Yeni Üyelik
4.
Bölüm

" Şans "

@mileidi61

Uzun bir yolculuktu onunki. Daha bir kaç saat önce ölmek isteyen, hatta ona özlem duyarak kucaklamak isteyen kendisi değildi.

 

Sokak aralarında kaybolan insanlığı gördükçe, hayatın gölgesinde yaşayan esirleri fark ettikçe, ruhunu kaybeden bu dünyaya daha fazla katlanmak hiç içinden gelmiyordu.

 

Ama şimdi... Genç bir kızın onda adını koyamadığı bir şeyi uyandırmıştı. Yıllardır uykuda mıydı acaba? Asıl kör olan, sağır olan kişi o muydu?

 

Ve papatyalar. Banktan kalkıp yürüdüğünden beri gözlerini onlardan ayırmadı. Bir şey olacak korkusu sardı içini. Yere düşerseler, dallarından koparsalar, solarsalar diye...

 

Kaldırıma çarpma olasılığı yüksekti. Yere düşüp kafasını vurabilirdi. Ama zerre önemli değildi onun için. Kendisinin zarar görmesini umursamıyordu. Ama parmakları arasındaki narin papatyalar. Onları korumak için her şeyi yapacaktı...

 

İçinde, haberi bile olmadan bir umut yeşeriyordu böylece.

 

Karnından gelen garip sesle durdu. Bir avucunu siyak beyaz renkli kazağının üstüne, midesinin üzerine getirdi.

 

Acıkmıştı. Sabahtan beri bir şey yememişti. Ölmek için bekleyen biri yemek yemeyi düşünür müydü hiç? Bir an önce çaresini bulmalıydı.

 

Soğuk buz mavisi gözleri ışıl ışıl parlayan papatyalara yöneldi. Onları kazağının sol göhüs kısmında yer alan cebine koydu. Orada güvende olacaklardı. Kir, pas içinde olan dudaklarında ince bir gülüş belirdi. Haberi dahi olmamıştı belki de...

 

Hava biraz serinlemişti. Güneş henüz batmamış, gecenin ışığı gökyüzüne düşmemişti. Soytarı ise mahalle mahalle dolaştı. Zamanı daralıyordu. Bir yerde bayılmak istemezdi. O yüzden yine en iyi tercih çöp kutularına bakmak olacaktı.

 

Şansını denemekten ne çıkardı ki?

 

Kokusunu dahi ayırt edemiyordu. Bütünleşmişti onlarla. Çöp kutusunun etrafına bakındı önce. Birkaç parça küflü ekmek buldu. Gözleri parladı. Şans bugün ondan yanaydı. Onları eline aldı. Sonra içine doğru eğildi. Ve hazine oradaydı işte...

 

Meyveler buldu. Bazı yerleri çürüktü elbette. Yine de önemsizdi. Yarısı içilmiş su şişesi de vardı. Onun için ideal bir yemekti bu...

 

Kafasını çöp kutusundan dışarıya çıkarmıştı. Yanında bir kişinin varlığını dahi hissetmemişti aslında.

 

On yaşlarında bir erkek çocuk. Onun gibi pasaklı, ellerini önünde kenetlemiş, aç olduğu siyah gözlerinden belli olan bir çocuk...

 

Aklına kendi çocukluğu geldi... Sahi o çocuk olabilmiş miydi? En azından yaş olarak evet çocuktu...

 

O bakışları iyi tanıyordu. Kimsesizliğin, çaresizliğin, açlığın, korkunun, uykusuzluğun esareti vardı... Sokak çocuğuysan eğer herkes sana her şeyi yapabilirdi. Gözün hep açık olmalıydı. Dikkatli olmak zorundaydın...

 

Kendisi, büyüklerinden ne zorbalıklar görmüştü. Ne hakaretler işitmişti. Ve buna şahit olupta kılını kıpırdatmayanlar... O, çığlıklar atarken yolunu değiştirenler. O, yardım isterken gözlerini kaçıranlar. Hepsini daha dün gibi hatırlıyordu...

 

Ama Soytarı o insanlardan biri olmadı hiç. Olmayacaktı da. İki eliyle kavradığı yiyecekleri önce bir poşete koydu. Ağzını bağladı...

 

Onu mahçup yüzüyle bekleyen çocuğa baktı.

 

"Akşam yemeğini birlikte yiyebiliriz. Ne dersin?"

 

Çocuk sadece başını salladı. Anlaşılan hâla bir çekincesi vardı.

 

"Ama önce küçük bir ateş yakmamız lazım. Havanın durumu malum. Hadi gel."

 

Biraz arka tarafa doğru ilerlediler. Burası ateş yakmak için uygundu. Ve nasıl bir şans varsa küçükte olsa odunlar atılmıştı oraya. Soytarı içlerinden ince olanları eline aldı. Tutuşturmak için yeterli olacaktı.

 

Çimenlerin olmadığı bir alanda onları birleştirdi. Cebinde çöpte bulduğu çakmağı çıkardı. Sonunda cılız odunların arasından alev yükselmeye başlamıştı. Hemen kalın olan odunları da ateşin yanına getirdi. Çevresine ikisinin de oturabileceği büyüklükte iki tane taş parçası koydu. Ortam hazırdı..

 

Tenha olan bu yer o sıcaklığın sesiyle biraz canlanmıştı. Yükselen gri renkli duman aralarında bir dansa eşlik ediyor gibiydi.

 

Sonra küçük çocuğu yanına çağırdı. Ona ayırdığı taşı gösterdi.

 

"Orası senin yerin. Keyfine bak ve biraz ısın."

 

Onu uzaktan izleyen Ömer hemen yanına koştu. Çocuk gülümsedi.

 

"Teşekkür ederim."

 

Hayret. Biri ona teşekkür etmişti. Daha önce de başkalarına yardım etmişliği vardı ama karşılığında bir minnet kelimesi dahi duymamıştı. Burada suç biraz da kendisindeydi. İnsanlarla konuşan, irtibat kuran biri değildi.

 

Ani bir şekilde düşüncelerinden ayrıldı. Uzandı. Yiyecekleri aldı ve poşetin içinden çıkardı. 3 dilim ekmek 2 tane de meyve verdi ona.

 

"Al bakalım. Şimdi yemek vakti. Ama yavaşça ye."

 

Küçük çocuk onları aldı. Hızlıca yemeye başladı. Bir dakika geçmemişti ki öksürmeye başladı. Soytarı güldü. Onu uyarmıştı bir kere.

 

"Sana yavaş yemeni söylemiştim. Böyle giderse her yemekte öksüreceksin."

 

Karşılıklı bakıştılar. Çocuğun, üzerindeki gerginlik önemli ölçüde azalmıştı. Vücudu ısınmıştı. Karnı doymuştu. Yalnız değildi. Onu döven biri de yoktu. Daha büyük bir nimet beklemiyordu. Kotasını sonuna kadar sınamıştı.

 

Bu tatlı küçük sohbet Soytarı içinde yeniydi. Ömer'e karşı tarif edemediği bir yakınlık hissediyordu. Sessizliğin verdiği huzurla arada gözleri ona kayıyor, tanıdık bir yüz görüyordu.

 

Birkaç dakika sonra Soytarı sessizliği bozdu. Onu merak etmişti.

 

"Adın ne senin?"

 

-"Ömer." diye yanıtladı çocuk. Siyah gözleri ateşin kıvılcımlarıyla daha da parlıyordu.

 

"Güzel adın var. Seni daha önce görmedim hiç. Ne zamandır sokaklardasın?"

 

Kendisi yıllardır bu sokaklarda yaşıyordu çünkü. Görse bilirdi. Unutmazdı. Hafızası güçlüydü... Bu onun için bir lanet olsa bile.

 

"Yedi yaşımdan beri." Başını eğdi. Bundan utanç duyuyordu.

 

Acı bir durumdu. Tam okul yaşındaydı. Yazı yazacak, kitap okuyacak, okula gidecek yaştaydı... Şimdi onun yurdu bu boş duvarlar, sokaklardı...

 

Neden diye sormak istedi ama onun yaralarını tekrar kanatmak bu masum çocuğa zulüm demekti. Kendinden biliyordu.

 

"Eğme başını Ömer. Bu senin suçun değildi. Senin hatan değildi. Senin seçimin de değildi. Durum böyleyken neden sorunlu olan sen olacakmışsın. Utanacak olan sen değilsin. Buna seni mecbur bırakanlar."

 

Ömer siyah saçlarını geriye atıp başını kaldırdı. Dizlerinin üzerinde birleştirdiği elleri titriyordu. Gözleri ise doluydu. Soytarı sustu. Bir kelime daha ederse Ömer ağlayacaktı.

 

Ama Ömer konuşacaktı.

 

"Küçüktüm. Dört en fazla beş yaşında. Hayal meyal hatırlıyorum o zamanları. Birinin boynuna sarılıp saatlerce öyle durduğumu hatırlıyorum. Soba yanıyor, dışarıda rüzgar ses yapıyordu. Korktuğumu da hatırlıyorum. Rüzgardan korkardım..."

 

Biraz durdu. Hızlı hızlı anlatıyordu nefesi yetmemişti. Belki de kendini o ana hazırlıyordu. Siyah gözleri ateşin üzerinde gezindi bir süre...

 

" Tatlı tatlı sallandığımı hatırlıyorum. Ninniye benzer bir şarkı kulaklarımda yankılanırdı. Sırtıma da hafifçe dokunan bir el vardı. Bana güvende olduğumu hissettirirdi."

 

Kendi geçmişinde böyle anılar asla yoktu. Ömer'in anlattığı hiçbir şeyi o yaşamamıştı.

 

"Kimdi peki?" diye sordu.

 

Annesi olduğunu düşünmüştü Soytarı doğal olarak.

 

"Bilmiyorum. Küçüklüğümden hatırladığım tek şey bu anı. Ne zaman çok mutsuz, çaresiz, üzgün hissetsem ona sığınıyorum. Bende devam etme gücü uyandırıyor."

 

Soytarı'nın ne yazık ki böyle güzel bir anısı yoktu. Onun hayatı daha çok acılarla doluydu.

 

"Başka bir şey hatırlamıyorsun yani."

 

"Hayır. Aslında ben kendimi bildim bileli sokaklardayım. Ne annemi, ne babamı tanırım. Beni neden bıraktılar hiç bilmiyorum. Merak ediyorum ama cevabını bulabilir miyim onu bilmiyorum... İstiyor muyum onu da bilmiyorum."

 

Soytarı, Ömer'in duygu karmaşasını görebiliyordu. O da aynı yollardan geçmişti. Kaç defa aynı yolları geri dönüp bekledi. Kaç gün aynı umutla, yağmurun altında ıslandı... Kaç gece soğuk duvarlarda bir ses aradı...

 

Şimdi karşısında umut dolu gözlerle bakan biri vardı. Ona nasıl diyecekti ki boşuna çabaladığını. O anıya tutunarak hayatını aslında cehenneme çevirdiğini...

 

Normal zamanlarda Soytarı yüzüne acı da olsa gerçeği söylerdi. O kişinin üzüntüden saatlerce ağlayacağını bilse dahi...

 

Siyah gözlerinde yaşama arzusu olan Ömer'in hayallerini yıkmak istemiyordu. Onun aklında kötü biri olarak kalmak istemiyordu. Kendini tuttu. Sessiz kaldı.

 

"Peki ya sen? Senin ailen?"

 

Masumca sorulmuş bir soruydu aslında. Ömer'in bir art niyeti olamazdı zaten. Yine de Soytarı'nın yüzü soldu... Onun asla bir ailesi olmadı. Kaldı ki bu konuda hiç kimseyle tek kelime konuşmamıştı. Mühürlüydü. Yasaktı.

 

Ayağa kalktı. Biraz ileriden bazı sesler geliyordu. Dikkatini oraya verdi. Ayak sesleriydi... Gelenlerin kim olduğunu bilmiyordu ama iyiye işaret değildi. Hissediyordu.

 

Onların giderek yaklaştığını da

 

O, bir terslik olmasından, çocuğun zarar görmesinden endişe etmişti. Ayaklanan çocuğa döndü bakışları.

 

"Neler oluyor?"

 

Sessizce ürken Ömer'in yanına gitti. Ve fısıldayarak konuştu.

 

"Hemen yan binaya geç ve sakın oradan ben seslenmedikçe çıkma tamam mı? Ne duyarsan duy ne görürsen gör asla çıkmak yok."

 

Ömer uyarıyı almıştı. Hızlıca yan binaya koştu. Soytarı hemen onun oturduğu taşı biraz olsun kenara doğru attı. Ateşi söndürmemişti. Ama yiyecek poşetini de saklamak anlamsızdı.

 

Karşıya, Ömer'in taşının üstüne oturmuştu. Sönmeye başlayan ateşin üzerine birkaç odun parçası atmıştı... Rol yapmak zorundaydı...

 

"Ooooo bakın burada kimler varmış?"

 

Soytarı bu sesi tanıyordu elbette. Onlardı. Bu çocuklar onun asla peşini bırakmamıştı. Zorbalık söz konusu olunca kimse ellerine su dökemezdi...

 

Sokak çocuğu bile olsanız, sizi, sizden olanlar, sizin gibi sokak çocuğu olanlar da hor görüyor ne yazık ki...

 

Soytarı'nın mavi gözleri önce ateşte biraz kavruldu. Sonra buz kesti. Elinde ki odun parçasıyla yavaşça ayağa kalktı.

 

Onlara yüzünü gösterdi.

 

"Ne istiyorsun yine?"

 

Ses tonuna oldukça dikkat etmişti. Bela istemiyordu. Arkada onu bekleyen Ömer'i bu şerefsizlere karşı korumalıydı.

 

Kıvırcık saçlı, esmer ve aynı zamanda lider olan Aykut iki adım öne çıkmıştı.

 

"Sakin ol paşam. Sana zarar vermeye gelmedik korkma. En azından bu seferlik."

 

Pislik herif yanındaki adamlarıyla gülüşüp dalga geçiyordu resmen. Soytarı elindeki odun parçasını sıkmaya başlamıştı bile.

 

Kendilerinde bu hakkı nereden buluyordu bu adamlar?

 

Gökyüzü kararmış, sert bir rüzgar ona doğru esmeye başlamıştı.

 

" Dediğin gibi olsun. Neden buradasın? "

 

Aykut ayaklarını sürte sürte daha da yaklaştı. Tehdithar bir edayla ellerini cebine attı.

 

" Sen bana hesap mı soruyorsun? Ne zamandan beri bu kadar cüretkar oldun? Kimden alıyorsun bu cesareti?"

 

İsteseydi Soytarı onları çoktan hizaya getirirdi. İsteseydi onların yüzünde iyileşmeyecek yaralar açardı. Ama değmeyecek adamlar için uğraşmayacaktı. Hele şimdi asla...

 

" Sana açıkça bir soru sordum sadece. Sinirlenmene gerek yok."

 

Oysa yüz ifadesi başka şeyler anlatıyordu tabi. Öfkesini frenlemek zorundaydı.

 

Aykut burnundan solumaya başlamıştı bile.

 

"Ben istediğim yere, istediğim zaman giderim. Kimse karışamaz. Canım gezmek istedi."

 

Ukalaca verdiği cevaplar Soytarı'nın sabrını taşırmaya başlamıştı.

 

"İyi o zaman. Geldin, gezdin gördün. Şimdi gidebilirsin."

 

Yüzler asık, gözler gergindi. Bir arbede çıkması an meselesiydi. Şimşekler çakmış, yağmur damlaları yeryüzünü kaplamaya başlamıştı... Ateşte daha fazla dayanamazdı.

 

Birbirlerine iyice yakınlaştılar. Arkadaki adamları da onun peşinden geliyordu tabi.

 

Aykut'un gözleri zehir gibiydi. Düşmanını yutacak cinsten...

 

"Ben ne zaman istersem o zaman gideceğim."

 

Bakışları o küçük cepe kaydı. İçerisinde papatyalar vardı. Sinsice gülümsedi...

 

Arkasındaki adamlara seslendi.

 

"Paşamıza bakın hele. Bir sevgilisi de olmuş..."

 

Arkada kahkalar koparken Aykut hızlı bir şekilde önüne döndü. Papatyalara uzandı. Ama Soytarı daha hızlıydı. O ands Soytarı'da ipleri kopmuştu. Kimse onlara dokunamazdı...

 

Saliseler içerisinde yumruklar havada uçuştu. Soytarı hepsinden güçlüydü aslında. Birer birer yumruk, tekme atmayı başarmıştı onlara. Aykut' un adamları onu tutmaya çalışsa bile faydasızdı.

 

Yeterli değildi ama... Kısa sürede toparlanan Aykut çenesinde ki kanı görünce tüm gücüyle saldırmıştı ona... Yağmur sularına kan damlamıştı bile...

 

Soytarı yüzüne atılan sert yumrukla yere düşmüştü. Yanı başındaki ateş sönmüştü. Yukarıya doğru çıkan dumanı belli belirsiz görüyordu. Yüzü, gözü çamur içindeydi. Ve üç kişi tarafından acımazsıca dövülüyordu...

 

Tek bir şeyi düşünmüştü...

 

Bir eli sol göhsünün üzerinde, cebindeydi... Papatyaları her şeyi pahasına korumaya kararlıydı... İncinmelerine izin vermeyecekti...

 

Birde Ömer. İçinden çok korkmamış olmasını diliyordu.

 

Şakağından çenesine doğru sızan kan umurunda bile değildi. Yediği tekmeler canını yakmıyordu eskisi gibi... Bir halsizlik binmişti üzerine ama... Mavi gözleri ışığını kaybediyordu...

 

**********

O genç ama soğuk gözler yaşlandı. Kirpikler eskisi gibi gür değildi. Yüreği de öyle...

 

Yaşlanmış elleriyle bardağında ki çaydan bir yudum aldı. Karşısında onu meraklı gözlerle dinleyen üç kişi vardı. Mehmet ilk sözü aldı.

 

"Vallahi başkasından duysam senin dayak yediğine hayatta inanmazdım. Gözümle de görsem inanmazdım."

 

Soytarı'nın o halinden eser yoktu şimdi tabi. Yine mesafeliydi ama kimseye pabuç bırakacak biri de değildi.

 

Mehmet' in sözlerinde ki samimiyeti elbette biliyordu. Yarım ağız gülümsedi ona.

 

"Bazı zamanlar vardır Mehmet... Nerede durman gerektiğini gösterir. O gece karşılık verip devam etseydim ne o çocuk hayatta kalacaktı ne ben... Ne de o..."

 

Sustu. Son kelimeyi söylememeliydi aslında.

 

Genç kız masada öne atıldı.

 

"Bir dakika bir dakika. O, dediğiniz kişi kim?"

 

Soytarı bakışlarını kıza çevirdi. Meraktan gözlerinin büyüdüğünü fark etmişti. Aslında hepsi merak ediyordu.

 

Gözlerinde maziden kalma bir anı canlandı.

 

"Sabrederseniz öğreneceksiniz. Dinlemeye devam ederseniz tabi..."

 

Kız arkasına yaslandı. Bir adet kurabiyeyi ağzına attı. Eline de bardağını.

 

"İsterse sabaha kadar sürsün isterse bir hafta. Ben tüm hikayeyi dinlemeden şuradan şuraya gitmem. Zaten en heyecanlı yerinde kestiniz anlatmayı."

 

Yaşanan sessizlik olumlu cevabın işaretiydi. Bu kadar yıldan sonra yaşamını birileriyle paylaşmak kolay değildi onun için. Arada bir molaya ihtiyacı oluyordu. Kaçırdığı bir detay, olay olmamasını umuyordu.

 

Gözleri uzaklara, karanlık geceye geri döndü...

 

Neredeyse bayılmak üzere olduğunu hatırlıyordu. Nefesinin kesildiğini hissediyordu.

 

*************

Yerde, çamurun içinde uzunca bir süre tekmelenen Soytarı ufak bir ses dahi çıkarmamıştı.

 

Tepesindeki adamların onunla işi bitmişti. Böyle bir dövüş zevkli olmuyordu onlar için.

 

Grubun lideri olan Aykut önce çenesinden akan kanı elinin tersiyle sildi. Sona eğilip Soytarıya doğru tükürdü.

 

"Keşke kalkıp saldıracak cesaretin olsaydı. Belki o zaman sana saygı duyardım. Ama değmezsin."

 

Yağan yağmurun sesinden başka bir muhatabı yoktu ne yazık ki. Onunla daha fazla zaman kaybedemezlerdi.

 

"Toparlanın. Gidiyoruz."

 

Arkalarına dahi bakmadan olay yerini terk ettiler.

 

Soytarı kapanmak üzere olan gözlerini araladı. Etrafındaki her şey yer değiştiriyor, rengini kaybediyordu. Islanmış sarı saçlarına çamur bulaşmış, şapkası ondan ayrı düşmüştü...

 

Darbe yemiş bedeni ağırlaşmıştı. Bu da yetmezmiş gibi kıyafetleri sırılsıklamdı. Yüzünden toprağa akan kan kokusunu da alabiliyordu. Canının yandığını anlatır gibi yüzünü ekşitti. Yeni yeni hissediyordu yediği dayağın acısını...

 

Yağmur aşırı bir hız kazanmış gibiydi. Ve sesi çok dolu dolu geliyordu. Sanki başında bombalar patlıyordu.

 

İşin ilginç yanı ise ıslanmıyordu.

 

"İyi misin?"

 

Sesi duyar duymaz zar zor da olsa başını ıslak zeminden ayırdı. Bir gözü şişikti ve yüzü gözü çamur içindeydi. Bu yüzden net olarak kim olduğunu göremiyordu.

 

Ama ona şemsiye tuttuğunu fark etmişti elbette. Üstelik elini uzatmıştı.

 

"Hadi tut elimi. Önce yerden kalkmamız gerekiyor."

 

Soytarı güçlükle yerinde doğruldu. Ona uzanan eli tuttuğunda buza dönen eli sıcacık olmuştu. Bedeninde açılan yaralar yok olmuş gibiydi.

 

Sendeleyerek ağaya kalktı. Yağmur eskisi gibi yağmıyordu ama hava çok soğuktu...

 

Önce ıslak kıyafetleriyle yüzünü temizledi. Sonra yerdeki şapkasını alıp başına taktı. Biraz olsun kendine geldiğinde beyaz şemsiyenin altında onu izleyen gözlerle karşılaştı.

 

İmkansızdı. Sersemledi. Yediği dayak ona iyi gelmemişti. Asıl şimdi bir ton dayak yemişe döndü.

 

Bu o, kızdı.

 

"Şaşırdığının farkındayım. Evet, sabah karşılaşmıştık."

 

Kız, onun yüzündeki gerginliği, şaşkınlığı gördü. En kısa sürede bunu atlataması için normal davranmaya çalışıyordu. Az önce şahit oldukları onun için de kabul edilebilir bir şey değildi.

 

Soytarı ise hâla emin olmaya çalışıyordu. Yok. Gördüğü hayal falan değildi. Kesinlikle oydu. Hayatta böyle bir durum nasıl başınıza gelebilirdi? Nasıl bir şans sizi tekrar bir araya getirebilirdi? Ya da kader...

 

"Mazur gör. Hiç beklediğim bir şey değildi."

 

Kız sevimli yüz ifadesiyle bir adımda yanına geldi.

 

"Önemli değil. Bende bu kadar erken karşılaşmayı beklemiyordum ama iyi ki de buradan geçmişim."

 

Bu, karanlık, çamurla bezenmiş pis yerde bile o neşesinde gram değişim yoktu.

 

Soytarı kendini geri çekti. Sürekli olarak kızın çekimine kapılıyordu. Ve hoşuna gitmiyordu. Biraz da mahçup hissediyordu elbette. Kızın, onu bu şekilde görmesi dokunmuştu ona.

 

"Geçmesen daha iyi olurdu aslında. Şimdi izninle. "

 

Ayaklabılarından çıkan sesi umursamadı. Ne kadar zor olsa da dönüp arkasını gidiyordu ki kız onu durdurdu. Önüne geçti.

 

"O kadar kolay değil benden kurtulmak. Bir teşekkürü dahi hak etmiyor muyum?"

 

Soytarı sınandığını hissediyordu. Ellerini yumruk şekline getirmişti.

 

"Teşekkürler. Oldu mu şimdi? Gidebilir miyim?"

 

"Rica ederim. Gidebilirsin. Ama bende geleceğim. Yardım etmek istiyorum."

 

Soytarı durdu. Islak saçlarından hâla yağmur damlaları akıyordu.

 

"Hiç bir yere gelmiyorsun. Ayrıca yardımını isteyen oldu mu ki?"

 

Ona, biraz sert davrandığını biliyordu. Ama kızın başı belaya girsin istemiyordu. İlgilenmesi gereken bir çocukta vardı.

 

Kızın yüzündeki gülücük soldu. Soytarı yanından geçiyordu. O sırada kızın gözlerine papatyalar takıldı. Onun cebinde duruyorlardı.

 

Tek bir saniye düşünmeden onun peşinden gitti. Şemsiyeyi de onun da ıslanmayacağı şekilde tutuyordu. Boyundan dolayı arada dengesini kaybediyordu ama olsun.

 

Soytarı ise ona ters bakış atıp duruyordu. Başında onu koruyan şemsiye daha fazla sinirini bozuyordu. Şemiyeleri hiç sevmezdi... Ama kızın gideceği de yoktu. İnaçtı çıkmıştı.

 

Aklı Ömerdeydi. Kim bilir ne kadar çok korkmuştu. Yüksek sesle bağırdı.

 

"Ömer gelebilirsin. Gittiler."

 

Kız onun kime seslendiğini bilmiyordu. Meraklı biraz da korkak bakışlarla boş binaya baktı. Çok geçmeden arka taraftaki izbe binadan bir küçük çocuk çıktı.

 

Kız sol göhsüne elini getirdi. Rahatlamıştı. Önce Soytarı hemen peşinden de kız ona doğru yürüdü.

 

"İyi görünüyorsun." dedi Soytarı.

 

Kız da başıyla onayladı.

 

"Evet sana kıyasla çok iyi görünüyor. Islanmamış."

 

Soytarı hışımla döndü. Bu kız onunla neden uğraşıp duruyordu ki.

 

Ömer biraz çekingendi haliyle. Olan biteni izlememiş ama duymuştu. O adamlar kimse Soytarı'yı fena dövmüşlerdi.

 

"Ben iyiyim. Ama sen değilsin."

 

Biraz vakit geçince ondaki hasar daha çok belli olmuştu. Durumu iyi görünmüyordu gerçekten.

 

Soytarı ise alışkındı. Önemli bir şey değilmiş gibi cevap verdi.

 

"Bir şey yok. Hallederiz. Hadi gidelim artık."

 

Ömer ile ilerlemeye başladılar. Kızı umursamadı bile. Ama o, pes etmemeye kararlıydı.

 

Şemsiyeyi yere bırakmış ellerini de beline yerleştirdi.

 

"Kusura bakmayın ama bu saatte bu halde nereye gideceksiniz?"

 

Soytarı daha fazla katlanamazdı. Sınıra gelmişti.

 

"Bu seni hiç ilgilendirmez. Hadi evine git artık."

 

Kız Ömer'e döndü.

 

"Hep asık suratlı mıdır? Yoksa sadece bana karşı mı böyle?"

 

Çocuk ilk kez gülümsedi.

 

"Abla inan bende bu halini biliyorum."

 

"İyi en azından yalnız değilim."

 

Küçük çocukla arasında farklı bir etkileşim vardı. Onunla kolayca anlaşabiliyordu.

 

"İzin verirseniz yardımcı olmak istiyorum. Size sıcak bir yatak, güzel yemekler verebilirim. Üstelik ücretsiz."

 

Keyfi yerindeydi.

 

Soytarı dudaklarını aralamıştı ki kız onu susturdu.

 

"Hemen karşı çıkma. Sonsuza kadar orada kalacaksınız demiyorum. Ne zaman gitmek isterseniz gidebilirsiniz."

 

"Tanımadığın insanlara bu kadar kolay güvenme derim. Lütfen evine döner misin?"

 

Kız meydan okur bir tavırla başını kaldırdı. Parmak uçlarında yükseldi.

 

"O benim sorunum. Ayrıca burada boşuna vakit kaybediyoruz. Çok geçmeden üşümeye başlayacaksınız."

 

Daha duyar duymaz Soytarı titremeye başlamıştı. Önce Ömer'e baktı. O çoktan razıydı.

 

Sonra kıza döndü.

 

"Nedense bu fikir hiç hoşuma gitmiyor."

 

Kızın gülüşü yüzünde yayıldı. Bu evet demekti. Kabul etmek demekti.

 

"Alışkın değilsin de ondan. Şüphe etmeyi de bırak. O kadar da kötü biri değilim. Unutmadan seni tedavi etmemiz gerekiyor. İltihap kapacaklar yoksa."

 

Önemsenmek. Biri tarafından değer görmek. Soytarı'nın başına ilk kez geliyordu. Olmayacak şeyler oluyordu...

 

"Kimse kimseden sorumlu değil. Ben işimi kendim hallederim."

 

Kız onun duyabileceği şekilde kulağına doğru fısıldadı.

 

"Olmadığın biri gibi davranıyorsun. Bunu kendine yapma. Ve unutmadan Papatyalar. Onları koruduğun için teşekkür ederim."

 

Kız ona göz kırpıp Ömer'e döndü.

 

Soytarı neye uğradığını şaşırmıştı. Onları ne zaman görmüştü ki? Şimdi rezil olduğuyla kalmıştı işte.

 

"Biz gidelim Ömer. Nasıl olsa peşimizden gelecek. "

 

Kızın rahatlığı ona batıyordu. Nasıl oluyordu da ona güveniyordu. Hem de hiç sebep yokken. Daha onunla resmi olarak tanışmamıştı bile...

 

Onları izlerken eli önce cebindeki papatyalara gitti. Çamur içindeydiler. Ama canlıydılar...

 

Haklı çıkmıştı kız. Onları korumayı başarmıştı.

 

Ve şimdi de haklıydı.

 

Hem üşümeye başlamıştı hem de çok geçmeden onların peşinden koşmaya başlamıştı.

 

 

 

************************************

 

 

 

 

Bölüm sonu arkadaşlar. Keyifli okumalar dilerim. 💜

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%