@mileidi61
|
Yıl 2023 Günümüz...
Güneş doğuyordu... Şehir daha yeni uyanıyordu... Sokak lambalarının ışıkları güneşe küskün olacak ki sönmeye başlamıştı. Yerini terk ediyordu...
Oysa o, geceden beri oradaydı. Boyası yeni yapılmış, tertemiz olan o bankta oturuyordu... Başına taktığı eski püskü bir şapkası vardı. Parlaklığını yitirmiş sarı, kısa saçlarını biraz olsun koruyor onu sıcak tutuyordu. Ama yeterli değildi. Sabah meltemi sert esiyordu...
Buruşmaya başlayan ellerini göhüsünün altında birleştirdi. Üzerine giydiği, eski ince bir yağmurluğu vardı. Ama o bile onu sıcak tutmuyordu... Üşüyordu...
Kızıl renk mavi gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Şehir daha yeni uyanıyordu. Kendisi ise hiç uyumamıştı... Buz gibi mavi, yorgun gözleri şimdi canlanıyordu...
Etrafındaki renkleri eskisi gibi göremiyordu elbette. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ki zaten. Yaşlanmaya başlıyordu. Bu belki de kendine söylediği bir bahaneydi.
Bir yanı da inatla bunu doğru buluyordu. 50 yaşındaydı artık... Ruhu dingindi... Yaşam temposu yavaşlamıştı...
"Oooo. Günaydın Soytarı... Bugün nasılsın?"
Sırtına dokunan adamı tanıyordu elbette. Sahilde her yerde dolaşan, her şeyden haberi olan Mehmet... Genelde çok konuşkan bir yapıya sahipti. Bu yüzden ondan, bunalıp kaçan çok kişi oluyordu.
Ama o, bunu umursamazdı. Evet, çok yakın oldukları söylenemezdi. Ama en azından adamın samimiyetini biliyordu. Siyah bol pantolonu neredeyse yerlere sürünecekti. Zerre umrunda olmadığı belliydi. Yüzünde her daim gülmeye hazır bir ifade vardı. Ona yakışan ve tatlı amca süs veren bıyığını da unutmamak gerekiyordu.
Aynı samimiyetle cevap verdi.
"Sana da günaydın Mehmet. Bugünümüze de şükür."
Mehmet, elinde taşıdığı dolu dolu çay bardağını ona uzattı. Çayı kendisi için doldurmuştu ama yüreği el vermedi onu öyle görmeye. Sonra da yanına oturdu.
"Teşekkür ederim."
"Sabah ayazı Trabzon'da serttir. Üstelik mevsim sonbahar. İç bakalım. Belki az da olsa için ısınır."
Nereden bilecekti ki onun her gün, her dakika, her saniye üşüdüğünü. Ama ses etmedi. Kibarca gülümsedi sadece.
"Biliyorum elbette. Ama her anına değdi inan ki..."
Mehmet' in aklı karışıktı aslında. Uzun zamandır Soytarı'nın gerçek hikayesini merak ediyordu. Ama ne yaptı ne ettiyse boşunaydı. Onun hakkında çok az şey biliyordu...
Canı sıkkın bir şekilde nefes verdi.
"Buraya gelen, burada çalışan herkesi çözdüm, tanıdım, bildim ama bir seni bilemedim Soytarı."
Bu kalpten bir sitemdi. Bu adamın hayatını ölesiye öğrenmek istiyordu. İçinde bir yerlerde büyük bir acı olduğunu görebiliyordu elbette. Belki bu durum onu Soytarı'ya doğru çekiyordu.
Adam ise belli belirsiz gülümsedi. Bu sefer ki içtenti ama. Yüz hatlarındaki hafif kırışıklıklar gün yüzüne çıkmıştı böylece.
Mehmet'in sözlerinde tanıdık birini görüyordu.
"Bilmemen daha iyi belki de Mehmet. Bazen kurcalamak kabuk bağlayan yarayı kanatmaktan başka bir işe yaramaz."
Nedense yüreği başka bir şey fısıldıyordu. Zamanı gelmiş miydi ki?
"İtiraf et buna sende inanmıyorsun. Şu inadını kıracak anlatacaksın elbet. Bir gün elbet."
Adam cevap verdi.
"Daha sonra bir ihtimal...Hadi git işine dön şimdi. Yoksa yeni çaylar doldurmak zorunda kalacaksın."
Mehmet bileğinde ki saate baktı.
"Evet haklısın. Yine de çözeceğim elbette. Senin işlerine aklım ermiyor gerçi ama bir yolunu bulacağım."
Boş çay bardağını ona uzattı adam. Minnettardı elbette.
"İşlerin rast gitsin Mehmet. Kolay gelsin."
Sonra ayağa kalktı. Artık oda işinin başına dönmeliydi. Ağır adımlarla karavanına doğru ilerledi. Girişinde büyük harflerle SOYTARI yazısı vardı. Kendisi yaptırmıştı bunu. Kim olduğunu hiç unutmamak içindi...
İçeride kasvetli bir hava vardı. Pencerelerini açtı. Kafasındaki şapkasını çıkardı. Saçlarını özgür bırakmıştı. Her zaman yaptığı gibi önce kahvaltısını hazırladı. İştahı pek yoktu zaten. Küçük masasına kahvaltılık zeytin, peynir koymuştu. Termosta çayı vardı. Onu da bardağına doldurdu. Ekmeğini de yanına aldı.
Koca bir sessizlik içerisinde yemeğini yedi. Dışarıdan kuş sesleri de kesilmiş gibiydi. Ya da o her sesi zihninde sıfırlamıştı...
Karavanında etrafı topladıktan sonra dışarıya çıktı. Sahilde hareketlilik başlamıştı tabi. Cafeler açılmış, müşterilerini bekliyordu... Gemiler, tekneler de yolculuk yapmaya hazırlanıyordu...
Zamanı gelmişti. Karavandaki iş masasını dışarıya çıkardı. Hoş burada iş yaptığı da yoktu ya neyse...
Dikkatlice yerleştirdikten sonra üzerine gri renkli bir örtü sermişti. Üzerindeki yağmurluğu çıkarmıştı. Şimdi rahat etmişti. Siyah çizgili kazağıyla ne kadar soğuk olursa olsun rahat ediyordu. Alışmıştı bir kere...
Sonra en değer verdiği görevi üstlendi... Papatyalar. Büyük, cam bir saksının içerisinde olan güzel papatyalar. Sarı renkli olanlarındandı hepsi... Sevgiyle kokladı onları. Buram buram özlem dolu anılar kokuyordular.
Özenle masanın baş köşesine koydu önce. Baktı. Aralarında boynunu büken yoktu. Yaprağı kopan da. Sevindi elbette. Onlarla anlaşmak konuşmak insanlarla anlaşmaktan daha kolaydı... Sohpet için sözcüklere gerek yoktu bir kere. Bir dokunuş, bir bakış bile yetiyordu.
Sonra eski yıllardan kalma bir radyosu vardı. Onu da yanından ayırmamıştı hiç. Tabi ki çalışmıyordu artık. Ama onun için önemli bir parçaydı. Papatyaların yanına da onu koydu.
En son olarak sandalye çekip güneşin karşısında yerini aldı. İşte hayatında ihtiyacı olan her şeye sahipti... Mutluluğu buydu...
Güneş ışığı onu koruyordu soğuktan. Şimdilik... Çevresine baktığında birkaç çiftin gezdiğini gördü... Kol kola, el ele yürüyen sevgililer... Aralarında gülüşenler, kavga edenler, kahvaltı yapanlar vardı...
Onları gördükçe aklına, parça parça anılar, sesler geliyordu... Ve biri hiç susmuyordu...
Bazı şeyleri de yeni fark ediyordu... Hayat ne kadar da acımasız davranmıştı ona... Zaman da ona tekme atıp durmuştu... Yıllar ondan çok şey alıp götürmüştü. Dolan gözlerine elinin tersiyle dokundu. Fazla mı duygusal olmuştu ne? Belki de gerçekten yaşlanıyordu...
Saatler saatleri kovaladı. Yanına bir kişi bile gelmemişti. Kim olduğunu kimse merak etmemişti. Önemsememişti. Defalarca kez olduğu gibi. Umursamazca yanından geçip gidenler oluyordu elbette. Uzaktan ona bakanlar olsa da yönlerini değiştiriyorlardı. Bu büyük bir boşluk, büyük bir hayal kırıklığı yaratıyordu...
Şaşırmamalıydı... Ama insanoğlunun bu kadar duyarsız olmasına her gün daha çok şaşırıyordu. Bir bakış, bir ses yeterliydi. Bir kişinin onu fark etmesi için bu yeterliydi...
Ama olmuyordu. Olmasını öyle çok istiyordu ki... Bir çocuk gibi sevilmek istiyordu... Bu gizlice kendine itiraf ettiği bir gerçekti...
İçindeki o yaralı çocuk asla iyileşmeyecekti...
Güneş, ışığını geri çekmişti üzerinden. Ağaç yapraklarının hışırtısı iyiye alamet değildi. Yağmur yağacak gibiydi...
En iyisi bu seferlik içeriye girmekti... Papatyalarını ve radyosunu da dışarıda bırakamazdı. Ama önce pencerelerini kapatmalıydı. Kahverengi sandalyesinden kurtardı kendini. Karavanının kapısını açtı. Odasından içeriye süzülen rüzgarın şiddeti artmıştı. Hızlıca, ne kadar hızlı olabilirse tabi, pencerelerini kapattı...
Tekrar dışarıya çıktığında havanın iyice karardığını gördü... Sandalyesini eline almış içeriye götürecekken durdu...
"Affedersiniz. Kapatıyor musunuz?"
Adam şaşkınlıkla geriye döndü. Karşısında genç bir delikanlı vardı. Yanında ondan en fazla 2 yaş küçük olduğunu düşündüğü bir de kız. Delikanlının üzerinde siyah bir deri ceket vardı. Yakışıklı bir yüzü, kendisi gibi sarı saçları vardı. Onun eskisi gibi parlak değildi tabi...
"Efendim?"
O kadar şaşkındı ki ne diyeceğini bilemedi bir an.
"Biraz önce sizi izliyorduk ta. Kardeşimle birlikte. Merak ettik. Gelip bakmak istedik. Ama sanırım karavanınıza gideceksiniz?"
Demek küçük hanımefendi kız kardeşiydi. O da çok tatlı görünüyordu. Üzerinde bir yağmurluk vardı. Siyah uzun saçlarını ise toplamamıştı. Yeşil gözleri adeta ışık açıyordu. Hafifçe selam verdi ona da.
"Tam olarak neyi merak etmiştiniz?"
Olabildiğince mesafeli bir yaklaşım sergilemişti. Ciddi bir tavır takındı.
Delikanlı duruşunu dikleştirip söz aldı.
"Çok yalnız görünüyordunuz. Sizin için bir sorun olmayacaksa sohbet etmeye geldik."
Adam hiçbir şey söylemeden elindeki sandalyeyi bırakıp içeriye girdi. Onları cevapsız bırakmıştı. Onların nasıl şoka girdiğini tahmin edebiliyordu...
Çok geçmeden elinde iki sandalyeyle kapıdan çıkmıştı.
"Yüreğinizin kaldıracağını düşünüyorsanız buyurun elbette."
İki genç birbirlerine gülümseyerek baktı. Sonra onlara verilen sandalyeleri alıp adamın karşısına oturdular.
Adam yağmur yağma ihtimaline karşı karavanın tentesini açtı. Şimdi daha korunaklıydı. Keşke biraz daha çayı olsaydı... Onlara bir şey ikram etmeliydi. Mahçup hissetti kendini.
"Ama beni unutmuşsun Soytarı. Bir tane de sandalye ben istiyorum."
Mehmet bunca zaman onu mu bekliyordu yani? Elinde kocaman bir semaver ile gelmişti hemde.
"Sen neden geldin? İşin yok muydu?"
İzlenmekten hiç haz etmezdi. Misafirleri olmasaydı Mehmet'e birkaç lafı olacaktı. Üstelik semaver de vardı yanında. Sessiz kalmayı tercih etti.
Mehmet kendinden emin bir şekilde cevap verdi.
"Bugün kendime izin verdim diyelim. Gerekirse sabaha kadar buradayım."
Soytarı'ya meydan okumuştu. Geri adım atacağı da yoktu. Sonra genç delikanlıya döndü.
"Bak delikanlı ben kaç zamandır bu anı bekliyordum. Bu adamı olmadı çözemedim. Olmadı ona bir şey anlattıramadım. Şimdi elime bir fırsat geçti. Bunu asla kaçıramam."
"Anlatacağımı nereden çıkardın?" diye karşı bir soru sordu adam. Mehmet aynı şekilde karşılık verdi.
"Anlatacaksın biliyorum. Hakkında emin olduğum tek şey bu. Laf aramızda bu sahilde ki en ünlü kişidir Soytarı. Ama gizli bir ünlü..."
Gençler daha çok meraklanmıştı böylece. Yüzlerindeki ifadeden bu anlaşılıyordu.
"Mehmet...Gençleri sık boğaz etme istersen."
Mehmet, dudaklarını mühürledi. Konuşmayacak, dinleyecekti. Ama Soytarı, bunun çok uzun sürmeyeceğini biliyordu tabi ki...
Karavandan bir sandalye daha çıkarmıştı. Yanında bu sefer plastik bardak da getirmişti. Tüm hazırlıklar tamamdı. Herkes onu bekliyordu heyecanla. Oda onların karşısına geçip oturdu. Bir öğretmen gibiydi. Karşındaki kişiler de onun dudaklarından çıkacak olan hikayeyi dinleyecek olan öğrencileriydi...
Önce derin bir nefes aldı... Kendi hayatını, yaşadıklarını anlatmak hiçte kolay olmayacaktı. Takılıp kalacaktı bir yerde. Nefesi yetmeyecekti belki de... Yine de son nefesine kadar devam edecekti... Etmeliydi. Birilerine anlatmalıydı... Birileri onu bilmeliydi...
Gözü uzaklara çok uzaklara dalarken yüreğinde ki mesafeler kısalmıştı... Ona yaklaşmıştı sanki... Yıllar sonra ilk kez oluyordu bu... Yüzüne masum bir ifade yayılmıştı.
"Ah pardon son bir şey. Sizce bu semaver yeterli olacak mı?"
Küçük bir şaşkınlıkla birlikte bir tebessüm belirtmişti Soytarı'nın gözlerinde...
************************************
Evet arkadaşlar yeni hikayeme başlamış oldum. Severek okuyacağınız bir hikaye olsun inşallah. Ben elimden geleni yapacağım. 😊
İlk bölüm biraz kısa olmuş olabilir. Sonraki bölümler uzayacaktır bilginize.
Şimdiden keyifli okumalar. 😊💜
|
0% |