@mir4yy_
|
Beni gören Şövalye hemen arkadaşlarına döndü ve ben o sırada masaya elime gelen ilk parayı masaya bıraktım. Edyth’i hemen tutup dışarı çıktım. En yakın dükkâna hem Edyth’i hem de kendimi attığım anda derin bir nefes aldım. ‘’Onlar kimdi Alex?’’ ‘’Kara Ruh Şövalyeleri. Benim peşimdeler senelerdir.’’ Dedim sessizce. Sürekli onların gelip gelmediğini kontrol ediyordum. David Abim’in gelip gelmediğine baktım. Arabasıyla Beyaz Taç’ın önündeydi. Edyth’i tekrar tutup arabaya kadar koşturdum. ‘’Dav, bu Edyth. Sana devamını anlatırım. Şuan beni arayan şövalyeler var. Eve gidin, gelmeye çalışacağım.’’ ‘’Tamam, ama-‘’ dediği anda arabanın kapısını kapattım ve motoruma koşup kaskımı taktım. Kara Şövalyeler ben fark etmişti ve üzerime doğru geliyorlardı. Motorumu çalıştırıp hızlıca onlardan uzaklaşmaya başladım. Motor o kadar hızlıydı ki yanımdan geçen arabaların sesi bir vızıltı gibiydi. Yaklaşık yarım saat sonunda eve varmıştım. Yorucu bir gün olmuştu; savaş, Kara Ruh Şövalyeleri, Edyth… Ve şimdiyse bahçede çimlere yatmış ayı ve yıldızları izliyordum. Sessizlik bana iyi geliyordu. Daha iyi düşünüyordum. Başımı hemen yanımda duran silahlarıma çevirdim. Üzerlerinde hâlâ kan vardı. Bazen kendi ellerimi de böyle kanlı görüyordum. O kadar çok insan öldürmüştüm ki… Onların ruhları bir süre sonra beni rahatsız ediyordu. Ama pes edemezdim. Ailemdeki herkesi bulmam gerekiyordu. Onları kurtarmam gerekiyordu. Ama en çok annemi istiyordum. Onun o asla hatırlayamadığım kokusunu almak, bilmediğim sesini duymak istiyordum. Gözlerine fotoğraftan değil de gerçekten bakmak istiyordum. Onunla saatlerce konuşmak, beraber gülmek ya da sessizce durmak istiyordum. Saçma olabilir belki ama ben onunla kavga bile etmek istiyordum. Benim yaşımdaki her kızın annesiyle yaptığı şeyleri istiyordum. Ona sarılmayı bekliyordum. Solumda hissettiğim hareketle o tarafa baktım. David Abim gelmişti. ‘’Ne düşünüyorsun?’’ dedi sakince. ‘’Annemi.’’ ‘’İstersen sana biraz onu anlatabilirim.’’ ‘’Olur.’’ Dedim biraz daha ona yanaşarak. Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. ‘’Annem biraz değişik bir insandı. Onu anlaması zordu ama en iyi yanlarından biriydi bu. Birkaç dil biliyordu. Bize de öğretmeye çalışıyordu. Seni çok seviyordu,’’ dediğinde gülümsediğini hissettim. ‘’Sana her baktığında yeşil gözleri aşkla parlıyordu. Sen her korktuğunda sana şarkı söylerdi. Ve sen her seferinde susardın. Biz söyleyince susmuyordun ama annem her söylediğinde bir büyü yapılmış gibi susuyordun. Mucize gibiydi.’’ ‘’O nasıl kokuyordu?’’ İstemeden sesim titremişti. ‘’Yağmur yağınca topraktan bir koku çıkar ya. Aynı öyleydi. Aynısı sende de var Alex.’’ İkimizde sustuk. Sonra sessizliğimizi yavaş yavaş gökyüzünden düşmeye başlayan yağmur damlaları bozdu. Küçük yağmur damlalarının altında ıslanıyorduk ve o büyülü koku yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Kokuyu iyice içime çektim. ‘’Hadi içeri gidelim hasta olma.’’ Dedi Davi kalkarken. Onunla beraber bende ayağa kalktım ve silahlarımı alarak eve girdim. Edyth içeride bulduğu bir kitabı okuyordu. Athen yine ortalıklarda yoktu. ‘’Edyth gel sana kıyafet bulalım.’’ Dedim gülümseyerek. ‘’Başını salladı ve ayağa kalkıp beni takip etmeye başladı. Yukarı çıkıp odama gittik. Odaya girdiğimizde yatağıma oturdu ve bende silahlarımı yere bırakıp dolabımı açtım. Belden bağlamalı bir şort bulduğumda yatağımın üzerine koydum. Sonra rastgele bir tişört aldım ve onu da şortun yanına koydum. ‘’Bunlar sana olur değil mi?’’ ‘’Olur, teşekkürler.’’ ‘’İstersen duş alabilirsin. Sana yardımcı da olabilirim.’’ Başını salladığında ona banyonun yerini gösterdim. Küveti suyla doldurup utanmaması için iyice köpürttüm. ‘’Sen hazırlanıp suyun içine gir. Hazır olduğunda beni çağır bende o sırada üzerimi değiştiririm. ‘’ Başını salladığında dolabımın yanında geri döndüm ve kendime bir pijama takımı çıkarttım. Üzerimi hızlıca değiştirip saçlarımı açtım ve taradım. Sonra beni rahatsız etmeyen bir topuz yaptım. Edyth hazır olduğunu söylediğinde odamda duran bir tabureyi alıp yanına gittim. Hemen arkasına oturup saçlarını ıslattım. Saçlarının bazı kısımları yangından olan hasarla yanmıştı ve saçları beyaz olduğundan çok belli oluyordu. ‘’Edyth saçlarını biraz kesmemiz gerek.’’ ‘’Sorun yok çok uzamışlardı zaten.’’ Sesi bunu hiç istemiyormuş gibi çıkıyordu. Ama yine de onun saçlarını biraz kesmeliydim. ‘’Merak etme çok kesmeyeceğim hem sana perçemde keseriz çok yakışır.’’ Dedim gülümseyerek ve içeriden makası aldım. Saçlarından biraz kestim. Şimdi daha iyi duruyorlardı. Duş işimiz bittiğinde ona bir havlu verdim ve odadan çıkıp ona bir yatak ayarlamak için bana en yakın odaya girdim. Yatağını hazırlayıp yiyecek bir şeyler bulma umuduyla mutfağa indim. Myron ordaydı. Geldiğimi fark etmemişti. Arkasından yaklaşıp saçlarını elimle karıştırdım. Hemen bana döndü ve gülümsedi. ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedim gülümseyerek. ‘’Mantarlı erişte. İster misin?’’ ‘’Çok iyi olur. Ben ne yapayım?’’ ‘’Mantarları yıkayabilirsin.’’ Başımı sallayıp tezgâhta olan mantarları bir kabın içerisinde yıkamaya başladım. İşim bittiğinde tezgâha yaslanıp onu izlemeye koyuldum. Benim onu izlediğimi fark ettiğinde gülümsemeye başladı. ‘’Mantarları yıkadım şef.’’ Dedim onla şakalaşarak. ‘’Teşekkürler çırak. Tavayı yağla şimdi.’’ Sahte bir sinirle kaşlarımı çattım ve tavayı alıp ısıtmaya başladım. ‘’Senin çırağın olabilirim ama benim ülkemdesiniz Myron Bey.’’ Şakayı bir kenara bırakıp bana döndü. ‘’O kadar işin içerisinde nasıl kraliçelik yapabiliyorsun aklım almıyor. Adam öldürüyorsun, aileni arıyorsun, kurtlara ve Yuva’ya yardım ediyorsun birde bunlar yetmezmiş gibi ölmek üzere olan insanları bulup kurtarıyorsun. Bunları nasıl yapıyorsun?’’ dedi hayretler içinde. ‘’Çünkü ben Alex’im. Çabalamam gerek. Hem ben insanlığın koruyucusuyum, insanlara yardım etmem gerek. Kötü insanları öldürürken de aslında inanlara da yardım etmiş oluyorum. Yorucu ama bunları yapmam gerek.’’ ‘’Çünkü sen Alex’sin öyle mi? Bir süre Shiva olsan?’’ Bunu demesiyle durdum. Bana en son Shiva diyen kişi Anais’di. ‘’Shiva da bir süreliğine toprağın altına gitti Myron. Ve ben Anais’in katilini bulana kadar onu ortaya çıkaramam.’’ ‘’Ama Anais de senin mutlu olmanı istemez mi Alex? Kendini gerçekten çok yoruyorsun.’’ ‘’Bu konuyu kapatsak mı Myron?’’ dedim sert bir sesle. ‘’Sen nasıl istersen…’’ Tavayı yağlayıp onu Myron’ın yanına bıraktım. Ve sessizce mutfaktan çıkıp odama gittim. Edyth çoktan aşağı inmişti. Yatağıma geçip yorganı üzerime çektim ve elime rastgele bir kitap aldım. Gelen kitap değildi bir defterdi. Hapishanede olduğum süreç boyunca okuduğum kitaplarda geçen bazı cümleleri yazdığım bir defterdi. Göz gezdirmeye başladım. Sonra bir cümle takıldı gözüme. ‘’Ölümün olduğu bu dünyada, hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında. –Franz Kafka’’ Bu cümlenin etrafında bir sürü gözyaşı damlası vardı. Hatırladığım kadarıyla bunu yazdığım gün Rahé’yi götürmüşlerdi. Ona arada sırada ceza verirlerdi ama genelde çok hafif cezalar olurdu. Ama bu sefer ona elektrik cezası vermişlerdi ve ben çok korkmuştum. Onu öldürdüklerini sanmıştım. Çünkü o kadar uzun bir süre gelmemişti ki… Odamın kapısı çalındığında düşüncelerim bölündü. ‘’Gel.’’ Dedim sakince. Myron gelmişti. Elinde bir tepsi ve iki tabak erişte vardı. Yatağımda yana kayarak ona yer açtım. Yanıma oturup tabaklardan birini bana verdi ve tepsiyi şifonyerimin üzerine bırakıp kendi tabağını aldı. Ben yemeye başlayınca o da yemeye başladı. Yemeği bitince bana döndü. ‘’Özür dilerim Alex.’’ ‘’Ne için?’’ dedim. Oysaki cevabını biliyordum. ‘’Anais’in konusunu birden açmamalıydım.’’ ‘’Sorun yok. Alışmalıyım.’’ ‘’Alışmak zorunda değilsin. Sonuçta sende bir insansın Alex.’’ ‘’Böyle düşünen nadir insanlardan birisin.’’ Dedim buruk bir kıkırdamayla. Başımı yorgunlukla omzuna yasladım. İstemsizce gözlerim kapanıyordu. ‘’İyi geceler insanlığın koruyucusu.’’ Dedi Myron benim gözlerimin kapanmasına saniyeler kala. ‘’İyi geceler mutluluğumun koruyucusu.’’ Dedim zorlukla ve derin bir uykuya daldım. * * * Sabah uyandığımda Myron gitmemişti. Yanımda yatıyordu, nasıl uyuduysak o şekildeydik. Yavaşça onu rahatsız etmeden ayağa kalktım ve tuvalete girip yüzümü yıkadım. Tarağımı alıp saçlarımı taradım. Saçlarımı ensemde atkuyruğu şeklinde topladım. Yatağıma geri döndüğümde Myron çoktan uyanmıştı. ‘’Günaydın.’’ Dedi uykulu sesiyle. ‘’Günaydın. Sen aşağı in bende buraları toplayıp hemen geliyorum.’’ Başını salladı ve odadan kapıyı kapatmadan çıktı. Elimdeki tarak birden yere düştüğünde onu almak için yere eğildim. O anda çok tanıdık bir acı bütün vücudumu kapladı. Sanki kanım donmuş ve bende dona kalmıştım. Başım dönüyordu ve nefes alamıyordum. Bu kara lanet kriziydi. Sesimi bile çıkartamadan yere çöktüm. Canım o kadar yanıyordu ki… Bağıramıyordum ama bağırmam gerekiyordu. Yoksa kimse bunu fark etmezdi. Nefes almaya çalıştıkça sanki kemiklerim organlarıma batıyordu. Beynimde tanımadığım sesler dönüyordu. Tam kalbime saplanan bir acıyla kendi tırnaklarımı avucumun içine geçirdim. ‘’Alex!’’ zorlukla kapıya baktım. Edyth odaya girmişti. Çok korkmuş gözüküyordu. Hızla merdivenlerden David Abim’e seslendi. David Abim koşarak yanımıza geldi. ‘’Edyth, Athen’e söyle iğneyi getirsin!’’ dedi David Abim ve bana tekrar bana döndü. ‘’Nefes al güzelim. Nefes al…’’ dediğini yaparak nefes aldım ama canım o kadar acımıştı ki küçük küçük aldığım nefeslere geri döndüm. David Abim güven vermek istercesine gözlerimin içine baktı. ‘’İyi olacaksın. Dayan.’’ ‘’Canım çok acıyor.’’ Dedim dişlerimi sıkarak. ‘’Biliyorum bir tanem, biliyorum.’’ Athen ve Edyth koşarak odaya girdiler. Athen hemen yanıma çöküp iğnelerden birini koluma yaptı. İğne saniyeler içinde etkisini gösterdi ve üzerime büyük bir rahatlama geldi. Rahat rahat derin nefesler aldım gözlerimi kapatarak. David Abim hemen bana sarıldı ve saçlarımı okşadı. Bu da zaten düşmek üzere olan gözyaşlarımın düşmesini kolaylaştırdı. Hıçkırıklarım odada yankılanmaya başladı. Bu sefer bir öncekinden daha çok korkmuştum. Daha kısa sürmüştü ama canım fazla acımıştı. Kapıda bir gölge fark edince kafamı kaldırıp kapıya baktım. Myron oradaydı ve hem yanıma gelmemişti hem de bana benden nefret edermiş gibi bakıyordu. Üzgün ya da seviyormuş gibi değil. Nefret edermiş gibi bakıyordu. ‘’Myron bana neden öyle bakıyorsun?’’ dedim gözyaşlarımın arasından. David Abim bunu duyunca dönüp Myron’a baktı. ‘’Myron sen iyi misin?’’ diyerek elini ona doğru salladı. ‘’İyiyim her zaman ki bakışım.’’ Dedi. Gerginleşmişti şimdi de. ‘’Bence sen bir hava alıp gel Myron.’’ Dedi Athen birden. Myron başını sallayarak aşağı indi ve gözden kayboldu. David Abim hemen beni elimden tutup ayağa kaldırdı. ‘’Sen biraz daha dinlen.’’ ‘’Gerek yok aşağı inelim. Kahvaltı yaparız.’’ Dedim. ‘’Sen nasıl istersen.’’ Hep beraber aşağı indik. David Abim ve Athen mutfakta yemek hazırlamaya gittiğinde bizde Edyth’le beraber sohbet ettim. Büyük bir patlama sesi duyulana kadar. Sesi duyduğum anda Edyth’i de kendimle beraber çekerek masanın hemen yanına çöktüm. Gerçi bu sahip olduğum yorgunluk hissiyle biraz zor olmuştu ama… ‘’Herkes iyi mi?!’’ diye bağırdı David Abim. ‘’İyiyiz!’’ diye bağırdım. ‘’Ed üst kata çıkmalıyız.’’ Dedim Edyth’e dönerek. Başını salladık ve onu elinden tutarak koştum ve yukarı çıktım. Odama girip asker giysilerimi giydim ve hızlıca silahlarımı aldım. Bunun için bile fazlasıyla güç harcamıştım ve şimdi de savaşmam gerekiyordu. Tekrardan Edyth’i tutarak aşağı indim. ‘’David Abim! Dışarı çıkmalıyız.’’ Dedim hemen diğerlerine ve kendimi dışarı attım. David Abim ve Athen de hemen peşimizden geldi. ‘’Kafamıza bomba düşerse seni vururum!’’ diye arkamdan bağırdı David Abim. ‘’Zaten o sırada ölmüş olacağız! Beni vuramazsın!’’ ‘’Hallederim ben.’’ ‘’Aynen.(!)’’ dedim gülerek. Garajımızda olan korumalı cipe bindik ve ben arabayı sürmeye başladım. Son hızla saraya vardığımızda içeride çok büyük bir kargaşa vardı. Askerler her yerdeydi. ‘’Durum nedir?’’ diye bağırdı herkesin duyabileceği bir şekilde. ‘’Bioluz ve Lionx bize savaş açtı. Şuan sadece Bioluz askerleri sınırlarda ama Lionx yakında yola çıkar.’’ Dedi bir asker hızla. ‘’Yardım olacak bir ülke var mı?’’ ‘’Grandua, Soa savaşında. Ama destek gönderme ihtimalleri yüksek. Onun dışında başka biri yok.’’ Derken Lana yanımız hızla geldi. Konsey üyelerinden biriydi. ‘’Hayır var! Panqua yardıma geliyor. Hatta yanlarında Seawland’in zehir teknolojisiyle geliştirilmiş silahları getiriyorlar.’’ Dedi heyecanla. ‘’Bu çok iyi. Ama yine de birinci kodu etkinleştirin.’’ ‘’Emin misiniz efendim? Bunu kullanmayı hiç istemediğinizden eminim.’’ ‘’Zorundayız Lana.’’ Birinci kod ülke tehlikede olduğunda kullanılan en büyük ve en kapsamlı koddu. Asla kullanmamıştık ve ilk kez şimdi kullanıyorduk. Lana birinci kodu vermeye gittiğinde bende David Abim ve Athen’e silah odasının yerini gösterip bir doktorun odasına gittim. Tüm bunlar olurken Edyth, en güvendiğim komutanlardan biriyleydi. Doktorun odasında doktoru yaklaşık beş dakika boyunca bekledim. ‘’Merhaba.’’ Dedi doktor, içeri girdiğinde. ‘’Merhaba.’’ ‘’Sorun nedir?’’ dedi hemen muayeneye başlayarak. ‘’Aslında pek bir sorun yok. Sadece fazla yorgunum ve savaşmam gerek. Bana hızlı etki edecek, enerjimi yerine getirecek bir şey lazım.’’ ‘’Tamam, size bir iğne yaparım en geç on beş dakikaya etki gösterir. Bu arada yaranız nasıl?’’ ‘’Büyüler sağ olsun. Sadece izi kaldı.’’ ‘’Büyü aslında pek sağlıklı değildir ama siz bilirsiniz.’’ Kenardaki çekmeceden bir şırınga ve tüp çıkarttı. Şırıngayla tüpün içindeki sıvıyı çekti ve omzundan ilacı vurdu. ‘’Geçmiş olsun.’’ Dediğinde ayağa kalktım ve silah odasına gittim. David Abim ve Athen orada değillerdi. Silah odasında bana ait olan eşyaların bulunduğu bölmeye girdim. Yeni bir suikast takımı yerleştirilmişti. Üzerinde de bir not vardı: ‘’Size yakışacağını düşünüyorum. Umarım rahat edersiniz.’’ Kim tarafından gönderildiği yazmıyordu. Pekte umursamadan hızlıca üzerime geçirdim. Vücudu saran bir tulumu vardı. Bu kumaşların pahalı olduğundan adım kadar emindim. Bu kumaş darbelerin gücünü azaltıyordu. Tulumun üzerine geçirmem gereken birkaç zırh vardı. Omuzlarıma yerleştirmem gerekenleri başımın üzerinden geçirerek omzuma taktım. Dirseklerime takmam gerekenleri de taktım ve ellerime de zırhlı eldiveni geçirdim. Göğsümün hemen altına da bir zırhı geçirdim. Bu zırh kalbimin olduğu yeri ve belimi koruyordu. Dizliklerimi de taktım ve pelerinimi takmadan aynaya baktım. Zırhların üzerinde yeni fark ettiğim işlemeler vardı. İşlemelerin bazı yerlerinde kılıçlar ve bazı yerlerindeyse güller vardı. Ellerimle onları hissedebiliyordum. Pelerinimi de alıp üzerime geçirdim. Silahlarımı da yerlerine yerleştirip son olarak maskemi takıp saçlarımı açtım. Pelerinimin başlığını da taktım. Odadan çıkıp sağlam adımlarla sarayın dışında onları komuta etmemi bekleyen askerlerimin başına gittim. Hepsi beni gördüğünde selam verdi. ‘’Hazır mıyız?!’’ diye bağırdım onlara coşku dolu bir sesle. ‘’Evet, efendim!’’ dedi hepsi bir ağızdan. ‘’Sizlere güveniyorum. Karşınızda ki askerlerin hiç biri sizden iyi değil. İlerleyin!’’ diye bağırdığımda tekrardan selam verip gittiler. Onların peşinden gitmeye başladım. Yavaş yavaş Bioluz askerleri ortaya çıkıyordu ve benim askerlerimle savaşmaya başlıyorlardı. Elime silahlarımdan birini alıp askerleri vurmaya başladım. Hatta o kadar odaklanmıştım ki arkamdan gelen askerlerden birini fark etmemiştim. Fakat zırlarım beni onun bıçağından korumuştu. Arkama dönüp onu da hızla vurdum. Tek bir sorun vardı. Onu vurmamla beraber yüzüme hem kan hem de et parçaları bulaşmıştı. Sinirle homurdanıp onun temiz kalan kıyafetlerinden bir parça kopartıp yüzümü sildim ve kan bulaşmış kumaşı yere fırlatıp diğerlerini öldürmeye devam ettim. Bir askerin arkasının bana dönük olduğunu fark edince hemen onun arkasına zıplayarak kaskıyla yeleği arasında oluşmuş boşluktan ensesine bir bıçak sapladım. Bıçağımı oradan geri çıkarttığımda onun üzerinde sildim. Karşıdaki Bioluz askerleri gerçekten çok zayıftı. Kolay hamlelere kanıp hemen hayata gözlerini yumuyorlardı. Fazla kolaylardı. Strateji bile oluşturmamışlardı. Bir grup köylü gibi dövüşüyorlardı –ki kendi köylülerim bile onlardan daha iyi dövüşürdü- onlara yenilmemiz imkânsızdı. Koşarak ilerledim ve ileride yan yana duran iki adamı da aynı anda öldürdüm. Üzerime silahla sıkılan mermileri fark edince ölü bedenlerden birini aldım ve kalkan niyetine kullandım. Kendimi en yakın engelin arkasına bana sıkan adamın mermisi bittiğinde attım ve silahımı alıp onu aramaya başladım. Bulduğum anda anlında kusursuz bir delik açtım. Kulağıma takılı olan telsizden Lana’ya bağlandım. ‘’Durum nedir?’’ ‘’Lionx yaklaşmış efendim. Panqua da gelmek üzere. Bizden pist gibi bir yer istiyorlar.’’ ‘’Evimin bahçesinin koordinatlarını verebilirsin. Oralara kadar askerler varamamıştır. Edyth ne durumda?’’ ‘’Gayet iyi ama stresli.’’ ‘’Normaldir.’’ Konuşurken bana doğru gelen bir adamı tek mermiyle öldürdüm ve diğer askerlere uzaktan saldırmaya başladım. ‘’Lionx’i tepeden görüntüle. Nelerle geldiklerini öğrenip bana bildir.’’ ‘’Emredersiniz efendim.’’ Bağlantıdan çıktığında biraz daha ileride olan bir arabayı gözüme kestirdim. Askerler özellikle onu koruyordu. Yani arabanın içerisinde ya önemli bir komutan vardı ya da kral oradaydı. Koşarak önüme çıkan herkesi öldürdüm. Biri bütün darbelerimi savuşturmayı başardı. Ama en sonunda ona katlanamadım ve hızla zıplayarak aynı anda da kısa hançerlerimi çekerek omzuna sapladım. Bir omzundaki hançeri yerinden çıkartıp boğazını kestim ve öfkeyle onu yere serdim. Arabanın hemen yanına geldim ve hızla arabanın kapısını açtım. Tahmin ettiğim gibi arabanın içinde biri vardı. Bu Bioluz’un en kapsamlı komutanı Adrien’dı. Onu hızla yerinden çekip, arabadan çıkarttım. Yüzünü askerlere gelecek şekilde onu kendime yaslayıp boğazına bıçağımı dayadım. ‘’Askerlerine geri çekilmelerini söyle.’’ Diye fısıldadım sert bir sesle kulağına doğru. Elleriyle kolumu tutuyordu ama bunu bir faydası olmayacağını da biliyordu. ‘’Adamlarına geri çekilmelerini söyle. Bu bir istek değil. Bu bir emir.’’ ‘’Olmaz.’’ Dedi titreyen sesiyle. ‘’Bana bir daha söylettireceksin yani?’’ ‘’Beni öldürürler bunu yaparsam.’’ Neredeyse ağlayacaktı. ‘’Eğer söylemezsen şimdi öleceksin. Söylersen daha sonra. Ama şunu unutma şuan bu bıçağı boğazına dayayan benim.’’ Askerler bizi izliyordu. Tek bir hareketiyle hepsi silahlarını bırakırdı bunu biliyordum. ‘’Onlara geri çekilmelerini söylüyor musun söylemiyor musun?’’ ‘’Silahları teslim edin.’’ Dedi Adrien yutkunarak. Askerler anında silahlarını yere bıraktı. ‘’Teşekkür ederim Adrien. Diz çökmelerini isteyebilir miyim?’’ dediğim anda hızlıca çökmeleri için başıyla işaret verdi. Bende bunun üzerine kendi askerlerime sinyal verdim ve çevremizde olan otuz-kırk askeri esir aldılar. Gülümsedim ve Adrien’ın boğazına bıçağı boğazına biraz daha bastırdım. Bize ait olan araçlardan birine sertçe onu bindirdim. Tam o sırada Lana tekrardan bana bağlandı. ‘’Lionx sınırlardan içeri girmek üzere efendim. Panqua, verdiğiniz konumlara indi. Biraz sonra hepsi sınırın önünde hat oluşturacak. Bizden gaz maskesi takmamızı istediler. Size de bizim askerlerimizden biri getirir efendim.’’ ‘’Teşekkürler Lana. Edyth’e dikkat et.’’ ‘’Emredersiniz efendim.’’ Adrien’ı arabaya bindirip askerlimden birine onu götürmesini işaret ettim. Üzerimdeki kıyafetin bazı kısımları toparlanmıştı, o kısımları hızlıca topladım. Bu takım aşırı rahattı. Bütün hareketlerime uyum sağlıyor ve daha kolay hareket etmeme yardımcı oluyordu. Çok hafif bir kumaşı vardı, zırhlarsa çok iyi savunma yapıyordu. Bana yaklaşan komutanlardan birini görünce yüzümdeki maskeyi aşağı indirdim. Elinde bir gaz maskesi ve çelik, taşsız, aşırı sade olan bir taçla geliyordu. Önümde küçük bir reverans yaptı. ‘’Merhaba efendim ben komutan Dielan Dayholt.’’ ‘’Merhaba Dielan.’’ Bana maskeyi uzattı, alıp boynuma geçirdim. ‘’Bunu da unutmuşsunuz.’’ Dedi elindeki tacı uzatarak. ‘’Affedersin ama bunu nasıl takmamı bekliyorsun? Şuan bir savaştayız ve benim başımda bir başlık var.’’ ‘’İsterseniz ayarlayabilirim.’’ Başımı onaylar anlamda salladım. Bana doğru bir adım attı ve tacı başıma yerleştirdi. Arkadan bir tuşa basmış olacak ki tık sesi geldi. Geri çekildiğinde başımı biraz sallayarak sağlamlığını test ettim. Gerçektende düşmemişti. ‘’Teşekkürler komutan.’’ Arkama dönüp Panqua askerlerinin geleceği yöne baktım. Askerlerden en öndeki sanırım komutandı. Silahını omzuna yaslamıştı. Yüzünün tamamını kapatan bir maskesi vardı. Baştan aşağı siyahtı. Boyu benden uzundu, tahminimce 1,97 falandı. ‘’Selam kraliçe. Ben Panqua üsteğmeni Hector Barry.’’ Gülümsedim. ‘’Hoş geldiniz Üsteğmen Barry. Ben Sireyn kraliçesi ve orgenarali Alex Ella Shiva Delores.’’ ‘’Sizi tanımamak elde değil. Kıtanın en tehlikeli suikastçısı, ateşin varisi ve en genç kraliçe Alex.’’ ‘’Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum.’’ Sırıttı. ‘’Öyleydi zaten efendim. Size hakaret etmek bana düşmez.’’ Gülümsedim ve gaz maskemi yüzüme geçirerek arkama döndüm. Şimdi sınıra gidip biraz mücadele edecektik. Tek hareketimle hem Panqua askerleri hem de benim askerlerim ilerlemeye başladı. Sınırın önüne vardığımızdaysa düzenli bir asker hattı oluşturdular. Şimdi yapacağımız şey Lionx askerlerini beklemekti. ‘’Ben savaşmaya geldim Kraliçe, beklemeye değil. Nerede bu adamlar?’’ dedi Hector şakayla karışık bir şekilde. ‘’Gelmiş olmaları gerekirdi hazır durmaya devam edin. Pusu olabilir.’’ Dedim kısık bir sesle. Elimde makineli tüfeğim vardı, nişan almış bir vaziyette askerleri bekliyorduk. ‘’Şimdiden uyarayım Hector, kendi dilimde konuşursam bana bön bön bakma. Sana özel çeviri yapacak değilim.’’ Dedim Hector’a göz ucuyla bakarak. ‘’Merak etme, bütün kıta dillerini biliyorum.’’ Başımı memnun bir ifadeyle salladım. Hafif bir ip sesi duyduğumda hemen başımı yüksek sınır duvarlarının tepesine çevirdim. Askerlerden birinin aşağı iple indiğini fark etmem ve sadece bir kurşunla onun canını almam bir oldu. Bu şekilde ilk kurşun benden çıktı. Diğer askerlerde ilk askerin peşinden hızla inmeye başladı. Sınırın hemen altındansa aslanlı askerler geliyordu. Fazlalardı ama benimde onlarla başa çıkabilecek bir ordum vardı. Savaştığımız yer o kadar kalabalıktı ki… Askerler üzerime atılırken onları vuruyordum. Bu sefer Soa savaşındaki gibi mermim bitmeyecekti. Yanımda tonlarca mermi vardı. Arkamdan gelen bir askeri fark ettiğimde tam alnından onu vurdum. Hemen yanındaki Hector’a kan sıçrayınca bana döndü. ‘’Kan banyosu yaptım, teşekkürler.’’ ‘’Rica ederim,’’ Tam o sırada onun arkasında olan bir askeri vurdum. ‘’Artık bana bir borcun var.’’ ‘’Bunu bana savaş bittikten sonra hatırlat.’’ Başımı salladım ve daha az kalabalık yerlere giderek orada dövüşmeye başladım. Fakat sanırım dövüşürken fark etmeden biraz fazla yalnız kalmıştım. Bulunduğum yer sanki ülkemden bir parça değil gibiydi. Etrafımda hiç kimse yoktu, silah sesleri de uzaktan geliyordu. Tam o sırada bir melodi duyuldu. Elektrogitarla çalınan bu melodi huzurlu bir melodiydi. Silahıma iyice sarılıp nereden geldiğine kaşlarımı çatarak baktım. Biraz daha ilerleyerek savaş alanına daha çok yaklaştım. Beni fark eden Lionx askeri hızla üzerime koşmaya başladığında melodi birden durdu. Sanki bana özel gibiydi. Biri gelince yok olmuştu. Saçma bir şekilde de tanıdıktı. Sanki onu bir çok kez duymuşum gibiydi. Sürekli onunlaymışım gibi. Üzerime koşan asker o anki dikkat dağınıklılığımdan yaralanarak silahımı düşürmeme sebep oldu. Elime hemen kılıcımı aldım. Onun güçlü taramalı tüfeğine karşı kılıçla biraz zor olacaktı. Benden hızla uzaklaştı bunun üzerine ben de ona yaklaştım. Kılıcımı silahının kenarındaki tırtığa yerleştirip silahının elinden çıkmasını sağladım. Yakın dövüşe geçmiştik. Hemen baldırındaki bıçağı çekti ve bıçağı bana saplamaya çalıştı. Yakın dövüşte o kadarda iyi değildi. En azından benim karşımda iyi değildi. Ama ortalama seviyede olan biriyle dövüşürse açık ara farkla alabilirdi. Hareketleri hızlı ve güçlüydü. Bıçağı elinde çok rahatça çeviriyordu. Dediğim gibi benim karşımda yeterli değildi. Bu yüzden hızlı bir dövüş olacağını düşünerek daha da hızlandım. Kılıcımla omzuna bir yara açtım. Bunu yapmamla dudaklarının arasından kısa bir küfür döküldü. ‘’Ah ne kadar ayıp.’’ Dedim dikkatini dağıtmaya çalışarak. Fakat bana aldırış etmedi ve daha da güçlü bir şekilde dövüşmeye başladı. Ona fark ettirmeden kendi bıçağımı çektim ve kılıcımla boynuna vuracakmış gibi yapıp bıçağımı onun karnına geçirdim. Kısa bir inilti duyuldu. Geriye doğru tökezlediğinde bıçağımı karnından çıkartıp bu seferde omzuna geçirdim. Bedeni yere düştüğünde sırtımı dikleştirip önüme gelen kahverengi tutamlarımı elimle geriye doğru attım. Askerlerin olduğu yere ilerlemek için adımımı attım. Melodi tekrar duyulmaya başladığındaysa sanki yere çivilenmiş gibi anında durdum. Yine aynı melodiydi. Kaşlarımı çattım ve az önce etrafıma bakınmama rağmen bu sefer daha da dikkatli bir şekilde etrafıma baktım. Kimse yoktu… Birkaç asker etrafıma toplandığında –bunların hepsi Lionx askerleriydi- dikkatimi onlara vererek yerdeki silahımı aldım. Askerler on ya da on üç kişilerdi. Onlarla dövüşemezdim. Çünkü beni paramparça ederlerdi. 3 seçeneğim vardı; ya ateşi kullanacaktım, ya kaçacaktım ya da ölecektim. Tabii ki de son seçeneği seçmedim. Kaçabilmek için askerlerin arasında bir boşluk açmam gerekiyordu. Bunu içinde ateşi kullanacaktım. Her şey bir anda gerçekleşti. Başka bir suikastçı birden ortaya çıktı ve bana yardım etmeye başladı. Hızla çevredeki askerleri öldürüyordu. Mermiler ona isabet etmiyordu bile. Kılıçla o kadar usta bir şekilde hareket ediyordu ki… Askerlerin hepsini öldürdüğünde karşıma geçti ve hafifçe eğilerek selam verdi. ‘’Merhaba Alex.’’ Dedi maskesinin altından. Onun maskesi yüzünün tamamını kaplıyordu. Porselen bir maskeydi, sadece ağız kısmında bir gaz maskesi vardı. Bu da maskeye bağlıydı. Maskenin en başında siyah, metal işlemeleri olan bir taç vardı. ‘’Kimsin?’’ dedim sertçe. Hafifçe güldü. ‘’Seni kurtaran birine böyle mi davranıyorsun?’’ ‘’Bu seni alakadar etmez. Senin kim olduğunu bile bilmiyorum, yüzün gözükmüyor, maske sayesinde de sesin değişik geliyor, beni kurtarmış olabilirsin ama kim olduğunu bilmediğimi bu değiştirmiyor. Belki de bir düşmanımsındır ve sırf beni kendi ellerinle yok edebilmek için burada askerleri öldürmüşsündür. Bunu nereden bilebilirim?’’ ‘’Bunun garantisini sana veremem ama-‘’ ‘’İşte, bu yüzden sana asla teşekkür etmeyeceğim.‘’ dedim sözünü keserek. ‘’Ama,’’ dedi üzerine basarak. ‘’Sana zamanı geldiğimde kendim hakkımda her şeyi anlatabileceğime söz verebilirim. Ama ben şimdilik Vegas’ım.’’ Sırtını dikleştirdi. Boyu benden uzundu. Suikast takımıysa… benimkinin erkek versiyonu gibiydi. Simsiyah bir tulumu vardı ve benimkiyle aynı işlemelere sahip zırhları vardı. Pelerininin uçlarında da zırhlar vardı. Ellerinde zırhlı eldiven vardı. Benim takımımı bana o göndermişti. Soğuk bakışlarım anında merakla doldu ve kaşlarım havalandı. ‘’Bu takımı bana sen gönderdin değil mi?’’ ‘’Ah, evet. Beğendin mi?’’ ‘’Hayır.’’ Bayılmıştım. Her zerresine kadar mükemmeldi. Zırhlar mükemmel savunma yapıyordu. Bundan sonra favori takımım olabilirdi. ‘’Pek öyle durmuyor.’’ Dedi güldüğünü anladığım sesiyle. Göz devirdim. ‘’Şu melodiyi yapan sen miydin?’’ ‘’Sorguda mıyız acaba?’’ dedi bana doğru eğilerek. ‘’Değiliz ama bana cevap vermek zorundasın. Sana ancak o şekilde güvenebilirim. O da şüpheli.’’ ‘’Peki… Evet melodiyi yapan bendim. Onu beğendin mi?’’ ‘’Tanıdık geliyor.’’ Dedim dürüstçe. ‘’Guns N’ Roses, This I Love.’’ ‘’Ne?’’ ‘’Melodiyi bu şarkının bir kısmından aldım.’’ ‘’Savaşın ortasındayız ve sen beni muhabbete tutuyorsun.’’ Dedim konuyu dağıtarak ve onu kolundan tutup çekiştirerek savaş alanına çektim. Anında kendini dövüş moduna aldı ve dövüşmeye başladı. Onu izlemeyi bırakarak bende dövüşmeye başladım. Bana doğru silahsız gelen adamın üzerine atıldım ve ilk hamle olarak kasıklarına dizimi geçirdim. İnleyerek geri çekildiğinde yerde gördüğüm kütüğü alıp sertçe kafasına vurdum. Anında yere yığıldı ve nende hemen Lana’ya bağlandım. ‘’Durum nedir?’’ ‘’Askerlerimizden bazıları öldü.’’ Devamını dinlemeyerek onu durdurdum. ‘’Hızlıca destek gönder. Hemen!’’ ‘’Emredersiniz.’’ Hemen savaşa tekrardan odaklandım. Bana doğru gelen adama hançerlerimden birini fırlattım. Tam hedefini bulmuştu hançerim. ‘’Dikkat.’’ Diyerek arkamdan geçti Vegas. Tam o sırada Hector arkamdaki bir askeri öldürdü. ‘’Gaz maskelerini takın!’’ diye Sireyn dilinde bizi uyardı ve Seawland zehirli dört bombayı yere fırlattı. Her yer duman oldu ardından da askerlerin son nefesleri duyuldu ve hemen peşinden de yere yığılma sesleri. Hayatta kalan Lionx askerleri çok azdı. Duman kalkınca askerlerin hepsi kendi durumlarını fark etmiş olacak ki komutanlarından geri çekilme emri duyuldu. Askerlerim zaferle sevinç nidaları attı. Bende sadece gülümseyerek onlara katıldım. Onların sevinci ve mutluluğu ülkenin en önemli detayıydı. Sireyn’i aslında mutluluk yönetirdi. ‘’Hector, bize yemek ısmarlayarak bana olan borcunu kapatabilirsin.’’ Dedim sırıtarak. Gözlerini şaşkınlıkla açtı. ‘’Koca bir orduya yemek ısmarlamamı mı istiyorsun cidden?’’ ‘’Ne var yani alt tarafı şurada var bir altmış, yetmiş kişi.’’ ‘’Çok değilmiş ya (!). Neyse borcumu böyle kapatmamı istiyorsan yapacak bir şey yok.’’ * * * Beyaz Taç’a gelmiştik ve herkes yemek yiyordu. Herkesin elinde bir şey vardı. Bense yemek yemenin bana ağırlık yapacağından emin olduğum için ve aç olmadığım için herhangi bir şey istememiştim. Gözüm Vegas’a kaydı. Yemek yemiyordu bu yüzden onun yanına gittim. ‘’Neden yemek yemiyorsun?’’ ‘’Sen neden yemiyorsun?’’ ‘’Bu seni hiç alakadar etmez.’’ Dedim gözlerimi kısarak. ‘’O zaman beni de merak etme kraliçe.’’ Gözlerimi devirdim. Daha şimdiden beni sinir etmeye başlamıştı. Yere doğru çöküp masaların birinden bir bez aldım, silahlarımı temizlemek için idealdi. Silahlarıma gelen kanların hepsini bezle güzelce temizledim. Bez kanla pislenmişti, bu yüzden onu direkt olarak çöpe attırdım. Vegas bana arkasını dönmüştü. Onun hakkında değişik düşüncelerim vardı. Öncelikle o kimdi? Neden buradaydı ve bana neden yardım ediyordu? Panqua ordusundan olamazdı çünkü onlardan olsaydı Hector’le beraber gelirdi. Davranışları bana Rahé’yi hatırlatıyordu. Beni kurtarmak istemesi aynı anda ilk dakikadan itibaren bana yakın davranması… Hepsi Rahé gibiydi. Onu gözlerinden tanıyabilirdim belki, ama gözleri kapalıydı. Sesini duysam zaten kesin tanırdım ama o da yok! Onu sadece o isteyince tanıyacaktım. Omzumda bir sıcaklık hissedince arkamı döndüm. David Abim Abim gelmişti, gülümsüyordu. Hemen ona dönüp sarıldım. O da buna karşılık verdi. ‘’Hoş geldin.’’ ‘’Hoş buldum bir tanem. İyisin değil mi?’’ ‘’Tabii ki de iyiyim abi.’’ Etradına bakındı ve gözleri Vegas’da takıldı. ‘’O kim?’’ ‘’Vegas.’’ ‘’Neden yüzünü saklıyor?’’ ‘’Bilmiyorum. Kim olduğu da söylemiyor aslında lakabı Vegas.’’ Başını salladı. Ona olan bakışları o kadar ürkütücüydü ki… ‘’Abi adama öyle bakmasan mı acaba?’’ Tam o sırada Vegas başını abime doğru döndü. Bunu gördüğüm anda gözlerimi kocaman açarak abime baktım. Vegas’ın nasıl bir tepki verdiğini bilmiyordum çünkü yüzündeki lanet olası maske bunu da saklıyordu. ‘’Abi! Seni fark etti kim bilir ne düşündü!’’ ‘’Ay düşünürse düşünsün sanki çok da umurumdaydı.’’ Göz devirdi ve bende başımı sallayarak onun arkasına baktım, iki alakasız isim yan yanaydı; Isac ve Nigel. |
0% |