@minhoossaskim
|
(...) Gece gök gürültüleri ve çığlıklarla ansızın uyandım, aceleyle kalktım yataktan. Kuzeyliler yine mi saldırıyor diye düşündüm ama hayır, bu ses direk üst kattan çocuğun olduğu odadan geliyordu. Çıktım odadan. Diğerleri de kalkmış kapının önünde toplanmışlardı. -Hyung içeride ağlıyor, sen gelmeden dokunmayalım dedik de korktu her halde, diye bir açıklamada bulundu Changbin. Gerçekten de dolabın olduğu yere zaten küçük bedeniyle iyice küçülmüş, elleriyle kulaklarını kapatıp ağlıyordu. Normalde olsa ağlayan birisini rahatsız etmekten hoşlanmam ama daha fazla dayanamadım ağlamasına. Odaya girdim ve onu ürkütmemeye çalışarak yaklaştım yanına. Dokunduğum anda irkilmiş, çığlık atmıştı. Ellerimin yanında küçücük kalan ellerini sıkı sıkı tuttum. Sakinleşmiş gibiydi, güvendiği birisinin ona dokunması kendini güvende hissettiriyordu herhalde. Hala kanlar içinde olan başını omzuma gömdüm. Kapının girişine baktığımda diğerlerinin bizi yalnız bıraktıklarını fark ettim. Gerçekten de duygudaşlık duyguları oldukça mükemmeldi. İyi ki onlara sahibim diye düşündüm her zaman yaptığım gibi. Öncekilerden tek farkı bu sefer omzumda savaşın mağduru olan masum bir gencin ağlıyor olmasıydı. Bunun gibi bir sürü insanın daha olduğunu düşünmek daha çok hırpaladı beni. Çocuk omzuma gözyaşları döktükçe daha çok anladım savaşın berbatlığını. Çocuk iyice sakinleşmiş, titremeyi bırakmıştı artık. Rahatsız etmeden yaklaşık bir saat boyunca durdum orada. Saçlarındaki, yüzündeki, üstündeki kurumuş kanlar gözyaşlarıyla tekrar ıslanmış, üstümü kızıllıklara boyamıştı. Ellerimi dizlerinin altına yerleştirdim ve kaldırdım yavaşça. Hareketlenmeye başlamış ama uyanmamıştı masum çocuk. Yatağına yatırdım tekrar. Küçük bir bebek gibi sardım yorgana. Aldığım bezi ıslatıp yüzündeki kanları sildim, bir bebeği yıkar gibi. Hafif mırıltılar çıkıyordu ağzından, ne dediği anlaşılamayan. Yüz siması o kadar masumdu ki. Bir bebek gibi aynı, yeni doğmuş bir bebek gibi. Ailesi yaşıyor olabilir mi diye düşündüm bir an. Ya yaşıyorsa, ya onlarda ölmediyse? Herkesi öldürdükten sonra onu neden öldürmemişlerdi o zaman? O nasıl kurtulmuştu bu vahşetten. Sabaha kadar aklımda bin bir soru, düşünüp durdum bunları. Gün ağarmaya başladığında çıktım odadan. Yarbayın yanına gitmemiz gerekiyordu bugün. Çocuğun yanımızda kalıp kalmayacağı ona bağlıydı. Odadan çıktığımda herkes kalkmış salonda toplanmışlardı.
Hyunjin: -Hyung yarbay haber göndermiş, bizi yanına çağırıyor.
Han: -Hyung çocuk napıyor, uyuyor mu? -Evet, uyuyor. Onu burada mı bırakacağız.
Lix: -Ben yanında dururum hyung. Gidin siz yarbayın yanına. Başımla onayladım Lix’i. Başka çaremiz yoktu da zaten. Felix’i orada bırakıp altımız gittik karargâha. Genelkurmay Min Yoongi kapıda bekliyordu bizi. -Chris, bizde sizi bekliyorduk. Gelin yarbay içeride, diye normalde olduğundan daha nazik bir tavırla davet etti içeriye. Girdiğimizde yarbay oturmuş önündeki yığınla sayfaları inceliyordu. Bizi görünce kafasını sayfalardan kaldırmış oldukça ciddi bir tavırla başıyla selam vermişti. -Gelin çocuklar, bahsettiğiniz çocuk nerede, diye sordu yarbay. -Evdeydi komutanım, diye cevap verdi Hyunjin. -Üsteğmen, durumun kan dondurucu gerçeğini biliyorsunuz. Gün geçtikçe daha çok kasaba yağmalanıyor. Türklerden gelen yardımlar bizi bir süre ayakta tutar ama her an karşılık veremeyeceğimiz bir saldırı olabilir. Ve siz bu vahşete rağmen bir çocuğa bakmayı mı istiyorsunuz. Bırakın bakmayı 20 yaşını geçmemesine rağmen onu orduya almamız bile gereke- … Yarbayın sözü birden bir çığlık ve art arda atılan bombalarla kesildi. Hepimiz yerlere attık kendimizi. Dışarıdan sürekli bir ağlama sesleri geliyordu. O seslerin arasında oldukça tanıdık gelen o ses geldi kulağıma. Kaldırdım kafamı, diğerlerinin bağırışlarını dinlemeden attım kendimi dışarı. Onlarca askerin arasından onu buldu gözlerim. Bir kenarda kulaklarını kapatmış, ağlıyordu. Nasıl gelmişti buraya, Lix neredeydi? Koşarak giderken omzumda bir sızı hissettim birden bire. Oldukça büyük bir acı. Yere kapaklandım birden kulaklarım çınladı, sesler ve renkler soluklaştı. Yanımda o çocuğu gördüm. Ağlarken, haykırırken. Duyamıyordum çağırışlarını ama hissedebiliyordum. Kapandı yavaşça bilincim. Duyamadan, göremeden, hissedemeden. . . . Omzunda bir acı vardı. Yakıcı ve uyuşturucu bir acı. Gözlerim açıldığında gördüğüm ilk şey ağlamaktan gözlerindeki damarları patlamış, başucumda duvarı izleyen o çocuktu. Ağzımdan hafif mırıltılar çıktığında yedisinin de yüzü bana dönmüştü. Gözlerindeki kızıl damarlara rağmen öyle mutlu bir şekilde baktı ki bana. Şu ana kadar dünyada gördüğüm en güzel gözler olduğuna kanaat getirdim. Bebekler gibiydi aynı. Belki bu “bebek” sıfatına fazla taktığımı düşünebilirsiniz. Ama hayır, o tam anlamıyla bir bebek gibiydi. Küçücük elleri, bedeni, yüzü… Yeni doğmuş bir bebek kadar masum ve günahsızdı o. Changbin neden dışarıya çıktığım için beni azarlarken kestim birden lafını. Çocuğa dönerek: -Senin adın Lee Know olsun, dedim. Sonuçta konuşmuyordu ve bu yüzden adını da bilmiyorduk. Kanlı gözleri evrenin içindeki tüm galaksileri içinde barındırıyormuşçasına parladı. Diğerleri ne alaka diye bakarken açıkladım onlar için: -Yani sen konuşmak istemiyorsun. Bizim hepimiz lakapları var. Senin de adın Lee Know, lakabın da Lino olsun, olur mu? Bir hevesle salladı başını mutlu mutlu. Çok güzel gülüyordu. O gülünce benim de yüzümde istemsiz bir tebessüm oluştu. Kafamı bizimkilere çevirdiğimde onlar da mutluydu. Hem ben iyi olduğum için, hem bunca katliamın ortasında gülebildiğimiz için. ... ayy yb yayınlamamı isteyen herkese çok teşekkür ederim beğenmenize gerçekten çok sevinidim. Bölümleri kontrol etmeden attığım için bir kaç hata olabilir umarım beğenirsiniz. Bu arada uygulama 10 bölüm altını kabul etmiyor o yüzden ya birkaç şey eklicem ya da tamamlanmamış olarak gözükücek haberiniz olsun..(arkadaş arayan varsa benimle olabilirsiniz :)) |
0% |