Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Bölüm 1 - 'Gençlik Şarabı'

@mirenamartinell

 

"En gizemli, en gerçek ve en içten olanı; ruhun gerçek güzelliği."

 

Lucca

 

1510 - Eylül

Hayat boyunca yalnızca bir kez tadına varılabildiği için oldukça kıymetli olan gençlik şarabı, yaşamı ve güzelliği yücelten, ressamlara ilham kaynağı olan cezbedici parlak bir yıldızdır. İnsanı içsel arzularının peşine düşüren ve Tanrı'nın armağanlarıyla birleşen şeffaf doğanın mükemmel neşesi, her insanın derinliklerinde yaşar. Tadını çıkarmaya değer bu altın kadeh her ne kadar sonu yokmuş gibi görünse de her zaman kayıp gider. Yarının bir kesinliği yoktur, olması gereken en iyi zaman o andır.

Sandretta topraklarının müstakbel asilzadesi, Kutsal Kilise bayrağı altında yüzbaşı ve diplomat unvanlarının sahibi Sandrino di Juan Panzio kendi payına düşen altın kadehin keyfini sonuna dek çıkartan bir adamdı. Bir kez içebileceği gençlik şarabı onun gözünde; hayatın sunduğu yegâne armağan olan dünyevî zevklerdi. Yaratışında kurnaz bir zekâ, cezbedici bir ışık, aile servetini ihtişamla büyütme ihtirasları, zevk ve sefa düşkünlüğü ile kuvvetli parlak yetenekleri bir araya toplamıştı.

"Sandrino, ileride bana bir iyilik yapar mısın?"

Lucca şehrinde Antik Roma döneminden izler taşıyan üç kata sahip papalık konutunun pencerelerinden süzülen güneş ışıkları vaktin ilerlediğini haber verirken Sandrino, güne başlamak için yeni hazırlanıyordu. Şehrin ünlü Martino (Lucca) Katedrali korosu gün doğumuyla birlikte sabah ibadetini yerine getirmiş, insanlar ilk öğünlerinin ardından çoktan yeni bir güne başlamıştı. Sandrino herhangi bir yükümlülüğü olmadığı zamanlarda gününü keyfine göre düzenler, çalışacağı saatleri kendi belirlerdi. Fakat papayı temsil etmekle görevli olduğu zamanlarda düzenli bir hayat sürmeye özen gösterirdi. Gece ne yaşarsa yaşasın uyanış vaktini geciktirmezdi. Fakat o sabah, gece birbiri ardına devirdiği Sicilya şarabı ve uzun süre ayakta kalışı ile geç kalmıştı. Şehrin başpiskoposu ile görüşme ve gün batımında başlayacak geleneksel gösterisi öncesi kendini toparlayabilmek için soğuk suda hızlı bir şekilde yıkanmış, hafif bir kahvaltı yapmıştı.

Kendisine ayrılmış gösterişli yatak odasında, ceketini kollarından geçirirken bakışları aynadan Vitalia ile karşılaşmıştı. Parlak yüzündeki gülümseyen ifadesiyle, sorusuna manidar bir karşılık vermeyi tercih etmişti.

"Elbette, bu geceye ne dersin? İyilik yapmayı çok önemserim."

O ana kadar bir dirseğine hafifçe yaslanarak yatakta uzanmakta olan Vitalia, yüzündeki hayranlık dolu tebessümü ile giyinen Sandrino'yu izlemekteydi. Duyduklarıyla birlikte kıkırdarken yüzüne düşen sarı saç tutamını işveli bir hareketle yana çekmişti. Bunun üzerine ceketini üzerine oturturken Sandrino, hafifçe göz kırpmıştı. Son birkaç yıl öncesine göre daha bronz görünen adaleli gövdesiyleodanın diğer ucunda döküm küvetten çıkıp, giyinirken kadının bakışlarını ilk andan beri üzerinde hissetmişti. Vitalia'nın seyir zevkini bozmak istememiş, usul usul hazırlanmaya devam etmişti. Başını öne eğmiş ceketinin süslü düğmelerini becerikli parmaklarıyla bir bir geçirirken kadının keyifli sesini tekrar duymuştu.

"Dün gece düştüğüm hataya tekrar düşmeme engel olmanı isteyecektim."

"Hata mı? Vitalia, yasak meyve çoktan Adem tarafından yenildi, sonucunda da cennetten kovulup dünyaya gönderildi. Tadına bakan ilk kişi değilsin, geç kaldın."

İpekli örtülerin arasında hafifçe belini kıvıran Vitalia, başını nazik çegeriye atıp dudaklarının arasından dökülen Sandrino nidasıyla gülmüştü. Hayattan zevk alan parlak neşesi ona çok çekici ve hoş geliyordu. Bakışlarını tekrar aynandaki yansımaya çevirdiğinde, en az mizacı kadar çekici olan görüntüsüne bir kez daha kapılmıştı. Yirmili yaşlarının sonunda olan Sandrino'nun yüzü bir erkeğe göre kusursuz hatlara sahipti. Tepesi hafifçe sivri burnu göze hitap eden bir muntazamlıkta, kemikli elmacık kemikleri, ufak bir çenesi, uzun sarı kirpiklerle çevrelenmiş gök mavisi gözleri vardı. Hafif bir pembeliğe sahip dudaklarının alt kısmı üstüne göre daha dolgundu. Gür olan sarı saçlarını genellikle sağa doğru ayırıp hafifçe geriye doğru tarıyor olsa da inatçı saç tutamları altına düşer yakışıklılığa asi bir hava katardı. Vitalia, birlikte olduğu adama karşı duyduğu hayranlığını açıkça dile getirmekten çekinmezdi.

"Tek hatam, içki içerken sana eşlik etmeye çalışmaktı. Ben başımı dahi kaldırmakta zorlanırken sen karşımda tüm canlılığın ve yakışıklılığınla dikilebiliyorsun. Onca kadehe rağmen."

Sandrino, aynadan gülümsemişti. Düğmeler ile işini bitirdiğinde, ceketinin kollarındaki küçük aralıklardan kendini belli eden içine giydiği kar beyazı gömleğinin duruşuna göz atmıştı. Her birinin eşit olması için uğraşmış, yakasındaki ince bağlara basit bir düğüm atmıştı. Karşısındaki görüntüden memnun kaldığında arkasına dönmüştü.

Odanın içinde ilerlerken ince örtünün altından görünen Vitalia'nın nefis vücudunu süzmekten kendini alamamıştı. Dağılmış yatağın üzerinde ipekli örtüyü dolgun göğüslerine kadar çekmiş yarı uzanır haldeyken sarı saçları çıplak omuzlarına, kıvrımlı beline dökülüyordu. Gözlerinde tutkulu bir parıltı yüzünde çapkın bir gülümseme belirse de ağzından çıkan sözler sakindi.

"İşe bu kabul edilebilir bir hata."

Vitalia çıplaklığını saklayan örtünün üzerindeki ellerinden birini yatağın üzerine doğru kaydırmıştı. Karışmış çarşaflar arasında usul usul ilerleterek, kendisine yaklaşan Sandrino'yu hevesle gözlüyordu. Kısık tuttuğu sesindeki meraklı ifadeyle konuşmuştu.

"Günbatımında sonra başlayacak Lucca oyunlarını izlemeye gidecek miyiz?"

"Lucca kentinin koruyucu azizi şerefine her yıl düzenlenen en eski geleneklerinden biri. Tarihlerindeki önemli bir savaşı canlandıracaklar. Tüm gösteri maketlerle oluşturulmuş büyük surları aşmaya çalışmaktan ibaret, Lucca şehri çevreleyen kalın surları ile ünlüdür. Papa adına onur konuğu olarak davet edildim, ayrıca şehrin yönetim konseyi üyelerini daha yakından gözlemlemek istiyorum."

Sandrino o ana dek yatak odasında daha fazla vakit harcamayacağı konusunda kararlıydı. Fakat baştan çıkarıcı bir şekilde gülümseyerek onu dinleyen Vitalia'ya yaklaştıkça kararını kısa bir anlığına ara vermekte zarar görmemişti. Büyük karyolanın önüne geldiğinde eğilip bir elini karışmış çarşafların üzerine dayamıştı. Dudaklarını Vitalia'nın ona doğru kaldırdığı yüzüyle açıkta kalan pürüzsüz boynuna doğru yönlendirmişti. Zarif boynunda dudaklarını gezdirirken Vitalia karşılık olarak hoşuna gittiğini belirten bir mırıltı çıkartırmış, kısık sesindeki ahenkle konuşmuştu.

"Ne kadar da hoş bir gelenek."

Kadının sesinde yüklü olan alayı fark ettiğinde Sandrino'nun gülümsemesi genişlemişti. Bir azizin şerefine düzenlenen oyunun oldukça sıkıcı ve uzun süreceğini bilecek kadar çok deneyime sahipti. Tüm İtalyan şehir devletlerinin buna benzer gelenekleri vardı. Gösterişli oyunlar sayesinde halk neşeye boğuluyor, şehirlere olan bağlılıkları canlı tutulmaya çalışılıyordu. İçindeki bulundukları durumda böylesi bir gösteri Lucca şehri için yararlı olabilirdi. Yönetim konseyi kısa zaman önce vergileri arttırma kararı almıştı ve bu durum şehrin bazı bölgelerinde huzursuzluğa yol açmıştı.

Sandrino, eğer şehirde Papa Julius'un kelamına sahip onur konuğu olarak bulunmuyor olsaydı gösteriden olabildiğince uzak dururdu. Fakat o anki konumunda katılmaması söz konusu dahi olamazdı. Vitalia'nın dudaklarına doğru yol alırken sözcükleri kendine has bir cazibeyle uzatarak fısıldamıştı.

"Ve sende tatlım bu hoş gelenekte bana eşlik edeceksin. Gösteri kesinlikle sıkıcı olacaktır lakin sen durumu telafi edecek kadar dikkat dağıtıcısın. Tabi biraz da şarap içmek isterim."

Sandrino'nun çapkın gülüşü ile kolayca etkilenen Vitalia, dudaklarını kendi dolgun dudakları ile karşılaşırlarken aynı anda yatakta kayarak bedenini ona doğru yaklaşmıştı. Gözleri hevesle parıldıyordu. Kolunu Sandrino'nun boynuna dolayıp dudaklarını bu kez kulağına doğru yönlendirirken, yumuşak bir hareketle onu üzerine doğru çekmeye çalışmıştı.

"O halde kayısı rengi elbisemi giymeliyim, ne de olsa senin dediğin gibi benim rengim."

Vitalia'nın sarı saçları arasına ulaşan ince parmaklarının teması ile kısa bir an gözleri kapatarak iradesine engel olmaya çalışmış Sandrino, gülerek kadının dudaklarına hızlı bir öpücük kondurup geriye çekilmişti. Daha fazla vakit kaybedemezdi. Pek çok çekmecesi olan sandal ağacından yapılma büyük sandığa yöneldiğinde toparlanarak yatakta oturan Vitalia'nın hafice bozulmuş sesini duymuştu.

"Lucca'daki görevin ne kadar sürecek demiştin?"

"Julius aksini söylemediği sürece yıl sonuna kadar buradayım. Lucca hoşuna gitmedi mi?"

Sandığın üzerinden aldığı siyah kemeri beline sarıp sıkılaştırmakla uğraşan Sandrino, yönünü Vitalia'ya dönerek sorusunu cevaplamıştı.

"Henüz kararımı verebilecek kadar yer görmedim. Buna rağmen yılın ilk yarısını geçirdiğimiz Pisa kadar renkli ve göz kamaştırıcı görünmediğini söyleyebilirim. "

Görevli olduğu Toskana Bölgesi, İtalya Yarımadası'nın merkezinde oldukça geniş bir alanı kaplıyordu. İçinde kültürü, mimarisi ve siyasetiyle tüm Avrupa'da ünlü Floransa, büyük liman kentlerinden Pisa ve Lucca, geleneksel olarak her yıl şehir mahalleri arasında yapılan at yarışlarıyla anılan Siena gibi pek çok önemli kenti barındırıyordu. Sandrino Toskana Bölgesi'nin kentlerini son derece çağdaş ve renkli buluyordu. Her biri kendi içinde diktatör yöneticiler, bağnaz din adamları, kıtlık ve savaşlarla sınanmış olsalar da hiçbiri Roma'nın kasveti ile boy ölçüşemezlerdi.

"Vitalia, Toskana bölgesinin tüm kentleri göz kamaştırıcıdır. Üstelik Lucca bölgenin zengin liman kentleri arasında."

"Fakat göğe doğru uzanan meşhur bir kulesi yok. Seninle birlikte her an yıkılacakmış gibi duran nefes kesici kulenin tırmanırken kendimi hiç olmadığım kadar sarhoş aynı zamanda mutlu hissetmiştim. O kafa bulanıklığıyla merdivenlerde senin gibi bir beyefendiden yardım almak işime çok yaramıştı doğrusu."

Sandrino, yıkanırken çıkarttığı yüzüklerini parmaklarına geçirirken gülmüştü. Vitalia konuştuğu sırada kolunu nazikçe yukarı doğru kaldırıp yana doğru eğilmiş Pisa Kulesi'ni tarif etmişti. Birlikte geçirdikleri zevkli anlar hala dün gibi aklındaydı. Vitalia, ona yalnızca yatakta değil dışarıdaki hayatında da eşlik ediyordu. Tüm İtalya yarımadasında Viterbo ve Roma'nın en ünlü çapkını olarak anılırken, kimi asilzadelerin yaptığı gibi metresleri ile olan ilişkilerini gizli kapılar ardında devam ettirmek saçma bir uğraş gibi geliyordu. Kaldı ki Sandrino, kimsenin ne dediğini umursamaz ne isterse onu yapardı. Çağın kültür düzeyine ayak uydurabilecek kadar donanımlı bir kadın olan Vitalia, yanında seyahat edebileceğini söylemiş Sandrino ise bunu zevkle kabul etmişti. Ona turnuvalarda, tiyatro gösterilerinde ve resmi olmayan pek çok davette eşlik ediyordu. Başını kaldırdığında onu izleyen kadını süzerek konuşmuştu.

"Oysa ki ben kulenin bir sene içine yıkılacağını söyledikleri için korktuğunu sanmıştım. Tabi bu söylentiler kulenin inşa edildi zamandan bu yana gündemde."

Vitalia, bu manalı sözler karşısında ürkek bir şekilde hafifçe yerinde sinip oyuncu bir gülümsemeyle çok korkmuştum diyerek mırıldanmıştı. Sandrino onun bu halini izlerken sesli bir şekilde gülmüştü. Son olarak hizmetlilerin kıyafetlerini yerleştirdikleri büyük meşe dolaba yönelirken, tıpkı onun gibi oyuncu bir ifade takınmıştı.

"Şansa bak ki kule biz tepesinde manzaranın tadını çıkarttığımız sırada yıkılmadı."

"Floransa'yı görmek için sabırsızlanıyorum."

Vitalia yavaşça yatağa uzanırken iç geçirmişti. Sandrino, duyduklarıyla birlikte duraksamış, dolabın başında gereğinden uzun bir süre kalarak renkli kumaşlara ilgisizce bakmıştı. Bir sonraki görev yeri olan Floransa'ya Papa Julius ile konuştuğu gibi yeni yılla birlikte geçecekti. Fakat bir süredir kendini tamamen Viterbo'dan kopmuş gibi hissediyordu. İçindeki minicik ses zaman zaman kardeş bildiği kuzeni ile çıktığı av gezilerini, uzun saatler çakırkeyif halde meyhanede ettikleri muhabbetleri ve hareketli aile yaşantısını özlediğini fısıldıyordu gizlice. Buna rağmen Sandrino, büyük bir hız ve kararlılıkla bu uğursuz sesin içinde yeşermesine izin vermeden önünü alıyordu. Sonunda kırmızının koyu bir tonuna sahip ceketinin üzerine giymek için kül rengi pelerin görevi gören uzun yeleğe uzanmıştı. Fakat Vitalia durgunlaşan halini fark etmişti. Bir dirseğinin üzerine uzanırken merakla sormuştu.

"Lucca'dan sonra göreve Floransa ile devam edeceksin değil mi?"

Sandrino, bakışlarını Vitalia'nın kaygıyla kırışmış alnına çevirmişti. Toskana modasına uygun yeleğini koluna asarak, ağır adımlarla yatağa yaklaşırken güven verici bir sesle konuşmaya çalışmıştı.

"Elbette. Planlarımda bir değişiklik olduğunda bilgin olacağından emin olabilirsin."

"Sevindim. Viterbo yerine Floransa'da olmayı tercih ederim."

"Neden böyle söyledin?"

"Çünkü bir gün Viterbo'ya tamamen yerleşeceğini biliyorum."

Önünde durduğu karyolanın oymalı ahşap direklerine omzunu dayayan Sandrino, ayaklarını önünde çaprazlarken hafifçe kaşlarını çatmıştı. Vitalia'nın ses tonunda hoşnutsuzluk hafif bir şekilde kaygı sezmişti. Fakat kendi hoşnutsuzluğu daha büyüktü. Kendi içinde dahi Viterbo'ya kesin dönüş yapmak konusunu açmazken Vitalia ile bu tatsız konu hakkında konuşmak istemiyordu. Onu hiç ilgilendirmemesi gereken bir konuya girdiğini belli eden bir bakışla karşılık vermişti.

"Gerçekten mi? Ben bunu hiç bilmiyordum."

Vitalia, bir yıldır birlikte olduğu adamın yüzünde oldukça nadir ortaya çıkan bir ifade belirdiğini görmüştü lakin Sandrino konudan hoşnut olmasa dahi onu kırmaz, kolayca terslemezdi. İfadesini yumuşatabileceğini umduğu baştan çıkarıcı gülümsemesi ile uzanıp parmak uçlarını siyah bir pantolonunun sardığı kaslı bacaklarının üzerinde hafifçe gezdirmeye başlamıştı.

"Panzio hanesine yakışır bir gelin alman gerektiğini ve bir varise ihtiyacın olduğunu başından beri biliyorum. Bununla ilgili hiçbir sorunum yok. Sadece son zamanlarda içimdeki ses, o zamanların gittikçe yaklaştığını söylüyor."

Kollarının göğsünde bağlamış Vitalia'yı dinleyen Sandrino, sarı kaşlarını hayretle havaya kaldırıp alaylı bir şekilde gülmüştü. Elinden gelse hiçbir zaman evlenmezdi, çoğu zaman kendini bir erkek kardeşi olsa her şeyin ne kadar da kolay olacağını düşünürken buluyordu. Tüm varlıklarının yönetimini onunla birlikte yürütmekten mutlu olur oğlunu ise ailesinin varisi olarak gösterebilirdi.

Sandrino'nun ifadesizleşen yüzünü izleyen Vitalia, herhangi bir şey söylemeyeceğini anlamıştı. Biraz önceki neşeli havayı geri getirmek için tebessümünü iyice genişletmişti.

"Seninle birlikte Toskana bölgesinin şehirlerini gezmenin keyfi paha biçilemez, sadece bunu kaybetmek istemiyorum."

Sandrino, bacağının üzerinde gezinmeye devam eden parmakları durdurup, elini tutmuştu. Bu konuşmadan keyif almadığını gösteren açık bir tutum sergiliyordu.

"Bende bekarlığımı kaybetmek istemiyorum tatlı Vitalia. Bir an önce içindeki o uğursuz sesi sustursan iyi edersin."

Vitalia Sandrino'nun tutuşundan kurtardığı elini kadife ceketinin üzerinden kollarına doğru yükseltirken yapmacık bir saflıkla kaçınılmaz gerçeği dile getirmişti.

"Yine de bir varise sahip olman için bekarlığını kaybetmen gerekecek."

Derin bir nefes veren Sandrino bir süre yüzünü ona doğru kaldırmış vereceği cevabı bekleyen Vitalisa'nın yüzünü izlemişti. Bu konuyu onunla konuşmak istemediğini söyleyip yanından ayrılsa mı yoksa kuruntulularını sonlandırmak için tek sefere mahsus bir açıklama mı yapsa karar vermeye çalışıyordu. Sonunda uzanarak Vitalia'nın çenesini nazik bir biçimde tutmuş, baş parmağı ile yanağını okşarken kuşkularını sonlandırmak istemişti.

"Vitalia benim evlenmem senin için bir sorun teşkil etmiyor. Soylu aile çocuklarının büyükbaş hayvanlar gibi çiftleştirilmesini nefret uyandırıcı bulmuşumdur hep. Bir gün illaki evlenmem gerekliyse, kendime evlilik dışı olan ilişkilerime karışmaya kalkışmayacak kadar uysal, saf ve iki ayrı hayat yaşayabileceğimiz bir eş seçeceğim. Evlenmek gibi bir karar versem dahi hayat tarzımı deştirmeye hiç niyetim yok."

"O halde sarı saçlı, renkli gözlü olması gerekmiyor. Siyah saçları, buğday teni, koyu renk gözleri olan basit bir kız seçebilirsin. Benim gibi uzun boylu ve ince ve dolgun hatlara sahip olmasının da gereği yok."

Sandrino, bu sözler karşısında kınayan bir bakış atmışsa da Vitalia'nın şakacı ve baştan çıkarıcı bir tavırla gülümsemesi, kızgınlıkla eğlence arasında karar vermekte zorlanmasına sebep olmuştu. Elindeki pelerini yatağın üzerine bırakıp bir elini ahşap direğe yerleştirerek yatağa doğru eğilmişti. Bakışları Vitalia'nın yumuşak dudaklarındaki sıcak gülümsemeydi.

"Yani senden güzel olmasın, doğru anlamış mıyım tatlım?"

Vitalia, kolundaki elini omuzlarına doğru yükseltirken aralarındaki oyunu kendi eline geçirmek için başını yana eğip boynuna önce küçük bir öpücük kondurmuştu. Ardından biraz olsun geri çekildiğinde biraz önce Sandrino'nun duruşunu kontrol ettiği beyaz gömleğinin yakasını hafifçe kenara çekerek tekrar öpmüştü.

"Evet, yanına benden daha çok yakışmasın. Birbirinizi sevmeseniz bile senin gibi bir adamla ömür boyu evli olup, çocuklarını doğurmak, Panzio ailesinin içine girmek bile pek çok kadının hayallerini süslüyor. Bunun yanında bir de güzelliğinin dilden dile konuşulmasına hiç lüzum yok."

Sandrino, bu sıcak temas karşısında boğuk bir sesle gülmüştü. Mavi gözleri alevlenmiş, uyanan vücudu düşüncelerini karıştırmaya başlamışsa da işi ileriye götürmeye niyetli değildi. Gece oldukça geç uykuya dalmışlardı. Artık ne yeni bir sekse ne de sohbete ayıracak vakti yoktu. Nazik ancak kararlı bir hareketle geriye çekilmişti. Vitalia'nın solan gülümsemesini gördüğünde son kez yaklaşıp omuzundaki sarı saç tutamını nazikçe geriye çekip, yataktan uzaklaşmıştı.

Papalık konutunun beyaz mermerden yapılmış galerilerden oluşan uzun koridoru boyunca enerjik adımları ile ilerleyen Sandrino, bir elini hala hafifçe nemli olan sarı saçları arasında gezdirmişti. Güne akşamdan kalma olarak başlamasına rağmen doğuştan gelen asaleti ve neşesi yerindeydi. Yüzbaşı unvanıyla papalık ordusunda savaşmak yerine diplomatlık yapmak, arzu ettiği hayatı yaşamasına olanak sağlıyordu. Fakat Sandrino öyle ya da böyle elindeki rütbelerinin her iki tarafını da pek çok kez deneyimlemişti.

Papalık Devleti'nin büyüklüğü ve zenginliği ile önemli eyaletlerinden biri olan Viterbo şehrinin kırsalında Roma'ya oldukça yakın bir mesafedeki kendi toprakları Sandretta'nın yönetimini gut hastalığından mustarip babasının makamından inmesini beklemeden meşru halef olarak eline almış ve Panzio adının devamını sağlayacak bir varis vermemiş olmasına rağmen Sandrino Panzio, iki yıl önce Kilise ordusunda görev almıştı. Son görevi İspanya'daki diplomatlığının ardından orduya devam etmek istemesindeki kararlı tavrı başlangıçta, Viterbo'daki sıkıcı hayatına yeni maceralar katmak, varis edinme yükümlüğünü bir süre daha ertelemek istemesine bağlıydı. Fakat yetenekli bir kılıç ustası ve binici olsa dahi hayatı boyunca hiçbir zaman savaş sanatına heves duymamıştı. Bir yıl önce Venedik Dukalığı ile yapılan büyük savaşın ardından daha fazla kanlı muharebe görmek istemediğine karar vererek ordudan çekilmiş, diplomatlık görevlerine gönüllü olmuştu. Papa Julius'un yakın zamanda Fransızlara karşı başlatmayı düşündüğü savaş öncesi diplomatik sahada ilişkileri canlı tutmak için Toskana Bölgesi'nin şehirlerini gezerken kurduğu düzenden oldukça memnundu.

Geçtiği yüksek kapıların her biri kilisenin diplomat, asker veya kardinalleri için hazır tutuluyor olsa da kentte bulunduğu bir hafta boyunca üç kata sahip dekoratif elemanlarla süslenerek görkemli hale getirilmiş binada yalnız olduğunu söyleyebilirdi. Tıpkı onun gibi kilise tarafından görevlendirilmiş önem sırası düşük birkaç görevli haricinde konut ona hizmet veriyordu.

Mermer basamaklar doğrudan büyükçe bir daireye iniyordu. Karşı duvar boydan boya capcanlı renklerle Cennet Bahçesi freskleriyle kaplanmıştı. Çoksayıda insanın kaygısızca gruplar halinde eğlendikleri, hayvanlarla oynadıkları, dalından kopardıkları taze meyveleri yedikleri, erkeler ve kadınların nehirde yıkandıkları tasvirler oldukça dikkat çekiciydi. Sandrino, Lucca'ya geldiği ilk gün freskleri gördüğünde kendini edepsizce bir espri yapmaktan alamamıştı. Hayatının zevk ve sefa ile harmanlanmış muhteşem dönemlerini geçirdiğini düşünürken Lucca'da cennetin ta kendisine düşmüştü. Fresklere baktığı her seferde daha çok keyifleniyordu. Fakat o sabah cennetine sızmış bir yılan vardı. Viterbo'dan gelen ailelerinin habercisi bedeninde vücut bulmuş olan bu kara yılan fresklerin tam önünde dikilmiş, onu beklemekteydi.

Adamı fark ettiğinde istemsizce duraksamış Sandrino, suratını buruşturup bakışlarını devirmişse de varlığından haberdar etmeden önce ifadesini ustalıkla değiştirmişti. Boğazını temizlemiş oyunculara özgü bir ustalıkla kullandığı esnek bedeni ile son basamakları da inmişti. Alaycı ifadeye sahip gülüşü ile söylenmişti.

"Guido! Bende Viterbo ve Lucca yolu arasında haydutlar tarafından şişlenip cesedinin hayvanlar için bir ağacın altına bırakıldığını düşünmeye başlamıştım. Lucca'ya yerleşeli bir hafta oluyor, ilk gün damlamanı bekliyordum."

Panzio asilzadesinin bu alaylı tavrı Guido için oldukça alışıldık bir durumdu. Adam her durumu kolayca alaya alabilen ve komik yönleri ortaya çıkartan bir yapıya sahipti. Neşeli ve kolay ilişki kurulabilir olan mizacı onu insanların niyetlerini görme konusunda asla yetersiz duruma düşürmemişti. Bilakis karşısındakileri kolayca etki altına alırken kıvrak zekâsı ile niyetlerini kolayca okurdu.

Yalnızca gerçekten canını sıkan bir durum olduğunda ifadesi sertleşir, etrafına ışık saçan neşeli tavrı insanı yakan bir ateşe dönüşürdü. Guido, neredeyse kendini bildi bileli Panzio Hanesi'nin özel haberciliği görevini üstleniyordu. Aile üyeleri arasındaki önemli raporları taşıyor, danışmanlık yapıyordu. Sandrino Panzio ile olan görüşmeleri genelde inişli çıkışlı olurdu. Getirdiği kimi raporu alay ederek geçiştirmesini kimini ise sinirlenip kafasına fırlatılma suretiyle masayı dağıtmasına uzun zaman önce alışmıştı. Duyduğu ses ile artık yalnız olmadığını anlayan adam topukları üzerinde döndüğünde Sandrino Panzio ile karşılaşmıştı. Ağırlığını arkaya vererek saygıyla bir reverans yapmıştı.

"Sinyor di Panzio, efendim öncelikle Lucca'daki görevinizde size Tanrı ve meleklerinin kutsallığı yanı-"

Sandrino yaklaşık olarak kendi yaşlarında olan Guido'nun her zaman inatla kullandığı ağdalı diline daha fazla dinlemeye tahammül edememişti. Bir elini havada sallayarak sözlerini yarıda kesmişti.

"Sözlerinin devamını ezbere biliyorum Guido. Keşke şahsiyetime gösterdiğin gibi biraz da kulaklarıma saygı göstersen."

Samimi olduğu açıkça belli olan bir ilgiyle konuşmaya devam etmiş Sandrino, kaslı bir zayıflığa sahip olan uzun boylu habercinin taşıdığı deri çantayı işaret etmişti.

"Söyle bakalım bu kez heybende benim için hangi saçmalıklar var?"

Guido son üç seferdir Sandrino'nun karşısına normal bir zamanda incelediklerinden iki kat daha fazla raporla çıkıyordu. Bu kez de durum öncekilerden farklı değildi. Yolculuğu sırasında herhangi bir aksilikte canı pahasına korumaktan çekinmeyeceği deri bir bağ ile birbirine bağlanan parşömenler yine koca bir yığın oluşturuyordu. Bir önceki görüşmeleri Pisa şehrindeki papalık konutunda gerçekleşmişti. Sandrino, o gün raporların bir kısmını gümüş bir kovada söylenerek yakmış ardından annesi Rosia Panzio'ya içeriği pek de mutlu olmayan uzun bir mektup yazarak ulaştırması için ona vermişti. Guido, Lucca'ya gelirken yine aynı şeyleri yaşayacağını düşünüp durmuştu. Omzuna taktığı büyük deri çantadan söz konusu raporları çıkarmaya çalışırken kısaca saymıştı.

"Efendim, Viterbo'daki topraklarınız ve sahip olduğunuz mülklerinizin durumlarına dair göz atmanız gereken raporlar getirdim, işleriniz hakkında raporlar da aralarında mevcut. Panzio Malikanesi hakkında birkaç küçük rapor var ve şehrin yönetim konseyi hakkındakiler en alt kısımda. Bunların yanında bizzat elinize teslim etmem gereken Madonna Panzio ve Sinyor Ludovico'dan mektuplar var."

Adamın koyu renk deri çantasından çıkarmaya çalıştığı parşömen yığınına bakan Sandrino'nın bakışlarından annesinin çabalarına karşı taktir dolu bir ifade geçmişti. Viterbo ve Roma'da buyurgan görkemli hanım olarak ünlenmiş annesi Rosia Panzio, anlaşılan elinden geldiği her şekilde onu diplomatlık görevini bırakıp Viterbo'ya kesin dönüş yapması için yıldırmaya devam edecekti. Kısaca öyle olsun Madonna Panzio diye mırıldanıp, başını hafifçe iki yana sallamıştı.

"Anlaşıldı hepsini inceleyeceğim ama öncesinde şaraba ihtiyacım var."

Sandrino, günün her vakti şarap içebilen ve kolayca sarhoş olmayan sağlam bir bünyeye sahipti. Fakat o an Viterbo'dan gelen gereksiz detayları okumak için gerçek anlamda kaliteli bir beyaz bir şaraba ihtiyaç duyuyordu. Guido'ya arkasını dönüp, havaya kaldırdığı iki parmağı ile ilerlemesini işaret etmişti.

"Beni takip et."

Şehrinin merkezindeki kare biçimli zarif köşkün kalın duvarlarla çevrili küçük bahçesi papalığın kudretini, hakimiyet ve zenginliğini vurgulamak için tıpkı Roma'daki yapılar gibi sanatsal bir gösteriye sahne olmuştu. Klasik çağın simetri ilkelerinin hâkim olduğu bahçede çok sayıda heykel ve muntazam biçimde budanmış bitkiler bahçeye hareket kazandırmıştı. Korint tarzında kemerleri destekleyen mermer sütunlarla çevrelenmiş geniş verandaya çıkan Sandrino, peşinden gelen uşağa çabuklukla isteklerini sıralamıştı. Uzun ve çevik adımları ile verandanın ortasına yerleştirilmiş büyük meşe masaya doğru ilerlemişse de oturmamış yalnızca elindeki pelerinin bir sandalyeye asmıştı.

Onu sessizce takip eden Guido'ya parlak mavi gözlerini çevirip, çantasındaki parşömenleri masaya yerleştirmesini işaret etmişti. Guido, vakit kaybetmeden masaya yaklaşırken, arkasında birleştirdiği elleriyle yönünü bahçeye dönmüştü. Kalın sütuna yaklaşmış, sakin ipeksi sesiyle neyi beklediğini şeyi hatırlatmıştı.

"Önce şarabım demiştim."

Guido, dudağının kenarında beliren hafif bir tebessümle bakışlarını tekrar önüne çevirip işini yapmıştı. Kısa bir zaman sonra hizmetçiler peşi sıra masaya doğru seğirtmişti. Papalık köşkünün baş uşağı olan yaşlı adam Guido'nun her gelişinde ortaya çıkan kırmızı renkli ahşap bir kutuyu masaya bırakmıştı. Onu takip eden diğer uşak, ahşap bir mektupluk ve mürekkep hokkasını yerleştirmiş, son olarak gümüş bir tepside getirilen üç kadeh ve büyük bir sürahideki berrak beyaz şarap masaya yerleştirilmiş, bir başka hizmetçi kızın taşıdığı meyveler de yanlarına konulmuştu. Baş kâhya herhangi bir işarete gerek duymadan iki kadehe de şarap dökmüş sonrasında gözden kaybolmuştu.

Sandrino yerleştiği ahşap sandalyesinde şarabını yudumlarken ardı ardına mühürlerini kırıp parşömenlerindeki yazanları okurken ilk zamanlar oldukça rahattı. Derin bir kardeşlik sevgisi beslediği kuzeni Andreani Ludovico'nun üç yıl öncesinde riskli olduğu için girmemesi konusunda ısrar ettiği doğudan getirttiği incilerin katlanan kârını okurken yüzünde haylaz gülüş belirmişti. Dahao an kuzenine yazacağı muzip mektubun detaylarını kafasında tasarlamaya ve eğlenmeye başlamıştı. Fakat önemli gördüğü raporları kenara ayırmaya devam ederken bir süre sonra bazılarını masanın üzerine gelişigüzel biçimde atmaya başlamıştı. Keyifli ifadesi gittikçe gerilmeye, sarı kaşlarını çatarak homurdanmaya başlamıştı. Sonunda bir başka parşömeni daha masaya savurduğunda ellerini uzatarak yığını karıştırmaya başlamıştı.

"Nerede? Kesin buralarda bir yerdedir."

O ana kadar önünde birleştirdiği elleriyle sessizce yanı başında dikilmekte olan Guido, masaya biraz daha yaklaşmıştı. Ne yapacağından emin olamayan bir tavırla Sandrino'nun parşömenlerin üzerinde gezinen ellerine bakakalmıştı. Parmaklarındaki, üzerine hassasiyet ve maharetle işlendiği ilk bakışta belli olan değerli taşların olduğu üç yüzük gölgede olmalarına rağmen göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Karşısındaki adam dış görünüşüne her zaman önem verir, yakışıklılığını renkli kumaşlar ve ziynet eşyaları ile süslemekten hoşlanırdı. Gido şaşkınlığını sesine yansıtmamaya çalışarak sormuştu.

"Ne efendim? İçeriklerini bilmiyorum lakin kimden gelmesinin beklediğinizi söylerseniz belki yardımcı olabilirim."

Sandrino avuç içlerini sert bir şekilde mühürleri kırılmış parşömenlerin üzerine koyup, yüzünü ona doğru kaldırmıştı. Bu ani hareketi ile şaşıran Guido'nun aklı karışmıştı. Fakat Sandrino düzgün ve güzel hatlara sahip yakışıklı yüzündeki oldukça mantıklı görünen ifadesine uyuşmayan sözlerle onu daha da afallatmıştı.

"Panzio Malikanesi'nin mutfak listesi. Nerede?"

Guido'nun bilyeleri andıran siyah gözleri parşömenler ile Sandrino'nun arasında gidip gelmeye başlamıştı. Konuşmaya başlamadan önce öksürerek sesini bulmaya çalışmıştı.

"Efendim, belki de gönderilmemiştir."

Guido, henüz içine rahat bir nefes dahi alacak vakti bulamadan Sandrino bir hamle daha yapmıştı. Elinin altındaki rasgele bir parşömeni buruşturarak havaya kaldırmış, yüzüne havada sallamıştı.

"Bence gönderilmiştir. Sonuçta bunlar onca yolu tepip önüme kadar gelmişse mutfağın eksikleri neden gelmesin? Al al oku şunu."

Sandrino sözlerinin sonunda konuştukça daha fazla buruşturduğu raporu adamın üzerine atmıştı. O huysuzca nefesini dışarı bırakıp arkasına yaslanmışken Guido, son anda yakalayabildiği parşömeni parmaklarının ucuyla olabildiğince düzeltmeye koyulmuştu. Başını eğmiş, sorgusuzca yazıları okumaya başladığında Sandrino, tekrar öne çıkıp uzattığı koluyla elindekini çekip almıştı.

"Sen o kafanın içinde akıl yerine ne taşıyorsun acaba? Oku dediysek gerçekten oku demedik."

Boştaki eliyle önce masanın üzerinde duran şarabını tepesine dikmiş Sandrino, tekrar sandalyesinde arkasına yaslanmıştı. Elindeki kağıda şöyle bir bakış atmış, yazılanlara dair fikir edindiğinde gözlerini devirerek geriye çekmişti. Buruş buruş haldeki kâğıdı havada sallamaya devam ederken yazılanları kabaca özetlemişti.

"Bu raporda, topraklarımdaki kiracıların tarlarına ekecekleri ürünler hakkında zırvalıklar var. Hangisinin daha verim getirmesi beklendiği yazılmış, bir diğerinde kaç tane domuz kaç tane keçi, inek alınması gerektiği yazıyor, bir diğerinde üzüm bağlarının bakımı hakkında saçmalıklar sıralanmış. Bu konularla normal şartlarda kimin ilgilenmesi gerek biliyor musun Guido?"

"Çiftçilerin ve tabi ki muhasebecinizin."

"Doğru. Viterbo'dan ayrılmadan önce bizzat seçip, görevlendirdiğim muhasebecim ve tabi ki çiftçiler ilgilenecek. Tüm bu zırvalıklarla ben uğraşacaksam o adamlara boşu boşuna para ödüyorum demektir."

Sandrino, parmakları arasında tuttuğu parşömeni avucunun içine geçirdiğinde tek seferde top haline getirip masaya atmıştı. Bu kez sözlerine işaret parmağını kendi bedenine doğrultup havada bir daire çizerken devam etmişti.

"Peki oradan bakılınca benim çiftçiye benzer bir yanım var mı?

Guido sorusu üzerine önce şaşırmış sonrasında gülümsemesini bastırmaya çalışırken güçlükle konuşmuştu.

"Hayır efendim."

Kaşlarını havaya kaldıran Sandrino derin bir iç çektiğinde masanın üzerindeki gümüş kâseyi kendine yaklaştırmıştı. İri bir üzüm tanesini sertçe çekip salkımından ayırırken şakacı bir alınganlık gösterisiyle söylenmişti.

"Bende öyle sanıyordum lakin görünen o ki Madonna Panzio çiftçi olduğumu düşünüyormuş."

Parmaklarının ucunda çevirdiği yeşil üzümü ağzına attığında bakışlarını karşısındaki bahçeye çevirmişti. Genç bir bahçıvan sonbaharın gelmesiyle birlikte hafifçe dökülmeye başlamış yaprakları süpürüyor, süpürgenin taş zemine sürterken çıkardığı ses bahçeyi dolduruyordu. Düşünceli bir havayla gök mavisi gözlerini kısmış işini yapan genci izlerken zihni çok uzağa doğup büyüdüğü Viterbo'ya doğru kaymıştı. Yıllar geçtikçe annesi Rosia'nın evlenip yuva kurmasındaki ısrarları katlanarak boğucu bir hal almaya başlamıştı. Her görüşmelerinde istisnasız, onun konumundaki insanlar için görev ve sorumluluğun en başta geldiğini hatırlatırdı. Zamanla görüş ayrılıkları oğlu olmayan bir adamın geleceği yoktur sınırına kadar dayanmıştı. Bir an önce diplomatlık görevinden istifa edip Viterbo'ya dönmeli, karşısına dizilen soylu genç ve masum kızlar arasından ailesine yakışır bir eş seçip Panzio Hanesine bir varis vermeliydi.

Sandrino, hayatının her döneminde annesinin isteklerine duyarlı ve cömert davranmıştı. Birbirlerine oldukça düşkünlerdi. Yıllar önce kilise ordusunda görev almadan önce içini rahatlatabilmek amacıyla ileride elbet evleneceğine dair güvence vermişse de geçen üç yılın ardından hala içinde yuva kurma isteği yeşermemişti. Ordudan istifa ettiğinde Viterbo kesin dönüş yapacağını düşünen annesi hevesle gelin arayışına başlamıştı. Fakat Sandrino bu kez diplomatlık göreviyle Viterbo'dan ayrılmıştı. Bir kez daha umutları boşan çıkan Rosia Panzio, bu kez farklı bir yol denemeye başlamıştı.

Yıllardır büyük hakimiyet gösterisiyle yürüttüğü ailenin işlerinden elini eteğini çekmişti. Görüştükleri zaman yaşlandığını artık çabuk yorulduğunu öne sürse de Sandrino, Rosia Panzio'nun bir kaya kadar sert ve saltanatına düşkün olduğunu biliyordu. Viterbo'daki işleri kasıtlı olarak zorlaştırıyor, muhasebecinin kolaylıkla halledebileceği işleri bile inatla hangi şehirdeyse oraya gönderttiriyordu. Esen hafif sonbahar meltemiyle birlikte alnına düşen sarı saç tutamını geriye doğru çeken Panzio asilzadesi, bozulan sinirleriyle gülümserken aynı zamanda mırıldanmıştı.

"Sınırlarımı zorluyor, her iki işi de aynı anda yürütemeyeceğimi düşünüyor."

Bu sinirlerini daha da bozmuştu. Her iki eliyle de yüzünü ovup, parmaklarını kısa saçlarının arasında gezdirmişti. Kesinlikle kurnaz bir düzenbaz olduğunu düşündüğü annesine kızsa mı yoksa yıllardır sürdürdüğü çabasını taktir mi etse bilemiyordu. Tüm işleri üzerine yığmış gibi görünse de bir tarafta aksamamaları için uğraştığından emindi, bunu düşündüğünde acı bir kahkaha atmıştı. Bu sırada gök mavisi gözlerinin içi en az annesi kadar inatçı olan bir ışılıyla parıldıyordu.

Genç ve yakışıklıydı, çok sayıda aşığı olmuştu. Bunların bir kısmı ona marifetleri sergilemekten hoşlanan fahişeler, bir diğer kısmı özgür ruhlu Viterbolu ve Romalı kadınlardı. Tüm bunlara rağmen Sandrino, zevk oyunlarında kendine katı bir sınırı çizmişti. Sevgisini ve bekarlığını elde etmek için birbirleriyle yarışıp karşısında sahte bir şekilde sırıtan soylu ve bekar kızlardan kati suretle uzak durur, tam anlamıyla yüzlerine dönüp bakmazdı bile. Yirmi dokuz yaşına rağmen bu şımarık ve yavan kızlarla oynaşmanın verdiği zevkin sonucunun çoğu kez ya keskin bir kılıcın ucunda ya da bir rahibin önünde sonlandığını görecek kadar izlenim edinmişti. Bu nedenle ilişkilerinde ya kıskanç kocalara sahip olmayan kadınlarla ya da şu anki metresi Vitalia gibi kendinden başka hiç kimseye karşı yükümlülüğü olmayan kadınlarla birlikte olmayı adet edinmişti. Sandrino, en azından iki yıl daha kendini tutkunun ötesinde bir birlikteliğin içine bırakmayı düşünmüyordu.

O koltuğunda geriye doğru kaykılıp, bahçeyi gözlerken Guido, hafifçe öksürerek dikkatini çekmeye çalışmıştı. Bir yandan hala bıraktığı yerde duran mühürleri kırılmamış mektupları masanın üzerinden ona doğru yaklaştırmaya başlamıştı.

"Efendim bunlar da kişisel mektuplarınız."

Sandrino, başını önüne çevirdiğinde Guido'nun uzattığı mühürlü mektuplara uzanmıştı. Bir arada durmalarına yarayan kırmızı deri bağı çözmeden yana çekerek diğerlerinden ayırmıştı. Özel mektuplarını yalnız okuyacaktı. Verandaya çıkarken baş uşaktan istediği kırmızı kutunun kapağını açıp, biraz önce masaya yaydığı raporları içine doldurmaya başlamışken kısa bir anlığına bakışlarını Guido'nun üzerine çevirmişti.

"Yarın akşama kadar hepsini incelemiş ve götüreceğin karşılıkları hazırlamış olurum. Köşkün baş kahyasını bulup, senin için bir daire hazırlamasını söylersin."

Guido, ellerinin önünde birleştirip, başını sallayarak anladığını ifade etmiş ardından sessizce yanından ayrılmıştı. O sırada Sandrino, tüm parşömenleri içine yerleştirdiği kutuyu kilitleyerek anahtarını ceketinin iç cebine yerleştirmişti. Seyahat ettiği sürece özel yazışmaları için yanında taşıdığı kutu, adına tahsis edilmiş dairede duruyordu. İşini bitirdiğinde kişisel mektuplarını önüne alıp, bir arada durmalarına yarayan deri bağı çözmüştü. Dar kesimli siyah bir pantolona sarılmış uzun bacaklarını meşe masanın üzerine doğru kaldırdığında üzerinde siyah bir kartal işlenmiş mührü kırıp, kuzeninin ağzından yazılmış Viterbo'da olan bitenleri keyifle okumaya başlamıştı.

Güzel bir sonbahar gününde, damak zevkine göre özel olarak getirttiği şarabı ve hafif atıştırmalıkların keyfini çıkartan Sandrino, okuduğu mektuplarına dalmıştı. Yakınlardaki anıtsal katedralin çanları iki kez çalmış; bu yarım saatten fazla bir süre geçtiğini gösteriyordu. Son mektubunu bitirmeye yaklaştığı sırada kendisine doğru yaklaşmakta olan ayak seslerini belli belirsiz işitir gibi olmuşsa da arkasına dönüp bakmamıştı.

Sandrino Panzio'nun bu olağan ilgisizliğe takılmayan Bruno Domiano, ilerleyerek masaya yaklaşmıştı. Omuzlarına attığı tozlanmış siyah pelerin modaya göre oldukça uzundu, ayak bileklerinin sadece biraz yukarısında sona eriyordu. Yürüdükçe arkasında sisli bir geceyi andırırcasına dalgalanıyordu. Ensesine değen kıvırcık siyah saçlarını açıkta bırakan siyah kadife kepini çıkarıp, masanın üzerine bıraktıktan sonra izin alma gereği hissetmeden şarap sürahisine yönelmişti. Aynı zamanda düşük kapaklı yeşil gözleri, uzun bacaklarını masaya kaldırmış keyif yapan Sandrino'nun üzerinde geziyordu.

Bitirdiği mektubu katlamaya başlayan Sandrino, şeytani bir haylazlıkla parıldayan yüzünü nihayet Bruno'ya doğru çevirdiğinde konuşmaya başlamıştı.

"Ailemizin ressamı Bruno! Yüksek şahsiyetin ile tekrar aramıza katılman ne kadar da sevindirici. İki gündür hangi cehennemdesin b*k kafalı?"

"Şehirdeki tapınak ve katedrallerin yüce güzelliğini gözlemliyordum. Tahmin edersin ki, tüm açılardan inceleyip çizimlerini çıkartmak zaman alıyor. Yalnızca bir tanesini bir anlamda çizebildim."

Güneş batana dek sokaklarda aylak aylak gezmiş, geceleri fahişelerin kollarında günü sonlandırmış olmalıydı. Sandrino buruşturduğu yüzüyle kirlenmiş üstü başına bakarken mırıldanmıştı.

"Aferin sana."

Bruno pelerinin bağlarına el attığında başını önüne eğmiş bunun üzerine tıpkı Sandrino gibi yüzünü buruşturmuştu. İki gün boyunca sokaktaki taşlara tüneyip karşına aldığı yapıları saatlerce çizerken odağı yalnızca çizdikleri ve defteri olmuştu. Ne durumda olduğunu fark etmediği pelerini tozlanmış, yer yer lekelenmişti. Fakat hoşnutsuzluğu kısa sürmüştü. Bruno'nun sanatı dışında önemsediklerinin listesi bir elin parmağını geçmezdi. Pek çok kez sağlığını dahi geri plana atmaktan çekinmediği derin bir sanat tutkusuyla hayatını yaşıyordu. Boş vermiş bir edayla omuzlarını silkip pelerini sandalyelerden birine özensizce bırakmıştı.

Bruno Domiano, yirmi sekiz yaşlarında, genç yaşının büyük bir kısmını kariyerine adamış, mimariye ilgi duyan bir ressamdı. Yetenekliydi fakat çoğu zaman tembellik yapar ve işlerini kararlaştırdığı tarihten geç bitirir ya da hiç bitirmezdi. Buna rağmen sürekli büyük bir hevesle yeni işlere girişir, işvereni ile sorunlar yaşardı. Sandrino, adamı üç yıl önce kuzeni Andreani Ludovico ve karısının portresini yaptığı zamanlarda tanımıştı. Sanatı haricinde hayatta hiçbir şeyi umursamayan, tasasız mizacı hoşuna gitmiş kısa zaman içinde içki arkadaşı sonrasında dost olmuşlardı.

Sandrino kilise adına savaştayken Bruno işlerinden memnun kalmış kuzeninin aile şapelindeki Ludovico Fresklerini tamamlamıştı. Sanatında gitgide ustalaşarak Roma'daki farklı soylulardan işler almıştı. Sandrino savaşın sonunda Viterbo'ya döndüğünde İtalya Yarımadasında kendi çapında bir üne kavuşmuş Bruno ile karşılaşmıştı. Fakat gittikçe parlayan ününe rağmen genç ressam o zamanlar mutlu değildi, sırf karnını doyurmak için resim yapmak sanata dair duyduğu arzularını köreltiyordu. Yeteneklerini geliştirmek için ilham alacağı yeni yerler gezip gözlem yapmaya ihtiyacı vardı. Bunu bilen Sandrino her ikisi içinde parlak bir teklifte bulunarak, Bruno'nun hamiliğini üstlenmişti. O, Panzio Hanesi adına sanatına devam ederken, Sandrino, finansal yönden desteğini verecekti. Arada bulunan iş ilişkisine rağmen Bruno ailelerinin bir üyesi olarak görülüyordu. Birbirlerinin yakın dostlarıydılar ve aralarında çoğu zaman resmiyet bulunmazdı.

Uzattığı koluyla gelen mektuplar arasından birini çekip almış Sandrino, parşömeni iyice açarak Bruno'nun yüzüne doğru sallamıştı. Yerleştiği sandalyede, kendine doldurduğu şarabı sanki iki gündür hiçbir şey içmemişçesine tek seferde bitiren adamın az sonra nasılda bozulacağını düşünerek sinsice gülümsüyordu.

"Al oku, içinde yazanlar hoşuna gidecek."

"Ne hoşuma gidecek?"

Tek kaşını sorgulayan bir ifadeyle havaya kaldıran Bruno, mektubu alırken sormaktan kendini alamamıştı. Fakat Sandrino bununla birlikte daha da eğlenmiş, dudaklarına götürmek üzere olduğu kadehi ile elinde tuttuğu parşömeni işaret ederken oku, anlarsın diyerek karşılık vermişti. Bruno, kendine doğru çevirdiği parşömene bakışlarını indirmeden önce üç kez sinsice sırıtan Sandrino'ya bakmıştı. Yazılanları okur okumaz parmaklarını açarak elindeki mektubun masaya düşmesine izin vermiş bir çocuğunkilere benzeyen huysuz bakışlarını yavaşça üzerine doğru çevirmişti.

"Bitirmiş mi? Bu kadar kısa sürede o kadar çok figürü bitirmiş olamaz. Bu adam tam bir düzenbaz."

Sandrino, biraz önce solgun görünen Bruno'nun yüzüne kapıldığı kıskançlıkla renk geldiğini görebiliyordu. Bir başka ressamın ortaya çıkışıyla davranışlarındaki değişim inanılmazdı. Yeşil gözleri lanetliymişçesine yazılanların üzerinde geziniyor, mırıldanarak adamın düzenbaz olduğuna dair suçlamalarda bulunuyordu. Görüntü o denli komikti ki Sandrino, alaycı ifadesiyle ona takılmaya devam etmişti.

"Senin aksine Bruno, diğer ressamlar aldıkları işleri anlaştıkları tarihe kadar bitiriyorlar."

Bruno bunları duyduğunda dudakları arasından 'hah' diye bir ses çıkartmıştı. Uzun parmaklarıyla önündeki mektubu öteye iterken, başını Sandrino'ya doğru yaklaştırmıştı.

"Floransalı Da Vinci'de bitirmediği tablolarıyla ünlü ama gel gör ki tüm İtalya'nın hatta Avrupa'nın dâhileri arasında yer alıyor. Biz burada otururken de Milano'da çalışmalarına devam ediyor."

Sandrino Da Vinci mi? diyerek şaşkınlığını dile getirmişti. Söz konusu kişi; mükemmel bir ressam, heykeltıraş mimar ve mühendisti. Floransa'da aslen bir kuyumcu ustası olan Verrocchio'nun ünlü atölyesinde şimdilerde çağın ünlü ressamları olarak anılan pek çok gençle birlikte eğitim almıştı. Devlet adamı, yazar ve sanat hamisi Floransa Dükü Lorenzo de' Medici sayesinde kariyerini ilerletmiş ardından on yedi yıl Milano Dükü II Moro himayesinde çalışmıştı. Sandrino, yıllar önce Milano'yu ziyaretinde Santa Maria delle Grazie manastırındaki Son Akşam Yemeği adını taşıyan ünlü freskleri görme zevkini tatmıştı. Capcanlı renkleriyle karşısındakini içine çeken büyük fresklerin karşısında öylece dururken adeta nutku tutulmuş, dudakları arasında farkına varmadan büyüleyici sözü dökülüvermişti. O günden bu yana Sandrino, bu fresklere hayat veren Floransalı Leonardo Da Vinci'nin çağın çok ötesinde bir dehaya sahip olduğunu düşünüyordu. Büyük bir gerçeği açıklayacakmış gibi kısık ve esrarengiz bir sesle konuşmuştu.

"Bruno artık gerçekleri öğrenmenin vakti geldi; iyi bir ressamsın ama bir Leonardo Da Vinci değilsin."

"Kalbimi kırdın."

Bastırmaya çalıştığı kahkahası masmavi gözlerine yansıyan Sandrino, artık dayanamamış başını geriye atarak tüm veranda ve bahçeyi dolduran boğuk bir kahkaha atmıştı. Sandalyesinde geriye düşmekten korkarak ellerini süslü oymalı kolçaklara koyup bacakları yere indirmişti. O sırada, sandalyesinde dikleşerek kollarını gürültüyle masaya yaslayan Bruno, alınganlığına devam etmeye niyetliydi.

"Lütfen yanlışım varsa söyler misin, bu ailenin himayesi altındaki ressam ben değil miyim?"

Sandrino, biraz önceki kahkaha tufanından gözlerinde arta kalan parıltılarla başını Bruno'ya dönmüştü. Aynı anda tekrar avucuna doldurduğu üzümleri ağzına atmakla meşguldü. Tereddütsüzce başını sallayarak cevap vermişti.

"Sensin."

"O zaman neden bu Altın Gökteki Meryem ve Azizler tablosunu ben çizmedim? Neden bana verilmedi?"

"Çok basit; bitirmeme ihtimalinin yüksek olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Hem bu siparişi annem verdi. İnan bana bitirmediğin zaman Rosia Panzio'nun gazabına uğramak hiç istemezdin. Çocuk gibi alınganlık göstereceğine seviniyor olmalısın."

Sandrino tekrar arkasına yaslanmıştı. Tıpkı söylediği gibi siparişi annesi Rosia Panzio vermişti. Panzio Malikânesinin kabul salonundaki büyük duvara Kutsal Meryem, azizeler ve meleklerin bir alegorisi oluşturulacaktı. Tablo hakkında çok bir bilgisi olmasa dahi altın gökte resmedileceklerini ve Meryem Ana'nın resmin merkezinde yer alacağını biliyordu. Bu görev için şöhreti Viterbo'ya kadar ulaşan Lucca kentinin ünlü ressamı Franco'yu seçmişti. Ressam gönderdiği mektupta yarın gelip tabloyu teslim alabileceğini yazmıştı. Sandrino, yaklaşık bir ay sonra Viterbo'ya işleri kontrol etmek için gittiğinde tabloyu da yanında götürmeyi planlıyordu.

O sırada düşünceli bir edayla söylediklerini kafasında çevirip çenesini ovan Bruno'nun kıskançlığı yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Bakışlarını karşıya çevirip omuzlarını umursamazca silkmişti.

"Meryem Ana, azizler, melekler.. bilindik sıkıcı şeyler işte. Zaten ilgimi hiç çekmemişti, bitirmezdim. Yalnızca işin önce bana teklif edilmemesi hassas kalbimi kırdı."

Sandrino duyduklarına şaşırmamıştı, sarı kaşlarını ben biliyordum derecesine havaya kaldırmıştı. O ana kadar arkadaşı ile eğleniyor olsa da yaptığı şakalarının altında gerçek yatıyordu. Bruno ilgisini çeken bir şey gördüğünde görüntüyü yakalayabilmek adına bulduğu ilk yere çöküp yanından hiçbir zaman ayırmadığı defterine çizmeye koyulurdu. Fakat tuvale aktararak rengarenk yağlıboya bir tabloya dönüştürmüyor yalnızca defterinde siyah beyaz çizim olarak bırakıyordu. Bazı zamanlar onun ısrarı ile tuval önüne geçse dahi çizdiklerini beğenmiyor, silip atıyordu. Sandrino bir süre önce ısrar etmeyi bırakmıştı, ne de olsa sanatçılık bir yaratma biçimiydi zorla ortaya çıkan hiçbir şeyin güzel olmayacağını bilecek kadar sanat gözüne sahipti. Israr etmiyordu lakin söylenmekten de vazgeçmiyordu.

"Keşke eline fırça alıp bir resim çizsen Bruno, keşke artık çizsen."

Sandrino yeni bir üzümü dudaklarına götürürken, kendi mükemmeliyetçiliğiyle tıkanmış Bruno'nun omuz silkişini izlemişti. Yaşadıkları coğrafyada pek çok soylu sanatçıları himayeleri altına almak için tam anlamıyla birbirleri ile yarışıyordu. Her biri hamilik girişimleriyle siyasi üstünlük, ün kazanmaya yönelik ilişkiler kuruyor ve bunların çoğu istedikleri sonuca ulaşmalarına yarıyordu. Yapılan işlerin boyutları ne kadar büyük ve ün getirirse rakiplerini geride bırakabiliyorlardı. Zenginlik ve din arasında köprü kurmak isteyen kimileri de kefaret duygusu ile sanat eserleri yaptırıyordu. Sürekli savaş ve rekabet içinde olan yarımadada dünyanın en iyi sanatçılarının çıkması rastlantı değildi. Sanat rekabetle birlikte artıyordu.

Dışarıdan bakıldığında Sandrino'nun amacı Panzio adının şöhretini arttırmak gibi görünüyor olsa dahi Bruno'yu yanında tutmasının sebebi yalnızca bu değildi. Seyahatlerinde yanında bir dostu ve güvenebileceği birinin olmasından memnuniyet duyuyordu. Bir başka hami olsa belki bunca zaman resim yapmaması sonucunda ödediği parayı keser, aralarındaki sözleşmeyi feshederek beceriksizliğini herkese duyururdu. Kimileri ise daha ileri giderek bir daha iş yapmaması için şöhretini lekeleyerek zalimliğe başvururdu. Fakat Bruno hayalperest ve ince bir ruha sahip biriydi. O yüzden Sandrino resim yapmamasından rahatsız oluyor olmasına rağmen gerekli olmadıkça azarlamıyor, acımasız davranmıyordu. O sırada kıvırcık siyah saçlarını geriye çeken Bruno, kendini haklı çıkarma çabasına girişmişti.

"Vitalia Nicoli'yi resmetmemi istedin ve bende resmettim."

"Üzerinden neredeyse yedi ay geçti."

Bruno, Sandrino'nun sakin bir o kadar da mantıklı karşılığı üzerine pes etmişçesine avuç içlerini havaya kaldırmıştı. Yüzüne bir anda çaresiz, hüzünlü bir ifade çökmüş konuşurken sesi kırgın çıkıyordu.

"Yeni bir resme başlayamam, aradığım o modeli bulmadan elime fırça alamam. Karşıma gelen modellerin hepsi ruhtan yoksun ve yavanlar. Artık sadece gördüklerimi değil, hissettiklerimi de çizeceğim. Etten ve kemikten fazlasını yani insanların gerçeklerine ihtiyacım var. Resmedilmeye değer bir ifade bulmadan resme geri dönmeyeceğime dair yemin ettim."

"İyi b*k etmişsin."

Duydukları üzerine Sandrino, kendine engel olamamıştı. Tereddüt etmeden büyük avucunun içindeki dört adet iri üzümü Bruno'nun yüzüne doğru fırlatmıştı. Beklemediği bu karşılık üzerinde sandalyesinde sıçrayan ressam son anda kollarını yüzüne siper edebilmişti.

"Deli misin be adam ne yapıyorsun?"

Bruno kollarını aşağı indirdiğinde, yaşadığı şaşkınlıkla kocaman açılmış yeşil gözlerini Sandrino'nun yüzüne çevirerek, çıkışmıştı. Fakat Sandrino, istifini bozmamıştı. Umursamazca yerinden doğrulup elindeki kadehi masaya koyarken evet, deliyim diyerek karşılık vermişti. Başını çevirerek köşkün güneş ışığı ile parlayan bahçesine göz atmış Lucca şehrinin başpiskoposu ile olan görüşmesinin yaklaştığını fark etmişti. Bunun üzerine geriye ittirdiği sandalyesinin zemine sürtünmesiyle çıkan tiz bir sesle eşliğinde enerjik bir şekilde ayağa kalkmıştı. Masadaki mektupları ceketinin iç cebine koyarken başını Bruno'ya çevirmişti.

"Başpiskopos ile görüşmem var, sonrasında da Lucca'nın yönetim konseyi toplantısını dinlemek için belediye binasına gideceğim. Geliyor musun?"

Kısa bir an düşünerek Sandrino'nun kırmızı ahşap kutuyu kolunun altına alışını izleyen Bruno, ayağa kalkmıştı. Bu kez pislenmiş pelerini yanına almamış, şapkasını takmakla yetinmişti. Deri kaplı defterini önündeki iplerini gevşettiği siyah ceketinin içine sıkıştırırken, masanın çevresinde dolanıp Sandrino'ya yetişmeye çalışıyordu.

"Sen başpiskopos ile görüşürken bende Lucca Katedrali'ni gözlemleyebilirim. Ama yönetim konseyi için söz veremem, politik muhabbetleri sevmediğimi biliyorsun sıkılırsam ortadan kaybolurum."

"Bazen bu hayatın keyfini sen mi sürüyorsun yoksa ben mi emin olamıyorum."

Arkasında Sandrino'nun adımlarına yetişmeye çalışan Bruno, alaylı havasına rağmen halinden pek de hoşnut olmadığını sezer gibi olmuştu. Babası, annesi, kuzenleri, kız kardeşi.. Sandrino'nun tüm ailesi ve arkadaşlarının büyük kısmı Viterbo ve Roma'da yaşıyordu. Her biriyle iyi anlaşıyordu. Neşeli ve sıcak varlığı ile yokluğu hissedilen bir insandı. Fakat yıllardır tanıdığı Sandrino sürü psikolojisine asla uymaz, çevresindeki hayatların şeklini asla almazdı. Canı sıkıldığında kimseye haber vermeden ansızın uzaklara gider, bağımsız olmaktan keyif alır hayatında dümeni başkalarının almasına asla ama asla izin vermezdi. Özgür ruhu onu her defasında ailesinden uzaklara sürüklüyordu. Bruno fikrini değiştirmesinin imkânı olmadığını bilse dahi omzuyla yanında yürüyen Sandrino'nun omzuna hafifçe vurup şansını denemişti.

"Bırak o zaman, mecbur değilsin. Sayısız arazin ve mülkün, büyük bir servetin ve köklü bir adın var. İtalya yarımadasının en zengin adamlarından birisin. Viterbo'ya dönüp, konumunun sefasını sürebilirsin."

"Konumumun sefasını sürüyorum zaten Bruno."

Panzio Asilzadesi tek seferde konuşmayı kestirip atmıştı. Adımlarını hızlandırmış onları karşılayan baş kâhyaya kutusunu devredip dairesine bırakmasını söylemişti. Yaşlı adam anladığını belirtircesine başını sallarken, Leydi Vitalia Nicoli'nin papalık konutundan ayıldığını haber vermişti. O sırada kolsuz pelerini başından geçirip, önündeki siyah düğmeler ile uğraşan Sandrino kendisinin tuttuğu eve geçtiğini bildiğinden yalnızca başını sallamakla yetinmişti. İki muhafızın onlar için açtığı yüksek kapıdan birlikte geçip, köşkün mermer basamaklarından indiklerinde haraketli bir güne adım atmışlardı.

Papalık köşkü, kare biçimindeki parke taşlı bir meydanın kıyısında yükseliyordu. Meydan kendisini çevreleyen soylu ailelilere ait olduğu ilk bakışta anlaşılan rengarenk vitraylı camları, süslü dekoratif sütunları ile görkemli binalar ile çevrelenmişti. Parlak güneşin altında bembeyaz mermerden yapılmış Lucca'nın en yüksek yapısı olan çan kulesi birkaç sokak ileride olmasına rağmen gözüküyordu. Sandrino, kıstığı gözleri ile gökyüzüne uzanan kare biçimindeki süslü kuleye göz attıktan sonra, yanı başında hızlı adımları ile ona eşlik eden Bruno'ya dönmüştü.

"Yarın sakın ortadan kaybolma, tabloyu teslim almaya gideceğiz."

Bruno duyduklarıyla birlikte kısa bir an yürümeyi unutup olduğu yerde kalakalmıştı. Bir ressamın başka bir ressamın atölyesine gittiği üstelik bir resmi teslim almaya gittiği görülmüş iş değildi. Durumun saçmalığını düşündüğünde omuzları sarsılarak gülmüştü. Fakat Sandrino aralarındaki mesafeyi açarken bir an omzunun üzerinden ona bakmış ve oldukça normal bir şey söylemişte o gereksiz bir noktaya takılmış gibi başını sorarcasına iki yana sallamıştı. Bunun üzerine Bruno telaşa kapılmıştı, Sandrino'nun uzun adımlarına yetişmek için sokakta düpedüz koşmak zorunda kalmıştı.

"Ben de mi geleceğim? Ciddi olamazsın. Bir ressamı üstelik hamisi olduğun bir ressamı başka bir ressamın atölyesine götürmek son derece mantıksız bir şeydir. Hangi insana söylesen buna kahkahalarla güler."

Bruno yanlarından gecen Luccalı insanlara aldırmadan Sandrino'nun önünü kesip, her iki kolunu da yana doğru açarak, panik içinde konuşmuştu. Fakat Sandrino o sırada Bruno'nun omzunun üzerinden uzun sokağın ucundaki meydana ve onun karşısındaki inciden yapılmış bir mücevher kutusuna benzeyen Lucca Katedraline göz atıyordu. Sonunda güneş ışığı ile rengi açılan mavi gözlerini karşısındaki adama çevirdiğinde, bir elini omzuna yerleştirerek belki de karakterinin en önemli özelliğini dile getirmişti.

"Ben aklıma ne eserse onu yaparım Bruno, mantığım bu şekilde işliyor. Başkalarının söylediklerini zerre umursamam. Ayrıca belki sanat atölyesine gidip biraz olsun boya kokusunu solursan resim çizme aşkın geri döner."

Sandrino, sözlerinin sonuna geldiğinde Bruno'nun omzuna sertçe vurup göz kırptıktan sonra yanından geçerek Lucca Katedraline doğru hızlı adımlarla devam etmişti. Omuzları yenilgiyle çökmüş Bruno, homurdanarak arkasını dönmüştü. Parke taşı döşenmiş sokakta, insanların arasında uzun boyu geniş omuzları ve asi sarı saçlarıyla Sandrino kolayca ayırt edilebiliyordu. Çevredeki insanların onu duyacağına aldırmadan kollarını açıp arkasından bağırmıştı.

"İlhamım yok diyorum! Sandrino sanat dediğin boya ve fırçadan ibaret değildir! En gizemli en gerçek ve en içten olanı ruhun gerçek güzelliğini çizmek istiyorum! Beni hiç anlamıyorsun değil mi?"

Sandrino kalabalığın ortasında kısa bir anlığına arkasını dönmüş bununla birlikte kül rengi pelerini bedenini çevresinde dalgalanmış, güneş ışığı altındaki görüntüsüne hoş bir hava katmıştı. Tıpkı Bruno gibi insanlara aldırış etmeden bağırarak karşılık vermiş sonrasında tekrar topuklarının üzerinde dönerek beyaz katedrale ilerlemeye devam etmişti.

"Anlamaya çalışıyorum. Fakat öyle birinin varlığına inanmıyorum."

Yazan; Mirena Martinell

Loading...
0%