@milyofay
|
Cemre’nin hazırlanmam için getirdiği kıyafetlere bakıyordum. Bunları giymek istemediğim yüzümden okunuyor olmalıydı. “Hadi ama! Eminim üzerinde daha güzel duracaklardır.” Tiksinerek Cemre’ye baktım. Gülmemeye çalışıyordu ancak başarılı olduğunu söyleyemezdim. Uzanıp kıyafetleri aldım. “Odadan çıktığımda gülersen arkadaşlığımızı gözden geçirmek zorunda kalırım.” “Söz, hadi hazırlan.” Gözlerimi devirip odama geçtim. Kıyafetleri yatağa bırakıp üzerimdekileri çıkarttım. Kendi rızamla asla giymeyeceğim kıyafetleri görev için üzerime geçirdim. Aynanın karşısına geçtiğimde üzerimdeki kıyafetlerin o kadar da kötü olmadığını fark ettim. Koyu mavi bir ceket-pantolon takımı giymiştim. Ceketin derin bir dekoltesi vardı ancak içime giydiğim siyah askılı bluz sayesinde dekolte o kadar göze batmıyordu. Ceketin üzerinde pas rengi yaprak desenleri vardı ve ceketin üzerinden kalın siyah bir kemer geçiyordu. Benim tarzıma oldukça ters ama görev için uygun bir kıyafetti. “Cemre! Saçlarımı yapar mısın?” Cemre birkaç saniye içinde yanıma gelince güldüm. Kapının yanında bekliyormuş. “Bu kadar, nasıl desem, garip bir takımı bu kadar güzel taşıman yasaklanmalı bence.” “Sus lütfen! Çıkartmak için sabırsızlanıyorum.” Cemre’nin saçıma rahatça ulaşabilmesi için makyaj masamın pufuna oturdum. “Ben saçı yapana kadar bekle!” Sessizce Cemre’nin saçım ile uğraşmasını izledim. İşini o kadar ustalıkla yapıyordu ki aslında doktor olduğuna inanmak zordu. “Tamamdır, sıra makyajda.” Hayranlıkla saçlarıma baktım. Saçımın üst tarafına volüm verip aşağıdan dağınık bir topuz yapmıştı. Perçemlerime abartılı bir fön çekip salınık bırakmıştı. Koyu renk bir göz makyajı yaptı. Dudaklarıma kırmızı bir ruj sürüp mücevherlere geçti. Cemre, mücevherleri dikkatlice seçiyordu. “Bu gerdanlık görünümü tamamlayacak.” Dedi ve nazikçe boynuma taktı. Gümüş rengi gerdanlık parlak taşlarla süslenmişti ve ceketimin koyu mavi tonlarıyla mükemmel bir uyum sağlıyordu. Aksesuarları tamamlayınca bir adım geri çekildi ve beni baştan aşağı inceledi. “Görüyorsun, çok güzel oldun.” Gülerek Cemre’ye döndüm. Ne kadar sürer sence görev?” Cemre birkaç saniye duraksayıp cevap verdi. “Emre ve Batu işlerini ne kadar çabuk hallederlerse.” “Bunun bir an önce olması için gidelim o zaman!” diyerek ayağa kalktım. Çantamı ve kabanımı alıp Cemre’ye sıkıca sarıldım. “Teşekkür ederim.” Cemre kıkırdadı. “Benim için bir zevkti.”
Arabaya binmiş görev yerine doğru ilerlerken Barış önemli detayların üzerinden geçiyordu. Onun böyle anlardaki ciddiyeti beni hem korkutuyordu hem kendisine hayran bırakıyordu. “Emre ve Batu verileri ele geçirdiğinde ben yanına geleceğim ve bitireceğiz.” Onaylarcasına başımı salladım. Avronez’e kara para aklayan bir kuyumcudan şüpheleniyorduk. Kuyumcunun sahibi çok yaşlı bir adamdı ve Alzheimer hastasıydı. Adamın hastalığından faydalanarak kuyumculuk işinin arkasına saklanıp Avronez’e para aktarıyorlardı. Adam hastalığı ilerlediği için birçok şeyin farkında değildi, aynı zamanda bazen aklını kaybediyordu. Ben kuyumcuya girip yüzüğümü tamir ettirme bahanesi ile onları oyalarken Batu ve Emre verileri ele geçireceklerdi. Birinin tüm çalışanları oyalaması gerekiyordu çünkü bilgisayar uyarı verip dikkat çekebilirdi. Barış, görev tamamlanınca eşim olarak yanıma gelecekti ve oyunu bitirip oradan ayrılacaktık. Düşüncelerimin arasında Barış’ın beni izlediğini hissettim. Başımı kaldırıp ona bakınca göz göze geldik. İçimi rahatlatırcasına gülümsedi. Onun gülümsediğini görmek istemsizce gülümsememe sebep oluyordu. Görev için tedirgindim ancak Barış’ın yanımda olması içimi rahatlatıyordu. Araba durduğunda Barış elindeki kadife yüzük kutusunu bana verdi. Dosyaların arasından bir fatura çıkarttı ve bana uzattı. Faturayı dikkatlice çantama koydum. Batu ve Emre eşyalarını alıp kuyumcunun hemen yanındaki binanın kiraladığımız bir dairesine gitmek için arabadan indiler. Ben onların yerleştikten sonra kuyumcuya girecektim. Yalnız kaldığımızda Barış elini uzatıp elimi tuttu. “Endişeleneceğin bir şey yok, üçümüz de seni takip ediyor olacağız ve bir sorun olursa hemen yanına geleceğim.” Gülerek konuştum. “Endişelenmiyorum, inandırıcı olamamaktan korkuyorum.” “Halledeceğiz. Merak etme.” “Hazırız.” Telsizden Batu’nun sesinin gelmesiyle derin bir nefes aldım. Barış güven verircesine elimi sıkıca sarıp bıraktı. “Görüşürüz.” “Görüşürüz Deniz.” Arabadan inip kıyafetlerime çeki düzen verdim. Oyun başlıyordu.
Büyük cam vitrinleriyle ışıl ışıl parlayan kuyumcu dükkanı göze çarpıyordu. Dükkanın cephesi, zarif bir mimariyle tasarlanmış olup, altın rengi süslemeler ve büyük, dikkat çekici bir tabela ile taçlandırılmıştı. Vitrinlerde sergilenen mücevherler, birer sanat eseri gibi düzenlenmiş; her biri, özel aydınlatmalarla göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Dükkanın içi, lüks ve ihtişamın simgesi olan detaylarla doluydu. Mermer zemin, kristal avizelerden dökülen ışıklarla parıldıyordu. Tezgahlar mermer detaylarla süslenmişti. Tezgahların üzerinde ve özel tasarlanmış vitrinlerde, değerli taşlar ve ince işçilikle hazırlandığı belli olan mücevherler sergileniyordu. Pırlantalar, zümrütler, yakutlar ve safirler güzellikleri ile göz kamaştırıyordu. İçeride biri kadın üç çalışan vardı. Dükkanın dip köşesinde bir kapı vardı. Büyük ihtimalle o kapı depoya ve arka odalara açılıyordu. Çalışanlar büyük bir özenle müşteriler ile ilgileniyorlardı. Kendimi tamamen rolüme vererek tezgahlara yaklaştım. Açgözlülükle mücevherleri inceledim. Burada fazla oyalanmayıp kadın çalışana yaklaştım. Kadın genişçe bir gülümseme ile konuştu. “Hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim?” Saçları sıkı bir topuz ile toplamış, hafif bir makyaj yapmış alımlı bir kadındı. Gülümseyerek konuştum. “Merhaba, eşim bana beşinci yıldönümümüz için bir yüzük almıştı.” Çantamı açıp Barış’ın verdiği kadife kutuyu çıkarttım. Kutuyu açıp içindeki ışıltılı taşlar ile süslenmiş yüzüğü çıkarttım. “Ancak taşı düştü. Eşimin hediyesi benim için çok önemli. Tamir edebilir misiniz?” Tüm samimiyetimle mağdur halimi öne çıkartmaya çalıştım. “Elbette, bir bakalım. Faturası yanınızda mı?” “Evet, evet!” Yüzüğü tezgâhın üzerine bırakıp çantamdan faturayı çıkarttım. Kadına uzatıp gülümseyerek beklemeye başladım. Kadın faturayı inceleyip önündeki bilgisayara birkaç şey yazdı. “Üzgünüm bu fatura bu ürüne ait değil.” Ciddi bir tavırla bilgisayar ekranını görmeye çalışır gibi öne uzandım. “Ne demek değil? Eşim bu hediyeyi buradan aldı. Faturasında adresiniz yazıyor.” Kadın tedirgin bir şekilde konuştu. “Eşinizin ismi nedir?” “Efe Doğan, faturada da yazıyor.” “Kadın bilgisayara “eşimin adını” girerken sabırsızca bekledim. Kadın ciddi bir ifade ile bana döndü. “Maalesef hanımefendi bu fatura bu ürünün değil.” Öfkeyle konuştum. “Bu fatura bu ürünün. Başka ne olabilir?” “Size yardımcı olamam ne yazık ki.” Ellerimi tezgâha dayayıp kadına yaklaştım. “Bu yüzüğün faturası bu. Benimle dalga mı geçiyorsunuz?” Kadın da sinirlenmeye başlıyordu ve benim de istediğim buydu. “Hanımefendi size söyledim. Bu fatura bu ürüne ait değilken yüzüğün tamirini yapamayız.” Sesimi yükseltip konuştum. “Başka neye ait olacak?” “Bilmiyorum hanımefendi.” Bir adım geriye atıp diğer çalışanlara seslendim. “Müdürünüzle konuşmak istiyorum.” Kuyumcunun sahibi buraya geldiğinde her çalışan adamı yalnız bırakmamak için yanımda olmak zorunda kalacaktı ve amacım buydu. Böylece Batu ve Emre fark edilmeden işlerinin tamamlayabilirlerdi. “Ne yazık ki mümkün değil.” Kadının sakinlik ve öfke arasında gidip geliyordu. “Müdürünüzle konuşmak istiyorum. Kim buranın sahibi? Beni dolandırıyorsunuz!” Dükkânın içinde dolaşıyor ve çalışanlara söyleniyordum. Tüm çalışanlar müşterilerini bırakıp bana dönmüştü. “Ne dolandırması hanımefendi? Bu sizin hatanız.” Son kozumu oynama vaktiydi. “Müdürünüz gelmezse polis çağıracağım.” Polisin gelmesi isteyecekleri son şey olduğu için müdürü çağırmak zorunda kalacaklardı. Kadın çalışanlardan birini yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam başını sallayınca kadın arkadaki kapıdan dışarı çıktı. Birkaç dakika öfkeli bir şekilde bekledikten sonra kadın yanında yaşlı bir adam ve iki genç erkek ile geri geldi. Adam kısa boylu ve güzel giyimliydi. Artık arka odada kimse kalmamıştı. Gülümseyerek adama yaklaşıp yüzüğü uzattım. Adam yüzüğü görünce gözleri ışıltı ile parladı. “Bunu ben yapmıştım. Eşimden esinlenmiştim.” Adamın konuşmaya başlaması ile tüm çalışanlar huzursuzca kıpırdanmaya başladı. “Çok güzel bir yüzük. Bana da eşim hediye etti.” Adam hüzünle gözlerime baktı. “Neden getirdin?” “Taşı düştü ama buradaki çalışanlar farklı fatura getirdiğimi iddia ediyor.” Adam çalışanlara baktı. Kadın öne atılıp kendini açıklamaya çalıştı. “Faturayı kontrol ettik ancak fatura getirdiği ürüne ait olmadığı için işlemini yapamadık.” Adam kadının tuttuğu kolunu sallayıp bana doğru bir adım attı. “Ne faturası, bu yüzüğü ben yaptım diyorum.” “Ama efendim fatura olmadan işlem yapamayız, biliyorsunuz.” Kadın adamın kolunu tutmaya çalıştı ancak adam kadını tersledi. Başka bir çalışan adama yaklaşıp konuştu. “Tamamdır, işlemi yapacağız. Siz daha fazla yorulmayın, biz gidelim.” “Hayır, ben tamir edeceğim.” Çalışanlar bir çare bulma umudu ile birbirlerine baktı. “Neden izin vermiyorsunuz? Bu onun yüzüğü ve en güzel o tamir edebilir.” Kadın kızarak konuştu. “Kaç yaşında olduğunu görmüyor musunuz? Neden bu yaşlı adamı yoruyorsunuz?” “Ne yaşlısı be!” Yaşlı adamın tepkisini beklemediğim için az daha gülecektim, kendimi zor tuttum. “Özür dilerim efendim, öyle demek istemedim.” Kadın özürlerini iletmeye devam edecekti ki diğer müşteriler söylenmeye başladı. “Kaç kişi bir müşteri ile ilgileniyorsunuz! Ne zaman yardımcı olacaksınız?” Müşterinin öfkeli ve talepkâr sesi çalışanları iyice huzursuz etti. Arkasından başka bir müşteri bu şekilde söylenmeye başlayınca diğer çalışanlar müşterilerin yanlarına döndü. Şu anda beni yaşlı adam ile yalnız bırakmaları imkansızdı ama benim isteğim buydu. “Yüzüğü ne zaman yapabilirsiniz?” Dudaklarımı büzerek cümlemi tamamladım. “Eşim parmağımda görmezse çok üzülür.” Adam yüzüğü elimden alıp konuştu. “Gel kızım, ben tamir edeceğim şimdi.” Çalışan kadın aniden adamın elindeki yüzüğü aldı. “Kusura bakmayın faturası olmadığı sürece işlem yapılmasına izin veremem.” “Müdürünüz varken size laf düşeceğini sanmıyorum.” Kadını daha da sinirlendirip hata yaptırmak için olayı şahsileştirmeye çalışıyordum. “Tüm denetim benden geçiyor. Bütün müşterilerimi ve ne aldıklarını ben düzenliyorum. Bu işlemi faturanız olmadıkça yapamam.” “O zaman bu yüzüğün gerçek faturasını bulun.” Kadın, yaşlı adamın arkasındaki gençlere işaret verip bilgisayarın başına geçti. Klavyeden birkaç cümle girerek gülümsedi. “Efe Doğan adına iki ürün alımı var. Birisi bu yüzük diğeri ise zarif bir pırlantalı bileklik. Sizin elinizdeki fatura bilekliğe ait.” “Ne bilekliği? Eşim sadece bu yüzüğü verdi. İşlem yapmamak için yalan söylüyorsunuz!” “Hanımefendi gelip kendiniz bakabilirsiniz. Aynı anda iki ürün almış ve farklı faturalar kesilmiş.” Bakmama gerek yoktu çünkü iki ürün olduğunu zaten biliyordum. O sırada mağazanın kapısı açıldı ve Barış içeri girdi. Onu görünce içim rahatlamıştı. Yanıma gelmesi Batu ve Emre’nin başarılı olduğu anlamına geliyordu. Barış hızlı adımlarla yanıma yaklaştı. “Bileklik nerede Efe?” Barış afallamış gibi yaptı. “Ne bilekliği hayatım?” Yüzüğü tutup gözünün önüne yaklaştırdım. “Bu yüzük ile aldığın bileklik, faturası farklı kesilen bileklik.” Barış tereddütle çalışan kadına baktı. Kadın ellerini iki yana açıp omuz silkti. “Neden iki tane fatura var Efe?” “Hayatım, açıklayabilirim.” “Neyi açıklayacaksın? Bilekliğin hangi kadında olduğunu mu?” Barış duraksadı ve böylece teorimi onaylamış oldu. Çalışan kadın birkaç adım geri çekilip eliyle ağzını kapattı. Şok olduğu için mi yoksa gülmemek için mi bunu yaptı anlayamadım. “Aşkım hayır o bir sonraki yıl-“Barış’a tokat atıp cümlesini yarıda kestim. Yanlışlıkla çok sert vurmuştum ama şu an bunun için özür dileme sırası değildi. Çünkü şu an aldatılan bir kadının öfkesine sahiptim. Sakince çalışanlara dönüp konuştum. “Beni aldattığınızı sandığım için özür dilerim, asıl aldatan eşimmiş ben fark edememişim.” Öfkeli adımlarla mağazadan çıkıp sağa döndüm. Hızlı adımlarla yürümeye başladım. Mağazanın görüş mesafesinden çıktığımdan emin olunca birkaç metre uzakta park edilmiş haldeki Barış’ın arabasına yaklaşıp onu beklemeye başladım.
On dakika sonra Barış görüş açıma girdi. Yanıma gelene kadar heyecanla ellerimi ovuşturdum. Yanıma geldiğinde yanağındaki kızarıklığı fark ettim. Canını yaktığım için üzüldüm. Barış şüpheli bir ifade ile konuştu. “Aramızda bir sorun yok değil mi? Bu tokat sadece rol gereğiydi, değil mi?” Kollarına atlayıp vurduğum yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. “Aşkım çok özür dilerim, o kadar sert vurmak istemedim.” Barış kolunu belime dolayıp flörtöz bir tavırla konuştu. “Bana ilk defa aşkım dediğinin farkında mısın?” Sanki gözleri sonsuz bir okyanusun tüm maviliklerini sergiliyordu. Dikkatimi toplayıp konuştum. “Sana ilk defa tokat attığımın farkında mısın?” Barış gülümsedi. Gülümsemesine bir öpücük bırakıp kollarından kurtulmaya çalıştım. Beni yavaşça bıraktı ancak o an gözlerinden beni hiç bırakmak istemediğini anladım. Arabanın kapısını açıp oturmamı bekledi. Ben oturunca kapıyı kapatıp kendi tarafına geçerek arabaya bindi. Yerleşmesini bekleyemeden sabırsızlıkla sordum. “Oldu mu?” “Evet, dikkat çekmemek için bir güvenlik sistemi kurmamışlar. Bu yüzden oldukça kolay oldu.” Barış arabayı çalıştırıp gaza bastı. “Oradaki adamın ellerinde kalmasına üzüldüm. Hastalığından faydalanıyorlar.” “Onu oradan kurtaracağız, söz veriyorum.” Gülümsedim. Her şey iyi olacaktı, çünkü Barış söz vermişti. “Vaktimiz varsa büyükannemi ziyaret edebilir miyiz?” Barış bir saniyeliğine gözlerini yoldan ayırıp gözlerimin içine baktı. Gülümseyerek konuştu. “Elbette edebiliriz.” Rahatlayarak arkama yaslandım. Yan gözle Barış’ı incelemeye başladım. Onu ilk defa araba sürerken görüyordum. Direksiyonun arkasında kendinden emin ve rahat bir tavırla oturuyordu. Sürüşünde güven vardı. Bazen gözlerini bir anlığına yoldan ayırıyor ve bana bakıyordu. Onunla göz göze geldiğim her an sanki dünya sadece ikimizden ibaretti. “Bu kadar dikkatli izlediğine göre sürücülük yeteneklerim hakkında bir değerlendirmeden geçiyorum.” “Sürücülük yeteneklerini değil seni değerlendiriyorum.” Barış küçük bir kahkaha attı. “O zaman sonuçların mükemmel olacağından eminim.” Hafifçe koluna vurdum. “Bu aralar çok saldırganlaştın farkında mısın? Acıyor ama!” “Ya hayır!” Son harfi uzatarak söyledim ve devam ettim. “Seni izleme fırsatını hiçbir zaman kaçırmam. Ayrıca yanındayken ne kadar huzurlu hissettiğimi düşünüyordum.” Barış bana dönüp elini uzattı. Tekrar yola dönmek zorunda kaldığı için eli havada kalmıştı ve ben de bunu fırsat bilerek çenemi avcunun içine koydum. Barış gülerek konuştu. “Benim huzurumun kaynağı sensin. Yan yana olmadığımız her an seninle tekrar kavuşacağım anı düşlüyorum.” Avcunun içini öpüp elini tuttum. “Hadi biraz gözlerini kapat, ben sana seslenirim.” Barış’ın gideceğimizi yeri sormamasına rağmen bildiğini biliyordum. Ona itaat ederek gözlerimi kapattım. Sabahtan beri her yerimi saran gerginlik ve huzursuzluk sona erdiği için vücudumun yorgunluğu ortaya çıkmıştı. Ayrıca Barış yanımdaydı ve beni her şeyden korurdu. Bunun verdiği güvenle uykuya daldım. Rüyalarımla buluşmadan önce Barış’a onu sevdiğimi fısıldadım.
Güvenliği geçtikten sonra bizi geniş ve yemyeşil bir bahçenin ortasında, zarif bir yapı karşıladı. Huzurevinin etrafı, çiçeklerle bezeli, çeşitli ağaç ve bitkilerle çevriliydi. Kuş cıvıltılarını duyuyor hafif bir esinti hissediyordum. Huzurevinin giriş kapısı büyük, ahşap ve ferforje detaylarla süslüydü. Büyükannemi göreceğim için tarif edemeyeceğim bir heyecan içindeydim. Merdivenleri çıkıp Barış’ın yanıma gelmesini bekledim. Yanıma gelince elimi sıkıca tuttu. “Ben yanındayım.” Desteğini tüm kalbimle hissediyordum. Kapıyı ittirip içeriye girdik. Geniş camlardan içeri süzülen gün ışığı, huzurevinin iç mekanını aydınlatıyor ve sıcak bir atmosfer yaratıyordu. Duvarlar pastel tonlarla boyanmış, çeşitli sanat eserleri ve aile fotoğrafları ile süslenmişti. Huzurevinin ortak salonu, büyük ve rahat koltuklarla döşenmişti. Yaşlılar, burada hem birbirleriyle vakit geçiriyor hem de kişisel ilgi alanlarına yönelik aktiviteler yapıyordu. Aynı zamanda gelen misafirlerle de burada görüşüyorlardı. Danışmanın yanına gidip seslendim. Beni gören görevli gülümseyerek konuştu. “Sizi uzun zamandır görmüyorduk. İyi olmanıza sevindim.” “Maalesef buraya uğrayamadım. Büyükannem uygunsa onunla görüşmeyi çok isterim.” “Elbette, hemşireler ile konuşayım. Siz şurada bekleyebilirsiniz.” Dedi danışmanın hemen yanındaki koltukları işaret ederek. Onayla başımı salladım. Barış ile koltuklara oturup beklemeye başladık. O kadar heyecanlıydım ki yerimde durmakta zorlanıyordum. Büyükannemi görmeyeli aylar olmuştu. Düzenli olarak doktorları ile görüşüp durumu hakkında bilgi alıyordum ancak yüz yüze görüşme fırsatımız olmamıştı. “Evet, geçebilirsiniz. Ortak alanda sizi bekliyorlar.” Görevli kadının seslenmesi ile yerimden fırladım. Yürümek üzereydim ki Barış elimi tutup beni durdurdu. “Ben burada bekleyeceğim.” “Hayır, sen de gel lütfen. Yanımda olmanı istiyorum.” Barış şefkatle elimi tuttu. “Tamam, yanındayım.” El ele büyükannemin yanına ortak alana ilerledik. Birkaç hastayı geride bıraktıktan sonra camdan duvarların arkasında kalan, köşedeki oturma bölümünde büyükannemi ve hemşiresini gördüm. Onu gördüğüm an kalbim hem rahatladı hem ağır bir taşın altında ezildi. Son gördüğüme kıyasla kilo vermişti. Herhangi bir rahatsızlığı yoktu ancak gittikçe küçülüyordu. Küçükken arkasına geçip her türlü zorluktan saklanabilecekken artık onun küçülüşünü izliyordum. Yaşlılıktan ağarmış saçları güzel bir örgünün içine toplanmıştı. Onunla ilgilenen doktorların ve hemşirelerin çok ilgili ve güler yüzlü olduğunu biliyordum ancak evde büyükannemle kendim ilgilenmeyi çok isterdim. Ege’yi bulup karşısına getirmek için sabırsızlanıyordum. Omzumda hissettiğim el ile düşüncelerimden sıyrıldım ve yürümeye devam ettim. Yanına gelince gülümseyerek konuştum. “Merhaba, oturabilir miyim?” Büyükannem kocaman gülümsedi. Üzerinde giymeyi en sevdiği elbiselerden biri olan koyu mavi bir elbisesi vardı. Yanındaki hemşireye selam verip koltuğa oturdum. Barış da hemşireye selam verip arkamda durdu. “Uzun süredir gelmiyorsun.” Büyükannemin meraklı sesi ile içimde bir şeylerin kırılmasına sebep oldu. Beni torunu olarak hatırlamıyordu, onu ziyaret eden rastgele bir kadın olarak hatırlıyordu. “Özür dilerim, işim çok yoğundu.” Büyükannem gülümsedi. “Ben de gençken çok çalışırdım. Bak şimdi neredeyim.” Büyükannem şu anda bilinçli bir şekilde konuşuyordu. Ancak eskiye dönmesi an meselesiydi. Bu belirsizlikler benim için bile bu kadar zorken onun neler yaşadığını tahmin bile edemezdim. Arkama dönüp Barış’ı işaret ettim. “Arkadaşım Barış.” Büyükannem gözlerini kaldırıp Barış’ı inceledi. Bir saniye sonra gözleri parladı, ellerini yana doğru açtı ve heyecanla konuştu. “Özgür, nasılsın oğlum?” Sorgularcasına Barış’a baktım. Özgür, Barış’ın babasının ismiydi. Büyükannem Barış’ı babasına benzetmişti. Demek ki Barış’ın babasını tanıyordu. Barış aynı heyecanla büyükanneme yaklaşıp ellerini tuttu. Büyükannem Barış’ın konuşmasına izin vermeden konuşmaya başladı. “Zaman sana karşı hiç işlememiş. Hala çok gençsin.” “Sen de tanıştığımız ilk günkü gibisin. Güzelliğin hala göz alıcı.” Büyükannem gözlerini devirip konuştu. “Çocuklarımı görüyor musun? Hiç yanıma gelmiyorlar.” Barış, bana sorgulayan bir bakış atıp büyükanneme yaklaştı. Önünde eğilip konuştu. “Biliyorsun, çok işleri var.” Bir anda büyükannemin gözlerine hüzün çöktü. Eli ile göğsünü ovuşturdu. “Doğru, öldüklerini hep unutuyorum.” Sanki kalbime bir hançer saplandı. Kim bilir şu anda zihninde nasıl bir karmaşa vardı, hangi dönemin acısını çekiyordu? “Ben torunlarım için devam ediyorum ama onlar buna nasıl alışacak?” Konuşmak için büyükanneme yaklaştım ancak boğazımda hissettiğim yumru yüzünden konuşamadım. Ona sıkıca sarılmak ve birlikte her şeyi atlatabileceğimizi söylemek istedim, tıpkı küçükken bize dediği gibi. “Neyse ki torunlarınız sizin gibi bir büyükanneye sahip.” Dedim zorlukla. Büyükannem başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Kimse anne ve babanın yerini tutamaz kızım. Keşke çocuklarım yerine ben ölseydim. Torunlarım büyükanneleri olmadan yaşayabilirdi ama anne ve babaları olmadan ne yapacaklar bilmiyorum.” Burnumun sızladığını hissettim. Büyükannem başını öne eğdi ve devam etti. “Onları nasıl iyileştireceğimi bilmiyorum.” Titreyen çenemi gizleyebilmek için dudağımı ısırdım. Dikkatlice büyükanneme yaklaşıp omuzlarına sarıldım. Yumuşak elleriyle kollarımı destekledi. Sanki beni hatırlıyordu, sanki beni hiç unutmamıştı. Dizlerine yatıp burada olduğumu söylemek istiyordum. Ailemizi bir araya getirmek için çabaladığımı söylemek istiyordum. Saçlarının hafif, vanilya kokusu burnuma geldi. Küçükken evimizin her bir köşesi vanilya kokardı. Fakat evimizin huzurlu hissettirmesinin sebebinin büyükannem olduğunu çok geç anladım. Sırtımda hissettiğim el ile büyükannemden uzaklaştım. Başımı çevirip elin sahibine baktım. Barış, hüzünle gözlerime bakıyordu. O sırada Barış’ın arkasındaki hemşireyi fark ettim. Büyükannem için bu kadar geçmişi hatırlamak yeterliydi. Büyükannemin önünde diz çöküp ellerini tuttum. Gülümseyerek bana bakıyordu. Yine uzaklara gitmişti. Elimi uzatıp yanağına koydum. Cildi her zamanki gibi yumuşaktı. Önüne düşen bir tutam saçını dikkatlice kulağının arkasına ittirdim. Gri gözleri daha önce hiç görmediğim bir yorgunlukla hareketlerimi takip ediyordu. “Benim şimdi gitmem gerek ama tekrar geleceğim.” Ellerini ellerimin arasına alıp öptüm. Büyükannemin konuşmasıyla başımı kaldırıp ona baktım. “Sen ne kadar akıllı ve güzel bir kızsın. Umarım benim çocuklarım da ileride senin kadar güzel ve akıllı olur.” Hıçkırığımı bastırmak için gülümsedim. “Benden daha güzel olacaklarına eminim.” Telaşla ayaklandım. “Görüşürüz, seni çok seviyorum.” Büyükanneme bakmaya devam ederken birkaç adım geri gittim. Elini kaldırıp yavaşça salladı. “Hoşça kal.” Ona bakmayı bırakmadan odadan çıktım. Odadan çıktığım birisi tüm gücüyle omuzlarımdan bastırıyormuş gibi hissettim. Barış yanıma gelince beni kollarının arasına aldı. Başımı göğsüne yasladım. Elini başıma koyup saçlarımı okşamaya başladı. Yanağını saçlarıma yasladığını hissettim. Başımı zorla göğsünden ayırıp az önce çıktığımız odanın camından içeri baktım. Büyükannem hiçbir şey olmamış gibi hemşire ile konuşuyordu. Nefes almakta zorlandığımı hissettim. “Dışarı çıkmam gerekiyor.” Barış fısıltı kadar sessiz yardım çığlığımı duyup beni dışarı çıkardı. Arabaya gidene kadar durmadan ilerledim. İçimde öyle bir ateş yanıyordu ki koşarak uzaklaşmak istedim. Ancak ateş içimdeydi ve ben nereye kaçarsam kaçayım kendimle çarpışıyordum. Arabanın koltuğuna oturduğum an kendimi daha fazla tutamadım ve ağlamaya başladım. Canım o kadar çok yanıyordu ki bu acıyı nasıl dindireceğimi bilmiyordum, dinmeyeceğini biliyordum. Bu acı ile sonsuza kadar yaşamak zorundaydım. Barış, dikkatlice uzanıp kemerimi taktı. Kendisi de koltuğa yerleşince arabayı çalıştırıp gaza bastı. Başımı pencereye doğru çevirdim. Barış’ın sessiz desteği için minnettardım. Gözlerimi kapattığım an büyükannem gözümde canlanıyordu. İçimden bir ses “Keşke ben de her şeyi unutsam.” Diyordu. Fakat büyükannem yaşadıklarını unutmamıştı, sadece bir süreliğine baskılıyordu. Her seferinde tekrar tekrar çocuklarının ölümü öğreniyordu, Ege’nin kaybolduğunu hatırlıyordu. Ben bunları bir kere duymama rağmen devam etmekte zorlanırken o her seferinde aynı acıları tekrar tekrar yaşıyordu. Hıçkırıklarımı daha fazla içimde tutamadım. Kalbimde öyle bir ağırlık vardı ki kalbimi söküp atmak istiyordum. Ancak ailem buradaydı, bana sadece anıları ve sevgileri kalmıştı. Arabanın durduğunu fark edince etrafıma bakındım. Ne zaman durduğumuzu anlayamadım. Bakışlarım Barış’ın üzerinde durdu. Endişeyle beni izliyordu. Ağlamaktan burnum tıkanmıştı. Barış bana doğru uzanıp ellerimi avuçlarının arasına aldı. Ellerimi açıp avuçlarının arasında özgür bırakınca tırnaklarımın avcumun içine battığını ve kanattığını fark ettim. Ancak canımın acıdığını fark etmemiştim. Barış ellerimi bırakıp hızlıca arabadan indi. Bir saniye sonra benim tarafımdaydı ve kapıyı açmıştı. Eğilip kemerimi çözdü. Torpidodan küçük bir çanta çıkartıp konsolun üzerine bıraktı. Buğulu gözlerimin arkasından onu izliyordum. Ellerimi kucağıma koyup avuç içlerimi açıkta bıraktı. Konsola bıraktığı çantadan küçük bir şişe ve bez çıkarttı. “Bu daha önce de oldu, silmemiz yeterli.” Dedim. Barış şişenin kapağını açıp içindeki sıvıyı beze döktü. “Senin için yeterli olabilir ama benim için değil.” Şişeyi kenara bırakıp devam etti. “Biraz canın yanabilir, üzgünüm ama mecburum.” Cevap vermedim. Barış dikkatlice avcumdaki yaraları temizledi. Her hareketi o kadar dikkatli ve şefkatliydi ki gözlerim tekrar doldu. Bunu fark eden Barış telaşla konuştu. “Özür dilerim, canın çok mu yanıyor?” Başımı iki yana salladım. Barış endişeyle gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Ağzımı açıp bir şeyler söylemeye çalışıyordum ama boğazım düğümlenmiş gibi ağzımdan tek bir kelime çıkmıyordu. “Deniz, iyi misin? Canın çok mu acıyor?” Barış elimi bırakıp telaşla beze sıvı döktüğü şişeye uzandı. Şişenin üzerindeki yazıları okurken bir anda ağzımdan yüksek bir bağırış çıktı. Arkasından engelleyemediğim hıçkırıklarım devam etti. Nefes alıp sakinleşmeye çalışıyordum ancak aldığım kesik nefesler yardımcı olmuyordu. Barış şişeyi bir kenara atıp bana sıkıca sarıldı. Kollarımı sırtına dolamaya çalıştım ama altta kaldığım için yetişemedim. Önemi yoktu, Barış buradaydı. “Tamam güzelim, ben buradayım. Hep burada olacağım.” Saçlarımı okşayıp bir şeyler söylemeye devam etti. Bense adını sayıklayarak ağlamaya devam ettim. Herkes sırtımı sıvazlayıp ayakta durmam gerektiğini söylüyordu, bir kişi bile benim de canımın yandığını görmedi, görmemişti. Şu ana kadar kimse duvarların arkasındaki savunmasız küçük kız çocuğunu görmemişti. Herkesin karşısında ne olursa olsun dimdik duran bir Deniz vardı ama artık Deniz’in dimdik durmasını sağlayan destekleri parçalanmıştı. Deniz onları toplayıp ayağa kalkmaya çalıştıkça elleri kesildi, ayakları parçalandı. Deniz’in tek başına dağ olabilecek gücü kalmamıştı. Deniz’in bu kalbi tek başına taşıyabilecek gücü kalmamıştı, artık yardım isteme vaktiydi. Akacak gözyaşım kalmayınca Barış’tan uzaklaştım. Barış alnıma düşen birkaç tutam saçı dikkatlice arkaya itti. Gözlerinde benimkine benzer bir acı gördüm. “Özür dilerim, benim yüzümden kendi acılarınla tekrar karşılaşmak zorunda kalıyorsun.” Barış elini yanağıma yerleştirdi. Yüzünde buruk bir gülümseme vardı. “Senin sayende o acılarla karşılaştığımda savaşacak gücü bulabiliyorum.” Tekrardan ağlamaya başlamamak için dudağımı ısırdım. Barış bu hareketime alınmış gibi konuştu. “Lütfen acılarını benden saklama. Üzüntünü sakince, sonuna kadar, şu anda yaşadığın gibi yaşa diye seni her şeyden korurum. Sadece bana izin ver, duvarlarının üstünden atlayıp elini tutmama izin ver. Lütfen o duvarlara daha fazla tuğla ekleme.” Barış haklıydı. Kendimi güvende hissetmek için ördüğüm her duvarın altında kalmıştım. Bir başkasının bu duvarları aşmasını bırak ben bile artık onları aşamıyordum. Bu duvarların beni koruması gerekmiyor muydu? Neden daha çok zarar verdiler? Barış konuşmaya devam etti. “Bu acılardan kaçıp saklanmak istediğini kaybolmaya ihtiyacın olduğunu düşündüğünü biliyorum Deniz. Fakat sen en çok bulunmaya muhtaçsın.” Söylediği şeyin gerçekliği yüzüme bir tokat gibi çarpıp beni kendime getirdi. Haklıydı, Barış haklıydı. Bunca yıl hiçliğin ortasında kardeşimi bulmak için pervasız hareketlerde bulunup durdum. Artık böyle olmayacaktı. Tanımadığım bir çukura düşüp yıllarca çıkmaya çalıştım. Şimdi nasıl çıkılacağını biliyordum ve bir daha bu çukura düşmeyecektim. “Teşekkür ederim sevgilim. Bu duvarların bir hiç uğruna inşa edildiğini fark etmemi sağladığın için teşekkür ederim.” Barış gülümsedi. Uzanıp boynuna sıkıca sarıldım. Ayrıldığımızda Barış dikkatlice yüzüme baktı. O kadar dikkatli bakıyordu ki yüzümde bir şey varmış gibi hissettim. Yanaklarıma dokunup neyin yanlış olduğunu anlamaya çalıştım. Barış kaşlarını çatıp konuştu. “Ağladığın zaman gözlerinin altında kırmızı benekler çıkıyor.” Barış’ın bu tepkisine hazırlıksız yakalanmıştım ve gülmeye başladım. Ancak burnum tıkalı olduğu için sesim çok komik çıkmıştı ve Barış da gülmeye başladı. O an ona sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu fark ettim. Ona, büyükanneme, Ege’ye, arkadaşlarıma ve ailemin hatırasına sahiptim. Onların sevgisine sahiptim ve bunun değerini bilmeliydim. |
0% |