@minasotaa
|
Hikâyeye hoş geldiniz... Yalan yok; bu hikâyede, kendinize ait duygular bulacaksınız. İyi okumalar dilerim. * İki sene önce, ağlayarak geldiğim şehre, bu yıl da heyecanlı bir şekilde iniş yapmıştım. İniş diyince uçak gibi anlaşılmış olabilir ama 6 saatlik yol için bu lüksüm henüz yoktu ne yazık ki. Otogara ayak basar basmaz aile grubumuza mesaj atmıştım. -Geldim... Yurda geçeceğim. Sizi seviyorum:) 23 yaşındaydım ve evet, hâlâ aileme nerede ne yaptığımı bildiriyorum. Kiminize göre garip gelebilir tabi ama ben halimden gayet memnundum. Ana kuzusu olarak nitelendirilmiş olabilirim şuan, öyle hissettim sanki. Ama yıllardır ailesinden ayrılmamış bir insansanız ve sizi her zaman destekliyorlarsa; telaşlandırmaktansa minik bir mesaj atıyordunuz işte. Demiştim ya iki sene önce ağlayarak gelmiştim diye. İlk kez ayrılıyordum onlardan. Lise bittikten sonra 2 yıl da mezuna kalınca daha da bağlanmıştım onlara. Kocaman kız da olsanız, sonuçta hâlâ çocuktunuz. Şükür ki çok uzak diyarlardan kalkıp gelmemiştim.(6 saat hiçbir şey bence. 15-16 saatlik yoldan gelenleri biliyorum) Ama zor gelmişti işte ilk zamanlar. Burnumu çeke çeke yurduma gitmiştim. Odaya girince hissettiğim soğuk yalnızlıkla tekrar başlamıştım ağlamaya. Şaka yapmıyorum, akşama kadar... En son pilim bitmiş uyuyakalmışım. Işığın yanmasıyla uyanmıştım. Ben gibi, burnu kıpkırmızı bir garip daha. Ama bu sefer ağlamadım. Olgunlaşmıştım. Ciddiyim, saatlerce ağlamakla direkt hamdım-piştim-yandım seviyesinin en üstüne çıkmıştım. Bu sayede karşımda ağlayan kızı teselli etmiş ve tek gözyaşı dökmemiştim. En azından onun yanında. "Hoş geldin minik serçe..." İyi insan da lafının üstüne gelirmiş. Lakabımın hakkını vererek seke seke Demet'in yanına vardım. Sımsıkı sarıldık birbirimize. İki yıldır bu şehri sevdiren nadide insanların başında gelirdi kendisi. Biricik oda arkadaşımdı. "Çok özledim..." "Ben de..." Sarılma faslından sonra metroya doğru yola koyulduk. Sık sık telefonla görüşmüştük ancak yine de konuşacak çokça şey birikmişti. Ah ne olurdu sanki yaşadığımız şehirler yakın olsaydı. Haftada bir gelir giderdik birbirimize. "Çok güzel yemekler getirdim Meyra. Bugün akşam yemeğin benden ona göre." dediğinde Demet'e valizimi gösterdim. "Sen burada sadece kıyafet falan mı var sanıyorsun? Asıl akşam yemeği benden." İki ayrı bölgeden olunca yemeklerimiz de her sene ziyafete dönüşüyordu. İki kişi kaldığımız için bu ziyafet anca 3-4 güne bitiyordu oraı ayrı mesele. Yurda nihayet gelmiştik. Her zaman ilk girişte bir garip geliyordu ama hızla alışıyordum. Aynı şey buradan eve gidince de oluyordu. Yadırgama durumları işte. "Sen dinlen biraz, ben yürüyüşe çıkıp oradan spora geçeceğim. Akşam görüşürüz serçecik." Demet'e, yattığım yerden el sallayıp olduğum gibi uykuya dalmıştım. Gece yolculuğu yapmıştım ama bu sefer hiç uyuyamamıştım. Gözümden gerçek anlamda uyku akıyordu sanki. Demet de dün gelmişti ama ortamını kurmuştu hemen. Sporcuydu ve benden iki yaş küçük olmasına rağmen, daha iri duruyordu. O yüzden "minik serçe" adını takmıştı bana. Hoşuma da gidiyordu. Sanki olgunluğumun içinde yer alan çocuğu hatırlatıyordu bana. Öyle güzel uyumuştum ki telefon çalmasa daha da devam ederdim. Arayan babamdı. -Ne yaptın kızım yerleştin mi? -Yok babam, uyumuşum... Yaklaşık yarım saat konuştuktan sonra telefonu kapatmıştım. Babamla başlayan konuşma sırasıyla annem ve küçük kardeşim Leyla ile devam etmişti. En çok ondan ayrılmak zor gelirdi. Çünkü daha 5 yaşındaydı. Elimde büyümüştü. Her şeyimdi... "Uyandın mı?" diyerek giriş yapan Demet'e başımı salladım. Esneyerek yataktan kalkınca karnımda çalan ziller devreye girmişti. "Hadi o kutsal ziyafeti verelim artık!" diye bağırınca, Demet de tabi ki alkışla kabul etti bunu. Öncesinde o; hızla bir duşa girerken ben de nevresim ve dolap silme işlemini halletmiştim. Baktım hâlâ çıkmıyor sofrayı da ben kurayım dedim. Dolaptan getirdiği şeylerle birlikte benim valizdekileri çıkardım. Sarma, kuru patlıcan dolması, çörekler ve börekler derken harika bir sofra olmuştu. "Kafeye mi gitsek yemekten sonra? Çay içeriz, müzik dinleriz..." "Olur. Hızlı başladık desene." dedim gülerek. Demet yıl içinde sürekli aynı teklifle dürterdi beni. Çoğu zaman kabul ederdim çünkü şanslıydık ki kafeler yakındı yurdumuza. Çıkar arada kafa dinlerdik. "Ama önce eşyalarını yerleştirelim. Geçe kalmasın." Ağzım dolu olduğu için kafamı sallayarak onayladım. İşime gelirdi yardım etmesi. Dağınıklığım falan yoktu ama bir tık tembeldim kendimle ilgili konularda. Belki bir kaç gün valizde dururdu kıyafetler... "Ay bu çok güzelmiş. Kışın mutlaka giy bunu." Demet'in elinde tuttuğu kazak elbisemi ben de seviyordum. Özellikle çizmelerle efsane oluyordu. Onu da askılığa yerleştirdim. İllaki giyilecek bir günü vardı onunda. Nihayet işleri bitirip hazırlandık ve yurttan çıkış yaptık. Yediklerimizi birazcık eritebilmek adına önce caddeyi turlamıştık bir saat kadar. Sonrasında müziğin bizi en çok çektiği kafeye giriş yaptık. Sohbet, muhabbet, müzik eşliğinde çayımızı içiyorduk ki kapıdan giren kişiye gözlerim takılmıştı. Yüzümün sıcakladığını hissediyordum ama emin olmak adına daha iyi bakmıştım. Oydu... "Ne oldu kız?" dediğinde Demet'e döndüm. Ama bu sefer o bakmaya başlamıştı. "Tanıyor musun? Kim? Eski sevgilin falan mı yoksa?" Heyecanlı heyecanlı gelince elimi uzatmıştım yüzüne dursun diye. Bu biraz da kendimi sakinleştirmek adınaydı. Çayımdan bir yudum alırken bir kez daha bakmıştım. Yan masamızdaydı. O kadar acemice bakmıştım ki direkt göz göze gelmiştik. İşte o an bütün vücudum kaynar suyun içine girip çıkmıştı. "Meyra?" Adımı söylediğinde ne hissetmem gerektiğini bilememiştim. Nefret mi, değildi. Özlem mi, o hiç değildi. Yapmacık bir gülümsemeyle karşılık vermiştim. Masadan kalkınca otomatik ben de kalkmıştım. Selamlaşıp kafamızı tokuşturunca ne bu samimiyet diye düşünmüştüm. O umursamaz olabilirdi, hep öyleydi ama ben neden ağırlığımı takınmamıştım ki? "Demet, oda arkadaşım." dedim ne yapacağımı bilmeden.Ama heyecandan değildi bu durum. Fazlasıyla rahatsız olmuştum. "Utku." derken uzaktan selamlaşmışlardı. Ardından o da sonradan hatırlamış gibi yanındaki arkadaşını gösterdi. "Meyra... Selim. Oda arkadaşım." Klâsik bir selamlaşmanın ardından herkes yerlerine oturmuştu. Özellikle Selim'e bakmamaya özen gösteriyordum. Hiçbir şey anlamadığı her halinden belli oluyordu zaten. Dibimizde oldukları için neredeyse aynı masada oturuyoruz gibi bir durum olmuştu. Bunun üstüne garson gelmiş ve hiç bekletmeden, sorma tenezzülünde bile bulunmadan masaları şak diye birleştirmişti. Harika... "Ne işin var buralarda? Okul bitmedi mi, çalışıyor musun yoksa?" İçimden ciddi ciddi bunu soruyor mu diye düşündüm. Umut, benim iki yıl mezuna bırakma sebebimdi. Aynı yeri, aynı bölümü kazanacağız diye puanımı hiçe sayıp tutmasına rağmen gitmemiştim şimdiki okuduğum yere. Sırf o kendini geliştirsin ve tuttursun diye. Evet aptaldım. Bunca fedakârlığın sonu ne mi oldu? İki yılın sonunda; liseyi beraber okuduğum ve tam 6 yıldır sevgilim olan bu beyefendi, biranda bu bölümü istemediğini ve edebiyat yazacağını söyledi. Yazdı da... Ben de iki yıldır tuttuğu hâlde gitmediğim Türkçe öğretmenliğine geldim. Hayatımın en büyük aptallığını yapmıştım. Değer miydi, asla. Ama şimdi dışarıdan bir göz olarak bunu söyleyebiliyorum. Beraberken bu yaptığım hiçbir şey gibi geliyordu. Şimdi böyle bir durumun içinde olsam yapmayacağımı biliyordum. Çünkü kimse için kendimden taviz vermemem gerektiğini kavrayabilmiştim. Sonra ne oldu diyeceksiniz; tabi ki bitti her şey. Ve tuhaf bir şekilde sanki o altı yıl hiç yaşanmamış gibi hayatıma devam etmiştim. İlişkime bağlıydım, mutluydum ama tek bir durumla bıçak gibi kesip atmıştım.Utku'nun yaptığı şey aldatmaktı. Aldatmak sadece üçüncü bir insanla olmuyordu. Edebîyat yazacağını öğrendiğim gün her şey bitmişti. O günden sonra da -bugüne kadar- bir an dâhi görmemiştim onu. Hani bir söz vardır ya; kadar çizginizden, hayatınızdan çıkan insanı, burnunuzun dibinde olsa dâhi görmezsiniz. Çünkü hikayeniz bitmiştir diye. Aynı apartmanda alt üst oturmamamıza rağmen iki yıl boyunca bir kere bile görmemiştim. Belki yanından geçip gitmiştim ama hissetmemiştim. Şimdi niye gelmişti ki hayatımda bile yokken? diye düşünmüştüm. Gerçi tekrardan hayatıma almadıktan sonra bunun da önemi yoktu. "Okuyorum... Türkçe öğretmenliğinde, yıllardır istediğim bölümde. Bilirsin." dedim umursamayarak. Daha fazla boş muhabbet etmenin de anlamı yoktu zaten. Belli ki en ufak bir utanma, mahcubiyet duygusu da yoktu. Sorduğu sorudan belliydi ki buna devam etmesine izin vermeyecektim. "Kalkalım mı?" dedim Demet'e dönerek. Elbette ikiletmeden kalktı. Ona Utku'dan hiç bahsetmemiştim. Ama anlamıştı ters durumlar olduğunu. Hiçbir şey söylemeden masadan kalktım. Selim'e son bir bakış atıp kasaya geçip ödememizi yaptık ve hızla oradan ayrıldık. Dışarı çıkınca hafif bir ayaz yüzüme tokat gibi çarpmıştı. Bu şehir böyleydi işte. Hatırlatıyordu insanı kendine. "Anlatmak ister misin?" "Önemsiz bir şey ama sana hayır diyemeyeceğimi biliyorsun." Yurda gidene kadar özet şekilde anlatmıştım her şeyi. Ağzı açık dinlemişti. Akla mantığa pek uyan bir durum değildi tabi. Belki de aklı başında ve olgun gibi görünen birisinin nasıl bunu kendine yaptığına şaşıyordu. "Olsun..." Dedi en sonunda. "Hatta iyi olmuş böyle olması." diyince, yolun ortasında durup anlamsızca yüzüne baktım. Genelde aynı düşündüğümüz için burada ayrı düşmek garibime gitmişti. Ya karşı tarafı kötüleyebilirdi ya da bana sen de çok safmışsın imasında bulunabilirdi. Bunlar beklediğim tepkilerdi. Ama cümleye "iyi olmuş" diye başlamasını beklemiyordum o an. "Nasıl yani?" diyebildim tek kaşımı kaldırarak. Herhalde o insanla zaten olmazmış gibi bir cümle kuracaktı. Yoldan geçen insanlar; ayaklarının altında duruyormuşuz gibi garip garip bakmaya başlayınca, kolundan tutup biraz kenara çekmiştim aynı zamanda. "Eğer o iki yıl yaşanmamış olsaydı. Senle ben belki de hiç tanışmayacaktık. Aslında bu olayı yaşaman; iki yıl geç başlamanı sağladı ve bizim tanışabildik. Hiçbir şey sebepsiz değildir." O kadar masumiyetle söylemişti ki bir yandan gülerken bir yandan da sımsıkı sarılmıştım. Söylediği cümle o kadar doğruydu ki.. Hiçbir şey sebepsiz değildi. Her şey gerçekleşeceği zamanı beklerdi. "Pardon." Adamın biri biranda o kadar sert çarpmıştı ki omzuma; dönüp kim diye bile bakamamıştım. Belli ki acelesi vardı ama etrafına da dikkat et be adam! diye homurdanmaktan kendimi alamamıştım. Koşarak geldiği gibi kaybolmuştu. "Hödük ya! İyi misin serçe?" "İyiyim iyiyim... Hadi gidelim artık." dedim alelacele. Bugün fazlasıyla uzun olmuştu. Unutmak için yarım kalan uykuma devam etmeliydim.
* *
|
0% |