@mirakjf
|
28. BÖLÜM DENGESİZ
Öncelikle farkındayım bölümü çok gel attım fakat telafisi için bölümü olabildiğince uzun tutmaya çalıştım umarım seversiniz. Ve baya da uzattım yani hiç olay yok yok falan ama bi sonraki bölümün sonu bomba yani direk olaylara giriş yapacağızz. Her neyse gene çok boşladım iyi okumalar ✨
“Niye aldın o numarayı?” Dedim yürümeye devam ederken. Başımı çevirip ona baktığımda kafasını ekrana gömmüş bir halde telefonu kurcaladığını gördüm.
“Ekli kalsın. Az kişi kayıtlıydı, çoğaltıyorum.” Gülerek ona baktım. Komik olduğu için değil, bu kadar klişe bir yalana inanacağımı düşünmesiydi.
“Doğruyu söyleyecek misin?” Sorduğum soruyla birlikte kendisini telefona daha çok gömdü. Cevap vermeyecekti herhalde. Eliyle bir kaç tuşlama yaptıktan sonra telefonu yüzüme tuttu. Bileğinden tutarak dibime tuttuğu telefonu uzaklaştırıp ekrana baktım. Selin’in duvar kağıdını değiştirmişti, ve yeni duvar kağıdında grup fotoğrafı vardı.
“Çok güzel olmuş Sinan…” diye iç sesimi dışa vurdum. “Ne zaman çekilmişiz acaba?” Fotoğraf gece vakti çekilmişti. Selin kamerayı tutarak ekrana gülümsüyordu, Parla’ysa kolunu Mete’nin omzuna atarak gülüyordu, Mete sanki zorla getirilmiş gibi dudaklarını birbirine bastırmıştı. Enes’le Sinan’sa telefondan iki kişilik oyun oynuyordu, bense elimde çubuk krakerle onların oyununu izliyordum.
“18 Kasım.” Dedi. “19 gün önce.”
“Ne kadar değişmişiz 19 günde…” İç çekti.
“Düzelecek her şey. Gerekirse ben tek başıma düzeltirim. Ama düzelecek.” Gülümseyerek ona baktım. Düzelir miydi her şey? Düzeltilebilir miydi bu saatten sonra. Ben her zaman kendi çareme bakmayı öğrenmiştim, bi kere de başka biri benim çareme bakabilir miydi?
“Düzeltir misin?”
“Düzelteceğim. Gerçekten.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. Benim kadar, senin kadar, hatta bizim kadar gerçek.” Gülümsememe karşılık verdi. Tam ağzımı açacakken arkamda hissettiğim hareketlilikle birlikte kafamı arkaya çevirdim. Kafamı arkaya çevirmemle birlikte omuzlarıma binen yükle yerimde sallanmam bir oldu.
“Enes!” Ağaçların arasında yankılanan sesimle birlikte Enes gülerek kendisini omuzlarımdan attı.
“Gene naptı Enes’iniz?” Gözlerimi kısarak ona baktığım esnada Mete araya girdi.
“Oğlum kız haklı. Üzerine çullandın!” Dudaklarımı büzüp Mete’ye bakarak başımı salladım.
“Çullanmak ne kelime!” Enes dişlerini göstererek güldükten sonra bakışlarını çevirerek bize bakan Sinan’ın yanına gitti. Tam biraz daha yaklaşacakken Sinan kendisini bi adım geriye atarak tek kolunu kaldırdı. “Bana bulaşma hiç.” Enes gururla kendisini dikleştirip parmak uçlarına çıkarak kumral saçlarını ay ışığının önüne tuttu.
“Garibana bulaşmak günahtır abi. Bu seferlik dövmeyeceğim bak!” Sinan kaşlarını havaya kaldırarak alaycı bir tavırla Enes’e baktı.
“Sen mi döveceksin?” Enes yüzündeki sırıtışı hiç bozmadan Sinan’a bakmayı sürdürdü.
“Evet. Beğenemedin mi?” Enes hariç hepimiz kahkahalara boğulduk. Bakışlarımı Sinan’dan çekip Selin’e çevirince onun bile azda olsa güldüğünü gördüm.
“Geçen seni balkondan sarkıttım diye saatlerce kız gibi trip atan kimdi? Konuşmaya utanmadın mı oğlum.” Enes bütün gururu kırılmış gibi dik duruşunu bozup yapmacık bi sinirle,
“Söyleme şunu ya! Onurum kırılıyor.”
“Onurun mu var senin?” Yüzü yavaş yavaş asılmıştı.
“Yok mu?”
“Yok.” Hepimiz yeniden kahkahalara boğulurken bu sefer ilk Sinan kahkahasını keserek elini Enes’in omzuna koydu.
“Şaka oğlum ya! Alındın mı?” Enes bakışlarını kaçırdı.
“Çok alındım.” Enes’e doğru yaklaşarak elimi onun boş olan omzuna koydum.
“Ablasının gülü üzülmüş mü ya. Kıyamam sana!” Bi anda o yapmacık üzüntülü halinden çıkarak kendisini geriye attı.
“Ya bırakın şimdi uğraşmayı falan. Gidelim artık.” Parla’nın böyle demesi üzerine Mete yanımıza gelerek Sinan’a doğru elini uzattı. Sinan başta anlamasa da Mete’nin kaşlarıyla telefonu işaret ettiğini görünce isteksiz de olsa telefonu ona doğru uzattı. Mete telefonu direk elinden kaparak önümüze geçip yürümeye başladı.
“Koyun sürüsü gibi bizi de peşinden sürüklüyor ya!” Söylediğim lafın üzerine Enes tam az önce yaptığım gibi elini omzuma koyup beni teselli eder gibi sıvazladı.
“Ben miydim az önce ablasının gülü?” Yüzümde belli belirsiz oluşan tebessümle birlikte adımlarımı sıklaştırdım.
“Küçük çocuksun sen daha.” Dedim. “Anlayamazsın.” Gözlerini kısarak bana baktı.
“Göreceğiz artık. Kimmiş küçük çocuk.”
***
Midemdeki bulantıyla birlikte daha ne kadar dayanabileceğimi sorgularken başımı yan tarafa doğru çevirerek Mete’ye döndüm.
“Nereye götürüyorsun sen bizi ya! Saat 2 oldu.” Mete telefonunun ışığını gözüme sokarak yanıt verdi. “Geldik geldik. Şu karşısı.” Kafamı çevirerek gösterdiği yöne baktım. Ciddi ciddi bi tane durak vardı, tabii saat 2 de açıksa.
“Dua et kapatmamışlardır. Yoksa vallahi üzerine kusarım!” Mete yüzünü buruşturarak sokak lambasının altına girdi.
“Midemi bulandırdın şimdi!”
“Bulansın!” Diyerek adımlarımı daha da hızlandırdım. Tek istediğim şey hemen şu durağa varıp bu lanet yerden kurtulmaktı.
Göz açıp kapayıncaya kadar çoktan durağa gelmiştik. Elimi omzuna atınca çantamın orda olmadığını hissettim. Doğru ya! Çantam Sinan’daydı.
“Herkes geçsin. Ben basıyorum bu seferlik.” Enes’in eğlene eğlene bunu söylemesiyle birlikte Mete Enes’i geçerek kartını bastı. Demirliklerden geçtikten sonra Enes’e bakarak,
“Sen de geçsene kardeşim.” Sesinin tonundan bile bi bokluklar yaptığı anlaşılıyordu.
“Hay hay. Geçeyim kardeşim.” Diyerek bi adım öne geçip kartını bastı. *Yetersiz Bakiye*
Ekrandan yükselen sesle birlikte Mete ve Selin’in kahkahayı basması bir olmuştu. Selin bile son saatlerde olduğundan çok çok daha memnun bi şekildeydi.
“Bişey mi yaptınız siz?” Enes’in masum masum soru sormasıyla bu sefer ikisinin kahkahasına Sinan ve Parla da katıldı. Bana söylememişler miydi?
Kahkahaları yavaş yavaş kesilirken en sonunda Sinan konuşmaya başladı.
“Bunlar senin kartınla geçen hafta Eminönü’ne gitmişler. Ondan sonra para bitsin diye tek tek gezmişler.” Enes duydukları karşısında şok olmuş bi şekilde Mete’ye baktı.
“Yazıklar olsun sana!“ Dedi kırgın bi ses tonuyla. Ardından yavaş yavaş bakışlarını çevirerek, “Ya hadi onu anladım. Sen nasıl yaparsın!?” Bi süre bakışları hepimizin üzerinde gezindi. Kimseden çıt bile çıkmıyordu. En sonunda bu gerici sessizliği Mete bozarak,
“Ya tamam abi üzülme! Al benim kartımı bas.” Diyerek kartını Enes’e doğru fırlattı. Enes kartı hiç tutma zahmetine bile girmeden dolum noktasına doğru yürümeye başladı. Enes biraz daha ilerledikten sonra ben de biraz yana kayarak Sinan’ın yanına geçtim.
“Siz de mi biliyordunuz?” Sinan sanki yanına yeni gelmişim gibi bana baktı.
“Yolda yürürken haberim oldu benim de.” Dedi. “Sana söyleyecektim ama Mete söylemiştir diye düşündüm.”
“Yok söylemedi bana.” Bi süre daha ona baktıktan sonra bakışlarımı kaçırarak başka bi yöne çevirdim.
“Küstün mü?” Bakışlarımı yeniden ona çevirdim. 8 yaşındaki bi çocuk gibi bana bakıyordu. Ya da ben öyle düşünüyordum. Küsmek istesem bile şuan ki tatlılığı yüzünden bu fikri düşünemezdim bile.
“Çocuk muyum ben küseyim. Enes küssün size.”
“O çoktan küstü zaten.” Kafamı çevirip Enes’e baktığımda ellerini birbirine bağlamış bi şekilde Mete’ye baktığını gördüm. Mete’yse iki elini iki omzuna koymuş bi şekilde onunla konuşuyordu.
“Çok ileri gittik. Haklı çocuk.” Sinan’a hak verir gibi kafamı salladım. Bakışlarımı biraz daha çekince tam yanlarında Parla’nın da Selin’le konuştuğunu gördüm. En sonunda hepsinin bizim yanımıza geldiğini görünce rahat bi nefes verdim.
“Bitti mi sohbet faslınız?” Enes yeniden eski neşeli haline bürünerek, “Düzgün konuş abinle.” Dedi. Ardından yanağımdan bi makas alarak yanımdan geçip elindeki kartı bastı. Parla da yanımdan sıyrılarak kartını basıp diğer tarafa geçti. Hepsi tek tek geçtikten sonra en son benle Sinan kaldık onların karşısında.
“Alacak mısın?” Sinan’a baktığımda elindeki kartı bana doğru uzattığını gördüm. Kartı alıp bastıktan sonra diğerlerinin yanına geçip Sinan’a kartı uzattım. Elimdeki kartı aldıktan sonra en son o da kartını basarak yanımıza geldi.
Birlikte çizgilere doğru yürüdükten sonra sarı çizginin bi iki adım gerisinde beklemeye başladık. Mete biraz duraklara göz gezdirdiler sonra bize doğru döndü.
“Bi iki dakikaya gel…” Diyemeden yükselen ray sesiyle birlikte kıkırdayarak Mete’ye baktım.
“Bi dahaki sefere artık.” Mete hafifçe sırıtarak,
“Olsun, ama güzel rehberlik ettim kabul edelim.”
“Ne demezsin!” Dememle birlikte tramvay tam dibimizde bitti. Kapının açılmasıyla birlikte hepimiz içeriye girip koltuklara oturduk. Bomboştu her yer. Zaten kim ikide dışarıya çıkardı ki?
***
Yorgunlukla gözlerimi açıp karşıya baktığımda sadece 1 durak kaldığını gördüm. Yerimde esneyerek etrafa baktıktan sonra benimle birlikte diğerlerinin de uykuya daldığını farkettim.
Kafamı yanıma çevirince Sinan’ın kafasını geriye doğru yaslamış bi şekilde uyuduğunu gördüm. O an içimden keşke zamanım olsaydı da uzun uzun ona bakabilsem diye geçirdim.
İsteksizce omzuna dokunduktan sonra sanki pusudaymış gibi gözlerini irice açıp doğrudan bana baktı.
“Noldu?” Sesi hala uykusunu aşamamış bi şekilde çıkıyordu. “Geldik mi?”
“Ben şimdi ineceğim. Siz de uyanın, duraklarınız gelince inersiniz.” Diğerleri uykularından uyanmasın diye sesim fısıltı gibi çıkıyordu.
Sinan dağılmış saçlarını arkaya atarak önünde uyuyan Parla’nın dizlerine dokundu. Parla uyanmayınca bu sefer omuzlarından sarstı. Parla hafifçe gözlerini açınca doğrudan Sinan’a baktı.
“Biraz daha uyusam? Çok var daha.”
“Uyan. Eve gidince uyursun.” Parla sızlanacak yarı uzanır halde durduğu yerde doğruldu.
“Ne kadar kaldı?”
“Size daha var. Ben Ceylin’le ineceğim sonraki durakta.” Kaşlarımı çatarak ona baktım.
“Ben tek başıma giderim, yolunu uzatma hiç. Zaten senin evinin önünde duruyor.” Sinan bakışlarını Parla’dan kaçırarak bana çevirdi.
“Ben seni bırakırım.” Başımı olumsuz anlamda sallayarak, “Ben tek gideceğim.” Benim sürdürdüğüm inadı o da sürdürdü. “Ben bırakacağım.” Bu sefer ben konuşacakken karşımdan gelen sesle birlikte ağzımı kapatarak önüme baktım. Mete gözlerini yarım yamalak açmış bi şekilde uykulu uykulu bize bakıyordu.
“Ne inatçı keçiler gibi didişiyorsunuz!” Dedi. Ardından bakışları bi kaç saniyeliğine Sinan’ı bulduktan sonra ona göz kırpıp yeniden bana çevirdi. “Benim evim de oralarda zaten ben seni bırakırım.”
“Tamam.” Daha da fazla inatlaşamayacak kadar yorgun olduğum için kendimi geriye yaslayarak camdan dışarısını izlemeye başladım.
Tramvay durduğunda ilerde asılı duran ekrana baktım. İneceğimiz durak gelmişti, Batı Durağı. Mete’nin hazırlandığını görünce ben de ayaklanmaya başladım. Tam ayağa kalkacakken kolumu tutan sıcacık elle birlikte olduğum yerde durup elin sahibine baktım.
“Bir şey unutmuyor musun?” Bakışlarımı kaçırarak oturduğum koltuğa baktım. Ardından yavaş yavaş ona çevirince elinde çantamı uzattığını gördüm.
“Teşekkür ederim.” Diyerek çantamı elinden aldım.
“Rica ederim.” Gülümsedikten sonra arkamı dönerek kapıların dışında beni bekleyen Mete’ye doğru ilerledim. Yanına varınca son bi kez içeriye bakıp Parla’yla Sinan’a doğru el sallayıp tramvayın ilerlemesini izledim.
Ben arkalarından bakmaya devam ederken omzumda hissettiğim Mete’nin eli bütün dikkatımı dağıtmıştı.
“Yarın da göreceksin. Yürü hadi.” Omzumdaki elini çekip yürütmesiyle birlikte arkasından hızlı adımlarla yanına vardım.
“O neydi öyle?” Diyerek konuşmayı başlattım. “Göz kırpmalar falan?” Yüzündeki ifadeyi hiç bozmadan yürümeye devam etti.
“Sen nerden gördün Kartal gözlü.” Taktığı lakabı nerden bulduğunun düşüncesiyle birlikte kaşlarım daha da çatıldı.
“Başka yerlere çekme konuyu. Cevap ver.”
“Ne o sevgilim var diye kıskandın mı?” Yüzümü buruşturarak,
“Hangi sevgilini. Acaba Melike mi Ece mi?” O an yüz ifadesinin değiştiğine şahit oldum.
“Neyse, konuyu kapatalım.” Ona bakmayı keserek önüme döndüm. Ece’den konuşulmasını hoşlanmıyordu, konuşulunca da direk susup konuyu kapatıyordu.
“Ben hala sorumun cevabını alamadım.” Mete konuyu kavrayamamış bi şekilde,
“Hangi sorun?”
“Niye göz kırptın orada?” Tuttuğu nefesini bıraktığını nefesi buraya kadar geldiğinde anlamıştım.
“Arkadaşımıza da mı göz kırpamayacağız?” Dedi. “Bana baktı ben de göz kırptım işte.” Başımı sallayarak önüme döndüm. Konuşamayacak kadar midem bulanmaya başlamıştı.
Etrafa baktığımda benim evimin sokağına geldiğimizi farkettim. Çok çabuk mu varmıştık yoksa geceleri zaman daha mı hızlı akıyordu? Apartmanın kapısına gelince durup öylece kapıya baktım. Boyanmıştı.
“Öylece duracak mısın?” Mete’nin sesini duymamla olduğum yerde titreyerek arkamı döndüm. “Hadi evine git. Yarın görüşeceğiz nasıl olsa.” Sesi farkedilecek kadar gergin çıkıyordu. Sanki anlamış gibiydi. Ki umarım anlamamıştır.
“Görüşürüz.” Diyerek apartmanın kapısını açtım. Bir kaç saniye etrafa baktıktan sonra camdan içerisinin gözüktüğünü hatırlayınca Mete’ye daha da fazla çaktırmadan yukarıya çıktım.
Bir kaç kat çıktıktan sonra nihayet eve varmıştım. Kapıya bakınca bi gariplik olduğunu hissettim. Biraz daha dikkatli bakınca gözlerimden yaşlar süzüldüğünü farkettim. Küçücük çocukken yapıştırdığım çıkartmalar yerinden sökülmüştü. Yerine kalitesiz, yapay çiçekler yapıştırılmıştı.
Bir adım öne doğru atarak kulağımı kapıya yasladım. İçeriden kıkırdamayla karışık film sesleri geliyordu. Gecenin bi yarısı bile neşeleri yerindeydi. Ben yokum ya, çok eğleniyor olmalılar.
Kaç dakikadır durduğumu bilmiyordum ama olması gerektiğinden daha fazla durmuştum. Film sesinin kesilmesiyle birlikte herhalde uyuyacaklarını düşünerek bir adım geriye çıktım. Tam arkamı dönüp gidecekken kapının ardından gelen sesle birlikte olduğum yerde durdum.
“Yaa baba! Bana bunu mu aldın. Çok teşekkür ederim!” Ses kafamın içinde yankılandı. Onların bir kızı mı vardı? Bir kızları vardı ve bundan benim haberim yok muydu? Beni bırakmışlardı ve yerime başka birini mi koymuşlardı?
Kendimi merdivenlerden atarak dış kapıya ilerledim. Kapıdan çıktıktan sonra hızlıca okulun yolunu tuttum. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken en çok istediğim şey sadece kusmaktı. Kusmak istiyordum, bütün bu yaşadığım şeyleri kusarak dışarı atabileceğini sanıyordum.
Karnımı tutarak yolda ilerlediğim sırada daha fazla dayanamayacağımı anladım. Etrafta gördüğüm ilk ağacın altına koşar adımlarla ilerledikten sonra alnımı ağaça yaslayarak içimdeki bütün her şeyi kusmaya başladım. Kustukça sırtımdaki yükler daha da hafifliyordu, daha hafif hissediyordum.
Başımdaki ağrıyla birlikte kafamı kaldırıp yere bakınca şok geçirdim. Rengi yeşil olması gerekirken koyu kırmızıyla kahverengi karışık bir renk duruyordu karşımda. Biraz daha yaklaşıp parmağımı değdirince kan olduğunu anladım. Korkuyla kendimi geriye attıktan sonra etrafı kontrol etmek için sağa sola baktım. Bomboş olduğunu anlayınca omuzlarından kayan çantayı daha da sıkarak bütün gücümle hızlı hızlı uzaklaşmaya başladım.
Okula nihayet vardığımda alışık olduğum için hiç zorluk çekmeden demirliklerden tırmanmaya başladım. Diğer tarafa atladıktan sonra okulun arka tarafından dolanarak hızlıca deponun kapısını açtım. Çıkan hışırtı sesleri yankılanırken içimden kimsenin olmaması için dua ede ede içeri girdim. Ardımdan kapıyı kapattıktan sonra parmak uçlarında ilerleyerek kendimi sıranın üzerine attım. Sıraya uzanmamla birlikte kendimi direk uykunun kollarına teslim ettim.
Dışarıdan içeriye sızan hafif güneş ışığıyla birlikte gözlerimi hafifçe kırparak oturur pozisyona geçtim. Yanımda duran telefonu elime alıp saate baktığımda saatin 05.00 olduğunu gördüm. Dersin başlamasına daha iki saat vardı.
Ellerimden destek alarak ayağa kalktıktan sonra musluğun önüne doğru ilerledim. Suyu açıp bi süre suyu izledikten sonra yavaşça elime alarak soğuk suyla yüzümü yıkadım. Musluğu kapattıktan sonra kenarlıkları tutarak karşımda duran aynadan suratıma baktım.
Saçlarım karmakarışıktı, gözlerimin altı mosmor olmuştu, gömleğim ve kravatım kırış kırış olmuştu. Aynanın önünde duran tarağı elime alarak saçlarıma geçirdim. Tahminimden çok daha karışmıştı. 4 dakika boyunca kesintisiz bi şekilde saçlarımı taradıktan sonra tarağı eski yerine bırakıp tekrardan aynaya baktım. Önceki halimden çok çok daha iyi gözüktüğüme yemin edebilirim. Kravatımla gömleğimi çıkartıp çırptıktan sonra elimle düzelterek yeniden üstüme geçirdim.
Arkamı dönüp hızlıca kıyafetlerimin ve diğer ıvır zıvırlarımın olduğu çantaya yönelip içinden bir kapatıcı çıkardım. Yeniden aynaya doğru ilerledikten sonra aynanın karşısına gelince kapağını açıp hemen gelişigüzel sürdüm.
Son bi kez aynaya baktıktan sonra bitkinliğimi biraz da olsa kapatabildiğimi görünce sıraların altına attığım çantamı koluma takıp montumu giyerek sessizce depodan dışarı çıktım. Depodan çıktıktan sonra yeniden ön tarafa dolandığımda daha kimsenin gelmediğini farkettim.
Bahçe kapısının önüne giderek yeniden demirlikleri tırmandıktan sonra kendimi diğer tarafa attım. Güneş hafiften görünür de olsa da hala hava karanlıktı. Montumun fermuarını biraz daha yukarı çektikten sonra adımlarımı sıklaştırarak yürümeye başladım.
Yürümeye devam ederken ayağımın taşa takılmasıyla birlikte sendeleyerek olduğum yerde durdum. Arkamı dönüp yerdeki taşa bakınca yüzümde belli belirsiz bi tebessüm oluştu. Taş gördüğüm için gülümsememiştim, her alakasız bir şey gördüğümde o şeylerin bana Sinan’ı hatırlattığı için gülümsemiştim.
Sebebini bilmiyordum. Onunla ilk tanıştığım andan beri sürekli aklıma geliyordu, hep bi işle uğraştığımda beynim bana onu hatırlatıyordu. Saçlarını, gözlerini, kaşlarını, sözlerini… kısaca her şeyini. Sanki özenle yaratılmış gibiydi. Ayağımla taşı önüme aldıktan sonra yeniden yürümeye devam ederek taşa vurmaya başladım.
Sokaklardan sokağa daldığım esnada yeniden başka bir sokağa daldım. Sokağın sonuna doğru ilerledikten sonra çıkmaz sokak olduğunu anlayınca geri döndüm. Tam ilerlemeye başlayacakken sokağın başında duran çok kişili erkek grubunu görünce fikrimi değiştirdim. Çevreme bakındığımda sadece bir barın açık olduğunu, başka hiçbir yerin açık olmadığını görünce hiç düşünmeden bara daldım.
Kapıdan içeri girmemle birlikte burnuma sinen kokuyla birlikte rahatladığımı hissettim. Etrafıma bakınca barın normal bir bar olmadığı, seksenler temalı sıradan bir yer olduğunu farkettim. Duvarda asılı duran nostaljik tablolar, kahverengimsi duvarlar, yeni yapılmış sıcak çorba kokusu ve radyoda çalan seksenlerden kalma müzikler sanki o zamana ışınlamışım gibi hissettim.
Biraz daha bakındıktan sonra başkalarının beni farklı anlamaması için yere serilmiş halıların üzerine basarak koltuklardan birine oturdum. Koltuğa oturmamla birlikte koltuğun beni çekmesi bir oldu. Kafamı çevirip diğer masalara göz attığımda buraya daha çok yaşlı insanların geldiğini farkettim. Çoğu gruplar halinde masaların etrafında toplanmış bi şekilde sohbet ediyorlardı. Muhtemelen siyaset veya da elalemin dedikodusudur diyerek onları dinlemeyi reddettim.
Bakışlarım yanımda duran çantama gelince fermuarını açarak içinden telefonumu çıkardım. İçimden mesaj gelmesi umuduyla ekranı açtıktan sonra hiç bir mesajın olmamasıyla birlikte hayal kırıklığına uğradım. Bari indirim mesajı olsaydı diye geçirerek saate baktım. Yarım saat geçmişti uyanışımdan beri. Şimdi de zamanın yavaşlaması gelmişti herhalde.
Telefonu yeniden çantama atıp omzuma takarak hemen yerimden zıpladım. Bir kaç defa daha bakındıktan sonra tezgahın oraya doğru ilerleyerek tezgahtan destek alıp ayakta beklemeye başladım. Barmenlerden birinin yanıma gelmesiyle birlikte duruşumu dikleştirerek barmene bakmaya başladım.
“Buyrun?” Sesinden anladığım kadarıyla o da benim gibi uykusundan yeni kalkmışsa benziyordu.
“Ben bir su alabilir miyim rica etsem?” Barmen başta tuhaf tuhaf baksa da sonrasında başıyla onaylayarak dolaba doğru ilerledi.
“Genellikle buraya gelen kişiler bira falan isterler. Heralde içmiyorsunuz?” Dolaptan pet şişeyi aldıktan sonra dolabın kapağını kapatarak getirip bana uzattı.
“Yo. Sabahları kafam gidiyor. Akşamları tercih ederim genelde.” Pet şişeyi elinden kaptığım gibi cebimden çıkardığım parayı ona doğru uzattım. Barmenin bir anda eliyle benim elimi durdurmasıyla birlikte hemen elimi geri çektim. Çocukta bu hızlılığıma bir anlam verememiş şekilde bana bakacak olacaktı ki eli direk yanlarda duran karta yönelip içinden bi tane seçerek bana uzattı.
“Para sizde kalsın. Ben size kartımızı vereyim. Akşam belki bir şeyler içeriz?” Bir yandan barmene, bir yandan da elinde tutmuş olduğu karta baktım. Paramı istemediği için onunla bir şeyler falan mı içeceğimi düşünüyordu cidden?
“Bence küçücük bedeller için böylesine küçük şeyler istemeyin beyfendi.” Gülerek barmene baktığım sırada böyle bir şey söylememi beklemiyormuş gibi afallamış bir şekilde bana bakmaya başladı. Parayı masaya koyup son bi kez barmene baktıktan sonra gözüme giren perçemlerimi arkaya savurarak kapıdan dışarı çıktım.
Dışarı çıkmamla birlikte soğuğu iliklerime kadar hissettim. Keşke biraz daha kalın şeyler giyseydim diye söylenerek hızlıca yürümeye başladım.
***
Yürürken arada tökezlensem de en sonunda sağ salim okula varmıştım. Bahçe kapısının açık olduğunu görünce rahatlamış bi şekilde nefes alarak bahçeden içeri girdim. Girdikten sonra etrafa bakınca çok fazla kişinin olmadığını gördüm. Çoğu kişi sadece sohbet muhabbet etmek için erkenden gelmişti anlaşılan.
Boş olan banklardan birine oturduktan sonra telefonumla kulaklığımı çıkararak kulaklığın ucunu telefona, diğer iki ucunu da kulağıma taktım. Zaten kulağıma takmamla birlikte direk müziğin açılmasıyla birlikte kafamı geriye yaslayarak gözlerimi sımsıkı kapattım.
Kulağıma yükselen horon sesleriyle birlikte gözlerimi aralayarak uykumu açamamış bi şekilde etrafıma baktım. Gördüğüm manzarayla birlikte kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Enes ve Selin birlikte karşılıklı horon tepiyorlardı, Parla ve Mete’yse onlara ritim tutuyorlardı.
Gözlerimi ovuşturarak onlara baktığım esnada bakışlarım Parla’nın bakışlarıyla kesişince Parla tuttuğu ritimli anında bırakarak sıkıca bana sarıldı. Neden sarıldığını anlayamadığım bir biçimde Mete’ye baktığımda o da bilmiyormuş gibi omuzlarını kaldırdı. Parla’nın sarılışına onun kadar sıkı olmasa da karşılık verdikten sonra birbirimizden ayrılınca soran gözlerle Parla’ya baktım.
“Neyi kutluyoruz?“ Bu söyleyişimle birlikte Enes gayet mutlu bir ses tonuyla,
“Tahmin et bakalım.” Dedi. Biraz düşündükten sonra başımı olumsuz anlamda salladım.
“Uzatma anlat hadi! Çatlarım şimdi.” Enes bi süre daha sırıtışını sürdürdükten sonra diğer tarafıma oturarak bakmasını sürdürdü.
“Bi iyi bi kötü haberim var. Hangisinden başlayayım?” Meraklı bakışlarım üzerinde dolanırken,
“İyiyi söyle.” Diye mırıldandım.
“İyi haber, artık tır mı dersin karavan mı dersin bilmiyorum ama ona benzer bi transitimiz var.”
“Eee, kötü haber ne?” Bi süre düşündükten sonra dirseğini bankın başına doğdu yaslayarak daha da genişledi.
“Şöyle bi sıkıntımız var ki, yasal değil.” Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak bi Enes’e bir de diğerlerine baktım. Bakışlarım yeniden Enes’i bulunca,
“Ne demek yasal değil?”
“Bildiğin yasal değil, Kaçak.” İnanmayan bakışlarım hala Enes’in üzerinde dolaşırken çalan zilin sesiyle birlikte son bi kez ona baktım.
“Ama çok da önemli değil. Ne de olsa araba arabadır.” Enes ayağa kalktıktan sonra ardından ben de ayağa kalkarak,
“Dua et tutuklamasınlar seni.” Ayağa kalktıktan sonra elimi hala bankta oturan Parla’ya doğru uzattım. Parla elimi tutarak ayağa kalktıktan sonra o da yanıma geçerek okulun kapısına doğru yürümeye başladı. Ben de arkasından onu takip ederek ilerlemeye devam ettim.
|
0% |