@miadarknesss
|
4. bölümle işte karşınızdayım. _____________ O gecenin ardından günlerim karabasan üstüme çökmüş gibi geçiyordu. Gerçekler ve yalanlar birbirne girmiş gibi üst üste gelmişti ve ben neyi nasıl yapacağımı bilmiyordum ve tek bildiğim gücümü saklamak ve herkesin beni insan olduğumu bilmeye devam etmesini sağlamaktı. Barbar bana yardım edeceğini söylediğinde ona ne kadar inanmam gerektiğini gerçekten bilmiyordum. Güvenmem için bir sebep bile yoktu. Belki bana zarar vermek isteyenlerden biri oydu. Bunu bilemezdim. Gölge, günlerdir yüzünü zar zor görüyordum. Arada beni kontrol ediyordu ve sonrasında sarayda sorgu için köy halkını sorguya çekmek için saray dışına da çıkıyordu. Sadece iki dakikalığına yanıma uğruyor tepeme askerlerini dikiyordu ve puf! Ortadan kayboluyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. Beni korumaktan sorumlu muhafız şimdi yanımda dahi durmuyordu. Benden kaçtığını düşünmeye başlamıştım. Gücümden dolayı olabilir miydi? Kendimi kandırıyor olabilirdim de çünkü elbet bir gün herkes birbirinden kopar. Ayrılıklar her zaman vardır. Kimse kimsenin yanında sonsuza dek kalmıyordu. Hera, yatağımı topluyor. Efi de dolabımda bugün giyeceğim elbisemi seçiyordu. En sonunda çok güzel straplez mor bir elbisede karar kıldı. Mor en sevdiğim renklerden biriydi ve dolabımın bir kısmı mor renginden oluşuyordu. Çoğunluk hep sevdiğim renklerden çeşit çeşit elbise diktiriliyordu. Dolabımdan her zaman Efi sorumluydu, mükemmel bir moda ikonuydu ve aşırı zevkliydi. Benim için çoğu zaman kendi tasarladığı elbiselerden terziye diktirtiyordu. Onun elbiselerine bayılıyorum. "İşte bu ton sana çok yakışıcak. Hem açık hem koyu ton karışımıyla ve mükemmel ışık saçan sarı saçlarınla efsane durucak." dedi. Mor elbisenin üstümde duruşunu aynada güzelce süzdüm. Gerçekten de çok güzeldi. Önüme gelen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Gözlerim boynumdaki kolyeye kayarken aklıma bir şey geldi. "Heh! Söyle bebiş." dediğinde her zamanki gibi bir şeyler isteyeceğimi hareketlerimden hemen anlamıştı. "Bana kırmızı bir elbise diker misin?" diye sorduğumda ikisi de donakaldı. Aynı anda "Kırmızı mı?" diye sordular. Şaşkınlıkları yüzlerinden öyle bir okunuyordu ki sanki hakaret etmiştim. "Sen kırmızı giymezsin ki?" dedi Efi. Evet kırmızı giymezdim ama bu gözlerimin rengi değişmeden önceydi. "Alin sen iyi misin? Zaten balodan beri bir tuhafsın, şimdide farklı renklere yöneliyorsun. Bizden sakladığın bir şey yok değil mi?" Efi beni o kadar iyi tanıyordu ki ona her zaman yalan söylerken zorlanmışımdır. "Gayet iyiyim kızlar, hiçbir sorun yok merak etmeyin." "Ben bundan pek emin değilim." Efi'nin tek kaşı kalkmıştı bile. Bir açığımı yakalama pozisyonuydu bu. Beden dilimi analiz ediyordu. Ama artık kendimi yeterince geliştirmiştim. "Hadi amaaa! Ne olabilir ki? En fazla beni öldürmeye çalışıyorlar." diyerek güldüm. İkisinin o an birbirlerine aynı anda baktıklarında benim hakkımda ne düşündüklerini anlamıştım. Kesinlikle aklımı kaçırdığımı düşünüyorlardı. Gün batımını izlemek için bahçeye çıktım. Zehirlendikten sonra bir süre eğitimime ara verilmişti. Bu yüzden ne yapacağımı bilemediğimden etrafta dolanıyordum. Klasrum bir kaç gündür tuhaftı, iksir odasından bir türlü çıkmıyordu. Derslerimi de iptal etmişti. Kendince zehirlendiğim için istirahat etmem için dersleri iptal ettiğini söylemişti. Bana kalırsa onda kesinlikle bir haller vardı. Zaten garip biriydi, iyice garipleşmişti. Her zaman siyah bir cüppe giyer geceleri de kafasına geçirdiği cüppenin şapkasını da yüzüne kadar örterdi. Küçükken çok korkardım ondan ama şimdi onda gerçekten bir gariplik olduğunu anlıyordum. Her zamanki halleriydi. Sanırsam annem onu olduğundan fazla darlıyordu. Güneşin batmak üzere olduğu dağlara baktım. Turuncu ve pembenin hakim olduğu bir gökyüzü oluşmuştu. Masmavi gökyüzünde beyaz bulutların yerini pembe bulutlar almıştı. Bu huzur verici görüntüye baktım. Bir sis perdesi gibi yayılmıştı gökyüzüne bulutlar. Usul usul rüzgarın yönünde ilerliyorlardı. Gölge'nin yanımda olmasını istedim şu an onunla güneşin yönünde ilerlemek, güneşin vurduğu saçlarının kahve tonlardan nasıl kızıllaştığını izlemek istedim. Gün batımın verdiği huzuru birde o yanımdayken hissetmek... Ama yoktu işte, o geceden sonra doğru düzgün göremez olmuştum onu, baş ucuma bile gelmemişti. "Prenses." diyerek küçük bir referans yaptı. Rüzgardan saçları savruldu. Eliyle saçlarını düzeltirken bakışları saray kapısına kaydı. Baktığı tarafa baktığımda muhafız ordusuyla birlikte içeri giren Gölge'yi gördüm. Kalbim bir an çarpıntı yapsada derin bir nefes alarak onu dizginledim. Bizi gördüğünde atını bizim tarafa çevirdi. "Beyaz atlı prens mi o?" dediğinde Barbar'a yan bir bakış attım. Kendince dalga geçiyordu. "Komik misin sen?" dediğimde güldü. Gölge yanımıza yaklaşınca atını durdurdu ve aşağı atladı. "Prenses Alin! Gördüğüme göre baya iyisiniz." dedi. Yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. Gözlerimi patlatarak ona baktım. Ben bir şey demeye kalmadan Gölge "Evet hepimiz ordaydık zaten, biliyoruz." dedi oldukça sakin bir ses tonuyla. "Hala da tıkmak istiyorum." Gölge'nin ses tonunun sertleştiğini o an anladım. Sinirliydi ama belli etmemeye çalışıyordu. "Barbar da bana yürüyüşümde eşlik ediyordu. Malum yalnız kalmamam gerek." dedim ve o anki anlık refleks ile Barbar'ın koluna girdim. İkisi de aynı anda bu hareketime bakarken Barbar'ın yüzünde meydan okuma gülüşü oluştu. Yanlış yapmıştım! Gölge'nin tek kaşı kalkmıştı bile "Benim de içeri girip rapor vermem gerek, size iyi yürüyüşler." dedikten sonra yanımızdan geçti ve atını da alıp gitti. "Kıskandırmak için koluma girmediniz mi prenses?" diye tekrar etti. "Saçma sapan konuşma, biz beraber büyüdük kardeş gibiyiz biz." bu söylediğine sen inandın mı peki Alin? "Bana hiç öyle gelmedi, prenses." Bu Prenses kelimesine vurgu yaparak konuşuyordu ya ama nasıl ağzına vurasım geliyor anlatamam. Bana doğru eğildi ve yüzünü yüzümle hizaladı. "Bu gün ne kadar güzel olduğunuzu bile fark etmeyen biri için değer mi, prenses?" dediğinde yüzünün yüzüme ne kadar yakın olduğunu o an fark ettim. Nefeslerimiz birbirine karışırken kendimi geri çekerek uzaklaştım. Bu ani yaklaşımlarından da nefret ediiyordum. "Sınırını aşma! Yoksa senin için hiç iyi şeyler olmaz!" dedim. "Ne olur mesela? Beni küle mi döndürürsünüz?" Bir anda hızla üzerine yürüdüm ve işaret parmağımı ona salladım. "Bir daha benimle düzgün konuşmazsan seni ateşe veririm EVET!" diye bağırıdım. İşte yine olmuştu. Yüzündeki o gülümseme gitmişti ve tamamen yabancı bir hal almıştı. Ve o kara gözlerinde ateş saçan kırmızı gözlerimi görmüştüm. "Evet, verirsin." ellerini arkasında buluşturdu ve karşımda dimdik bir duvar gibi durdu. "Gücünü tamamen öfken kontrol ediyor." dediğinde dondum kaldım. Bilerek yapmıştı. Beni sinirlendirmek için bu kadar üzerime geliyordu. "Peki bu güce nasıl sahip oldun prenses?" diye sordu ama daha çok bu soru kendineydi. Beni çözmeye çalışıyordu. Açıkçası bu sorunun cevabını bende çok merak ediyordum. O geceden beri aklımdaki tek soru bu bile olabilirdi. Yoo hayır kesinlikle kafamın içinde bir sürü soru vardı. Ama en çok gücümü merak ediyorudum. "Bana güvenebilir misin Prenses Alin?" Gözlerinin içine baktım. Öyle bir karaktere sahipti ki ona bakınca çözmek neredeyse imkansız gibi geliyordu. "Başka şansım var mı?" diye sordum ben de, burada olmasının bir amacı vardı. Karşıma çıkması bana yakınlaşması kesinlikle tesadüf değildi. O gizemli duvarlarının ardında ne saklıyorsun Barbar? Yemekten sonra ikimizde gece çalışmanın güvenlik açısından çok daha iyi olacağına kanaat getirip ayrıldık. Odama geçtikten sonra gece herkesin uyumasını bekledim. Üzerime rahat bir şeyler giydim. Açık kahverengi tonlarında bir tulumdu. İçine de beyaz bir gömlek giydim. Şu an tam bir at gezisi için çok ideal bir kıyafetti. Uzun zamandır da ata binmemiştim. Kızımı özledim. Kapı tıklandı. Boşbulunduğum için yerimde sıçradım. "GEL!" diye ses verdim. Kapı aralanarak içeri Gölge girdi. Şaşkınlıkla ona bakarken biraz telaş yaptım. "Gölge. Senin ne işin var burda?" Duraksadı. "Yanlış bir zamanda mı geldim?" diye sordu. Tbaiki ona seni değil Barbar'ı bekliyordum diyemezdim. "Hayır, sadece seni beklemiyordum." dedim. Gözlerimi kaçırmadan edemedim. "Malum son günlerde görüşemiyoruz." dedim. Umarım lafım vermesi gerektiği etkiyi vermiştir. Yanıma yaklaşmadan önce beni süzdü. O an kıyafetimin gece giydiğim kıyafetlere benzemediğini fark ettim. Umarım şüphelenmez. "Bir yere mi gidiyorsun?" diye sordu. "Hayır." kısa ve hızlı bir cevap olmuştu ve bu tabikide onu oldukça şüphelendirmişti. "Bunaldım artık anlıyor musun? Kendimi iyi hissetmiyorum, beni kimse anlamıyor kimse ne hissettiğimi umursamıyor. Sen bile!" o an anladığını gördüm. Sonunda beni e kadar dışladığını fark ettiğini anladım.Onu o kadar iyi tanıyordum ki gözlerinden bile ne hissettiğini anlayabiliyordum. Pişmanlık. "Ben..." konuşmasına izin vermedim. "Beni yalnız bırakır mısın? Herzaman olduğu gibi." dedim ve arkamı döndüm. Ona daha fazla bakmak istemiyordum çünkü onun kırıldığını anlamak bile kalbimi acıtıyordu. Adım seslerini dinledim ve kapının yavaşça kapanmasını, o gidince gözümden bir damla yaşın akmasına mani olamadım. Onu incitmiştim ve onu incitmek de beni incitmişti. Duygularıma hakim olmam ve sadece gücüme odaklanmam gerekiyordu. Bunun içinde en başında kendime odaklanmam gerekiyordu. Sadece kendine odaklan Alin, gücünü toplaman gerek. Duygularını bir kenara bırak ve sadece kendine odaklan. Çünkü tehlike seni bekliyor, kendini korumaz ve savunmazsan en can noktandan vurulan sen olacaksın. Göz yaşlarımı elimin tersiyle ittim ve gökyüzüne bir umutla tekrar baktım. Dileğim gerçekleşirdi umarım. Tam o sırada kapım tekrar çaldığında bu sefer Barbar olması umuduyla tekrardan "Gel." dedim. Bu sefer sesim cılız çıkmıştı, gelen Barbar'dı. "Hazır mısın Prenses?" diye sordu. Prenses'e vurgu yaparak söylemey hala devam ediyordu. "Evet hazırım." "Burada mı çalışacağız?" diye sorduğunda ona gülümsedim ve bir 'cık' sesi çıkardım. Başını yana eğdi ve merakla bana baktı. "Takip et beni." diyerek giyinme odama doğru ilerledim. Sessizce beni takip ediyordu. Burayı ona göstermem ne kadar doğruydu bilmiyorum. Sonuçta sadece kraliyet mensupları bilmeliydi. Ona döndüm ve başımı eğip hafif bir tebessüm ettim. "Şu kütüphanedeki ışık gösterinden alabilir miyiz Barbar bey?" diye sordum. Bana yakınlaştı ve yüzünü yüzüme eşitledi "Bana sadece Barlas de." ve elini havaya kaldırıp güneş topunu oluşturdu. "Gidelim mi?" Dar ve karanlık kısa bir koridordan sonra aşağı inen merdivenlere geldik. Barbar kolumdan tutarak beni durdurdu. "Önden ben giderim." dedi. "Bilemeyiz. Kural bir her zaman hazırlıklı ve temkinli olucaksın. Herhangi ani bir saldırıya karşı hazırlıklı ve dikkatli olursan saldırma şansın o kadar çabuk ve kolay olur." "Ben önce bir güçlerimi kullanmayı öğreneyim. Gerisi kolay." "Güçlerini kullanmayı sana hiç öğretmesek mi? Yoksa hepimizi kül edeceksin." "Çok komiksin." dedim yüzümde memnuniyetsiz bir mimik yaparken. "Yo şaka değil ben ciddiyim. Karanlık güç direk ölüme yol açar. Tek bir seferde hem de..." "Ben bu güce sahip olmak istemedim ki hiç." Bana döndü, nerdeyse göğsüne çarpıyordum. "Sen sahip olmak istediğin için olmadı zaten, doğuştan bu güce sahiptin." dedi. "Asıl soru doğuştan bu güce nasıl sahip olduğun." dedi. Tekrardan arkasını döndü ve merdivenlerden inmeye başladı. "Şimdilik bu soruyu rafa kaldıralım ve güçlerine odaklanalım." biraz ilerledikten sonra durdu. Aniden durduğu için dengemi sağlayabilmek için omuzlarına tutundum. Elimin altındaki kasların sertliğini hissedince hafif sıkmadan edemedim. "Bunlar gerçek mi?" diye sormadan edemedim. "Zemin kattan aşağı iniyor olmalıyız şu an neden ki?" "Büyü sesleri geliyor." dedi ve yavaş adımlarla aşağı indi. Elini duvarda gezdiriyor ve kulağını sol taraftaki duvara veriyordu. "Büyü sesleri gelmesi normal Klasrum'un çalışma odası bu katta." Bana hızla geri döndü. Kaşları tamamen çatıktı ve alnının ortasında iki derin çizgi oluşmuştu. "Bu saatte ne büyüsü?" diye sordu. Bu kadar şüpheci olması normal değil gerçekten değil. "Sence bu normal mi?" dediğinde "Evet" diye cevap verdim. "Ben onun elinde büyüdüm sayılır. Benimle hep o ilgilendi." "Bunda bir sorun var." "Ne gibi bir sorun?" "Bilmiyorum ama takip edeceğim." dedi ve merdivenlerden ses çıkarmadan inmeye devam ettik. "Bu merdivenin sonu nerede?" "Az kaldı devam et." dedim. Bir kat daha aşağı indiğimizde de karşımıza en sonunda bir koridor çıktı. Dar koridordan ilerlerken iki yana ayrılan koridor vardı. "Sağdan." dedikten sonra sağa saptı. Bende peşinden ilerlemeye devam ediyordum. Kendimi bildim bileli kaçış yerim bu koridorlardı. Annemin bana ilk öğrettiği şey tehlike anında bu koridorları kullanmam gerektiğini öğretmesiydi. Ve bende ne zaman yalnız kalmak istesem kendimi kötü hissetsem benim kaçış yolum burası olmuştu. Ama artık pek de buralara uğramaz olmuştum. Sonunda geniş bir odaya girdiğimizde Barbar alanı inceledi. Savunma silahlarından tut dövüş aletlerine kadar her şey bu alanda mevcuttu. Biraz eskiydiler ama yine de hala iş görüyorlardı ve birde benim kendim için hazırladığım kaçış alanım vardı. Minderlerle yatıp oturabileceğim bir alan ve mumlar koyup kitap okuyabileceğim bir yerdi. Benim çocukluğumdan beri vakit geçirdiğim tek kaçış alanımı gördüğünde oraya doğru ilerledi. "Olur." diye yanıtladım sorusunu. Yanıma yaklaşıp arkama geçti. "Önce kolyeni çıkarmakla başlayalım." dedikten sonra yavaşça saçlarımı sağ omzuma çekti. Kolyemi boynumdan çıkardığında çok farklı bir enerji dalgası damarlarıma akın etmeye başladığını hissettim. Ellerimi kaldırıp damarlarımın nasıl koyulaştığını gördüm. Barbar kolyeyi cebine attı. "Gözlerin şimdiden kırmızı oldu bile." dedi. Ellerimi tuttu ve avuç içlerimi kontrol etti. Elini kollarımdaki damarların üstünde gezdirdi. Boynumun iki tarafına da baktı. Ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu ama kendimi bir deney faresi gibi hissettim. "Gözler ve damarların dışında kolyeyi çıkarınca başka bir şey olmuyor." "Emin misin?" diye sordum. Kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. "İçimde sanki yangın varmış gibi hissediyorum." dedim. "Normal." dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. "Normal mi? Birazdan alev topuna dönüştüğümde de normal diyecek misin acaba?" Ellerimi ellerinden hızla çektim. Sinirlenmiştim. Peki niçin sinirlenmiştim? Dediğini de yaptım, önce içimdeki güce odaklandım, yavaş yavaş bedenimden kollarıma akın ettiğini düşündüm. Avuç içlerimin sızladığını hissedebiliyordum. İşte oluyordu. İçimdeki ejderha alevini saçmaya hazırdı. Ellerimi hedefe doğru uzattım. Ateş renginde bir ışık saçıp hedefe çarpttığında olabildiğince yüksek bir ses çıkmıştı. Hedef tahtasının üstü ortada yoktu. Barbar da ben de şaşkınlıkla birbirimize baktık. "Bir an önce çıkalım sesi herkes duymuştur." "Burası büyülü, buradan dışarı ses gitmez." "İşte bu çok güzelmiş." dedi ve güldü. Senin de gülüşün çok güzel. Ne diyorsun Alin sen! Bedenime ve gücüme tekrardan odaklandım tek tekrar nişan aldım. Bir alev topu diğer hedefe vurduğunda hedef tahtası alev aldı. "Aynı şekilde bir alev topu daha yap ve hedefi yak. Ufak olsun prenses." diye de not düştü. Ona göz devirmekle yetindim. Ufak bir alev topu avuç içimde oluşturmaya çalıştım. Ufak bir alevlenme olunca elimde yuvarladım ve sanki gerçekten de bir topu aleve vermişim de ben de onu elimde çeviriyordum. Gerçekten çok güzeldi. Hedef aldım ve tahtaya fırlattım. Hedef tahtası alev alırken Barbar yanıma gelip arkamda durdu, kulağıma eğilerek konuştu. "Şİmdi o alevin sönmesine odaklan. Unutma o senin ve senin emirlerine uymak zorunda. Odaklan." nefesi boynumu ısırırken nasıl odaklanabilirdim ki! Odaklan Alin. Topla kendini Alin yoksa ikimiz de burada yanacaktık. Gözlerimi kapattım ve ellerimi ileri uzattım. O anda içimden akıp giden güç dalgasının alevi söndürüp içime tekrar girdiğini hissettim. Gözümü geri açtığımda ateşin söndüğünü geriye sadece kül olmak üzere olan tahtalar kalmıştı. Ama başarmıştım, ateşi söndürmüştüm. "Bravo Prenses. Tahmin ettiğimden hızlı öğreniyorsun." dedi. "Teşekkür ederim." dediğimde başını eğdi. Cebinden kolyemi çıkardığında kolyeye baktım. "Bu gecelik bu kadar yeter. Kolyeyi takmazsak kırmızı gözlerle ortalıkta gezmek zorunda kalıcaksın." Tasma gibi kolyeyi geri takması için arkamı döndüm ve kolyeyi rahat takabilmesi için saçlarımı bu sefer ben topladım. Kolyeyi taktıktan sonra bir hamleyle etraftaki dağınıklığı topladı. Mumları söndürdü ve bir güneş topu oluşturdu. "Gidelim mi?" diye sordu. "Gidelim." ____ Ertesi gün kalktığımda hiç olmadağım kadar dinlenmiş ve huzurlu hissediyordum. Hera ve Efi odaya gelmiş beni uyandırmışlardı. Hera perdeleri açarken efi de dolabıma ilerlemiş ve kıyafet seçmeye başlamıştı. Hiç olmadığım kadar sakin hissediyordum. İçimdeki bazı şeylerin dışa vurmuş olduğnu, üstümden nasıl bir yük kalktığını bugün daha iyi anlamıştım. "Efi" diye seslendim. Hı gibi bir ses duyduğumda devam ettim. "Senden istediğim elbiseleri dikmeye başladın mı?" "Tasarım aşamasındayım." "Onları hızlı bir şekilde bitir."
Elindeki krem elbiseyle giyinme odasından çıktı. Gold işlemeli düşük omuzlu bir elbiseydi. Belden arkaya sade bir kuyruğu vardı. Şık görünümlü sade bir elbiseydi. "Sen hiç merak etme. Tasarımı bittikten sonra hızlıca dikerim ben onları." Elbiseyi askılığından çıkardı ve ben de kıyafetlerimi çıkararak hazırlanmaya başladım. "İlk defa benden kırmızı ve siyah elbise istiyorsun, o yüzden oldukça özenerek sana elbise tasarlıyorum." dedi. "Hepsi çok güzel olacak, bayılacaksın." Elbise tasarlama konusunda çok iyi olduğu için bu sözüne gözüm kapalı güvenebilirim. Oldukça yetenekliydi. Annemle benim gözde tasarımcımızdı. "Hiç şüphem yok." dedim ve ikimizde güldük. Hera saçımı yapmaya başladı. Gücünü kullanarak saçıma su dalgası şeklini verdi. Tacımın düşmemesi için üstten biraz kabarttıktan sonra tacımı taktı. "Yalnız bu Barbar denilen adam çok havalı değil mi? Sana olan bakışlarını gördün mü?" "He-raa!" Efi'nin uyarıcı seslenişini duyunca Hera hemen sustu. "Alin'in gözü Gölge'den başka kimi gördü bu güne kadar?" "Kimseyi. Yani gerçek anlamda kimseyi." Eftalya Hera'nın koluna elinin tersiyle vurdu. Aynadan Efi'nin Hera'ya gözleriyle ateş etmesini çok da ney bir şekilde görebiliyordum. "Bu gün çok da ters bir yerinden kalktın galiba Herammm, ağzın pek patavatsız konuşuyor." "Kızlar ben hala buradayım yalnız." dedim. "Gölge nasıl olur da hala senin farkına varmaz anlamıyorum! Erkeklerin aptal olduğunu bilirdim de bu kadar değildir diye düşünüyordum." Efi her zamanki gibi yine Gölge'ye sövme vakti gelmişti. "Alin'i korumakla hükümlü ona karşı öyle duygular beslese dahi belli etmesi doğru olmaz. Sonuçta bir Prens Alin için doğru seçim olur." "Kraliçe Sara gibi konuşmayı kesmelisin." Efi'nin göz devirmesini aynadan rahatlıkla görebiliyordum. "Alin'in sevmediği biriyle evlenmesi çok saçma, sevmediğin bir adamla ömür mü geçer." Annem beni bu şekilde koruyorken evlenmek imkansız. İçimden bazı şeyler kopup giderken sadece güçlerime odaklanmak istiyordum. Akşamki çalışmadan sonra o kadar rahatlamıştım ki kendimi kuş gibi hissediyordum. İçimdeki gücün birikimi beni bu kadar sıkıntıya sokabileceği kimin aklına gelirdi. Eftalya ve Hera birbiriyle laf dalaşı yaparken bir anda yüksek bir ses duyuldu. Ardından da borazanlar çalmaya başladı. "Ne oluyor?" Hera telaşlanmıştı. Tabi ki bizde öyle. Neler oluyordu hiçbir fikrim yoktu ama bu kırmızı alarmdı. Ve kırmızı alarm genelde tehlikedeyken ya da savaş anında çalınırdı. Sığınağa gitmeli miydik? Yoksa neler oluyor diye bakmalı mıydım? Borazan çalmaya devam ederken oturduğum yerden telaşla kalktım. "Salona annemin yanına inmem lazım. Hem neler olduğunu öğrenip hemen gelirim." dedim ve kızların cevap vermesine izin vermeden odadan bir hışımla çıktım. Muhafızlar oradan oraya koştururken kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Savaş mı çıkıyordu, saraya mı saldırmışlardı? Salona indiğimde tahtta annemi göremedim. Gözlerim gölgeyi aradı ama yoktu. Ardımdan salon kapısı sert bir şekilde açılıp kapandı. İçeriye giren Komutan Zalton'du. Sinirliydi ama onu azıcık tanıdıysam daha çok tedirgin ve telaşlıydı. "Zalton." diye seslendim beni gördüğünde şaşırdı yüzündeki ifade oldukça değişikti. "Prenses sizin burada ne işiniz var bir an önce odanıza dönün. KARL! Buraya gel ve prensese odasına kadar eşlik et." dediğinde yanımıza kumral kısa saçlı bir genç büyücü geldi. "Zalton, burada neler olduğunu bana söyleyecek misin? Yoksa ben kendi imkanlarımla mı öğreneyim!" Zalton tüm gardını indirerek çevresine bakındı ve sakalını tuttu. "Prenses büyük bir problemimiz var..." duraksadı. Nasıl söyleyeceğini bilmiyormuş gibiydi. Dışarıda borazanlar çalmaya devam ediyordu ve bu ses tüylerimi diken diken ediyordu. İçimde gerçekten büyük bir dağ gibi ağırlık oluşmuştu. "Savaş mı çıktı?" diye sordum. "Hayır, hayır şimdilik çıkmadı." "Ama çıkacak öyle mi?" "Bir nevi evet..." eğer şu an savaş çıkmadıysa kırmızı alarm neden verilmişti. Hala söylememek için kıvranıyordu. "Zalton! Söyle artık." dedim. Gözlerindeki çaresizliği gördüm. "Prenses, Kraliçe Sara..." Annem. Anneme bir şey olmuştu. "Söyle ZALTON. Söyle artık!" "Kraliçe kayıp, hiçbir yerde bulamıyoruz." dediğinde tüm dünya bir anda sallanmaya başladı.
|
0% |