Onları gördüğümde hepsi hazırolda durmuşlar şaşkınlıkla bana bakıyorlardı.

"Ben-"

Reha oflayarak kalktığı yere geri oturdu. Onay ve Barlas çektikleri kılıçları geri kınına soktular.

"Özür dilerim. Ben biraz heyecanlandım."

Reha göz devirirken "Anladık onu." diyerek tersledi beni. Bu tavrına sinir olmadan edemedim. Bazı şeyler de benim için çok yeniydi sonuçta ve artık prenses de değildim. Benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret edebiliyordu bilmiyorum. Ona karşı nefret duygum yoktu ama bu olmayacağı anlamına da gelmiyordu. Benimle konuşma tavırları ona karşı sinirlenmemi tetikliyordu.

Gölge çadırımı kurmaya gittiğinde Onay ve Barlas da diğer çadırları kurmak için Gölge'nin yanına gittiler. Gölge'nin onlardan hoşlanmadığını biliyorum ve onlara attığı bakışları çok net de görebiliyordum. Yine de benim için susuyordu. Gözlerindeki nefret ve kıskançlığı gizlemeye bile çalışmıyordu.

Önüme döndüğümde Reha'nın ekmeğini bitirdiğini ve yine elma yediğini gördüm. Acaba yanın da kaç tane elma getirmişti?

"Elmayı çok seviyorsun." dedim ona. Aramızdaki bu buzların erimesini istiyordum belki onun o duvarlarını geçme imkanım vardır diye düşünmeden edemiyordum. Çünkü onunla düşman olmak gibi bir isteğim yoktu. Benden nefret etmesini de istemiyordum.

Cevap vermedi. Kendi kendine ufak bir mırıldandı ve yüzüme bakma gereği bile duymadı.

"Beni sevmediğini biliyorum, saklamak için pek uğraşmıyorsun zaten de en azından cevap verebilirsin."

Yandan sert bir bakış attı. Konuşmak sanki onun için bir işkenceymiş gibi tavır takınmıştı. Gerçekten onun doğru düzgün bir muhabbet ettiğini hiç görmemiştim. Bu güne kadar sadece terasta benimle biraz konuşmuştu o kadar. Gözlemlediğim kadar da çevresindeki kimseyle doğru düzgün iletişim kurmuyordu. Kendi kabuğunda takılıyordu. Sessizce dinliyor susuyor söylenmesi gereken bir şey varsa söylüyordu sadece o kadar.

Simsiyah çektiğini göz kalemi göz altlarına bulaşmış, elma yediği için kırmızı ruju da hafif silinmişti. Dalgalı siyah saçları iki yanından sarkarken biraz dolaşmıştı ama bu onu bir tanrıça gibi görünmekten alıkoymuyordu. Asi bir tanrıça gibi görünüyordu.

"Bana bakmayı keser misin?" diye çıkıştı. Siyah kaşları birbirine girmişti.

"Güzelsin." dedim biraz sakinleşmesini umut ettim.

"Biliyorum."

"Nezaket olarak teşekkür edebilirsin en azından."

"Bana iltifat etmeni ben istemedim."

"Olabilir yine de nezaket-"

"Bak şu anda saraydan uzaktayız ve benim için Kraliçe fasa fisoları işlemez anlatabiliyor muyum? Bu yüzden benimle uğraşmayı kes!" dedi dişlerinin arasından.

"Nerede olursam olayım ben kraliçeyim ve bu istediğim yerde bana saygısızlık yaptığında senin ölüm emrini verebileceğim anlamına geliyor."

Öfkeyle yandan bana bakmaya devam etti.

"Umurumda bile değil."

"Ama benim umrumda." Gözlerini bir kez daha devirdi.

"Benden ne istiyorsun?" diye sordu bıkkınlıkla. Kendine hakim olmaya çalışır gibi bir hali vardı.

"Hiçbir şey sadece seni anlamaya çalışıyorum."

"Boş versene!" deyip homurdandı.

"Benden neden nefret ediyorsun?" diye sordum.

"Senden nefret ettiğim falan yok sadece-" dedi ve durdu. Ona benimle konuşabileceğini bana anlatabileceğini göstermek istiyordum.

"Sorun değil benimle paylaşabilirsin. Benim öyle katı sert kurallarım yoktur." dedim.

Derin bir nefes aldı. Konuşmaya başlamadan önce gökyüzüne doğru baktı. "Sadece kurulu bir düzenimiz vardı ve senin yüzünden bozuldu."

"Benim yüzümden mi? Siz saraya gelmeden önce benim sizin varlığınızdan bile haberim yoktu. Ben ne yapmış olabilirim ki?" diye sordum şaşkınlıkla. Saray kapıları açılana kadar onların kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Neden saraya geldiklerini Barlas'ın neden benim etrafımda dolandığı benim neden özel muhafızım olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Gerçi annem güvendiği için sorgulamamıştım bile, hiç de Barlas'a sormamıştım. Annem bir şey dediğinde ardını arkasını sorgulamadan yapılırdı.

"Evet senin yüzünden, sırf seni korumak için bir anda şehirden kalktık geldik saraya ."

"Benim bunlardan haberim yok."

"Olmaması normal. Bir sabah gözümüzü açtık ki Barbar saraya gideceğimizi söyledi. Tabii gitmem şart değildi ama beni arkada bırakmak istemesi bile canımı yeterince sıkmıştı. Çocukluğumuzdan beri biz ayrılmaz üçlüydük ve o sırf saraya gelmek için beni arkada bırakmaya razıydı. Karşı çıktığımda gelmek zorunda değilsin demişti bana ve o zaman kendimi onların hiçbir şeyi değilmişim gibi hissettim." duraksadı. Gözünün dolduğunu görmüştüm. Kendini toparlayana dek konuşmadı. "Onları bırakmak istemediğim için bende peşlerinden geldim. Tek bahsettiği şey 'prensesi korumalıyız' olmuştu. Kimden neyden koruyacağımızı o güne kadar bilmiyorduk. Senin nasıl bir tipe sahip olduğunu bile bilmiyorduk ve biz seni koruyacaktık. Sarayda nasıl kalacağımız kendimizi nasıl kabul ettireceğimiz bile muammaydı." Reha'nın söylediklerine karşı diyecek hiçbir şeyim yoktu.

"Sana söylemedi değil mi?" diye sordu.

Başımı hayır anlamında iki yana salladım.

"O saraya tamamen senin için geldik." güldü. "Koca sarayda sanki seni koruyacak muhafız kalmamış gibi bir de biz koşa koşa geldik. Annem şimdi ne yapıyor ediyor bilmiyorum bile. Çok merak etmiştir bir ay olacak ve hiç konuşamadık." dedi bu sefer kendi kendine.

"Sarayda tutsak değilsin Reha, anneni istediğin zaman görmeye gidebilirsin." dedim. Onun da sadece annesi vardı ve onu özlüyordu, benim gibi. Ama neden onu bir daha göremeyecekmiş gibi bir düşünceye kapıldığını anlayamadım.

"Biliyorum ama bizimkileri yalnız bırakamam. Biz hiç birbirimizden ayrılmadık biz kardeş gibiyiz onlar benim abim sayılır. Onlara ne kadar çok bağlı olduğumu anlamışsındır." Onay ve Barlas'a baktı. Yüzünde ufak bir tebessüm oluştu. Onlara bağlıydı evet ama annesini de özlüyordu aklı annesindeydi. Tek başına ne yapar ne eder bilinmez.

"Anneni saraya getirebilirsin Reha, sarayda ona verebileceğimiz iş ve kalacak yer fazlasıyla var bu benim için asla bir problem olmaz." dediğimde başını eğdiği yerden kaldırıp hızla bana baktı.

"Gerçekten mi?" diye sordu sevinçle.

"Tabii ki."

"Neden böyle bir şey yapasın ki?" dediğinde omuz silktim. Arkamızda Onay ve Barlas'ın bakışlarını üzerimizde hissediyordum. Bizi dinlediklerini de biliyordum. Arkamı dönüp baktım bize doğru kulak kabarttıkları her hallerinden belliydi.

"İyilik olsun diye değil. Sarayda olmasından yana hiçbir sakınca yok."

"Yapar mısın gerçekten." diye sordu sesinde daha önce hiç duymadığım bir sevinç vardı.

"Elbette." Gözlerindeki o sönük ışık bir anda parladı. Yüzünde ilk defa bir sevinç gördüm.

"Teşekkür ederim." dediğinde yüzüne gerçekten de bir canlılık gelmişti. Konuşmasını beklemiyordum ama o bir anda konuşmaya başladı.

"Ben babamı hatırlamıyorum, daha dört beş yaşlarındayken savaşta ölmüş. Annem babam öldükten sonra çok zorluk çekti. Yalnız ve dul bir kadın olduğu için eve girip anneme saldırmaya çalıştıklarını hatırlıyorum sadece. Çok korkmuştum. O zamanlar Onay'ın babası Mahsar amca annemin çığlık seslerine koşup gelmişti. O zamanlar oldukça çevik ve herkesin korktuğu biriydi kendisi şimdi yaşlanmasına rağmen hala karizmatik bir adamdır kendisi. Sonrasında hep o bize sahip çıktı. Bende Barlas ve Onay'la birlikte büyüdüm. O zamanlar savaştan yeni çıkılmıştı ve kıtlık olmaya başlamıştı. Annem bahçemizde yetiştirdiği elma ağaçlarından reçel yapıp pazarda satmaya başladı bende elma ağaçlarına tırmanır hem yerdim hem de annem reçel yapabilsin diye toplardım."

Elma. Şimdi daha iyi anlamıştım biraz da annesini anımsattığı için yiyor olmalıydı. Sessizce onun hikayesini dinledim. O gece toplantıda sinirlenmesini şimdi daha da iyi anlıyordum. Babasının ölümünden sonra oldukça zor zamanlar yaşamıştı. Annesinin ne kadar zorlandığını yakından o izlemişti. Küçüklüğünden daha almıştı bıçak yarasını şimdiyse kendi yaralarını tek başına dikmeye çalışıyordu ve tek desteği de Onay ve Barlas'tı. Geçmiş hiçbir zaman iyi değildi.

"Geri döndüğümüzde anneni al ve saraya getir o da daha fazla yalnız kalmasın."

Başını olumlu anlamda salladı. Kısık bir sesle tekrar teşekkür etti. Ayağa kalkarken göz yaşlarını iki eliyle de saklamak ister gibi hızla sildi.

"Ben etrafı dolaşacağım." diyerek yavaş adımlarla ilerledi, bu ben biraz yalnız kalacağım demekti.

O uzaklaşırken ardından "Tamam." dedim sadece ve bende ateşi seyretmeye başladım.

Yorgundum ve uykum iyice gelmeye başlamıştı. Kendimi oturduğum yerde devrilmemek için zor tutuyordum. Bir yere yaslanamadığım için de sırtım ağrımaya başlamıştı.

Muhafızlar çevreyi kontrol etmeye devam ederlerken Gölge de benim çadırımı kurduktan sonra Onay'a yardım etmeye başlamıştı.

Ateş büyü sayesinde güzel sıcaklık yayıyordu artık soğuğu da hissetmiyordum.

Kısa bir süre sonra Gölge yanıma geldi. "Nasıl gidiyor bakalım." diye sordu elini sırtıma koyarken.

"Yorgunum." derken daha fazla dayanamayarak kendimi Gölge'nin omuzuna yaslanırken buldum. Sırtım bir yere dayanmanın verdiği rahatlıkla biraz gevşedi. Kokusunu içime çekerken gözlerim yorgunluktan kapanmaya başladı onun yanındayken bulduğum huzurun verdiği rahatlıkla uykuya daldım. En son hatırladığım dizlerim ve belime sarılan kollarla havalandığımdı. Sonrası karanlık.

Ertesi gün cıvıldayan kuşların sesiyle gözlerimi araladım. Benim için hazırlanan çadırın içindeydim ve oldukça sıcaktı. Havadan mı kaynaklıydı yoksa büyü sayesinde mi hiç bir fikrim yoktu ama rahat ve derin bir uyku çekmiştim. Kendimi oldukça dinç hissediyordum.

Çadırın fermuarını açıp başımı dışarı uzattığımda çadırımın önünde oturan Gölge'yi gördüm. Gözlerimi açar açmaz onu görmek ne kadar da güzeldi. Her zaman hayalini kurduğum bir şeyken böyle gerçekleşiyor olması biraz kalbimi burkuyordu ama sonuçta yanımdaydı. Nöbet sırası onda olmalıydı.

"Günaydın." dedim uyku sersemliği yüzünden tiz çıkan sesimle. Ağaçların arasından sızan güneş ışığı gözümü almıştı.

"Günaydın Kraliçem." dedi yüzü gülüyordu. Onu böyle mutlu görmek güzel.

"Bütün gece sen mi buradaydın?" diye sordum.

"Hayır sanırım dördüncü saatimi dolduruyorum." diye yanıtladı beni. "Nasıl iyi uyudun mu?"

"Hem de nasıl." birbirimize manalı bir bakış attıktan sonra kıkırdadık.

Saçma bir şekilde gülüşürken midemin guruldamasını duyan Gölge daha da gülmeye başladı. utanarak "Sanırım acıktım." dedim.

"Sanırım mı?" Gülerken az daha geriye doğru düşüyordu. "Yanımda aç bir ayı var resmen yanlışlıkla beni yeme sakın." dedi iğneleyici bir şekilde. Omuza sert bir yumruk attım bu tepkiyi beklemediği için sağa doğru yıkıldı. Omzunu tutarak doğrulmaya çalıştı ama gülmekten doğrulamadı. Kolundan tutup kendime doğru çektim. Gülmekten gözleri yaşarmıştı bense ona gözlerimi dikmiş somurtarak gülmesinin geçmesini bekledim.

"Keser misin şunu." diye sitem ettim en sonunda.

"Tamam tamam." diyerek gülmekten akan yaşlarını silerek kalktı ve ateş yaktığımız yerde duran çantalardan birini kapıp yanıma geri geldi. Akşam yediğim hamur işinden tekrar verdi.

"Saray yemeklerinin yerini tutmaz ama yolculukta biraz idare edeceğiz artık."

"Hamur işini çok severim biliyorsun. Her ne kadar annem kilo alırım diye yedirtmese de."

Güldü.

"Bilmez miyim gece beni kullanıyordun sana hamur işi getirmem için her acıktığında mutfaktan senin için hamur işi çalıyordum. Börek çörek, şehirdekiler gibi ekmek arası bile yiyordun."

"Hey! Bu çalmak sayılmaz, onlar zaten benim." dedim gülerek. O da gülerken yan çadırın fermuarı açıldı ve dışarı Barlas çıktı. İlk işi bize ters bir bakış atmak olmuştu. Yüzünün asıklığının sebebini az çok anlayabildim, sesimize uyanmış olmalıydı. Kim bilir belki de başka bir şeye sinirlenmiş olmalıydı.

Gölge onu görmezden gelerek gülmeye devam etti ve biten hamur işimin yerine bir tane daha verdi.

"Gece seni tekrardan taşımak zorunda kalabilirim Kraliçem kilo almayın lütfen." dedi benimle dalga geçmeye devam ediyordu. Bu sefer hafif bir hızda omuzuna tekrardan vurdum.

"Bir hanımefendinin kilosuyla dalga geçilmez."

"Kellem mi gider?" sırıtmaya devam ediyordu. "Hayır canım seni ateşe veririm."

"Uuuu, çok korktum." ellerinin iki yanan sallarken gözlerini kocaman açmış benimle alay etmeyi sürdürüyordu.

Barlas gürültülü bir şekilde çadırını sökmeye başladığında ikimizde susup ona baktık. Gerçekten ters tarafından kalkmış olmalıydı. Onu ilk defa bu kadar sinirli görüyordum. Gölge onu umursamayıp önüne döndü ve ayaklarını öne doğru uzatarak başını göğe kaldırdı. Derin bir nefes alıp havayı kokladı. Bende onun yaptığını yaparak sabah erken saatlerin bu mis gibi temiz orman havasının ciğerlerime dolmasına izin verdim.

Bir süre sonra hepimiz uyanmış ve harekete geçerek hızla toplanmıştık. Yola çıkmamamız gerekiyordu. Onay atlara su vermiş onları bağladığımız yerden söküp getirmişti. Çok vakit kaybetmeden yola koyulduk. Akşam üzerine doğru durmadan yol alırsak varabilirdik.

Nehir kenarına inip atlar sulansın diye yeniden kısa bir mola verildi. Ağaçlar artık iyice sıklaşmaya ve hava iyice değişmeye başlamıştı. Biraz daha kasvetli ve yoğun bir havaya sahipti burası. Bu da Kızıl Ormana yaklaştığımız anlamına geliyordu. Kısa bir zaman sonra Kızıl Orman sınırına gelmiştik. Bu sınırdan itibaren ağaçların rengi değişmeye başlamıştı. Nehrin üstünden kısa tahtadan yapılmış bir köprü vardı köprünün önünde de bizi uyaran değişik bir dilde tahtaya yazılmış yazı vardı. Büyük ihtimal cadıların dilinde yazılmıştı ve burası sınır uyarısıydı. Daha önce hiç bir cadıyla karşılaşmamıştım nasıl göründüklerine dair bir fikrim yoktu. Sadece uzun yıllar boyunca yaşayabildiklerini biliyordum. Bunu nasıl başarıyorlardı bilmiyorum ama sanırım annemin bahsettiği cadı oldukça yaşlıydı. Kemerli bir burun ve çirkin kokuşmuş bir yer bizi bekliyormuş gibi hissediyordum çünkü cadılar hakkında hep öyle şeyler anlatılıyordu.

Lakin karşımda gördüğüm hiç de öyle bir şey değildi. Güzel kırmızı sarmaşıklarla kaplanmış düzinelerce tahta ve taşlarla yapılmış evler göründü. Dışarıda uzun saçlı ve giydikleri açık saçık kıyafetlerle çok güzel kadınlar dolanıyordu. Hepsi birbirinden gösterişli elbiseler ve yapılı saçlarla birbirleriyle sohbet ediyorlar ve etrafta dolanıyorlardı. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu. O kadar güzellerdi ki ben bile bu güzelliklerin karşısında donup kalmıştım. Dekolteli elbiseler, derin yırtmaçlı ve mini elbiseler giyiyorlardı. Ayaklarında ayakkabı yoktu ve yere çıplak ayaklarla basıyorlardı.

Bizi fark ettikleri an bazı sesler çıkmaya başladı. Oldukları yerde oturanlar bize yaklaşmaya ve bilmediğim dilde bir şeyler söylemeye başladılar. Etrafımız bir anda kalabalıklaştı ve çevremiz sarıldı. İlerlemeyi kestik. Çünkü atlar daha fazla ilerlemeyi reddediyordu. Oldukça huzursuzlanmıştılar. Ortalıkta hiç bu kadar cadı görünmüyorken hepsi bir yerlerden fırlamış gibi kalabalıklaşmıştı.

Cadılar etrafımızda pürüzsüz bir daire çizdi. Durmadan peş peşe bir şeyler mırıldanıyorlardı. Bize karşı savunmaya geçmişlerdi. Çünkü habersiz gelmiştik.

Kalabalığı yararak aralarından biri öne çıktı. Uzun boylu oldukça derin dekolteye sahip tek taraflı yırtmacından uzun beyaz bacağı gözüken kızıl saçlı çok güzel bir kadındı. Bakışları sert olsa da bu onu oldukça seksi ve çekici gösteriyordu. Korkmak ve hayran kalmak arasında kalsam da bir kraliçe olduğum için bana bir şey yapamayacakları aklıma geldi. Buna cesaret edemezlerdi. Öne çıkan kızıl saçlı kadın bize bir şeyler söyledi ama anlamadım.

Ben de onun gibi öne çıkmaya çalıştım ama hareket edemedim. Yaptıkları büyüden dolayı hareketlerim kısıtlanıyordu.

"Buraya saraydan geliyoruz, Marley ile görüşmem gerek." diye konuştum. Kıpırdayamıyordum ama konuşmamı engellemiyorlardı. Birbirlerine baktılar.

Sarı, siyah, kızıl, kumral her tipe sahip cadı vardı. Hepsi de genç ve güzeldi buraya gelirken sadece kızıl olmalarını bekliyordum.

Kadın sert bir ses tonuyla bu sefer bizim dilimizde konuştu. "Kimsiniz ve burada ne işiniz var?" diye sordu. Melodik sesi biraz da zehirli bir yılan gibi sanki düşmanını etkilemeye çalışır gibi çıkıyordu.

"Ben Harvey Diyarının Kraliçesi Alin, Marley ile görüşmeye geldim." dediğimde fısıltılar yükseldi.

Kadın bana çatık kaşlarla baktı.

"Harvey Diyarının tek Kraliçesi Sara'dır." dediğinde Marley denilen kadının şu anda karşımda olduğunu anlamış oldum.

"Maalesef artık değil. Harvey Diyarının yeni Kraliçesi benim ve annem Sara beni Marley ile konuşmam için gönderdi." dediğimde yüz ifadesi değişti. Beni baştan aşağı tereddütle inceledi.

"Oldukça büyümüşsün minik." dedi.

 

 

 

 

 

Loading...
0%