Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23. Bölüm- Saldırı

@miadarknesss

Önümdeki parşömen kağıdını bir süre karalamaya devam ettim büyük siyah bir yılan çizmiştim. Oldukça parlak her an ısırmaya hazır dişleriden zehir damlayan bir yılandı. Bunu İris'e vermek isterdim. Şayet tam olarak onu çizmiştim.

Kağıdı mum ışığına tutarak önümde kaldırdım. Sanki çizdiğim yılan canlanıp bana saldıracakmış gibi hissettim. Öfkeyle kağıdı buruşturdum ve yanımdaki çöp kovasına fırlattım. Yorgundum uyumam gerekiyordu ama uyanık kalmalıydım. Notu göndermiştim ama İris'in ne zaman saldıracağını bilmiyordum. Uyuduğum esnada da gelebilirdi. Yalnız olmalıydım ama yalnız da kalmamalıydım. Şayet düşüncelerim asla uyumama izin vermiyordu. Bedenim gergindi. Sanki karanlık duvarlar arasında sinsice beni izliyordu. Bilincim bana bir oyun oynuyordu. Lakin odada benden başka kimse yoktu. İzleniyormuş hissi sadece benim kuruntumdu. Her an odanın bir köşesinden bana saldıracakmış gibi hissediyordum resmen. Ondan korkmuyordum bu bir gerçek ama sevdiklerime zarar vermesinden daha çok korkuyordum. Annemi sevmiyordu bana karşı da bir düşmanlığı vardı ama bunun altında yatan sebebi bilmiyordum. Göğsüm sıkışıyordu.

Önüme aldığım parşomene yeni bir şeyler karalamaya geçtim. Mum ışığının çalışma masamı aydınlattığı kısımda kağıdımı tutuyor ufak ufak çizikler atıyordum. Koyu kara kalemin her sürtüşü kulaklarımı tırmalıyordu.

Mum ışığı bir anda titreşti. Elim öylece dondu. Kulak kesildim. Hiçbir ses yoktu. Kalemi tekrar hareket ettirdim. Lakin bu sefer bir ses işittim. Bir nefes. Yalnız değildim. Şu anda odada yalnız değildim. Biri vardı.

Tüylerim dikeldi. Başımı kaldırdım ve karşıya doğru baktım. Karanlığın içindeki surete. Kim olduğunu göremiyordum ama öylece sessiz bir edayla bana baktığını biliyordum. Gözleri mum ışığının yansımasıyla parıldadı. Kırmızıya kaçan kehribar rengini gördüğümde donakaldım. Bir adım öne gelerek yaklaştı. Yüzüne ışık huzmesi vurduğunda esmer teninin matlığı ve keskin bakışları nefesimi kesti.

"Nasıl...nasıl yapabiliyorsun bunu?" dedim kekeleyerek. İlk şoku atarak oturduğum sandalyemden yavaşça kalktım. Adım adım bana yaklaştı. En sonunda sessizliğini bozdu.

"Açık konuşmak gerekirse cesaretine oldukça hayran kaldım lakin seni uyarmalıyım ki ateşle oynuyorsun ufaklık."

"Bunu bana sen mi söylüyorsun?" siyah kıyafetinin gümüş işlemeleri parıldıyordu. Herhangi bir kılıç kabzası görememiştim. Büyük ihtimal kılıca ihtiyaç bile duymuyordu. Tedirginlikle attığı her adımı izledim. Bana karşı yapacağı herhangi bir hamleye karşı hazırda bekledim. Lakin hiç de zarar vermek ister gibi bir hali yoktu daha çok gözünde tedirgin bir ifade vardı. Ne için buradaydı? Bana zarar vermek için burada olmadığını anlamıştım.

"Ne istiyorsun?" diye sordum. Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyordum.

"Akıllı davranmanı." dedi keskin bir dille.

"Ne demek bu?" kaşlarım çatılmıştı. Bana akıl mı veriyordu?

"Bak ufaklık, senle ben dost olmayabiliriz ama bilmediğin şeyler var. Seni uyarıyorum. Ateşle oynama." Neyden bahsettiğini anlamıştım. Bildiğimi bilmiyordu. İçimden bir ses 'bırak da öyle bilsin' diyordu. Aksine kanıma girip beni zehirlemek isteyebilirdi, onun tarafına geçmem için beni ikna etme çabalarına girebilirdi ama belki de bildiğim için annemle görüşmeme de izin verebilirdi.

Annem.

Onu neden esir tutuyordu? Ortadan kaldırmak için mi? Planlarını daha kolay hayata geçirebilmek için mi?

"Benim ne ile ilgilendiğim seni hiç alakadar etmez. Kapıdaki muhafızlara seslenmeden önce git buradan!" dedim oldukça kısık ve tehditkar bir edayla. Güldü. Sert ifadesinin ardında onu gülerken görmek garipti. "Senin iyiliğin için buradayım Alin, İris'in yapabileceklerini bilmiyorsun. Onunla savaşma."

"Seninle mi savaşayım?" dedim meydan okurcasına.

"Hayır. İstediğim bu da değil. Benim yanımda olursan birlikte hareket edersek savaşmaya gerek bile kalmaz. Bu diyarı birlikte yönetebiliriz." sinsi sinsi kanıma girmeye çalışıyordu sanki. O sisin içine beni çekemeyeceksin Lord Fasih.

Güldüm. Küstahça başımı kaldırdın ve gözlerimi ona diktim.

"Bu diyarı zaten ben yönetiyorum."

Gözleri kısıldı.

"Bir kadın hükümdar olamaz." dediğinde içimdeki lav hareketlendi. Kadınları küçük görüyordu. Kusmuğumda boğulabilirsin Fasih umurumda bile değildi çünkü yakında zevkle canını alacaktım. "Sana tavsiyem bu günlerinin tadını çıkar."

"Bence ufaklık bu günlerinin tadını sen çıkarmalısın. Benim yanımda durman için sana fırsat veriyorum. Bunu elinin tersiyle itmemeni tavsiye ederim." Aramızdaki gerginlik arttı. Beni küçük görmesi canımı sıktı lakin ben küçük görülebilecek biri değildim. Tüm ateşimi ona püskürtmek istedim. Bir ejderha gibi onu ateşimle küle çevirmek istedim.

"Beni hemen şimdi öldürebilirsin. Bu fırsat bir daha eline geçmeyecek." dediğimde başını iki yana salladı.

"Neden?" diye sordum. Cevap vermedi. Onun yerine gözlerimin için parıldayan bir ışıkla baktı. "Amacın beni öldürmek değil öyle değil mi?" diye sordum bu sefer. Kaşları hafifçe havalandı. Beni öldüremezdi, güçlerime muhtaçtı.

Konuşmak yerine susmayı tercih ediyordu. Durgun bir deniz gibiydi. Aklından neler geçtiğini tahmin etmek güç. Beni hiç tanımıyordu, nasıl bir güce sahip olduğumu dahi bilmiyordu.

Kalbimin atışını bu sessizlikte duymaması için konuşmaya devam ettim.

"Bu zamana kadar hayallerini gerçekleştirmek için deliğinde sessizce saklandın. Şimdi neden, neden şimdi harekete geçtin?"

Bana doğru bir adım attı. Elimi kaldırarak dur işareti yaptım. Hareketime karşılık olarak emrime uydu ve olduğu yerde durdu. "Dediğim gibi, bilmediğin şeyler var Alin."

"Bana adımla seslenme." dedim sert bir sesle. "Yaşım senden küçük olabilir ama ben senin kraliçenim kaidelere uygun hareket edeceksin."

"Ben kadınlara itaat etmem. Bir kraliçe olabilirsin ama benim gözümde bir böcekten farkın yok." beni sinirlendirmeye mi çalışıyordu bilmiyordum ama bunu başarıyordu.

"Bir gün önümde diz çöktüğünde de bunu söyleyebilecek misin çok merak ediyorum doğrusu." Güldüm.

"Diz çökmek mi?" Kahkaha attı. "Bana kimse diz çöktüremez ufaklık." Çene kaslarının gerildiğini görebiliyordum. Kirli sakalının ardında yanaklarının çenesini sıkmaktan nasıl kasıldığını görüyordum. Saklamaya çalışıyordu. Bana bir şey yapmak istemiyordu da bu yüzden kendini tutmaya çalışıyordu.

"Ben kimse değilim." dedim gözlerinin içine meydan okuyarak bakarken.

Durdu.

"Ne kastediyorsun sen!"

"Damarlarımda akan kanı en iyi sen biliyorsun öyle değil mi? İçimde yanıp tutuşan alevi sen görebiliyorsun." durdum ve gözlerimi kapattım. İçimdeki gücü gösterebilmek için yavaşça gözlerimi geri açtım ve gözlerimdeki kan kırmızısını görmesini sağladım. Şaşkınlıkla gözlerime baktı. "Ben sıradan bir Harvey'li değilim Fasih. Bunu da çok iyi biliyorsun. Sen bu günü bekledin. Deliğinden çıkmak için benim güçlerimi keşfetmemi bekledin. Böylelikle bana ve güçlerime sahip olabilecektin. Her şey planının bir parçası değil mi? Yıllardır sessizliğinle planlar yaptın. O İris denilen yılanı da bu yüzden yanında tutuyorsun ama atladığın bir şey var. O kadın da hükümdar olmak için savaş istiyor. Bu taht iki kişinin kavgası değil. Üç kişi arasında olan bir kavga, sen hiçbir şeyden haberi olmayan, yanında gücünü kullanmayı planladığın kadının sadece bir kuklasısın."

Öfkesini yüzünde tamamen görüyordum. Öfkeliydi. Artık saklamaya çalışmıyordu. Bunu baya yansıtıyordu. İhanete karşı tahammülü olduğunu sanmıyordum. Belki de bunu biliyordu belki de bilmiyordu ama yine de bunu saklamam için bir sebebim yoktu. Onların arasının kötü olması her türlü benim işime gelirdi.

Elimi masaya sürterek masanın etrafında dolandım ve onun tam karşısında durdum. Boyu benden daha uzundu ama ayağımdaki topuklular bu mesafeyi biraz kısaltıyordu. İçimdeki karanlığı üstüne salmak istiyordum. Kırmızı gözlerimle gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Kırpmıyordum bile.

Ona meydan okuduğumu açık açık gösteriyordum. Ondan korkacağımı düşünmesi, ona boyun eğeceğimi düşünmesi yeterince yanılttı. Küçük olabilirdim ama bu kuyruğumu kıstırıp meydanı ona bırakacağım anlamına gelmiyordu. Bir Harvey'li ile değil sisli soyuyla karşı karşıya olduğunu bilsin istiyordum.

"Beni tanımıyorsun, lakin ben sana kendimi tanıtacağım."

"Tıpkı annen gibi egon yüksek ama bunlar boş ufaklık. Asıl gücün kimde olduğunu biliyoruz."

"Gücün kimin umurunda ki." dedim alaylı bir şekilde. "Savaş meydanında kimin kazanacağını göreceğiz."

"Göz göre göre ölmek istediğini mi söylüyorsun bana?"

Dilimi şaklatarak bir 'cık' sesi çıkarttım.

"Göz göre göre seni öldüreceğimi söylüyorum." Elimle tacımı saçımdan çıkarttım ve onu elimde öne uzatarak tuttum. "Sana bir şans veriyorum. Ölmek istemiyorsan her şeyi bir kenara bırak ve git buralardan. O yılanı da al ve git. Herkes huzurlu bir şekilde yaşasın."

"Buralardan gideceğimi sana düşündüren şey ne bilmiyorum." Güldü. "Lakin, gitsem bile yanıma alacağım kişi İris değil, annen Sara olur."

Yanağımı içeriden dişledim. Annemin adını ne cürretle ağzına alırdı.

"Ve bir daha onu hiç göremezsin."

Beni tehdit etmeye devam ediyordu. Can yerimden vurarak ikna olabilrceğimi düşünüyordu. Annemi kullanarak üstüme gelmeyi tercih etmişti. Bunun işe yarayacağını düşündüren şey neydi annemi çok seviyor olmam mı? Annemi canımdan da çok seviyordum lakin bana olan güvenini asla boşa çıkaramazdım. İşte o zaman annemin gözlerinde ki hayal kırıklığını görmek beni öldürürdü. Bana bir görev bahşetmişti. Ben de onu yapmakla mükelleftim.

"Beni boş tehditlerinle gelme Fasih. Sen bu tacı herkesten daha çok seviyorsun. Güç senin gözünü kör etmiş."

"Seninde kör olacak neden biliyor musun? Damarlarında akan gücü tamamen keşfettiğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın. Güç tatlıdır. Bu yaşına kadar bir insan olarak geldin. Güçsüz olmanın herkesin seni eziklemesinin nasıl bir his olduğunu çok iyi biliyor olmalısın. Herkesin sana korkarak bakması hiç egonu okşamıyor mu?" Gözleri bir sinsi gibi kanıma işlemek için bana odaklanmıştı. Odanın içinde tur atmaya başladı. Her adımını takip ettim. Bana saldırmazdı bunu yapacağını düşünmüyordum ama annem gibi beni kaçırmayacağı ne malumdu. Ellerimi aşağıda sarkık bir şekilde önümde birleştirdim. Başım dik bir şekilde dururken odamı bir ışık aydınlattı. Peşinden çığlık sesleri. İlk ne olduğunu anlamadım. Merakla arkamdaki cama döndüm. Gördüğüm şeyle şoka girerken Fasih'e baktım. Aynı şekilde o da bana bakıyordu. Yüzündeki ifade ise şaşkınlıktı.

Odam sihir ışıklarıyla yanıp sönmeye devam etti. Muhafızların adım sesleri ve bağırışları saray bahçesinden odama doluşuyordu. Hızlı adımlarla cama yaklaştım. Ardımdan Fasih de yanımda durarak dışarıya baktı. Bir sürü Morti şehre saldırıyordu. Şehri, büyünün etrafa saçtığı ışıklar aydınlatırken gökyüzünü sihirli ateş okları kapladı. Aynı anda Fasih'le birbirimize baktık. İkimizde şaşkındık. Hedef saray değildi. Halktı.

İris, yapacağını yapmıştı. Gündüz gözüyle saldırmak yerine karanlığı tercih ediyordu. Tüm herkesin uyuduğu saatte.

Fasih'e geri döndüm. İki elimle abanarak göğsünden geriye doğru ittim. Bu onu çok sarsmamıştı ama iki adım geri gitmesine neden olmuştu. "Sen de işin içindesin dimi!" diye haykırdım. Tekrar vurdum göğsüne var gücümle ittirdim onu. "Dikkatimi dağıtmak için geldin. Hata yapmam için! "

İki elimi de yakaladı. Beni durdurmaya çalışırken sertçe kendine doğru çekti. Ona çarptım. Derin derin soluk alıp verirken öfkeli gözlerle ona nefret saçıyordum.

Sessiz ama tane tane bir şekilde "Benim. Bununla. Hiçbir. Alakam. YOK!" dedi ellerimi bırakıp beni ittirirken.

"Beni oyalamak için geldin. Aksine beni inandıramazsın." dedim gür bir sesle. Dışarıda koca bir kaos yaşanırken içeride de ben ve Fasih arasında bir kaos vardı. Ona tam büyümle saldıracakken dışarıdan odama doğru yaklaşan adım seslerini duydum. Fasih de duymuş olacak ki o tarafa bakıp gerildi. Bana geri döndüğünde "Neye inanmak istersen iste lakin benim savaşım halkla değil ufaklık." Ve bir anda gözden kayboldu. Az önce olduğu yere öylece bakakaldım. Bu numarayı acilen benim de öğrenmem gerekiyordu.

Fasih'in bedeni gözümün önünde kaybolduğu gibi odaya Gölge girdi. Hiçbir şey çaktırmamak için yüz ifademi kontrol ettim ama sanki hissetmiş gibi odaya bakındı.

"Biriyle mi konuşuyordun sen?"

Başımı iki yana salladım. "İris'e saydırıyordum sadece."

Anladım der gibi başını salladı. "Şehir saldırıya uğradı. Bir yığın Morti şu anda şehirde. Halk kendini korumaya aldı ama bir çok ölü var. Muhafızların yarısını şehre gönderdik. Sarayı da korumaya aldık."

"Güzel." Ellerimi arkada birleştirdim. "Bana büyü kitabımı ver." diyerek emrettim. Kaşları çatılsa da kapının yanındaki kitaplığa baktı ve büyü kitabını getirdi. "Ne yapacaksın bunu?"

"Geçen gece kitabı incelerken bir kubbeden bahsettiğini hatırlıyorum. Eğer bu kubbeyi yapabilirsem ve gerçekten işe yararsa saraya saldıramazlar."

"Güzel bir fikir ama bu güçlü bir büyüdür tek başına yapabilecek misin?" diye sordu. Kitabın sayfalarını çevirmeye devam ederken durdum ve başımı kaldırarak ona baktım. "Yapabileceğime inanmıyor musun?" diye sordum bende. Kekelemek üzereyken toparladı kendini.

"Güvenmek değil ama yanlış bir şey de sana bir şey olmasından korkuyorum."

"Yani benim başaracağıma dair şüphelerin var."

"Alin, ben."

Elimle sözünü kestim. "Muhafızların başında dur askerlerin sana daha çok ihtiyacı var, ben güvendeyim. Bana da Barlas'ı gönder ona sormam gereken bir mesele var." Başını eğdi ve son bir bakış attıktan sonra odadan çıktı.

Geçen gün gördüğüm büyüyü bulabilmek için sayfaları hızla karıştırmaya başladım. Ama bir türlü gözüme çarpmadı. En başa dönüp tekrardan baktım. Sayfayı çevirirken kapı çaldı.

"Gel." Komutunu verdikten sonra kapı açılırken içeri Barlas girdi. Ve o an aradığım büyüyü bulmuştum. Odanın içine adımlarken o sağlam basışın güm eden sesini duyuyordum. Simsiyah kıyafetlerinde gümüş işlemelere sahip onu oldukça asil gösteren bir takımı vardı üstünde. Her zamanki gibi eli kılıcında hazır olda duruyordu. Onun bu heybetli cüssesinden etkilenmemek imkansızdı.

"Beni çağırmışsın." Diye sordu.

"Evet çağırdım." derken elimle yaklaş diye işaret ettim, masama doğru yaklaştı. Onu bu sıralar pek görmüyordum. Ortalıklarda çok dolanmıyordu. Varsa da sürekli Gölge ile tartışır vaziyetteydiler. Birbirlerinden hoşlanmadıklarını biliyordum ama sebebini anlayamamıştım. Ya da anlamak istemiyordum.

Derin bir soluk aldığını duydum. "Mortiler şehre saldırdı bir şeyler yapmayacak mısın?" diye sordu merakla.

"Üstünde çalışıyorum." Kaşları çatıldı. İki kaşının ortasındaki çizgi belirginleşti.

"Beni neden çağırdın Alin?" Sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı.

Dışarıda kıyamet koparken odama bir sürü ışık patlıyordu. Çığlıklar ve mortilerin çıkardığı iğrenç seslerden bahsetmiyorum bile. Saraya saldıracaklar mı onu bile bilmiyordum ama sarayı koruma altına almam gerekiyordu.

Onunla konuşma cesaretini toplamaya çalıştım. Onda emin olamadığım şeyler vardı. İçimi yiyen kurtlar beni artık katlanamayacağım kadar rahatsız ediyordu. Sebepsizce düşüncelerimin yanlış olmasını diliyordum. Onun ilk zamanlardaki yakınlığını özlüyordum.

Başımı ona doğru kaldırdım. "Annemin bir sözü vardı, bir süredir kulaklarımda çınlıyor." Başını sola doğru yatırdı. Alnına bir tutam saç düştü. Bana anlamamış gibi bakıyordu.

"Neymiş o?" diye sordu. Kalbim sızlıyordu. Nedense hızlı atıyordu. Onun o bana tuhaf bakışlarına anlam yükleyemiyordum. Beni hem korkutuyor hem de merak uyandırıyordu.

Derin bir nefes aldım. "Sadakat herşeydir." dedim.

Sonradan anlamış gibi başını aşağı yukarı salladı ve aşağıya bakarak kendi kendine güldü.

Bu gülüş tüylerimi diken diken etti. Onun böyle sinsice güldüğünü hiç görmemiştim. Sonrasında sessizlik oldu. Dışarıdaki uğultular duyulmaz oldu. Başını kaldırdığında o sert mimiksiz yüz ifadesinin ardında bir hayal kırıklığı gördüm. Bana inanamıyormuş gibi donuk bir şekilde baktı ama gözlerindeki o acıyı görebiliyordum.

"Benden şüpheleniyorsun?" dedi. Ses tonu kırılgandı. "Gerçekten benden mi şüpheleniyorsun Alin?" diye sordu sesi titredi.

"Şüphe değil."

"Evet! Benden şüpheleniyorsun. Sana inanamıyorum!" Sesi bir anda yükseldi. Öfkesi yüzüne yansıdı. Ellerini inanamıyormuş gibi iki yana açtı ve bana unutamayacağım bir şekilde baktı.

"Hayatımıza bir anda girdiniz. Bu sarayda herkesi tanıyorum ama sen-" duraksadım. Ayağa kalktım ve gözlerinin içine bakarak elimle onu işaret ettim. "Seni tanımıyorum ve son zamanlardaki tavırların bir garip. Sana ne kadar güvenebilirim. Benim ki sadece bir tahmin Barlas, lakin ortada güvenebileceğim bir durum yok." dedim.

Paramparça olmuş yüreğiyle gözlerindeki hüzün daha da arttı. Sözlerim onu yaralamıştı. Kolunu kanadını her şeyini kırmıştı. Öfkeyle dudaklarını birbirine bastırırken onları yavaşça araladı. "Güvenebileceğin bir durum yok demek. Tavırlarım mı sana farklı geldi? Ben sana o tavırlarımın sebebini açıklayayım o vakit!" duraksadı. Gözlerimin içine baktı. "Seni başkasıyla görmek canımı yakıyor Alin. Hepsi bu! Ve şimdi sen benden şüphelenerek beni paramparça ettin. Sana sebebini söyleyeyim. Güvenirsin ya da güvenmezsin bu saatten sonra bi önemi yok." Beni işaret etti.

Acıyla "Seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum prenses."

Dudaklarından çıkan her bir kelime bir uğultu şeklinde kulaklarımdan beynime oradan da kalbime geçerek büyük bir sızı oluşturdu. Şok dalgası bedenimi titretti. Ağzım şaşkınlıkla aralanırken bir şey dememe izin vermeden iki elini de öfkeyle masaya vurdu ve arkasını dönüp hızla odadan çıktı. Büyük kapı çarparak kapanırken sanki suratıma da bir darbe indirmişti.

Gözlerimin dolduğunu hissettim. Artık neye kime güveneceğimi bilemiyordum. Neden her bir yandan darbe yiyordum ki! Deli gibi ağlamak bağırıp çağırmak istiyordum.

"Siktir!" diye öfkeyle bağırdım ve kitabı duvara fırlattım. Beklediğim şey değildi. Bir itiraf bekliyordum ama o, bu değildi.

Sinirden ellerim titremeye başlamıştı.

'Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol.' diyerek içimden tekrar edip durdum. Ellerimle masaya yaslandım. Sırası değil. Şimdi sırası değil. Kendine gelmen lazım.

"Duygularıma odaklanmanın şimdi hiç sırası değil." dedim kendi kendime.

Kitabı çarpıp düştüğü yere giderek yerden aldım. Ve iki yüz seksen altıncı sayfayı açtım. Büyüyü okudum.

"Yapabilirim." diyerek kendimi teselli ettim. Aklıma sızan ve tekrarlanan kelimeleri bir kenara savuşturdum. Sadece kitaba odaklanmak istedim. "İstersem her şeyi yapabilirim." diyerek kendimi cesaretlendirmeye çalıştım.

İçimden yazan büyü sözlerini tekrarladım. Hızlı olmaya çalışıyordum lakin yanlış bir kelime bile söylememem gerekiyordu. Dışarıdaki sesler dikkatimi dağıtıyordu. Kafamdaki düşünceler ise o sesleri bile bastırmaya yetiyordu. Elimden gelen sadece kendime inanmaktı.

Kitabı aldığım gibi koşar adımlarla saray merdivenlerini indim. Kraliyet kapısından çıkıp bahçeye inen merdivenleri de hızlı adımlarla indim. Ardımdan gelen muhafızların ayak sesleri de bana yetişmeye çalışıyordu.

Bahçenin etrafında bir sürü muhafız vardı. Komutan Zalton beni gördüğünde kaşları çatıldı. Yanında duran ve muhafızlara komut veren Gölge de babasının nereye baktığını görmek için bana doğru döndüğünde şaşkınlıkla bana baktı. Onları umursamadım. Etrafımda var olan kimseyi umursamamaya çalıştım. Çekiniyordum. Yanlış bir şey yapmaktan çekiniyordum. Hem itibarımı hem de otoritemin zedelenmesinden korkuyordum. Halkını koruyamayan bir Kraliçeleri olduğunu düşünmelerini istemiyordum.

Gökyüzünü sihirli ateş okları kapladı. Okçular art arda mortileri nişan alırken kitabı açtım ve odaklanmaya çalışarak büyü sözlerini dışımdan tekrarlamaya başladım. Komutan Zalton ve Gölge yanımda bitmişlerdi ama sonrasında geriye doğru adımladılar. Gözlerimin kırmızıya döndüğünü fark etmişlerdi. Gücün damarlarımda fokurdayıp dışarıya çıkmak için can attığını onu serbest bırakmam için bana yalvardığını biliyordum. Gözlerimi sımsıkı kapadım.

Elimi gökyüzüne doğru kaldırdığımda içimde kaynayan gücü dışarı bıraktım. Tüm sinir uçlarım karıncalanıyordu. Adete parmaklarım bir hava akımına tutulmuş gibi sarsılıyor beni içine çekmek ister gibi yukarıya doğru çekiliyordum.

Ayaklarımı zemine sağlam bastım. Kulaklarım uğulduyordu. Söylediğim sözler kulaklarımda yankılanıyordu resmen. Zalton'la Gölge'nin geriye adımladığını gördüm buz mavisinin gökyüzünü kapladığını onu bir şerit gibi kestiğini görebiliyordum. Kulenin etrafına usul usul yayıldığını ve bir kubbe gibi içine hapsettiği gözle görülüyordu. Başarıyordum. Kubbenin sarayı nasıl sardığını tüm herkes izliyordu.

Gerçekten de başarmıştım. İçimdeki sevinç aynı bir çocuk gibi ayakta zıplıyordu resmen.

Etrafımdakiler şaşkınca bana baktı. Siyahın altında şeffaf bir buz mavisi rengi belli oluyordu. Okçular ok atmayı bırakmışlardı. Atacakları her ok kubbeden geçmeyecekti ve geri bize sekebilirdi bu yüzden durdular.

Komutan hızlı adımlarla mesafeyi kapattı ve yanımda bitti.

Yüzünde şaşkınlık ve heyecan belirgindi "Kraliçem aynısını şehir içinde yapmanız lazım. Kubbeyi büyütebilir misiniz?" diye sordu heyecanla. Gözlerimle etrafı taradım. Şehirden bir çok ayırt edemeyeceğim sesler geliyordu. Duvarların yıkılma sesiyle birlikte çığlık sesleri de en net olan seslerdendi.

Onu başımla onayladım

"Deneyeceğim Zalton." gözlerimi ondan çektim ve sarayın büyük bahçe kapısının oraya doğru ilerledim. Kapı kapalıydı. Beni gören muhafızlar harekete geçerek ağır olan kapıyı telaşla, bir çırpıda açabilmişlerdi.

Şaşkınlıklarını yüzlerinden okuyabiliyordum lakin ben de şaşkındım. Sarayımı koruma altında almıştım şimdi de sıra halkımdaydı.

Odaklandım. Sihrimi, gücümü ve dışarıya çıkmak için ısrar ettiğini düşündüm. Kubbeyi gözümün önünde canlandırdım. Büyü sözlerini büyük bir hiddetle söylerken çevremde oluşan rüzgarı hissettim. Elbisemin etekleriyle beraber saçım da sağa sola savruluyor yüzüme darbeler indiriyordu. Güç, her yerimdeydi. Güç, tüm bedenimdeydi.

Güç bendim.

Öyle ki artık onu tamamen hissediyordum. Bana ilginç bir zevk veriyordu. Daha önce tatmadığım bir haz.

Bana ait olan karanlık tarafım bir anda gözlerimin önünde belirdi. Parlak kırmızı gözler bana bakıyordu. Sarı saçlarıma gecenin karanlığı vurmuş bedenimi siyah bir kumaş sarmıştı. Sinsi bir şekilde bana bakarken içimi ürperten bir his oturdu yüreğime. Bu bendim ve bana gülümsüyordu. Karanlık tarafım. Bir çığlık nidası yükseldi boğazımdan onunla beraber sihir fışkırdı tüm bedenimden. Buz mavisi kubbe tüm vadiyi sardı bu şekilde.

Soluk soluğa çöktüm yere. Ellerim titriyordu. Az önce gördüğüm şey o kadar gerçekti ki kendimden korkmuştum. Bir anda iki kolumdan da tutulup kaldırıldım. Gölge endişeli gözlerle bana bakıyordu. "İyi misin?" diye sordu.

"İyiyim, sadece kendimi zorladım biraz."

"Korkmuş gibisin Alin. Ne oldu?" diyerek ısrar etmeye devam etti.

"Bir şey olduğu yok!" dedim ellerinden kurtularak. Şaşkınlıkla bana baktı. Yüzü seğirirken bir şey demesine izin vermeden yere düşen kitabımı aldım ve saraya ilerledim.

Sesler kesilmişti. Mortilerin çoğu etkisiz hale gelmişti. Şimdilik bunu küçük bir zafer sayabilirdim ama İris durmayacaktı. Biliyordum. Ona gönderdiğim mesajla bana saldırmak yerine şehre saldırmıştı. Plan başarısız olmuştu.

Hala olduğumuz yerde saymaya devam ediyorduk. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Öfkeden kendimi yiyip bitirdim. Merdivenleri adeta döverek çıktım. Elimdeki kitabı parçalamak istercesime sıkıyordum. Mortileri savuşturabilmiştik ama bu savaş için bir başlangıçtı. Artık kaçınılmaz son bizim için yaklaşıyordu. Açık açık savaş ilan edilmişti.

Tüm vadilere bu durumu rapor geçerek müttefiklerin kimler olduğunu netleştirmek gerekiyordu. Yanımızda kimlerin savaşacağını kimlerin savaşmayacağını öğrenmeliydik.

Odamın kapısından içeri girdiğimde içerisi olduğundan fazla karanlıktı. Mumlar sönmüştü. Minik bir ışık topu oluşturarak etrafımı görmeye çalıştım. Büyülü sözlerle mumların yanmasını sağladım.

Yatağıma doğru ilerlerken ufak bir sesle olduğum yerde çakılı kaldım. Hırıltı sesi giyinme odamın olduğu taraftan gelirken onunla beraber tanıdık bir ses de duydum.

"Sonunda gelebildin."

_______

Lütfen vote ve yorumlarınızı esirgemeyin. 🤎

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%