Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. BÖLÜM- ŞEYTANİ RÜYALAR VE TEHLİKELİ ANLAR

@miadarknesss

Karanlık...

Çok karanlıktı.

Ağaçların esintisi yüzünden çıkardığı sesi duyuyordum ama karanlıktan hiçbir şey göremiyordum. Sanki gözlerim görmüyor, çünkü herhangi bir ışık huzmesi dahi gözüme çarpmıyordu. Ellerimi kendime siper ettim. Öne doğru uzatarak herhangi bir çarpma ihtimalimin olmasına karşı önlem aldım. Bir ağaç gövdesine değdi ellerim, nereye gittiğimi bilmeden başka yöne doğru yöneldim. Ağaçların arasından dolunay ışığı sızdı üzerime, olduğum yerde etrafımı incelemeye başladım. Bir kuş sürüsü geçti yüksekten küçük değillerdi, hatta kuş da değillerdi. Dromic. Vahşi, yırtıcı karanlık orman yaratıklarından biriydi sadece bu kuşlar, kuş da denilmezdi ama bir kartaldan daha büyük ve büyük pençeleri olan Mortiler gibi yarasa kanadına benzeyen kanatları vardı Vahşi ve saldırgan olmalarının yanında etçil yaratıklardı.

Neler oluyor? Neden buradayım? Buraya nasıl geldim?

Şimdi tamamen aklımı kaçırmak üzereyim!

Etrafımda dönerek çıkıp gidecek bir çıkış yolu aradım ama her yer karanlıktı. Kuru ağaç gövdeleri ve sallanan yapraklar dışında hiçbir şey görmüyorum. Bastığım yerde ne vardı onu bile göremiyorum. Yeterince tedirgin olmuştum ne yapacağımı bilemez halde tir tir titremeye başladım.

Olduğum yerde durmakla elime bir şey geçmediği için ilerlemeye karar verdim. Ağaçlara tutunarak ilerledim karanlıktan sadece yakınımdaki ağaçları az çok fark edebiliyordum. Gözlerim git gide karanlığa alıştığı için belli bir mesafeyi görmeye başladım.

Karanlığın gücünü damarlarımda akan kana kadar hissedebiliyordum. Öyle bir güçtü ki, boğuk kasvetli ama güçlü bir histi bu. Dikkatli bir şekilde etrafıma bakınmaktan gözlerimi bile kırpmadım. Gözlerim sulanmıştı. Kendimi karanlığın içinde koca bir boşluktaymışım gibi hissediyordum.

Karanlık orman gerçekten de böyle bir yer miydi?

Bir kaç tiz ses duydum. Endişeyle etrafıma bakındım ama yine hiçbir şey göremedim. Çevremdeki ağaçlara tutunarak ilerlemeye başladım. Aklımda dolanan tek soru; neden buradayım?

Ayağım yumuşak bir zemine bastı. Çamur.

Hayır bir dakika!

Bu bir çamur değildi!

Bu bir bataklıktı.

Bataklık.

Bir bataklığa girmiştim.

Ayağımı çekmek istedim ama hareket ettiremedim. Ve ettirmeye çabalamamla ayağım biraz daha battı. Geri gidemedim, ileriye ise hiç gidemedim. Olduğum yerde çakılı kaldım ve git gide batıyordum. Ne yapacaktım?

Ağlamak istiyorum, gerçekten neler oluyor? Hiçbir şey anlamıyorum. Ne beni kurtaracak biri vardı burada ne de benim kendimi kurtarabileceğim herhangi bir şey. Bağırmaya kalksam bütün yaratıkların etrafıma toplaşmasına ve onlara leziz bir akşam yemeği olmaya açık bir davet verirdim. Ama hiçbir şey yapmazsam da bataklığa gömülüp boğularak ölecektim. Bir çıkmaza girmiştim. Aklım durdu ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim dahi yoktu. Düşünme yetimi kaybetmiştim sanki.

Öylece kıpırdamadan düşünmeye çalışıyordum. O esnada bataklıkta kabarcıklar oluşmaya başladı. İçimden bir ses bunun hiç de iyi olmadığını haykırıp durmaya başladı. Orada bir şey vardı.

Korkudan tir tir titremeye başladım hem soğuktu hem de içimde durduramadığım tedirginlik ve korku vardı. Korkuyordum. Bataklığın içinden yavaş yavaş bir şey çıkmaya başladı. Lakin bunun imkansız olması gerekmiyor muydu? Ben kıpırdadıkça aşağıya doğru çekiliyordum ve çoktan diz kapaklarıma kadar batmıştım. Ve karşımdaki şey yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. İğrenç bir koku tüm her yere yayılmaya başlamıştı bile, etrafı da bir sis perdesi kapladı.

Biliyorum! Evet biliyorum. Bu bir SAMSARİ!

Karanlık ormanın bataklıklarında yaşar ve kabuslardan beslenirdi. Bu bir kabustu. Samsari tarafından bir kabusun içine çekilmiştim.

Samsarinin bu kadar kötü koktuğunu kim tahmin ederdi ki, koku burnumun tamamını sızlatıyordu. Şu anda kesinlikle nefes bile almak istemiyordum.

Samsari tamamen karşımda belirdiğinde ne kadar iğrenç bir yaratık olduğunu bir kez daha anladım. Kitaplarda gördüğümün birebir aynısıydı. Uzun kollar ve bacaklar, soluk bir ten ve parlak sarı gözler yüzünü örten uzun saçları vardı. Samsari bir dişiydi. Özellikle güzel kadınların kabuslarına girip onların güzelliklerini de emdiğinden bahsedilirdi. Kitapta onları kızdırdığınızda saldırganlaşıp sizi kabuslar aleminden asla çıkarmayarak öldürdüklerinden de bahsediyordu. Saçları önüne yapışmış tek bir gözü açıkta durmuş bana bakıyordu. İğrenç siyah çürük dişlerini göstererek sırıttı.

"Prensesssss" dedi tıslayarak. Bir yılan gibi tıslamıştı tiz tırtıklı fısıldar gibi konuşmuştu. Gözleri öyle bir parlıyordu ki karanlığın içinde tüylerimi diken diken ediyordu. Bana doğru ilerledi ama çok yaklaşmadı sanki aramızda görünmez bir duvar varmış gibi duruyordu daha fazla yaklaşması yasakmış gibi.

"Siziii görmekkk çoookk güzellll." sanki bir ruhla konuşuyordum. Yankılı ama fısıltılı bir şekilde harfleri uzatarak konuşuyordu. Gerçekten de bir yılanmış gibi konuşuyordu.

"Gerçektennnn çookk güzelmişşşsssiinn, böylee birrrr güzelliğe sahip olmakkk isterrrrdim." çamurla kaplanmış yüzünü daha yakından gördüm. Çürük dişlerini göstere göstere gülümsemeye devam etti bana. Psikolojik olarak bu duyduğum koku kadar gerçekten iğrenç bir haldeydim. Tarif edilmesi imkansız bir kokuydu.

"Benden ne istiyorsun?" diye sordum. Sesim titremişti.

"Sssanna bbir messajjj getirrrdimm." dediğinde kanım çekildi Samsarinin söylediğini doğru mu duydum bilmiyorum ama bir yaratık bana ne gibi bir mesaj getirmiş olabilirdi. Şaşırmıştım.

"Mesaj mı?" diye sordum. Bir yaratıkla konuştuğuma inanamıyorum.

"Evvett." diye onayladı beni. "Sssenndenn besssslenmekk çokk lezzzzetli olurduuu." iğrenç iğrenç gülmeye devam etti. Kokudan bayılmak üzereydim ve bataklığa iyice gömülüyordum, karşımdaki yaratık iyice sinirlerimi bozmuştu. Bir an önce bu kabustan uyanmak istiyorum.

"Ssseninle tanışşmak güzzzeldii Prenssseesss." dedi ve o an hızla bataklığa gömüldüm. Nefes alamadım. Hareket edemiyor gözlerimi dahi açamıyordum. Sonum böyle mi olacaktı?

Ölüyor muydum?

Etrafımdan su çekilir gibi bataklık çekildi ve yok oldu. Boşluk oluştu. Ve hızla düşmeye başladım. Çığlığım yankılanırken gözlerimi açamadım. Midem ağzıma gelirken bir anda durdum. Bir yere çarpmadan havada asılı kalmıştım. Gözlerimi yavaşça açtığımda boş karanlık bir odada olduğumu gördüm. Bir kaç yerde meşaleler yanıyordu ama bu odayı tamamen aydınlatmaya yetmemişti. Taştan duvarları inceledim. Pencere yoktu. Meşalelerin ateşinden başka bir ışık süzmesi dahi yoktu. Bu sefer neredeydim?

Ben artık uyanmak istiyorum.

"Şimdilik bu imkansız."

Sesin geldiği yöne baktım ama bir şey göremedim.

"Sen kimsin? Göster kendini!" diye bağırdım.

"Şimdilik bu imkansız." dedi erkek sesi.

Bu sefer ses başka bir taraftan gelmişti. O yöne de baktığımda yine hiçbir şey görememiştim.

"Kimsin sen? Ne istiyorsun?" diye bağırdım. Bu adam her kimse annemin nerede olduğunu da biliyordu. Biri bizimle gerçekten de uğraşıyordu.

"Çok yakında tanışacağız Prenses, çok yakında."

Bu sesi zihnime kazıdım. Konuştuğum bu kişi her kim ise bana siyah gülü gönderen kişi de oydu.

 

Yataktan kan ter içinden fırladım. Sanki uzun süre okyanusun dibinde nefessiz kalmışım da bir anda su yüzeyine çıkmışım gibi soluk soluğa kalmıştım. Boğazımı tutarak nefes almaya çalıştım. Etrafıma bakınarak odamda olup olmadığımı teyit ettim.

Böyle gerçekçi kabus gördüğümü daha önce hiç hatırlamıyordum. O adam kimdi ve ne istiyor bilmiyorum ama kesinlikle annemi onların kaçırdığını biliyordum.

Şifonyerin üstünde duran siyah güle baktım. Yataktan kalkıp gülü ve notu elime aldım. Notu tekrar okudum.

"Çok yakında karşılaşacağız..."

Aynı adam olduğuna artık eminim.

Evet, yakında karşılaşacağız ve ben seni yok edeceğim.

Elimdeki gülü muma tuttum ve alev almasını izledim. Gül yanıp kül olurken ben de onu izledim. Elimde notu buruşturdum ve şifonyerin üstüne attım.

Yakında karşılaşacağız ve annemi kaçırmak, benimle uğraşmak neymiş göstereceğim!

Rüyanın etkisinden çıkma umuduyla sıcak bir banyo yaptım. Suyun içinde bir süre düşüncelere dalarken aklımda bin bir türlü şey geçiyordu. Sudan çıkıp dolabımdan elime gelen ilk elbiseyi giydim. Bu olanları Barbar'la konuşmam gerekiyordu.

Hiç yoktan o ne olduğunu bilebilirdi.
Hızla taht odasına gittim ve kapıdaki muhafızlardan birine Barbar'a haber vermelerini söyledim.
O gelene kadar taht odasının içinde olduğum yerde durmadan dolandım durdum. Gördüğüm şeyin ardından hala kendime gelememiştim. Samsarinin yardımıyla her kimse rüyama girmişti. Karanlık güçleri kontrol edebildiğine göre Sisli Vadi Lordunun olması büyük ihtimaldi. Tahminlerim doğruydu demek ki. Sisli Vadi yeni bir savaşa hazırlık yapıyordu ve öncesinde içten çökertme yapma peşindeydi belli ki.
Odanın kapısı açıldı. Ben Barbar'ı beklerken içeriye Gölge girdi. Onunla bu kadar uzun süre iletişimsiz kaldığımı hiç hatırlamıyordum. Balodan sonra birbirimizin yüzünü dahi göremez olduk. Sakin görünmeye çalıştım ve gülümsedim onun bir sorun olduğunu anlamasını istemiyorum. Şimdilik.

Önümde durup selam verdi ve yanıma yaklaştı. "Prenses Alin"
"Gölge?"
"Size bilgi vermek için buradayım."
Kaşlarımı çatarak ona baktım. "Ne bilgisi? Yoksa Hera'ya bir şey mi oldu?" diye sordum telaşlanarak.
"Hayır ondan bir haber yok. Yarın taç giyme töreni düzenlenecek, onu haber vermeye gelmiştim."
Doğru ya üç gün geçmişti bile ve ben taç giymek üzereydim. Daha doğrusu zorundaydım.
"Doğru." dedim kendi kendime, tedirgindim korkuyordum. Kraliçe olmak çok büyük bir sorumluluktu ve ben annem gibi mükemmel bir kraliçe olamayacaktım. Onun yeri her zaman farklıydı. Sert dururdu ama halkıyla her zaman yakından ilgilenirdi. Haftanın bir günü halkının derdini dinler sorunların çözülmesi için çalışmalar yapardı. Klasrum her zaman annemin yanında bilgeliğini yapar ona yardım ederdi. En azından çoğu işte bilgeli olan biri yanımda olacaktı. İşlerin sorumluluğunu alırken bana yön verecek biri işleri öğrenene kadar olması çok iyiydi.

"Tören için duyuru yapıldı mı?" diye sordum.
Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır daha değil, önce sizi bilgilendirmek istedim." dedi.
Yanıma yaklaşarak elimi tuttu. O an kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Dokunuşunu çok özlemiştim.
"Sen nasılsın? Bu süreç boyunca yanında olamadım. Muhafızlarla ve bu olanlarla ilgilenmem gerekiyordu." sesinde üzgün bir tını vardı.
Ona sitem etmek istedim. Beni bu kadar yalnız bıraktığı için, ona asıl benim korumam olduğunu sadece benim yanımda durması gerektiğini söylemek istedim ama söylemedim. Çünkü artık annemin yanıma beni koruması için Barbar'ı atamıştı. Onu biraz rahat bırakmak daha iyi olacaktı. Bunca zaman sadece benim yanımdaydı. Ben nereye gitsem o da peşimden geliyordu. Derslere bile girdiğimde derslere benimle birlikte girerdi. Şimdiyse hiç ayrı kalmadığımız kadar ayrı kalıyorduk.

"Önemli değil." dedim kısık bir ses tonuyla, sesim biraz da cızırtılı çıkmıştı.
"Seni korumak benim görevim Alin. Seni hiç yalnız bırakmadım. Seni zehirleyenlere kafamı o kadar çok taktım ki gözüm başka hiçbir şeyi görmüyor. Hala da seni zehirleyen hizmetçinin kim olduğunu bulmaya çalışıyorum ve inan bana onu bulup cezasını keseceğim." dedi.

"Onu bulduğunda onunla ben ilgilenmek istiyorum, bunu ona kimin yaptırttığını öğrenmem gerek." dedim bende.

Diğer elimi de avuçlarının içine aldı. Baş parmağıyla elimin üstünü okşuyordu. Bu hareketi kalbimi sıcacık yaptı.
"Sen içeceği getiren hizmetçiyi hatırlıyor musun?" diye sordu. Başımı iki yana salladım.
"Hatırlamıyorum. Yüzüne bile bakmadım." dedim.

Biz konuşurken kapı açıldı ve içeri Barbar girdi. Elimi hızla Gölge'nin avuçlarının arasında çekip çıkardım. Gölge bir anlığına şaşırsa da havada asılı kalan ellerini iki yanına sarkıttı. Yüzünde saniyelik bir hayal kırıklığı ifadesi sezsem de o asık ciddi muhafız yüz ifadesini anında geri takınmıştı.
Barbar selam verip "Beni çağırmışsınız Prenses?" dedi yüzünde sorgular gibi ifade vardı.
"Evet, seninle konuşmam gereken bir konu var." dedim.

Gölge "Ben artık gitsem iyi olacak, yapmam gereken işler var." diyerek tekrar selam verdi ve arkasına bakmadan taht odasından çıktı. Arkasından öylece bakakaldım ama şimdi düşünmem gereken başka bir mesele vardı.

"Bir sorun mu var?" diye sordu.
"Evet, hem de büyük bir sorun." dedim ve ona gördüğüm kabustan, gülden ve nottan bahsettim.
Ciddi bir yüz ifadesiyle beni dinledikten sonra kaşları çatıldı.

"Samsariyi kullanarak seninle bağlantı kurabiliyorsa bu demek oluyor ki Karanlık Orman canavarları ona hizmet ediyor demektir."

"Ama karanlık orman yaratıkları vahşidir. Onları hizmet etmeleri için nasıl ikna etmiş olabilir?" diye sordum.

Canavarlar hiçbir zaman birinin emrine girmezdi. Kendi ormanları dışında başka bir bölgeye bile kolay kolay girmezlerdi. Şimdiyse hem Harvey Vadisine saldırmışlardı hem de samsari rüyama girmişti. Bu nasıl olabiliyordu aklım almıyor gerçekten.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık önceden tek derdim derslere girmekti ama şimdi kurtarmam gereken biri, korumam gereken bir halkım vardı. Onun yanı sıra kendimi de korumalıydım. Çünkü ben olmazsa bu diyarı ele geçirmeleri bir saatlerini almazdı.

"Prenses, bundan sonra daha dikkatli olmalıyız. Bundan sonra saldırıların artacağından şüpheleniyorum." dedi.
Amaçlarının beni öldürmek olduğunu sanmıyordum başka planlar çizdiklerini düşünmeye başlamıştım. Bunu ona söylemedim çünkü sadece bir düşünceydi ve bunu söyleyerek tedbiri elden bırakılmasına izin veremezdim.
Her an her şey olabilirdi.

"Çalışmalarımıza devam etmemiz gerekiyor. Güçlerini nasıl kontrol edeceğini hala bilmiyorsun."
Doğruydu, annemin kayboluşundan sonra çok boşlamıştım. Her şeyden önce Hera'nın iyileşmesini istiyordum. O bu haldeyken başka bir işe odaklanmam imkansız geliyordu.
"Önce o büyücüyü bulmalıyız ondan sonra çalışmalara devam ederiz." dedim ve arkamı dönerek terasa çıktım. Gideceğini sanmıştım ama öyle olmadı. Peşimden o da terasa çıkmıştı.

"Kendini ne zaman düşünmeye başlayacaksın, Prenses?" diye sordu. O kadar yakınımda duruyordu ki nefesi yüzüme çarpıyordu.
Gözlerimi ondan kaçırdım. Gözlerini gözlerime dikerek aklımdan geçenleri okumaya çalışır gibi bir hali vardı. Bana bu kadar yakın durmasını sevmiyordum. Aklımı karıştırıyordu. Düşünmemi engelliyordu. Bunun olmaması gerekiyordu. Onun bu yakınlığından biraz uzaklaştım.
"Eğer sen güçlü durmazsan yenilgiyi şimdiden kaybetmeye göze almışsın demektir." diye devam etti.
Ona kaşlarımı çatarak yandan baktım.
"Yenilgiyi kabul ettiğim falan yok. Toros savaşından sonraki olacak bu savaşı da ben kazanacağım. Herkes de buna yakından şahit olacak." dedim ve karşımdaki manzarayı izlemeye devam ettim.

Yenilgi demek güçsüzlüğümü kabul etmek demekti ve bu benim ölümümdü.

____

Saatler sonra sarayda tüm hizmetçiler oradan oraya koşturmaya başlamıştı. Süslemeler, çiçekler, meşaleler, mumlar ve sarı renkli kumaşlar. Kucaklarında taşıdıklarını gördüklerim bunlardı.

Yarın taç giyme töreni olacaktı ve gerginliğim saatler geçtikçe artıyordu. Hizmetlilerin bana olan bakışları bile bu süreç içerisinde değişmişti. Yarın resmi olarak Kraliçe olacağım için hakkımda konuşmaya cesaret edemiyorlardı. Bu bir yana asıl onların ağızlarını kapatan şey Mortilerin saldırdığı gün olmuştu. Güçlerim olduğunu herkes öğrenmişti ve bu bir dedikodu halinde oldukça hızlı yayılmıştı.

Taht salonunun süslenmesini izlemeyi bırakarak odama gittim ve kıyafetlerimi çıkararak talim yapmak için siyah bir tulum geçirdim üzerime. Barbar da birazdan gelirdi.

Büyülerimin üzerinde daha fazla çalışmam ve onları iyice kontrol altına almam gerekiyordu. Damarlarımda akan o yoğun gücü hissedebiliyordum ama onları tam olarak nasıl kontrol edebileceğimi anlayabilmiş değildim tabii.

Tam hazırlandım ki kapı çalındı ve içeri Barbar girdi. Her zaman ki gibi siyah ve rahat bir kıyafet vardı üzerinde. Kılıcı aynı yerinde kınında ve eli de hazır ol da kılıcın üstündeydi.

"Hazır mısın?" diye sordu.

"Hazırım." dedim ve giyinme odamda ki kapıdan içeri geçtik.

Gidene kadar ikimizin de ağzını bıçak açmamıştı.

En son annem kaybolmadan önce güçlerim üzerinde çalışmıştık ve oldukça başarılıydım. Mortiler saraya saldırdığında bilinçli hareket etmemiştim ama güçlerimin ne denli tehlikeli bir boyutta olduğunu kendi gözlerimle görmüş olmuştum. Ve bu nedense ilginç derecede bana haz vermişti. Böyle hissetmem doğru mu bilmiyorum ama bu gücün beni etkilediği kesindi.

Güç güçtür.

Gizli odaya geldiğimizde Barbar bana dönerek "Mumları yak." komutunu verdi.

Odaya konumlandırdığım mumlara odaklandım. İçimdeki sıcaklığı ve kıpırtıyı hissettim ve mumların yandığını düşündüm. Gözlerimi açtığımda mumlar yanmıştı ve karanlık olan oda aydınlanmıştı. Barbar hafif bir bıyık altı gülüşü attı.

"Çabuk kapıyorsun, işim hiç de zor değil anlaşılan." dedi.

Eminim öyledir diye içimden geçirmeden edemedim. Aslında bu yaşıma kadar benimle uğraşan öğretmenlerim benden çok isyan etmişlerdi. Küçükken resmen depresyona girmiştim benim büyü güçlerim yok diye ama şimdiyse çok daha farklı bir yerdeydim. Ben derslerden kaçarken sarayda tüm hizmetliler beni ararlardı. Birde benim hakkımda yaptıkları konuşmaları duyduğum için bu küçük beni daha çok etkilemişti. Büyüdükçe bunları umursamamayı öğrenmiştim, daha çok hırs yapmama sebep olmuştu ve derslere daha ilgi duyup en azından kendimi savunma da iyi olmalıyım diyerekten daha çok çalışmıştım. Tabi o süre zarfına gelene kadar çok çekmişlerdi.

Barbar'la bu kısa sürede ne kadar çok birlikte vakit geçirir olmuştuk. Her anımda yanımdaydı resmen. Öncesinde her zaman yanımda olan kişi Gölge'yken şimdi hiç tanımadığım bir adam kısa sürede benim yanımdaydı. Hayat ne kadar da garipti. Bir anda resmen her şey tepetaklak olmuştu.

Barbar, kınında duran kılıcı çekti ve bana uzattı.

Kılıcı elime aldım.

Çatık kaşlarımla ona bakarak "Kılıç talimi mi yapacağız?" diye sordum. "Ben büyü güçlerim üzerinde çalışacağız sanıyordum."

"Zaten öyle." diye yanıtladı. "Bugün sana kılıç ve ok büyülemeyi öğreteceğim."

Ok atmayı severdim. Her zaman ok atarken büyülemek isterdim ama güçlerimin olmadığını sandığımdan dolayı bu hep heves olarak kalmıştı içimde ama şimdi bunu öğreneceğimi duymam bile heyecanlandırmıştı beni. Kılıç kullanmayı sevmezdim, ağırdı ve hareket ettirirken yoruluyordum sonrasında da bilek ağrısı çekiyordum. Ok benim için hem çok idealdi hem de atış yapmak çok eğlenceliydi.

Barbar yanıma geldi ve tam önümde durdu. "Kılıcı şimdilik elini üstünde gezdirerek büyülemeyi deneyelim. İlk denemede olmayabilir bu yüzden sorun yok." dedi. Aslında kendime güveniyordum yani güveniyorum, tek korktuğum planlanandan daha fazla güç oluşması ve bunun hakimiyetini sağlayamamaktı. "Hazır mısın?" diye sordu. Derin bir nefes aldım.

"Hazırım."

"Kılıca odaklanmak gerek diğer şeyler gibi, bir zaman sonra bunu hızlı bir biçimde yapabileceksin zaten şimdi sadece kılıca odaklan ve elini kılıcın üstünde gezdir."

Dediğini yaparak kılıca odaklandım ve elimi kılıcın üzerinde gezdirdim. Gücü elimde hissetim ve tek denemede başarmıştım. Sadece tek şey kılıcımda alev almıştı. Barbar kılıç alev alınca benden hızla uzaklaştı, ikimizde kılıçtan yükselen kırmızı aleve öylece bakakalmıştık. "Başardım." deyiverdim.

"Evet, başardın." dedi şaşkınlıkla. "Gerçekten de karanlık gücü taşıyor." bana değil de daha çok kendi kendine fısıldamıştı ama dediği şeyi çok net duymuştum. Ateş. Karanlık güce sahip büyücülerde vardır sadece ve Harvey Vadisinde Karanlık güce sahip kişiler yaşamazdı. Vadiye girmeleri yasaktı. İşte sorun burada başlıyordu güçlerimin saklanması ve büyük bir problem yaşanmasından dolayı korkumuz buydu. Ben her şeyden önce güçlerimi yani karanlık güçlerimi saklamam gerekiyordu. Büyücülerin artık güçlerimden haberdar olduğu için tamamen saklanamazdım sadece karanlık güçlerimin olduğunu saklamam gerekiyordu ama tek bir sorun vardı. Büyü yaparken gözlerim mor değil kırmızı oluyordu. Bu da beni direk ele verecek şeydi.

"Kılıcı söndür." diye komut verdi bu sefer. Odaklan ve söndür. İşte bu kadardı. Tek seferde de kılıcı söndürebilmiştim. Gerçekten de bu işte iyiydim he?

"Güzel. Bana ihtiyacın bile yok gibi ne dersin?"

Güldüm. "Sen olmasan buna cesaret edebilir miyim bilmiyorum." dediğimde durdum. Gözlerim Barbar'ı buldu. O da durmuş dikkatli bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu.

"Ne kadar cesur olduğunu, ne kadar güçlü olduğunu ve yapabileceğini biliyorum." dedi bana doğru gelirken, kalbim neden bu kadar hızlı atıyor bilmiyorum ama acilen durması gerekiyor. Yanaklarıma kan hücum ederken gözlerimi kaçırdım. Kızarmış mıydım? Umarım bu loş ortamda yanaklarımın bir domates görüntüsü görünmezdi. Elini yanağıma koydu. Şaşkınlıkla tekrardan ona batım. "Bundan sonra her zaman yanında olacağım." dedi. Yakınlığı bir ateş gibi tenimi yakıyor nefesi ise o ateşi daha çok harlıyordu. Kendime gelmeliyim.

"Prenses. Sana bu şekilde seslenmeyi seviyorum." durdu başını eğdi ve güldü. Neden gülüğünü anlayamadım gözlerini bir anlığına kaçırdı ama sonra tekrar gözlerimin içine baktı. Etrafımızdaki mumlar titreşti. "Yarından itibaren kraliçe oluyorsun artık sana prenses diye seslenemeyeceğim." dedi. Yanağımdaki elini boynuma boynumdan omzuma, omzumdan da elime doğru kaydırdı, elimi tutup kalbine götürdü. Elim kalbinin üstündeyken onunda eli elimin üstündeydi.

Şu an öyle bir büyülü anda gibiydim ki sanki etrafımızda bulutlar süzülüyor hafif bir rüzgar esiyordu. Mumlar titreşirken kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum. "Artık sana Prenses diye seslenemeyecek olmak kalbimi çok üzüyor, Prenses." Çok yakındık ve buna bir son vermem gerekiyordu.

Elimi yavaşça çektim. Kendime gelmem gerekiyordu nefesimi düzene sokup sertçe yutkundum. Zihnim sanki sis içinde kalmıştı doğru düzgün düşünemez olmuştum resmen. "Bunda üzülecek bir şey yok Barbar, bana sadece Alin demen yeterli." Ona ilk defa Barbar diyerek sesli bir şekilde hitap etmiştim. Dudaklarımın arasından çıkınca bir değişik hissettim. "Bende bana Barlas demeni söylemiştim."

Barlas.

Doğru. Ona öyle seslenmem gerektiğini söylemişti. Aslında adı Barlas'tı ama herkesin ona Barbar olarak hitap etmesinden dolayı ağız alışkanlığı olarak bende ona Barbar diyordum. Aslında yüzüne karşı daha önce söylemesem de buna bu kadar takılmasına anlam veremedim. Benim ona Barbar diyor olmam onu neden rahatsız etmişti?

"Bu senin için neden bu kadar önemli?" diye sordum. Hala yakınımda durmak için diretiyor gibiydi. O sıcaklığa alışmaya başladım bu yüzden olduğum yerden kımıldamadan ona bakmaya devam ettim. Bir anlığına gözlerini yine kaçırsa da göz teması kurmadan konuşmuyordu. Bu bana özel miydi yoksa herkes için geçerli miydi bilmiyorum buna dikkat etsem iyi olacaktı. "Sen herkesten farklısın, bu yüzden bana adımla seslenmen benim için çok daha önemli, Prenses." ses tonu bir çocuk gibi incelmişti. Böyle dışarıdan bakılınca bir kaya gibi sert duran adam şu anda karşımda bir utangaç çocukmuş gibi duruyordu. Ya da benim gözümde mi öyle duruyordu?

"Peki, sen öyle istiyorsan öyle olsun. Barlas." adı dudaklarımdan çıktığında gözleri saniyeli dudaklarıma kaydı ama hızla toparladı.

Boğazını temizleyerek arkasını döndü ve köşede duran silah yığınının oraya gitti. Eski püskü masanın üstünde duran yayı aldı. Yayın sağlamlığına göz atarak yanıma geldi. Bana doğru uzattığı yayı aldım. Biraz eskiydi ama hala sağlamdı. İş görürdü.

"Eee, nereye atış yapacağım?"

"Atış tahtasına."

"Ama burada atış tahtası yok." diye cevap verdim.

"Olup olmaması çok da önemli değil, getiririz." Çok basit bir şeymiş gibi omuz silkti ve elini öne doğru uzatıp büyü yapması yetmişti işte hedef tahtası karşımdaydı. Onun için bu bir çocuk oyuncağıydı. Zor olan benim için geçerliydi. Her zamanki gibi...

"Daha öğrenecek çok şeyim var." dedim isyan eder gibi ama o yine beni bu yanlış düşüncelerimden uzaklaştırdı.

"Gözünde bu kadar büyütme, olmasını iste ve olsun. Sadece bu kadar. Bir şey öğrenmene ya da birinin sana öğretmesine gerek yok. Bunlar en basit şeyler, zor olanlar ise daha büyük büyüler yapacağın zamanlar için geçerli. Aslında olmasını istiyorsun ve oluyor."

"Şimdi öncesinde elimizdeki oku büyüleyeceksin sonrasında da sihirle bir ok yapacaksın ve onu hedef tahtasına atacaksın. Böylelikle elimizde bir silah varken ok atımı daha hızlı olmuş olacak. Unutma ok atmak hem iyi nişancılık hem de hızdır. Şimdi oku yaya tak ve nişan al ardında oku büyüleyerek hedefi vur." Geri çekildi ve arkamda durup beni izlemeye başladı. İşte başlıyorum.

Derin bir nefes alarak odaklandım. İş odaklanmakta bitiyordu ve bunu başarabilirsem bir daha asla ardıma bakmazdım. Gücüme güç katmak ve elimde olan bu gücü en iyi şekilde kullanabilmek istiyordum. Oku yaya taktım, yayı gerdim ve odaklandım. Elimde ne ok ne de yay bir gram bile titremiyordu. Bu konuda kendime çok güveniyordum.

Elimdeki okun büyülenmesine odaklandım ve çok basit bir şekilde anında itaat edip ok alev aldı. Bu kadar basit olması beni gerçekten de şaşırtıyordu.

Ve oku bıraktım. Havada hızlı bir şekilde süzülüp direk hedefin tam ortasına isabet etti. Yüzümde gururlu bir gülümsemeyle Barbar'a döndüm. "Nasıldım?" diye sordum tek kaşım havaya kalkmıştı.

"Güzel ama bir sorunumuz var." dedi. Kaşlarım çatık bir vaziyette arkamı yavaşça döndüm ve gördüğüm şey telaş yapmama yetti. Oku attığım hedef tahtası ok yüzünden alev almıştı.

"Siktir." diye bir küfür kaçtı ağzımdan ve sonra bu telaşımın önüne geçen bir utanç duygusu bastırdı.

"Bir Prenses olarak büyük bir konuşma adabı sorunun var." dedi ve bir kahkaha attı.

"Burada tutuşup yanıp kül olmadan söndür şu ateşi." dedim. Şimdi burada yanacakken benim konuşma adabımı konuşmanın hiç sırası değildi.

"Bunu bence sende yapabilirsin öyle değil mi?" dedi ve kollarını önünde bağladı. Bu kadar sinir bozucu olmak zorunda mıydı gerçekten?

"Hadi Prenses, göster hünerlerini." sakinliği sinir bozuyordu. Artık sakinlik mi yoksa suratsızlık mıydı bilmem.

Ona yan bir bakış attıktan sonra daha da alev alan hedef tahtasını söndürmek için elimi öne doğru uzattım ve odaklandım. Gücün parmak uçlarıma hücum ettiğini net bir şekilde hissedebiliyordum. Mavi bir pırıltı elimden çıkarken alevler azalarak söndü.

"Gerçekten çok başarılı. Etkilendim doğrusu." eliyle hafif bir alkış yaptı.

"Yapamayacağımdan şüphen mi vardı?" diye sordum meydan okurcasına. Yüzümde sinsi bir gülüş vardı. O da gülerek "Asla." diye yanıtladı beni.

"Yoksa neden senin söndürmene izin vereyim ki yanlışlıkla alevi daha da harlayabilirdin ama yapmadın gerçekten hem yetenekli, hem de çok güçlü, çalışkan bir öğrencim var. Bir usta daha ne ister ki?" dediğinde ikimizde gülümsüyorduk. "En zoruna hazır mısın peki, Prenses."

"Hazırım, usta."

Usta kelimesine bastırarak söyledim. Heyecanım sesimden bile anlaşılıyordu resmen. Bunca yıl güçlerim olmadığı için üzülüyordum ve şimdi güçlerim vardı ve bu gerçekten muhteşem hissettiriyordu. Annemin beni neden saklamak istediğini anlıyordum bu yüzden ona kızamıyordum bile o da ne yaptıysa beni korumak için yapmıştı. Ve şimdi ben hem onu bulmak hem de halkımı korumak için bu güçlerimi kullanmalıydım. Karanlık güce sahip olabilirdim ama bu güçleri kötüye kullanmak gibi bir amacım yoktu. Hatta ve hatta halkımı korumak için bu güçleri kullanacaktım. Asıl tehlikeyi düşmanlarım görecekti.

"Güzel, şimdi oku hedef tahtasını nasıl buraya getirdiysem sende art arda ok getireceksin ve hedefe atış yapacaksın." önce kapkara olmuş hedef tahtasına baktım sonra da Barbar'a anlamış olacak ki Hedef tahtasını düzeltti ve yepyeni oldu.

"Evet, devam edelim."

Saat bilmem gecenin kaçı ve ben hala güçlerim üzerinde pratik yapıp duruyordum. Artık yorgunluktan çökmüş ve tüm gücümü tüketmiş bir vaziyette elimdeki yayı yere bıraktım ve kendim için minderlerle donattığım köşeme gidip uzandım. Gerçekten bitik haldeydim. Sanırım tüm gücümü tüketmiştim.

"Çok çabuk pes ettin."

"Çok mu çabuk?" derken yattığım yerden hızla doğrulmuştum. Oturduğum yerden gözlerimi Barbar'a dikip şaşkınlıkla ona bakıyordum. "Saatlerdir çalışıyorum burada!"

"Sonuç da pes ettin."

"Pes falan etmedim. Dinleniyorum!" derken sesim bir tık yüksek çıkmıştı.

Tepemde durup bana baktı. "Öfkelenince bile gözlerin renk değiştiriyor buna bir çözüm bulmalıyız."

"Öfkelendirmemeyi deneyebilirsin mesela."

"Bana özel bir şey olduğunu mu söylüyorsun şu an?"

Sonradan söylediğim şey nasıl bir çıkarım getiriyor anlamıştım. "Sana özel bir şey değil." diye toparlamaya çalıştım. "Sadece beni en çok sinirlendiren kişi sensin."

Şaşkınlıkla "Öyle miyim?" diye sordu.

Kısaca "Evet." diyerek kestirip attım ve oturduğum minderin üstünden kalkarak merdivenlere doğru ilerledim.

Bu günlük bu kadar yeterdi daha fazla çalışmaya gücüm yoktu. Mumları söndürüp peşimden geldi. "Işık yakar mısın?" dediğimde "Bence sen yapabilirsin." diye cevap verdi.

"Şimdiden her şeyi bana yıkmaya başladın. Hem sen benim korumamsın, ya şu an takılıp düşsem bana bir şey olsa?" dedim.

"Düşmene izin vermem, sana bir şey olmasına hiç izin vermem." ses tonunun sert tınısı tüylerimi diken diken yapmıştı. Merdivenin ortasında durup ona doğru döndüm.

"Ya düşersem?"

"Tutarım."

"Ya tutamazsan?"

"İmkanı yok."

Kendinden emin ses tonuyla birlikte elini açarak ışık topu oluşturdu. Işık elinin hemen üstünde havada süzülürken ışığın vurduğu tarafı aydınlık diğer tarafıysa karanlıkta kalmıştı. Ve gölgede kalan hatlarıyla birlikte oldukça seksi duruyordu. Gözlerimi ondan alamazken kendimi toplamam gerektiğini hatırlatarak önüme döndüm ve inmesi ayrı dert çıkması daha dert olan merdivenleri sessizliğe gömülerek tırmandım.

Onunla olan iletişimim çok ayrı bir boyutta oluyordu. Doğru düzgün konuşamazken aramızdaki o karıncalı elektrik çekimi sinirlerimi bir hayli bozmaya başlamıştı. Odağımın bozulmaması gerekiyordu. Çok daha önemli işler vardı ve dikkatimin dağılmaması gerekiyor.

Odama geldiğimizde Barbar iyi geceler dileyerek çıkmıştı. Bense odanın içinde tur atıp durdum. Kafamın içi o kadar doluydu ki bir türlü kendimi rahatlatamıyordum. Uykum yoktu ama uyumalıydım da ama öncesinde Hera'yı görsem çok iyi olacaktı.

Tam kapıdan çıkacakken üstümün gece gece çok absürt kaçacağını düşündüğümden ve kimsenin bu saatte talim yaptığımı düşünmesini istemediğimden dolayı üstüme sade bir elbise geçirdim. İşte şimdi yeniden bir prenses gibi görünüyordum.

Hızlı adımlarla Klasrum'un odasına ilerledim. Koridorlar sessizdi. Geç bir saat olduğu için dışarıda nöbet tutan muhafızlardan başka kimse ayakta değildi. Klasrum'un odasına yaklaştığımı gören muhafızlar selam durdu. Bu saatte burada ne işimin olduğunu merak ettiklerine emindim.

Kapıyı açarlarken gözüme ilk çarpan şey Klasrum elinde kitap masasının başında dikilmesi olmuştu. En azında bir şeyler yapmak için çabalıyor diye düşündüm. Bu güne kadar Hera'dan kötü bir haber almamıştım sanırım durumu hala aynıydı. Ne iyiye gidiyor ne de kötüye gidiyordu öylece stabil durumda yaşam mücadelesi veriyordu. Klasrum beni görünce kitabı bırakarak paytak adımlarla yanıma geldi. Ayağın da olan sıkıntıdan dolayı yürümesini biraz engelliyordu.

"Prenses, bir sorun mu var?" diye sordu. Sesi meraklı çıkmıştı bu saatte beni beklemediği belliydi.

"Hayır yok, Hera'yı merak ettiğim için geldim. Durumu nasıl? Bir gelişme var mı?" diye sordum. Klasrum ses çıkarmadı. Ben de almam gereken cevabı almıştım. Hera'nın yanına ilerledim. Onun enerjisini özlemiştim saçlarıma yumuşacık dokunuşları, narin ama bir o kadar da hırçın olan karakteri, bir kardeş gibiydik. Ona olan sevgim çok başkaydı, o ve Efi benim için her şeyden çok değerliydi. Şimdi bir bina gibi çökmüştük. Kanatlarımdan biri kopuyordu ve bu canımı çok yakıyordu. Bu koca sarayın her bir yerinde anımız vardı. Bahçede minik pikniklerimiz, koca bahçede deli gibi at koşturmalarımız, koridorlarda gülme krizlerine girişlerimiz. Bu sarayda benim tek dostlarımdı onlar ve şimdi Hera'nın bu hale gelmesinin benim yüzümden olduğunu düşünmek bile canımı çok yakıyordu.

Onun benim saçlarımı okşadığı gibi yavaşça okşadım. Bukle bukle kıvırcık saçları günler sonra bile hala yumuşacıktı. Teni soluk gözükse de güzelliğinden hiç ödün vermiyordu. Nefes alışverişi çok yavaştı. Durumu daha ne kadar böyle sürecekti. Elimden hiçbir şey gelmeden öylece beklemek çaresizce olacak olan sonun gelmesini beklemek istemiyordum. Ama tek şansımı da elimden kaçırmış olmam canımı daha da sıkıyordu. Elimde olan tek şansımı da kaçırmıştım. Öyle yüzüme baka baka adam kayıplara karışmıştı.

"Bu durum daha ne kadar sürecek Klasrum?" diye sordum.

"Prenses elimden gelen her şeyi denedim ama tedaviye yanıt vermiyor. Her ne kadar zehrin kana karışmasını yavaşlatsam da gün geçtikçe zehir yayılıyor. Bu da hayati tehlikesini arttırıyor."

Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatarak sakin kalmaya ve güçlü durmaya çalıştım.

"Bana artık sonuçla gel." dedim ve hızla odadan çıktım. O odada bana hiçbir zaman iyi gelemeyen bir şey vardı. Üstüme bir ağırlık sıkıntı biniyordu. Bu Hera'nın durumundan kaynaklı bir şey de değildi. Küçüklüğümden beri o odaya ne zaman girsem böyle hissediyordum. Sanırım bir çok büyünün ve iksirin o odada yapılıyor olmasında dolayı olan bir etkiydi.

Odama girdiğimde odamın karanlığıyla burun buruna geldim. Mumlar neden yanmıyordu?

Tek tek yakmaya çalışmaktansa bugün yaptığım onca pratiğin işe yaraması umuduyla mumlara odaklanarak yanmalarını sağladım. Yalnızken büyü yapmak beni tedirgin ediyordu, gücümü ayarlayamam da fazla kaçar ve her şey yanıp kül olurmuş gibi hissediyordum bu yüzden korkuyordum. Ateş her şeyden çok korktuğum şeydi ama başardığımı görmek ve ateşe hakim olmak da çok güzel hissettiriyordu.

Sihirle her şey ne kadar da kolaydı.

Üstümdeki elbiseyi çıkarmak üzere dolaba ilerledim giyinme odasına tam girecekken karşımda beliren silüetle birlikte tam çığlık atacakken olduğum yerden hızlı bir şekilde duvara fırlatıldım. Sırtım duvara çarpmanın etkisiyle koca bir acı dalgası bedenimi sardı. Nefesim kesilirken çarpmanın etkisiyle anlık bir felç etkisi yaratmıştı. Ne nefes alabildim ne de kıpırdayabildim. Olduğum yerde nefes almaya çalışarak acı çekerek kalakalmıştım. Korku ve acı şu anda tek hissettiğim buydu. Kocaman olmuş gözlerle loş ışık altında kalan adamı görmeye çalışıyordum.

Giyinme odamdaki silüetin sahibi ışığa doğru ilerledi. Üstündeki pelerinin kapişonundan kim olduğunu göremiyordum. Yavaş adımlarla bana yaklaşırken ben olduğum yerde kalmış kıpırdayamıyordum.

O kimdi ve ne istiyordu bilmiyorum ama tek bir tahminim vardı o da bana siyah gülü gönderen kişi olmasıydı.

Ama tahminim yanlış çıktı. Bana doğru gelen adamı daha önce görmüştüm. Pelerininin bir parçasından dışarı çıkmış beyaz saçları hatırlıyordum. Ve o an gözlerimde bir umut ışığı belirdi. Bu gerçek miydi?

Peki ama burada ne arıyordu ve ne istiyordu?

"Sen-" konuşmakta zorluk çektim. "Sen, o büyücüsün." deyiverdim.

Ne ellerini ne de dudaklarını hareket ettirmeden kendimi havada buldum. Nefes alamıyordum. Çaresizce ayaklarımı havada salladım. Ben canımla cebelleşirken, nefes almaya çalışırken sanki iki büyük el boğazıma yapışmış ve tüm gücüyle sıkıyor gibiydi. Ve bunu kıpırdamadan yapmıştı.

Elleriyle Pelerinin kapişonunu indirdi ve böylelikle yüzünü daha net bir şekilde görebildim. Keskin yüz hatları, düz bir burun ince dudaklar, dalgalı beyaz saçlar ve sarı renkli gözleri vardı. Klasrum'un aksine gençti. Şaşkınlığımı gizleyemedim.

Kaşları çatık ve öfkeli bir şekilde bana bakıyordu. Bana doğru biraz daha yaklaştı.

Ve sesi tüyler ürperticiydi.

"Neden benim peşimdesiniz?"

 

Loading...
0%