@mir4yy_
|
Yatağıma yattığımda aklıma hâlâ Isac’in yaptığı şey geliyordu. Bunun yüzünden uyuyamıyordum bile. Bilgisayarımı alıp yatağımda kurcalamaya başladım birkaç mail vardı. Bu maillerden biri Grandua kralından geliyordu. Mektubuma buradan cevap yazmıştı. ‘’Sayın Alex Ella Shiva Delores. Sizin için üzgünüm ama hâlâ bizimlesiniz. Kanıtlarınız yetersiz ve yersiz. Yarınki savaşın iyi geçmesi dileğiyle. İyi günler dilerim. Albert Novemb Grandua’’ İçimden sessiz bir küfür savurarak bilgisayarımı kapattım. Zaten bu adam bana topraklarını teslim etmek zorunda kalsa bile savaşmak zorunda kalacaktım. Sadece kendi istediğim şekilde olacaktı bu. Kimseye yardım göndermek zorunda kalmayacaktım. Yatağıma yatıp üzerimi örttüm. Artık uyumam gerekiyordu yarın zor bir gün olacaktı. * * * Sabah uyanır uyanmaz ilk işim üzerimi değiştirerek saraya gitmek oldu. Savaş hazırlıklarının öğlene kadar bitmesi gerekiyordu. İlk işim cephaneyi kontrol etmek olacaktı. Yeteri kadar silah, mermi, bomba ve acil durum malzemesi olduğundan emin olmam gerekiyordu. Bunun için cephane odasına gittim. Cephane odasının beş bölümü vardı; Silah, Mermi, Sağlık, Yiyecek ve Patlayıcı. Hepsini teker teker kontrol ettim. Sorun yoktu. Şimdi ki işim asker sayımıydı. Bu en kolayıydı çünkü bunu aslında ben yapmıyordum. Syenx isimleri okuyordu, eksik olan kişiler yerineyse yedek askerler yerleştiriliyordu Syenx saymaya başladığında ben bana getirilen ülkeme özel bir içeceği içiyordum. Aslında çok fazla asker vardı, sadece bir araya toplamak gerekiyordu. Bu işimde bittiğinde artık savaş için giyinebilirdim. Önce üzerime siyah dar tişörtümü ve deri pantolonumu giydim. Sonra dirseklerime, göğsüme, boynuma, omzuma ve bacaklarıma kalkanlarımı taktım. Uzun, başlıklı pelerini giydim. Pelerinin başlığında bile kalkan vardı. Aslında çoğu ülke kralları ve kraliçeleri savaşa kendini dâhil etmez. Ama ben onlardan biri değilim. Savaşa girmeyi seviyorum. Tek sorun insanlar artık makineli tüfekler tercih ediyorlar. Ama ben kılıç, hançer ve bıçak kullanmayı seviyorum. Hazır olduğumda sırtımdaki ilk bölmeye kılıcımı yerleştirdim. İkinci bölgeyeyse uzaktan ve tehlike almadan düşmanı yok edebileceğim bir keskin nişancı tüfeği taktım. Pantolonumun hemen kenarındaki ceplerden birine bomba diğerine de sargı attım. Kemerime bıçaklarımı ve tabancamı taktım. Elime de eldivenlerimi geçirdim. Son olarak yüzüme maskemi taktım ve elime makineli tüfeğimi alıp odadan çıktım. Askerlerin gözünde artık bir kraliçe değil suikastçı hatta bir amiraldim. Bana artık daha büyük bir saygıyla bakıyorlardı. Çünkü şuan onların gözünde bir ölüm makinesi konumundaydım. Bazen benim öldürüş sitilim hakkında söylentiler duyuyordum. Bunlarda arada sırada işini tamamen bitirmediğim insanlar, krallarına ya da kraliçelerine anlattığında ortaya çıkıyordu. Onların dediklerine göre eğer karanlıktaysam önce bir çift yeşil göz görüyorlarmış, ardındansa ateş kırmızısı birkaç parıltı oluşuyormuş bu gözlerde. Sonrası ise bir acı ve derin bir karanlık. Eğer aydınlıksa bir gölge oluyormuşum. Rüzgâr gibi hızlı ama buz gibi sakin. Sonra hiç ses çıkarmadan sanki onların kendi gölgesi olarak onlara acıyı ve karanlığı veriyormuşum. Bunları ben değil, ellerimin kanına bile değmesini hak etmemiş insanlar söylüyor. Son olarak kendimi kontrol ettim ve askerlerin olduğu alana gittim. Karşılarına çıktığımda hemen selam pozisyonunu aldılar. Başımı sallayıp normal pozisyona geçmelerini işaret ettim. Bende onlara selam verdim ve savaş için özel olarak hazırlanmış korumalı motora bindim. İlk hedefimiz Soa’ydı. Soa, ülkemin hemen komşusuydu ve benim ülkem küçük bir yerdi. Bizim bulunduğumuz konumsa sınırın sadece iki kilometre ötesindeydi. İki kilometreyi aştıktan sonra önümüzde bir kilometrelik bir sınır vardı. Sonrasındaysa Soa’daydık. Çöl gibi olan bu yer ihtişamını koruyordu. Aslında Soa’yla savaşmayı hiç istemezdim çünkü burada çok fazla çocuk vardı. Gerçi Kral Albert’a söylemiştim. Eğer onlara bir zarar gelirse kendi askerlerimde dâhil herkesi öldürürdüm. Savaş başlamıştı bile. Grandua ve Soa ölesiye çatışıyordu. Motorumdan hızla indim, arkamda askerlerim vardı. Bunun verdiği rahatlıkla Soa askerlerini silahımla vurarak öldürmeye başladım. Silahımdaki susturucu ve ateş gizleyici sayesinde kimse nereden vurduğumu anlayamıyordu. Silahın şarjörü bittiğinde şarjörü değiştirmek yerine tabancama geçtim ve adamları bir hedef tahtasıymış gibi alınlarından teker teker vurdum. Hepsi mermilerimle yere devriliyordu. Bu gün cehenneme yüzlerce insan gidiyordu. Nereden sıktığımı anladıklarında bana sıkmaya başladılar. Onlar şuan sadece savaşan bir asker olduğumu sanıyordu. Rahatlardı çünkü ateşimi görmemişlerdi. Bunu bir süre daha saklayacaktım. Kendimi ilk bulduğum engelin ardına attım. Bundan yararlanarak tabancamın ve diğer silahımın şarjörünü değiştirdim. Ve biraz şov yapmaya karar verdim. Sırtımdan keskin nişancı tüfeğimi çıkartıp dizime dayadım ve dürbünümü ayarlayarak teker teker adamları indirmeye başladım. ‘’Bir…’’ dedim bir askeri tam anlından vurunca. Sonra bir diğer hedefimi buldum. ‘’İki…’’ diye saymaya devam ettim silahımın mermisini yenilerken. ‘’Ve üç.’’ Dedim son mermiyi de kullanarak. Tüfeğimi sırtıma geri taktım ve elime diğer silahımı alarak dışarı çıktım. Ama bu bir hataydı. Mermilerden biti eğer pelerinimdeki zırh olmasaydı kafama denk geliyordu. Sis bombalarından birini bana pusu kurmuş adamın aklını karıştırmak için kullandım. Karşımdaki engele geçermiş gibi yapacak ve adamın arkasına geçecektim. Sis bombasını iki engelin ortasına attım. Adam da bu düşüncemi destekleyerek sisi taramaya başladı. Son hızla adamın arkasına koştum ve bir-iki saniye içerisinde sırtımdaki kılıcı adamın sırtına geçirdim. Adamın suratını kendime çevirdim. Bunu yapmamla beraber adamın üzerime kan fışkırtması bir oldu. ‘’Ah! Lanet olsun!’’ diye dişlerimin arasından inleyerek adamı yere bıraktım. Silahımla başka adamları vurmaya başladım. Bir süreden sonra terapi gibi geliyordu. Adamlar arttık azalmıştı. Grandua askerlerinden bazıları ölmüştü ama cesetlerin çoğu Soa askerlerinindi. Adamların bittiğine emin olduğumda üzerimi silkeledim ve başımı kaldırdığımda bana doğru gelen Kral Albert’ı gördüm. ‘’Gelmeyeceğinizi düşünmüştüm kraliçem.’’ ‘’Şuan ki halimin pek kraliçe olduğunu düşünmüyorum.’’ Dedim suikast giysilerimi göstererek. ‘’Siz ölüm kraliçesisiniz leydim.’’ Bu tarz sözcükler kullanarak aklınca bana yürüyordu. Hızlı bir hamleyle bıçağımı yerinden çıkartıp boynuna doğru tuttum. ‘’Eğer bir daha kraliçem, leydim gibi sözcükler kullanarak yürümeye devam edersen, gram umursamam şu bıçağı boğazına saplarım Albert.’’ Ellerini yukarı kaldırdığında bıçağımı yerine geri taktım ve motoruma geri bindim. Şimdi gideceğimiz yer merkezdi. Merkezdeki savaş benim için daha önemliydi çünkü orada halk vardı. Ve masum kişilere dokunulmasını asla istemiyordum. Merkeze vardığımızda Grandua askerleri ve benim askerlerim, Soa Sarayı etrafında bir hat oluşturmuştu. Sarayın üzerinde Soa askerlerinden oluşan bir çember vardı. Tahmin ettiğim gibi içinde Kraliçe Ahyso vardı. Genç kraliçe ürkmüştü, savaştaki bir diğer masum da bu kadındı. Yaptığı tek şey sakince ülkesini yönetmekti. Sırf bu kadına açılan bir savaşta olmak zorunda olduğum için vicdan azabı çekiyordum. Gerçi bu savaş ülkesinin kaynakları yüzündendi. Kral Grandua aşırı açgözlüydü. Askerlerin arasından geçip en önde durdum. Askerlere elimle bir işaret yaparak silahlarını indirttim. ‘’Kraliçe Ahyso, bu savaş boyunca kesinlikle size ve halkınıza hiçbir zarar verilmeyecektir. Bu savaşı, Grandua’nın sizin kaynaklarınızı istemesi sonucunda oluşmuştur. Sireyn askerleri ve ben sadece Grandua’yla aramızda sözleşme olduğu için burada bulunmaktayız.’’ Kral Grandua’nın sert bakışlarını üzerimde hissettiğimde onu umursamadım. Kraliçe başını salladı ve koşarak sarayına girdi. Peşinden dört asker gitti. Ve ilk mermi Soa askerleri tarafından bize atıldı. Hızlıca kendime ateşten bir kalkan oluşturdum ve silahımı elime aldım. Kalkanı kaldırdığım anda koşmaya başladım. Bir asker tam bana sıkacakken koşarak onun kalkanına zıpladım. Hemen arkasına atladığımda onu vurdum. Başka bir askerin mermilerinden de onun bedenini kullanarak kurtuldum. Silahlarımın mermisi bitiyordu ve yakında sadece keskin nişancı tüfeğim kalacaktı. Yüksek bir yere çıkmalıydım. Yüksek bir yer bulduğumda, ayaklarımın dibine bir sis bombası attım ve rüzgârla kendimi havalandırarak bulduğum yere çıktım. Hızlıca yatarak silahımı hazırladım ve dürbünden bakarak adamları vurmaya başladım. Tam başka bir adama odaklanıyordum ki Grandua askerlerinden birinin masum insanlardan birinin evine bomba fırlattığını gördüm. Çatıdan aşağıya atlayarak ona doğru koştum. ‘’Sen ne yaptığını sanıyorsun!’’ diye gürledim onu boğazından yakaladığım anda. ‘’B-ben özür dilerim.’’ Gözlerinin içi bile titriyordu onu yere ittim ve kara lanetle onu öldürdüm. Bu şekilde ruhu asla rahat kalmayacaktı. Bomba yüzünden yanan eve hızlıca girdim. Bir kadın Soa dilinde yardım istiyordu. Onu bulduğumda kendi çocuğuna sarıldığını gördüm. Deli gibi ağlıyordu. Ona baktığım anda ilk başta korktu ve çocuğuna daha da sıkıca sarıldı. Koluna bir kıymık girmişti ama hâlâ çocuğunu düşünüyordu. Etrafımıza baktığımda hiç pencere olmadığını fark ettim. Bu çok büyük bir sorundu çünkü ateşler etrafımızı sarmıştı. ‘’Kahretsin…’’ diye inledim. Eğer ateşi yeteri kadar kontrol edebilseydim geri çekebilirdim ya da buzu kontrol edebilseydim ateşi dondururdum. Bu haldeyken sadece ben geçebilirdim. Kadın ona zarar vermeyeceğimi anladığında eliyle başka bir odayı gösterdi. Koşarak içeri girdim. Burası bir çocuk odasıydı ve içeride hem bir çocuk vardı hem de bir yangın tüpü vardı. Çocuğu kucağıma alıp yangın tüpüne koştum. Çocuğu annesine teslim edip yangın tüpüyle alevleri söndürmeye başladım. Alevler söndüğünde çocuklardan birini kucağıma aldım ve kadını kaldırdım. Hızlıca etrafımızı saran bir ateş kalkanı oluşturdum. Dışarı çıktığımızda onu da koşturarak başka bir eve girdim. Onları bu evde bırakıp evin etrafına başka bir ateş kalkanı oluşturdum. Tekrar bir çatıya tırmandım. Adamları hızlı hızlı vurmaya devam ettim. Kulağımın yanından bir mermi geçtiğinde karşımda başka bir keskin nişancı olduğunu fark ettim. Onu bulduğum anda kafasına sıkmaya çalıştım ama tam zamanında hareket ettiği için ıskaladım. Başka bir mermiyle onu yaraladım. O daha elini mermi değiştirmek için silaha yaklaştıramadan tam kafasından onu öldürdüm. Bu şekilde hem kendimi hem de askerlerimi korumuş olmuştum. Çatıda sıkılmaya başlamıştım. Aşağı inip mermilerim olmasa bile askerlerle savaşmaya başladım. Onlar silahla, bense kılıçla savaşıyordum. Askerler benim üzerime hızlıca atlıyordu. Kılıçla savaşmaktan kurtulmam gerekiyordu. Hızlıca bir askeri kılıcımla son kez öldürüp, o askerin silahını ve cebinde ki mermileri aldım. Bir asker tam arkadan üzerime atlayacakken hızla ona döndüm ve onu vurdum. Yavaş yavaş savaş uçakları üzerimizden uçmaya başlamıştı. Hepsi benim teknolojimdi ama hiç birini hareket hâlinde görmemiştim. Hepsi teker teker özel üretim olan füzeleri ve bombaları askerlerin üzerine bırakıyordu. Evlere ve saraya önceden de söylediğim gibi asla zarar gelmeyecekti. Fakat başka bir terslik oldu. Evet, savaş pilotlarım hiçbir eve zarar vermemişti ama onlara saldıran başka uçaklar vardı ve bunlar Carvea’nin uçaklarıydı. Onların müttefik olduğundan haberim yoktu. Uçaklardan biri evlerin olduğu bölüme düştüğünde neredeyse sinirden kendimi kaybedecektim. Kendi kendime peş peşe hatırlatmaya başladım; Savaşta duyguya yer yok… Savaşta duyguya yer yok… Sakin kal, kontrol hâlâ sende. Beynimi toplayıp düşünmeye başladım. Eğer askerleri burada bırakıp gidersem orada olan masum insanları kurtarabilirdim. Ama bu sefer de başka uçaklar üzerime düşebilirdi. Yine de hem askerlerime hem pilotlarıma güveniyordum. Koşarak motoruma atladım ve maskemdeki telsizden konuştum, ‘’Savaş pilotları ben Amiral Alex. Gökyüzünde olan savaşta ilk düşen uçağın bulunduğu konuma gitmek üzereyim. Savaşırken lütfen buna dikkat edin. Uçağınız düşerken başka konuma kendinizi çekin.’’ Motorla uçağın düştüğü yere hızla gittim. Motor kalkanlı olduğundan rahatça motoru yere bıraktım. İnsanların çığlıkları beni daha da delirtiyordu. Bana en yakın eve girdim burada birileri yoktu. Başka bir eve girdim. Burada sadece bir tane küçük bebek vardı. Deliler gibi ağlıyordu. Alevlerin arasına girip onu oradan çıkarttım. Gözlerimin içine baktığı anda kendimi daha değişik hissettim. Kucağıma aldığım anda bile sakinleşmiş olan bu bebeği hızlıca oradan koşarak uzaklaştırdım. Uygun bir alan bulduğumda Kurtlar Diyarı’nın portalını açıp bir kurt çağırım. Nasıl aslanlar kaplanlar yani kedigiller Sera’nın soyundansa ve onları Sera yönetiyorsa, bende köpekgillerdendim ve onları yönetiyordum. Kurt geldi ve bebeğin etrafında sarılıp onu korumaya başladı. Bunu gördüğümde tekrar aynı alana gittim. Tam başka bir eve giriyordum ki bir asker karşıma çıktı. Daha doğrusu başka bir suikastçı. ‘’Vay vay… Alex; insanlığın koruyucusu insanları kurtarıyor. Ailen insan değil miydi Alex?’’ ‘’Sen beş yaşındayken kılıç kullanabiliyor muydun?’’ Bunu dememle beraber birden yüz ifadesi değişti. ‘’En azından ailemi yok etmiyordum.’’ ‘’Bunu benim yaptığım üzerine kimsenin bir delili yok.’’ ‘’Ateş gücün o gün çıktı. Hadi ama sende biliyorsun, ateş en tehlikeli güç ve sen sadece ateş gücüne sahip değilsin, sen ateşin ya kendisisin.’’ Bir yandan haklıydı ben ateştim. ‘’Sinirlerimi bozuyorsun. Hem sen de kimsin?’’ ‘’Simbla. Carvea’nin en büyük suikastçısı. Bilmemene şaşırdım doğrsu.’’ Zamanım daralıyordu. ‘’Yolumdan çekil onları kurtarmalıyım Simbla.’’ ‘’Merak etme ben seni hallettikten sonra ben kendim de kurtarırım.’’ Tam o sırada başka bir ses konuştu; ‘’Sen mi onu öldüreceksin yoksa ben mi seni?’’ |
0% |