Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Bölüm 3: Deniz ve Dalga

@milyofay

Merdivene attığım adım ile gururla yanımdaki hemşireye döndüm. Gülümseyerek elimden tutuyordu. Bir elimle onun elini tutarken diğer elimle merdivenin korkuluğundan destek alarak ikinci adımımı attım. Bir, iki, üç... Derken merdivenin en üstüne kadar çıkabilmiştim. Hemşire merdivenin sonundaki tekerlekli sandalyeyi gösterdi. "Bugünlük bu kadar yeter. Yarın devam edeceğiz." Onu onaylarcasına başımı salladım, birlikte sandalyeye ilerledik. Onun sağlam tutuşları eşliğinde dikkatlice sandalyeye oturdum. Oturduğum an ne kadar yorulduğumu fark ettim. Sırtımı sandalyeye yaslayıp derin nefesler alıp verdim. Nefes alışverişlerim düzene girince hemşire beni yavaşça odama götürdü.

Gözlerimi hastanede açtığım günün üzerinden iki hafta geçmişti. Bu kadar süre hareket etmediğim için tekrar yürümekte zorlanmıştım. Bu yüzden fizik tedaviye başlamıştık. Önceden bu merdivenleri kolaylıkla inip çıktığım için şu anki durumum beni üzüyordu. Fakat kardeşimi bulmaya yaklaştığım için pes etmiyordum. Bu yolun sonu kardeşime varacaktı, varmak zorundaydı. Odamın önüne geldiğimizde hemşire kapıyı açıp beni dikkatlice odanın içine geçirdi. Yatağın yanına yaklaştığımızda hemşirenin desteği ile kolayca yatağa yerleştim. Hemşire baş ucumdaki serumlara bakıp odadan çıktı. Ben de yalnızlığımla yine baş başa kaldım.

Uzanıp yanımdaki komodinden Ege ile olan fotoğrafımızı aldım, birbirimize sıkıca sarılmış ağız dolusu gülüyorduk. Ege'nin, benimle aynı renk olan, koyu lacivert gözleri ışıl ışıldı. Rüzgâr ile dalgalanan saçları o kadar güzeldi ki. Ege'nin saçları her zaman çok güzeldi. Uzun, dalgalı saçları vardı. Saçları ile uğraşmayı çok severdi. Benim saçlarımla oynamayı da çok severdi. O yüzden Ege'yi kaybettiğim zamandan beri saçlarım uzun değildi. Saçlarım omuzlarımın biraz aşağısında bitiyordu. Ege yoksa saçlarımın uzun olmasının bir anlamı yoktu. Fotoğrafı dikkatlice komodin koydum. Evime gidip eşyalarımı aldığı için Barış'a minnettardım. Yattığım yerde uzanmaya çalıştım. Elimi yavaşça göğsümün üzerine koydum. Hala canım yanıyordu. Yorgundum, gözlerimi kapatıp kendimi uykunun güvenli kollarına bıraktım.

...

Kahvaltımı masaya bırakıp masayı yaklaştıran hemşireye gülümsedim. "Teşekkür ederim."

"Bir ihtiyacınız olursa biz dışarıdayız." Başımı sallayıp masaya uzandım. Tepsiyi kendime yaklaştırıp atıştırmaya başladım.

Kahvaltımı bitirip dinlenmek için gözlerimi kapatmıştım. O sırada birinin kapıyı açtığını duydum. Gözlerimi yavaşça araladım. Barış, kapının hemen yanında duruyordu. Uyandığımdan beri her gün beni görmeye geliyordu. Üzerinde lacivert bir eşofman altı ile beyaz bir tişört vardı. Yanıma gelmesi için ona elimi uzattım. Bunu gören Barış gülümseyerek yanıma geldi. Hala yanımda olan masayı uzaklaştırıp yanıma sandalyeyi çekti. Sandalyeye oturup dikkatle bana baktı.

"Merhaba!" gülümseyip cevap verdim.

"Merhaba!"

"Nasılsın?"

"Çok daha iyiyim. Sen nasılsın?"

"İyiyim." Barış gözlerini odanın etrafında gezdirdi. Meraklı gözlerle onu izledim. Tüm odayı inceleyen gözleri en son benim üzerimde durdu.

"Bugün taburcu oluyorsun."

Şaşırarak ona baktım. Böyle bir şey demesini beklemiyordum. "Cemre artık iyi olduğunu ve hastanede kalmana gerek olmadığını söyledi. Tabii, yine de kendine dikkat etmen gerekiyor."

"Neden Cemre gelip söylemedi?" Barış'ın yüzü bir saniyeliğine değişti ama sonra hemen toparladı.

"Nasıl yani?"

"Doktorum Cemre değil mi? Neden o gelip söylemedi diyorum."

Barış mahcup bir ifadeyle konuştu. "Ben söylemek istedim, özür dilerim."

"Sorun değil." Amacım Barış'ı incitmek değildi ama neden benim yanımda olduğunu anlamıyordum.

"Pekâlâ, istersen toplanalım!" Doğrulup ayaklarımı yavaşça yataktan aşağı sarkıttım. Barış ani bir hareketle ayaklanıp bana uzandı. Başımı kaldırıp ona baktım. Çok, çok yakınımda duruyordu.

"Bir sorun yok. Artık yürüyebiliyorum." Beni duyan Barış yavaşça geri çekildi. Terliklerimi giyip ayağa kalktım. Komodinin altından çantamı çıkarıp eşyalarımı çantaya yerleştirdim. Zaten çok fazla eşyam yoktu.

Hızlıca her şeyimi toplayıp ben odanın içinde dolanırken kenarda beni izleyen Barış'a döndüm. "Tamamdır."

Barış başını salladı. Elini uzatıp çantamı dikkatlice aldı. Hiçbir şey demeden odanın kapısını açıp geçmemi bekledi. İlerleyip Barış'ın tam önünde durdum.

"Neden bana yardım ediyorsun?" Sorum direktti ve kesin bir cevap istiyordum. Devam ettim. "Vicdan azabı çektiğin için mi bana yardım ediyorsun?" Barış sorum karşısında şaşırdı.

"Hayır. Elbette sana zarar verdiğim için kötü hissediyorum. Ancak senin yanında olmam ile vicdan azabımın hiçbir ilgisi yok."

Onaylarcasına başımı salladım. Bu konuyu derinleştirmenin anlamı yoktu.

Taburcu işlemlerimi hallettikten sonra Barış ile birlikte ordunun ana binasına geldik. Barış'ın liderliğinde orgeneralin kapısına geldik. Kapıyı çalmak için elimi kaldırmışken Barış beni durdurdu.

"Üstün olan biri ile konuşurken öncelikle böyle selam vermelisin." Üç parmağını köprücük kemiğinin üzerine koydu. "Seninle eşit rütbedeki askerler için iki parmak ile selam vermen gerekiyor. Ancak orgeneral gibi çok daha yüksek rütbelere sahip kişilere selam verirken dört parmağını köprücük kemiğine koyman gerek."

"Anladım, teşekkür ederim."

"Şimdi içeri geçebilirsin." Yavaşça kapıyı tıklatıp içeriden ses gelmesini bekledim. "Gel." komutunu duyunca yavaşça kapıyı açtım. İçeriye girip Barış'ın arkamdan geçmesini bekledim. Barış odaya girince kapıyı arkasından kapattı. Yanıma, orgeneralin karşısına geçince ona selam verdi. Ben de aynı şekilde yaptığını tekrarladım. Başını sallayan general oturmamız için koltuğu işaret etti. Barış ile karşılık olarak koltuklara oturduk.

General yaklaşık elli yaşlarındaydı, saçlarının birçok kısmı beyazlamıştı. Üzerinde askeri forma vardı.

Barış ile aralarında kısa bir bakışmadan sonra general bana döndü. Ellerini masanın üzerinde birleştirip ilgiyle sordu.

"Nasılsın, daha iyi görünüyorsun."

"Teşekkür ederim. Tamamen toparlandım diyebilirim." Adam başını salladı.

"Barış bana olanları anlattı. Her şeyden haberim var." Onaylarcasına başımı salladım.

"Yine de sormak istiyorum, kuklaları nasıl buldun?" Arkama yaslanıp derin bir nefes aldım.

"İkiz kız kardeşim beş yıl önce kaçırıldı. Çabalarım sonucu Avronez tarafından kaçırıldığını öğrendim. Kardeşimi bulmaya çalıştıkça karşıma kuklalar ve askerler çıktı. Bu kukla ile savaşırken Barış ile karşılaştım." Adam anlayışla başını salladı.

"Kardeşinin gücü neydi?"

"Su Ejderhası, suyu ve buzu kontrol edebiliyor." General ve Barış birbirlerine baktılar. Barış başını eğip gözlerini kaçırdı. "Senin gücün ne?"

Generalin sorusu ile başımı ona çevirdim. "Anka Ateşi, ateşi kontrol edebiliyorum."

"Senin ve kardeşinin güçleri evrenin en güçlü sihirlerinden. İkinizin de bu güçler için bir kaynağa ihtiyacı yok. Ateşi kontrol etmen için etrafta ateş olmasına gerek yok. Sen bu gücü kendin yaratabiliyorsun. Aynı şekilde kardeşinin de suyu kontrol edebilmesi için bir su kaynağına ihtiyacı yok, onu yaratabiliyor."

Başımı salladım. "Biliyorum."

"Sizi bu konuda kim bilgilendirdi?" Burukça gülümsedim.

"Anne ve babamızı beş yaşındayken bir kazada kaybettik. O günden sonra bizi büyükannem yetiştirdi. Yedi sekiz yaşlarında Ege ile kavga ederken gücümü keşfettim. Yaptığım hareketin aynısını yapan Ege de gücünü keşfetti. Bunu büyükannemize söylediğimizde bize her şeyi anlattı. Evimizin bodrum katında bizi eğitti. Fırsat buldukça bodruma iner orada antrenman yapardık. Bodrum kat olduğu için de bizi kimse görmezdi." Gözlerimin dolduğunu hissettim. Başımı hafifçe geriye atıp derin nefesler alıp verdim.

"Barış'ın anlattığına göre kukla ile başa çıkabilmişsin." Barış'a kısa bir bakış attım ama o bana bakmıyordu. Dikkatle generali dinliyordu. Cevap vermeyip generalin devam etmesini bekledim.

"O kuklalar çok güçlüdür. Askerlerimiz bile onlarla savaşabilecek güce sahip olabilmek için yıllarca eğitim gördü. Senin bu konuda bir bilgin olmadan böyle savaşman inanılmaz." Cümlesi bitince araya girdim.

"Aslında kardeşim kaybolduktan sonra birçok dövüş kursuna gittim. İnanılmaz bir güce sahip olmayı beklemiyordum ama kardeşimi kurtarmak için bunları bilmem gerektiğinin farkındaydım." General yana doğru başını salladı.

"Endişelenme. Kendini çok güzel eğitmişsin." Gülümsedim. Bunu duymak beni mutlu etmişti.

"Yine de orduya katıldıktan sonra antrenmanlara ve eğitimlere devam etmelisin. Çünkü rakiplerimiz çok güçlü ve her duruma hazır olmalıyız." Anlayışla başımı salladım. General de başını sallayıp masasının altına doğru uzandı. Çekmecelerden birini çekip önüme birkaç kâğıt koydu.

"Orduya dahil olduktan sonra sana burada bir ev vereceğiz, orada kalacaksın. Birimin içerisinde vakit geçirebileceğin çok yer olduğu için dışarı çıkmak isteyeceğini pek sanmıyorum. Ancak istediğin zaman dışarı çıkabilirsin. Yalnızca ekip liderine haber vermek gerek." General hızlıca Barış'ı işaret edip devam etti. "Sen Barış'ın ekibinde olacaksın." Başımı salladım.

"Eğitimini araştırdım, şimdilik robotların yapımında görev alacaksın. Antrenmanların ve eğitimlerin sona erdikten sonra saldırılara ve keşiflere katılmana izin vereceğim. Merak etme çok uzun sürmez."

"Anladım."

"Sorun yoksa kağıtları imzalayalım?"

"Hayır yok." Dedim bastırmaya çalıştığım bir heyecanla. General dikkatlice kağıtları uzattı. Hızlıca yazanları okudum. Son madde olası ihanetimin ölümle sonuçlanacağı ile ilgiliydi. Okuyup sindirdikten sonra kağıtları imzaladım. General kağıtları toparlayıp dosyaladıktan sonra konuştu.

"Direniş Ordusuna hoş geldin!" Gülümsedim, bu yolun sonunun kardeşime çıkacağını umarak gülümsedim. General, Barış'a döndü. "Barış sana kalacağın yeri gösterecek. Eğitimlerin başlayacağı zaman haber verecek."

Barış'a bakıp onayladım. General devam etti. "Şimdilik bu kadar, çıkabilirsiniz." Barış ile birlikte ayağa kalktık. Barış dimdik durup generali selamlayınca ben de aynısını yaptım. Barış bıraktığı çantamı alıp odadan çıktı. Ben de arkasından onu takip ettim. Odadan çıktığımda kapıyı dikkatlice kapattım. Koridorda baş başa kaldığımızda Barış bana döndü. "Ekibime hoş geldin."

Gülümsedim. "Hoş buldum."

"Bundan sonra yalnız olmayacaksın."

Barış'ın neden bu kadar yalnızlık üzerine konuştuğunu anlayamıyordum ama sormak istemedim.

"Şimdi sana burayı gezdirelim." Barış, önüme geçip yürümeye başladı. Ben de arkasından onu takip ettim.

Ordunun gizli kanadına geldiğimizde neredeyse akşam olmuştu. Tüm orduyu gezmekten yorulmuştum. Fakat Barış hiç yorulmuş görünmüyordu, tüm gün çantamı taşımasına rağmen. Kanadın girişi robot askerler tarafından korunuyordu. Onları geçip yaklaşık beş dakika kadar yürüdükten sonra karşımızda kocaman görkemli binalar belirdi. Barış birkaç bina geçtikten sonra bir binanın önünde durdu.

"Burası." Barış ceketinin cebinden bir anahtar çıkarıp bana uzattı. "Sen açmak ister misin?" Gülümseyerek anahtarı Barış'ın elinden aldım. Anahtarı elime alınca anahtarın yanında, çok sevdiğim bir çizgi film karakterinin minik bir figürünün anahtarlık olduğunu gördüm. Heyecanla Barış'a baktım.

"Sen nereden biliyorsun?" Barış gülümsedi.

"Evine, eşyalarını almaya gittiğimizde anahtarlığını gördüm. Aynısını bulabilmek için çok uğraştım." Gözlerim doldu. Evimin anahtarlığı eski evimizin anahtarlığıydı ve onu bana Ege almıştı.

"Teşekkür ederim, çok beğendim." Barış merakla sordu.

"O zaman neden üzgünsün?"

Elimin tersiyle yanağıma düşen yaşı sildim. "Üzgün değilim. O anahtarlığı bana Ege almıştı." Barış başını öne eğdi. Onun bir şey demesine fırsat vermeden kapıyı açmak için öne atıldım. Anahtarı dikkatlice deliğe sokup kapıyı açtım. Önce Barış'ın geçmesine izin verip arkasından kapıyı kapattım.

"Yukarı çıkacağız, üçüncü kata." Başımı sallayıp asansörlere doğru ilerledim.

Üçüncü kata ulaştığımızda Barış'ı takip etmeye devam ettim. Aniden durunca hızımı alamayıp Barış'ın sırtına çarptım. Barış gülerek bana döndü.

"Affedersin." Barış başıyla farkında olmadan yanında durduğumuz kapıyı işaret etti. "Burası, aç bakalım." Heyecanla kapıya uzanıp açtım. İçeriye adımımı atmak üzereyken Barış beni durdurdu. "Terliklerini çıkarmalısın, her yer tertemiz." Gülerek terliklerimi çıkarttım. Barış'ın tepkisi beni güldürmüştü. İçeriye girip Barış'ın da gelmesini bekledim. O da içeriye girince evin içine doğru ilerledim. Gördüğüm manzara ile şokla Barış'a döndüm. Barış duvara yaslanmış ilgiyle bana bakıyordu.

"Sen ciddi olamazsın!" dedim bir ona bir eve bakarken. "Sen, nasıl?" Ellerimle ağzımı kapattım. Barış'ın bunu yaptığına inanamıyordum.

"Kendini evinde gibi hissetmeni istedim." Barış'ı arkamda bırakıp içeriye doğru birkaç adım attım. Karşımda gördüğüm daire tek başıma yaşadığım evimin aynısıydı. Oturma odası, mutfak, her şey evimle aynıydı.

Girişi geçince geniş bir oturma odası vardı. Boydan boya kitaplığa dönüşmüş, kitaplıkların arasında kocaman bir şöminenin olduğu bir duvar vardı. Şöminenin üst tarafında sabitlenmiş bir televizyon vardı. Oturma odasının hemen yanında ferah bir ada mutfak vardı. Mutfağın yanında ise yatak odası, yatak odasının karşısında banyo vardı. Mutfak ve yatak odasının arasında küçük bir koridor kalıyordu. Koridorun sonundaki duvar boydan boya camdı ve ordunun şahane manzarasını gözler üzerine seriyordu. Cama yaklaşıp dışarıya baktım. Ordu falezlerin hemen yakınına konumlanmış ve oldukça büyük bir alana yayılmıştı. Manzarası inanılmazdı.

"Evdeki her şeyi kullanabilirsin. Yiyeceklerin hepsi taze, mutfaktaki her eşya temiz ve kullanıma hazır. Aynı şekilde banyodaki eşyalar da." Barış'ın sesi ile ona döndüm. Elindeki çantaya koltuğa bırakmış bana bakıyordu.

"Burası çok güzel." Barış gülümsedi. "Beğenmene sevindim." Koltuğa oturup Barış'a yöneldim. "Neden benimle bu kadar ilgileniyorsun?" Barış sorum karşısında şaşırdı. Yavaşça karşımdaki koltuğa oturup konuşmaya başladı.

"Üstün olarak artık yalnız olmadığını bilmeni isterim." Duraksadı. "Ayrıca yaşadığın acıyı biliyorum. İnsanlar aynı yerden yaralandığı insanları kolayca tanır."

Devam etmesi için ona bakmaya devam ettim. Barış bakışlarını yere çevirdi.

"Annemi kaybettiğim ilk zamanlar senin gibiydim. Kabullenmekte çok zorlandım. Her şeye çok öfkeliydim. Kendimi herkesten uzaklaştırdım. Zamanla bu şekilde bir yere varamayacağımı fark ettim ve öfkemi kontrol etmeyi, onu kendi yararıma kullanmayı öğrendim. Bir gün annemi benden alan insanlarla karşılaştığımda intikamımı alabilecek kadar güçlü olmak için uğraştım." Duyduklarım karşısında şaşırmıştım. Arkasından böyle bir hikaye beklemiyordum ve kendimi kötü hissetmiştim. "Affedersin, ben böyle bir şey beklemiyordum."

"Sorun değil." Barış ayağa kalktı. "Yani yalnız olmadığını bilmen için tüm çabam bu yüzden. Şimdi gitmem gerekiyor. Akşam yemeklerini genelde birlikte üst kattaki yemek bölümünde yeriz. Artık sen de bizimlesin o yüzden haberin olsun."

Gülümsedim. "Tamamdır." Barış'ı uğurlamak için ayağa kalktım. Kapıdan çıkarken son bir kez bana döndü.

"Unutmadan, yandaki dairede ben ve Okyanus kalıyoruz. Bir şeye ihtiyacın olursa kapıyı çalman yeterli." Cevabımı beklemeden dışarı çıktı. Kapıyı arkasından kapatıp sırtımı kapıya yasladım. Çok garip duygular içerisindeydim. Barış'ın benimle ilgilenmesinin sebebinin vicdan azabı olabileceğini bile düşünmüştüm ama annesini kaybetme ihtimalini düşünmemiştim. Yaptığım yanlış çıkarımlar yüzünden vicdan azabı çekiyordum. O beni düşünüp evim için bu kadar uğraşmışken ben çok yanlış şeyler düşünmüştüm.

Kapıdan ayrılıp banyoya girdim. Sıcak bir duş almak bana çok iyi gelecekti.

Banyodan çıktığımda aynanın karşısında biraz oyalandım. Elimi göğsüme koyup parmaklarımı yara izinin üzerinde gezdirdim. Neredeyse hiçbir şey kalmamıştı ama ruhumda bıraktığı hasar çok büyüktü. Bakışlarım yüzüme kaydı. Koyu mavi gözlerimdeki ışıltıyı kardeşimi kaybedince kaybetmiştim. Ben Ege'yi kaybedince kendimi kaybetmiştim, gözlerimdeki ışıltı hiçbir şeydi. Fakat yaşadığına dair umudum oldukça onu bulmak için elimden geleni yapacaktım. Derin nefesler alıp vererek kendimi toparladım. Yavaşça gardırobu açıp içinin dolu olmasıyla şaşkınlıkla kaldım. Yaklaşıp kıyafetlere bakınca kıyafetlerin üzerinde bir not olduğunu gördüm. Notu elime alıp okumaya başladım.

"Tarzının ne olduğundan emin olamadım ama sen iyileşip kendin halledene kadar bu kıyafetler sana yeter diye düşündüm. İlaç geçmişini öğrendiğim için kıyafetlerin hepsini kendim yıkadım, gönül rahatlığıyla giyebilirsin. En kısa zamanda alışverişe gitmeliyiz, çabuk iyileş. Cemre!"

Gözümden bir damla yaşın aktığını hissettim. Ben gerçekten yalnız değildim. Yalnızlığın beni bu kadar üzdüğünü fark etmemiştim. İnsanın insana bu kadar ihtiyacı olduğunu fark etmemiştim. Fakat kalbim her şeyin çoktan farkındaymış ve acı içindeymiş.

Gülümseyerek notu komodinin üzerine bıraktım. Dolaptan lacivert bir eşofman takımı çıkarttım. İçine uzun kollu, gri bir bluz giydim. Kıyafetler üzerime tam oldu, Cemre bedenimi doğru tahmin etmişti. Dolabı kapatıp hızlıca saçlarımı kuruttum. Ege'yi kaybettikten sonra ortaya çıkan bir baş ağrısı problemim vardı ve saçlarımı ıslak bırakmaya gelmiyordu.

İşimi bitirince mutfağa girdim. Tek tek tüm dolapları karıştırıp neyin nerede olduğunu öğrendim. Bazı yerler boş bırakılmıştı. Boş kalan geniş bir alana yanımdan ayırmadığım ilaç kutusunu yerleştirdim. Her gün almam gereken ve bir seferliğine dahi içmeyi unutmamam gereken ilaçlar olduğu için kutuyu kolay ulaşabileceğim bir yere koydum.

Evin her yerini karıştırıp merakımı giderdikten sonra biraz ordunun bahçesinde dolaşmaya karar verdim. Dolaptan kalın siyah bir mont çıkarıp üzerime geçirdim. Telefonumu ve anahtarımı montumun cebine yerleştirip evden çıktım. Barış'ın bahsettiği yemek bölümünü görmek için bir üst kata çıktım. Yemek bölümü oldukça geniş bir alandı. Anladığım kadarıyla kat tamamen yemek alanı içindi. Bir tarafta mutfak, kalan alanda ise masa ve sandalyeler bulunuyordu. Koltuk ve kanepelerden oluşan küçük bir köşe bile vardı. Mutfakta hangi yiyecekler olduğuna bakmak için adımımı atmak üzereydim ki bir ağlama sesi duydum. Etrafıma bakındım ama katta kimse yoktu. Sesi takip etmeye başladım. En köşede kalan masaya yaklaştıkça ağlama sesi netleşiyordu. Masanın yanına gelince masanın altına saklanmış küçük bir kız çocuğu fark ettim. Merakla yere eğilip ona baktım. Dizlerini kendine çekmiş küçücük bedenine sarılarak ağlıyordu. Tahminimce dört beş yaşlarındaydı.

"Hey, neden ağlıyorsun?" Kız aniden başını kaldırıp bana baktı. Kakülleri ağlamaktan alnına yapışmıştı. Yeşil gözleri gözyaşları ile ışıl ışıl parlıyordu. "Babamı bulamıyorum!" dedi hıçkırıklarının arasında. Sesindeki çaresizlik kalbimi kırdı. Ona elimi uzattım. "Gel, babanı birlikte arayalım olur mu?" Küçük kız tereddütle elime baktı. Biraz bekledikten sonra küçük eliyle elimi sıkıca kavradı. Geri çekilerek onun çıkmasına yardım ettim. Oturması için sandalyeyi çektim. Yavaşça sandalyeye oturup yaşlı gözlerini bana çevirdi.

"Benim adım Deniz. Senin adın ne?" Elleriyle gözyaşlarını silip cevap verdi. "Benim adım Dalga." Gülümsedim. "İsimlerimiz birbirine benziyor."

"Evet." Dalga'nın dikkatini dağıtmayı başarmıştım. Artık ağlamıyordu. Oturduğu sandalyenin yanına çömelip konuştum.

"Ben de burada yaşıyorum, evim bir alt katta." Dalga başını salladı. "Bizim evimiz üst katta, burada değil."

"Kaç yaşındasın Dalga?" Dalga bir elini bana doğru uzattı. "Beş."

"Çok büyükmüşsün!"

Dalga gülmeye başladı. "Sen de çok büyüksün." Dudaklarımı büzerek cevap verdim.

"Evet ben de çok büyüğüm."

Dalga'nın ağlaması tamamen kesilmişti. "Burada neden tek başınasın?" Dalga ellerini kucağına koydu. "Babamı görmek istedim ama bulamadım."

"Babanın nerede olduğunu biliyor musun?"

"Babam kocaman robotlar yapıyor." Ellerini başının üzerinde iki yana doğru açtı.

Şaşırmış gibi yaptım. "O kadar büyükler mi?" Dalga heyecanla başını salladı.

"Evet kocamanlar!" Babası robotlar ile ilgileniyorsa büyük ihtimalle atölyede olmalıydı. Onu babasının yanına, atölyeye götürebilirdim. Fakat babası orada olmayabilirdi. O yüzden garanti olması için Barış'ın yanına götürecektim. Barış her şekilde Dalga'nın babasını bulurdu.

"Seni babanın yanına götürmemi ister misin?" Dalga sandalyeden atladı. "Götürür müsün? Gerçekten mi?"

"Evet, babanı birlikte bulabiliriz." Dalga heyecanla ellerini çırptı. "Tamam." Gülümsedim, babasını bulacağı için olan heyecanı içimi ısıttı. Uzanıp montunu düzelttim, fermuarını kapattım. "Dışarı çıkacağız o yüzden önünü kapatalım." İşimi bitirince Dalga'nın eşyası var mı diye masanın altına doğru son bir bakış attım, yoktu. Ayağa kalkıp Dalga'ya elimi uzattım. "Gel bakalım." Küçücük eli ile elimi sıkıca tuttu. Eli o kadar minikti avcumun içinde kayboluyordu. Diğer elimle cebimden telefonumu çıkarttım. Rehberde Barış'ın adını bulup onu aradım. Birkaç çalış sonunda açtı.

"Efendim Deniz?"

"Merhaba Barış, rahatsız ettiğim için üzgünüm."

"Hayır etmiyorsun, bir sorun yok değil mi?" Barış'ın sesinde bir telaşın alevlendiğini hissettim.

"Hayır yok. Sadece yanına uğrayacaktım, odanda mısın?"

"Evet, odamdayım. Bekliyorum."

"Tamam görüşürüz."

"Görüşürüz!" Telefonu kapatıp tekrar cebime koydum. Dalga'ya dönüp konuştum. "Babanın yanına gidiyoruz!" Gülümsedi. Fındık burnu ağlamaktan kızarmıştı.

Birlikte asansöre doğru ilerledik. Dalga'nın adımlarının benden geride kaldığını fark edince durup ona döndüm. "Seni kucaklamamı ister misin?" Barış'ın odası farklı bir binadaydı ve biraz yürümemiz gerekiyordu.

Dalga hiçbir şey demeyip kollarını açtı. Gülerek onu kucağıma aldım. Bacaklarını belime dolayıp bana sıkıca sarıldı. Kahverengi uzun saçları yüzümü gıdıklayınca yüzümü buruşturdum. Ben Dalga'yı kucaklarken asansör olduğumuz kata gelmişti. Zemin kata basıp bekledim.

"Çok güzel kokuyorsun." Dalga'nın cümlesiyle kahkaha attım. "Teşekkür ederim, sen de öyle." Gerçekten öyleydi, bebek gibi kokuyordu. Asansör zemin kata ulaşınca indim.

"Kapüşonunu tak bakalım." Dalga beceriksizce kapüşonunu kafasına geçirdi. Sonrasında binadan çıktım. Ne kadar Dalga'nın üzerinde mont olsa da üşütmesini istemiyordum. Hızlı adımlarla Barış'ın odasının olduğu yönetim binasına yürümeye başladım. Bir yerden sonra Dalga'nın düzensiz nefesi düzene girdi, başı omzuma düştü. Büyük ihtimalle uyuyakalmıştı. Bu haline güldüm. Sonuçta daha küçücüktü.

Yönetim binasına girdiğimde dikkatlice Dalga'nın kafasındaki kapüşonu çıkardım. Üşümesin diye endişelenirken sıcaktan hasta olmasını istemezdim. Sebebini anlayamadığım bir şekilde ona ısınmıştım. Belki savunmasız bir küçük çocuk olduğu içindi. Belki bana kardeşimle geçirdiğim anıları hatırlattığı içindi.

Asansörle Barış'ın odasının olduğu kata çıktım. Kapıyı yavaşça tıklatıp Barış'ın onayını bekledim.

"Gel!" Barış'ın güçlü sesini duyunca dikkatlice kapıyı açtım. Barış yarım saat önceki uysal halinden uzak, üniformalarının içindeydi. Siyah kemik bir gözlük takmıştı. Kemikli ve biçimli yüzü gözlükleri ile daha ciddi bir hal alıyordu. Ne olursa olsun yakışıklı bir yüzü vardı, inkar edemezdim.

Barış kucağımdaki Dalga'yı fark edince kaşlarını çattı. Kapıda dikilmeyi bırakıp içeri girdim. Barış yanıma gelip kapıyı arkamdan kapattı. Karşıma geçip dikkatlice bizi inceledi.

"Kucağımdaki hanım Dalga. Bizim binadaki yemek katında buldum. Masanın altına saklanmış ağlıyordu." Barış eliyle masasının önündeki koltuğu işaret etti. "Otur öyle devam et." Onu dinleyip yavaşça koltuğa oturdum. Ben oturunca Dalga kıpırdanıp kucağıma tamamen yerleşti. Barış karşımdaki koltuğa oturunca anlatmaya devam ettim.

"Kaybolmuş, babasını arıyordu. Ben de babasını bulabilmek için sana getirdim." Barış öne doğru eğildi.

"Dalga'yı tanıyorum, arkadaşım Ateş'in kızı. O da yazılım ekibinde çalışıyor."

"Dalga bana babasının robot yaptığını söyledi." Barış başını salladı. "Evet, robotların yapımında görev alıyor. Sen de başladığın zaman tanışacaktın zaten." Barış ayaklanıp masasının diğer tarafına dolandı. Telefonunu alıp birini aradı. Fakat aradığı kişi cevap vermedi. Barış sıkıntıyla telefonu bıraktı.

"Ben Ateş'i alıp geleceğim. Burada bekleyebilirsiniz."

"Tamam, sen rahat ol. Ben Dalga'nın yanındayım." Barış telefonunu alıp odadan çıktı. Ben de etrafı incelemeye başladım. Oda geniş ve ferah bir şekilde dizayn edilmişti. Odanın bir duvarı tamamen pencereydi ve falezlerin muhteşem manzarasını gösteriyordu. Bir duvar ise tamamen kitaplıkla kaplıydı. Kitaplığın her kısmı kitaplarla doluydu. Odanın ortasında ise geniş bir masa, masanın önünde iki koltuk bulunuyordu. Şu an Dalga ile o koltuklardan birinde oturuyorduk. Odanın içerisi sıcak olduğu için çok hareket etmemeye çalışarak montumu çıkardım. Sonrasında Dalga'nın montunu da çıkardım. Montundan kurtulan Dalga bana daha çok sokuldu. Sıcacıktı. Montunu bir kenara bırakıp kendi montumu onun üzerine örttüm. Dalga'nın en rahat edebileceği şekilde koltuğa yerleşip arkama yaslandım.

Dalga'nın masum yüzünü inceledim. Yanakları hala kızarıktı. Yüzüne düşen saçları parmağımla geriye doğru düzelttim. Çok huzurlu görünüyordu. Bu hali gülümsememe sebep oluyordu. Başımı arkaya yaslayıp gözlerimi kapattım. Gözlerimin önünde Ege belirdi. Küçükken babamın kucağında uyuyakalan halleri...

Bir anlığına Dalga'ya sarılmak sanki Ege'ye sarılmışım gibi hissettirmişti. Yıllardır hasret kaldığım bir duyguydu bu. Yanağımda hissettiğim ıslaklık ile yanağıma dokundum. Ağladığımı fark etmemiştim. Parmağım ile gözyaşını sildim.

Odada hissettiğim hareket ile gözlerimi araladım. Barış geri dönmüştü, karşımdaki koltukta oturuyordu.

"Ne zamandır orada oturuyorsun?" dedim merakla

"Çok olmadı. Çok huzurlu görünüyordunuz seslenmek istemedim." Gülümsedim.

"Affedersin, bir şey yapmadım ama çok yorulmuşum." Barış da gülümsedi.

"Sorun değil. Aldığın ilaçlardan normal bir durum."

"Babasından bir haber var mı?"

"Birazdan burada olur." Başımı salladım. Dalga hala aynı pozisyonda uyuyordu. Dikkatlice yanağını okşayıp onu uyandırmaya çalıştım. Hareketlenip yavaşça gözlerini açtı. "Günaydın! Birazdan baban burada olacak." Dalga aniden ayaklanıp boynuma atladı. Kollarımı küçük bedenine doladım. Sarılmayı bırakıp kucağıma oturdu. Arkasını dönünce Barış'ı fark etti.

"Barış!" heyecanla çığlık atıp kucağımdan atladı. Barış kollarını açıp Dalga'yı kucakladı. Dalga Barış'ın yanında o kadar minik kalıyordu ki kollarının arasında kayboluyordu. Gördüğüm manzara karşısında gülümsedim.

"Babamı bulamıyorum Barış. Nerede o?"

Barış Dalga'nın saçlarını okşamaya başladı. "Birazdan gelecek." Barış cümlesini bitirir bitirmez kapı aniden açıldı. Uzun boylu, yapılı kumral bir adam içeri girdi. Dalga Barış'ı itekleyerek kucağından indi. "Baba!" Çığlık atarak kapıdaki adama koştu. Adam eğilip Dalga'yı kucağına aldı. Babasını gören Dalga tekrar ağlamaya başladı.

"Özür dilerim kızım çok özür dilerim. Buradayım geldim bak!"

"Baba beni bırakma, baba!" Dalga'nın cümleleri kalbimin ağır bir kayanın altında ezilmesine sebep oldu.

"Bırakmam kızım, asla bırakmam!"

"Çok korktum baba!" Adam Dalga'yı sıkıca tutuyor kendine bastırıyordu. Bir yandan saçlarını okşuyordu.

"Tamam güzelim hadi ağlama artık." Dalga burnunu çeke çeke ağlamayı bıraktı. Sonra bana dönüp parmağı ile beni işaret etti.

"Bak bu Deniz." Ayağa kalkıp adama elimi uzattım. Elimi sıkıca tutup karşılık verdi.

"Ben Ateş, çok teşekkür ederim. Kızımı yalnız bırakmadınız."

"Ne demek, küçük bir arkadaş edindim ben de."

"Bakıcısı yanındaydı, telefonu çalınca onu yalnız bırakmış. Dalga da evden kaçmış. Gerçekten çok teşekkür ederim, size borcumu nasıl ödeyebilirim bilmiyorum."

Mahcup bir şekilde gülümsedim. "Olur mu öyle şey, ne borcu?" Adamın mahcubiyetine devam etmesini istemediğim için montuma uzandım. Hızlıca üzerime geçirdim.

"Dalga'nın iyi olmasına sevindim."

"Teşekkür ederim Deniz!" Elini uzattı. Ben de karşılık olarak ona elimi uzatınca parmaklarını elime doladı.

"Benim gitmem gerekiyor tanıştığıma memnun oldum." Dalga ellerini çırptı.

"Bundan sonra bir sorunun olduğunda, her konuda yardımcı olmaya çalışırım." Gülümsedim. "Teşekkür ederim." Barış araya girdi.

"İşin yoksa biraz bekleyebilir misin?" Başımı salladım. O sırada Dalga tekrar babasına sarıldı.

"Bir daha beni bırakma baba!" Çaresizlikle Dalga'ya baktım. Bu cümleler babama söylediğim son cümlelerdi.

"Ben terasta bekleyeceğim." Kimsenin bir şey demesine fırsat vermeden odadan çıkıp merdivenlere yürüdüm. Yürümek az kalır, koştum. Terasın olduğu kata çıkıp kendimi soğuk havanın kollarına bıraktım. Korkuluklara yaslanıp başımı ellerimin arasına aldım. Dalga'nın kurduğu her cümle kalbimdeki acıya dokunmuştu. Ona kızmıyordum, onun yaptığı bir şey yoktu. Fakat içimde çaresizce büyüyen hasrete karşı bir şey yapamıyordum. Annemi, babamı, kardeşimi çok özlüyordum. Onlara olan özlemim kalbimin üzerinde öyle bir büyüyordu ki içime sığmıyordu. Kalbim bana çok ağır geliyordu. Her geçen gün onu taşımakta zorlanıyordum. Onları o kadar özlüyordum ki, kalbim bu acıyla baş etmekte zorluk çekiyordu. Elimi göğsümün üzerine koyup derin nefesler alıp vermeye çalıştım. Yine oluyordu, yine oluyordu. En ufak şeyde tetikleniyor ve tetiklendiği an benim hiçbir şey yapmama izin vermiyordu. Göğsüm sıkışıyor nefes almakta zorluk çekiyordum. Sanki etrafımda hiç oksijen kalmamış gibiydi. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Yakınımda bir sandalye aradım. Göğsümde hissettiğim huzursuzluk tüm vücudumu sarmaya başladı. Yakınımda sandalye yoktu. Zaten olsa da oturamazdım.

Başımı kaldırıp derin nefesler alıp verdim. Evrendeki tüm oksijeni içime çeksem de rahatlayamayacağımı hissediyordum. Teras boyunca yürümeye başladım. Göğsümü ovuşturmaya başladım, sanki bir faydası olacakmış gibi daha sert ovuşturuyordum. İyi hissetmiyordum, şu an iyi hissetmiyordum. Üzerimdeki montu çıkartıp bir masaya bıraktım. Hava çok soğuktu ama şu an o soğuğun beni çaresizce üşütmesine ihtiyacım vardı.

Teras boyunca kaç tur attığımı sayamadım. Belki yirmi belki otuz emin değildim. Korkuluklara uzanıp başımı ellerimin üzerine koydum. O an omzumda hissettiğim el irkilip refleks olarak elimde oluşturduğum ateş topu ile arkamı döndüm. Karşımda Barış'ı görünce avcumu kapatıp ateş topunu yok ettim. Barış telaşla bana bakıyordu.

"Deniz, iyi misin?"

Ondan uzaklaşıp arkamı döndüm. Birinin beni anksiyete atağı geçirirken görmesi şu an isteyeceğim en son şeydi.

"İyiyim, hava almak istedim sadece."

"Emin misin, montun nerede? Hasta olacaksın." Ona bakmadan elimi salladım. "İstemiyorum, üşümüyorum." Arkamdan uzaklaşan adım sesleri duydum. Barış'ın gittiği düşünüp rahatlayacakken tekrar sesini duydum.

"Nasıl üşümüyorsun? Hava sıfır derece!"

"Üşümüyorum Barış!" sesim tahminimden yüksek çıkmıştı. Anında pişman olup ellerimle gözyaşlarımı silip Barış'a döndüm.

"Affedersin, sesim yüksek çıktı." Barış bir şey demedi ama elinde montum vardı. Yüzü ciddileşti.

"Komutanın olarak bunu giymeni emrediyorum." Afallayıp sadece yüzüne bakabildim.

Giymem için montumu uzattı. "İstemiyorum."

"Bu bir rica değildi. Emirlerime karşı gelemezsin, ben senin üstünüm. Rütbeni bil!" Ses tonu ve yüz ifadesi gayet ciddiydi.

"Bana karşı mı geliyorsun?" Cevap vermedim.

"Gelemezsin. Benim emrim altındasın." Sinirle Barış'ın elindeki montu alıp giydim. Gerçekten rütbesini bunun için kullanmış mıydı?

"Bir daha bana karşı gelme." Gözlerimi devirdim.

"İyiysen gitmemiz gereken bir yemek var." Gözlerimi kırpıştırdım. Dakikalarca geçmesi için uğraştığım atağım Barış'ın dikkatimi dağıtması ile geçmişti. Nefes alabiliyordum, kalp atışlarım normale dönmüştü. Yüzüne boş boş baktığım Barış gülümsedi.

"İyisin, güzel." Bilerek yapmıştı, inatçı. Önümden çekilip eli ile terasın kapısını işaret etti. "Gitmeliyiz, herkes seni bekliyor." Bir şey demeyip yürümeye başladım. Yaptığı şeyin beni sakinleştirdiğini bilsem de ona sinirlenmiştim. Binanın içine girince Barış arkamdan seslendi. "Bizim binaya gideceğiz. Yürümeyi unutma diye söylüyorum." Görmeyeceğini bilsem de gözlerimi devirdim.

Yemek katına geldiğimizde gözyaşlarım kurumuş sakinleşmiştim. Bizi bekleyen arkadaşlarımın yanına giderken ise yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Yemek bölümün duvar kenarında uzun bir masaya yerleşmiş yaklaşık on kişi vardı. Oturan kişilerden çoğunu kısmen tanıyordum. Cemre, Cemre'nin erkek arkadaşı ve aynı zamanda Barış'ın kardeşi Okyanus'un sağlık ekibinde olan Oğuz, Bilge, Emre, Ilgın, Okyanus vardı. Kalan birkaç kişiyi henüz tanımıyordum. Bizim geldiğimizi fark eden Cemre ayaklandı ve bana yaklaştı. Yanına vardığımda bana sıkıca sarıldı. Uzaklaşıp dikkatlice beni inceledi.

"Kıyafetlerin güzel duracağını biliyordum ama tahminimden de güzel." Güldüm. "Abartma altı üstü bir eşofman." Cemre alınmış gibi yaptı.

"Altı üstü mü? Çok uğraştım onları seçerken." Gülmeye başladı. "Hadi yerleşin, biz de sizi bekliyorduk." Boş yerlerden birine, Emre'nin yanına oturdum. Diğer yanıma ise Barış oturdu. Bizim de gelmemizle masaya yemek servisi başladı. Herkes kendi halinde sohbet ediyor, bir yandan yemekleri bekliyordu.

Yemek boyunca herkesle sohbet etmiş, ekibimdeki herkesle tanışmıştım. Emre ve Batu benimle birlikte robotların yazılımında görevliydi. İkisi de eğlenceli ve sorumlu insanlara benziyordu. Emre daha çok esprili ve her şeyi dalgaya vuran bir karaktere sahipken Batu daha ciddi bir karaktere sahipti. Karakter olarak zıt oldukları gibi görünüş olarak da oldukça zıtlardı. Emre siyah saçlara ve siya gözlere sahipken Batu sarı saçlara ve mavi gözlere sahipti.

Ordunun iksirleri ve ilaçları ile ilgilenen Bilge vardı. Uzun siyah saçları ve gri gözleri ile gizemli bir havaya sahipti. Uzun boyu ve güzel fiziği ilgi uyandırıyordu. İksirler ve sihirler konusunda çok bilgiliydi. Benim tedavimde de birçok kez onun iksirlerini kullanmışlardı. Şu an göğsümde kocaman bir yara izi olmamasının sebebi Bilge'nin iksirleriydi.

Cemre ve Oğuz birbirleri için yaratılmış iki insandı. Zaten her zaman birlikte çalışıyorlardı. Oğuz her zaman Cemre'nin gözlerinin içine bakıyordu. Böyle bir sevgiye şahit olmak insanın kalbine dokunuyordu.

Ilgın herkesten uzakta kalmayı seçiyordu. Sarı uzun saçları ve bir vampir kadar beyaz olan teni ile soğuk bir görünüme sahipti. Çok fazla konuşmuyordu, gözlemleme taraftarıydı. Konuştuğu zaman genelde insanları iğneliyordu. Orduda nasıl bir görevi olduğunu henüz anlamamıştım.

Barış'ın kardeşi Okyanus, Barış'a çok benziyordu. Tek fark saçları daha açık kahveydi ve daha kısaydı.

Barış ile terasta olanları konuşmak istemediğim için Barış ile yalnız kalmaktan kaçınmıştım. İçten içe merak ettiğini biliyordum, kim olsa merak ederdi. Fakat bu sohbeti başlatmak gibi bir niyetim yoktu.

Bir gün içinde bu kadar çok insanla tanışmak ve bir anksiyete atağı benim için fazlaydı. O yüzden yemekten erken ayrılmış evime çekilmiştim. Kanepeye kıvrılıp boş gözlerle televizyona bakıyordum. Uykum vardı ama yatağıma gidecek gücüm yoktu. Gözlerimi kapatıp televizyonun sesi eşliğinde uykuya daldım.

Loading...
0%