@mirenamartinell
|
"gönlüne konan saf sevdayla" ✨✨ Altuni parıltılarıyla masmavi gökyüzündeki yerini almış güneş Lucca şehrini taçlandırırken Maddalena, arkadaşlarıyla birlikte antik mimariye uyguninşa edilmiş havuzun kıyısında oturuyordu. O sabah Agnesia halasıyla katıldığı Lucca katedralindeki ayinin ardından Leydi Bianchi ve kızlarıyla birlikte yakın aile dostlarına ait Galeazzi Villası'na sabah ziyaretine gelmişlerdi. Ailenin göz kamaştırıcı villası; Toskana arazilerinin dağlara doğru tırmanmaya başladığı bölgeye kurulmuştu. Merkezin karmaşasından uzak kalmak isteyen seçkin kesime hitap eden topraklara, at arabasıyla çıkarken yolun iki yanında sıralanan servi ağaçlarının taze kokusu her zaman kabinin içine dek ulaşır bölgedeki kilise çanları dahi şehirdekinden farklı bir tınıyla çalardı. Yemyeşil bahçelerin arasından geçen kıvrımlı yolda peş peşe yol alan iki at arabası büyük villaya ulaştığında, Agnesia halası Leydi Bianchi ile onları mağrur bir edayla karşılayan Madonna Galeazzi eşliğinde yemyeşil bahçeye bakan geniş taraçaya geçerken Maddalena ve arkadaşları ise sohbetleri için geniş bahçeyi seçmişlerdi. Güneş gittikçe yükselip vakit öğleye doğru yaklaşırken birkaç süslü kademeden sonra ormana dönüşen tepelerden villanın geniş bahçesine bakıldığında, havuzun çevresindeki canlı renkler bahar çiçeklerini anımsatıyordu. Tek fıskiyeli yuvarlak havuzun mermerden köşelerine zarifçe kıvrılmış dört kız arkadaş, kah gülüşüp kah konuşurken güneş ışığında pırıl pırıl parlayan saten ve ipekten yapılmış eteklerini etraflarına yaymışlardı. Çiçeklere fazla rastlanmayan, keskin hatlı bir düzen yaratmak için kolay şekil verilebilen bitkiler tercih edilen yeşil bahçeye etekleriyle hoş bir renk katmışlardı. Lucca'nın soylu ailelerinden gelen çocukluk arkadaşlarının eğlenceli evlilik sohbeti arasında kalmış Maddalena ise konuşmaları duyuyor fakat söylenenleri anlayıp söze karışmakta güçlük çekiyordu. Düşleri sıklıkla olduğugibi kanat takıp onu olduğu yerden uçurmuştu. Hafif hafif esen sonbahar meltemi ıhlamur kokulularını etrafa yayarken işaret parmağını havuzun yüzeyinde süzülen bir yaprağa doğrultmuş, usul usul suyun içinde yönlendirirken son bir haftadır unutmak için elinden geleni yaptığı yabancının yüzünü yeniden düşlüyordu. Fıskiyeden düşen suların yavaşça dalgalandırdığı yüzeyde şimdi bile benzetildiği Dionysos'u çağrıştırırcasına dudakların kenarında beliren çarpık gülümsemesini, gözlerindeki kendine has cezbedici bakışını görebiliyordu.Franco'nun atölyesinde bir perdenin ardında gözetlediklerinin anısı her defasında, tüm bedenini ürpertmeye ve hayatı boyunca hiç hissetmediği sıcak bir hissin damarlarında dolaşmasına neden oluyordu. Panzio Asilzadesini izlerken hem gerilmiş hem de büyük bir merak ve yakınlık hissetmişti. Adamın etrafına yaydığı güçlü çekime elinden olmadan kapılmıştı. Geçen yedi günün ardından hala Altın Gökteki Meryem tablosunu beğenip beğenmediğini, hangi duvara astığını, hala Lucca'da olup olmadığını tuhaf bir şekilde merak etmekten kendini alamıyordu. Aslına bakılırsa, kendini meşgul edebildiğinde Sandrino Panzio'nun yüzünü zihninden atmayı neredeyse başarmışsa da yüreğiyle düşündüğü zamanlarda düşlerinin peşine takılıp gitmekten kendini alamıyordu. Son bir haftadır Maddalena, her zamankinden daha düşünceli ve dikkatini toplamakta zorlanır olmuştu. Düşüncelerinin en tatlı yerinde Ginevra'nın ısrarla tekrarladığı sorusuyla bakışlarını yukarı kaldırmıştı. Arkadaşı mavi gözlerini üzerine çevirmiş, meraklı bir şekilde ifadesini süzmekteydi. Havuzun dört köşesine de yerleştirilmiş gösterişli nehir tanrıların birinin yanında oturmakta olan Maddalena, omzunu yavaşça mermere yaşarken konuşmuştu. "Ne dediğini tam anlayamadım." "Senin neyin var, bugün alışılmadık derecede sessizsin. Yoksa hasta mısın?" Bu soru, Ginevra'nın sözlerini tekrarlamasına fırsat tanımayan Isabella Galeazzi'den gelmişti. Mermer zemin üzerine eteğinin altında bacaklarını kıvırarak oturmuş, yerden kopardığı yaprağı elinde çevirirken ona endişeyle bakıyordu. Maddalena Isabella'yı kendine, diğer arkadaşları Juliet ve Ginevra'dan daha yakın buluyor ve sonsuza dek ayrılmak istemeyeceği çocukluk arkadaşı sayıyordu. Isabella, onunla aynı yaştaydı ve yakın bir zamanda evlenecekti. Bugün evlerine ziyarette bulunmalarının bir sebebi de Isabella'nın düğün elbisesini dikecek terziyle olan görüşmesini küçük bir kız kutlamasına dönüştürmek istemesiydi. Tıpkı onun gibi henüz hiçbir evlilik bağı içinde bulunmamış Ginevra ise aralarındaki en pervasız ve açık sözlü, onlara göre daha katı bir terbiye ile yetiştirilmiş bir yıl önce nişanlısının ölümüyle evliliğin kıyısından dönmüş olan Juliet ise sağduyulu ve olgun olandı. Maddalena yakın arkadaşına cevap vermeden önce gülümsemiş yüzüne olabildiğince ilgili bir ifade yerleştirmeye çalışmıştı. "Hayır kendimi hasta hissetmiyorum, yalnızca sizi dinliyordum." "Bu düşünceli hallerine gören yakında Isabella'nın değil senin evleneceğini sanır." Isabella'nın yanında oturan Ginevra abartılı bir tonla konuşurken dudakları bastırmaya çalıştığı bir kıkırdamayla titremişti. Maddalena, sözlerinin altındaki anlamı çıkartmakta zorlanan ve daha açık olmasını beklediğini gösteren bir ifadeyle sarı kaşlarından birini yavaşça yukarı kaldırırken Ginevra, Juliet ve ona doğru yaklaşıp sır verir gibi fısıldamıştı. "Müstakbel kocasını rüyalarında görüyormuş." Maddalena, rüyalarında görüyormuş dediğini duyduğunda alt dudağını dişlerinin arasına alırken, bakışlarını sabit tutmaya çalışmıştı. Isabella gibi o da rüyasında bir hafta önce ilk kez gördüğü adamı görüyordu. Hissettiği utanç duygusuyla boğazına bir yumru oturmuştu. O sırada Isabella başını hızla Ginevra'ya çevirerek dehşet dolu bir utançla çıkışmıştı. "Ginevra! Bu konuyu daha fazla dillendirmeyecektik." "Hepimiz bekarız ve çocukluk arkadaşıyız aramızda bu konuları konuşmamızın sakıncası olmamalı." Ginevra, Isabella'nın sözlerini duymazdan gelerek gözlerinin üçünün arasında gezdirirken bilgiç bir edayla konuşmuştu. Fakat o ana kadar sessizliğini koruyan Juliet sözlerini onaylamadığını gösterircesine iç çekip, oturduğu yerde duruşunu dikleştirirken olgun bir tınıya sahip sesiyle araya girmişti. "Büyükannem, rüyanda bir erkeği görmenin hoş karşılanmayacağını söylerdi." "Bence rüyalarda görülen her şey hoş karşılanabilir. Sonuçta gerçek değil yalnızca rüya. Hiç kimse bilmiyor." "Tanrı biliyor." Kızlar birbirleriyle konuşmaya devam ederken günlerdir Viterbo'yu yabancıyı aklından çıkaramamış Maddalena, yanaklarının kızardığını hissederek yüzünü önünde oturduğu havuza doğru eğmişti. Öyle bir durumun içine düşmüştü ki bu, kendine her defasında artık yüzünü düşlemeyeceğini ve zamanla silinip gideceğini söylemesine rağmen iradesine sahip çıkamıyor gülüşü adeta zihninden silinmeye reddediyordu. Maddalena arkadaşlarının utancını fark etmemeleri için parmaklarını usulca yanaklarında gezdirmişti. Isabella yakında evleneceği adamı düşlüyordu lakin onun için durum çok daha utanç vericiydi; o yalnızca uzaktan gördüğü kendisine her anlamda yabancı bir adamı düşlüyordu. Kafasının içindeki düşünceler öylesine karmakarışık bir haldeydi ki bakışlarını arkadaşlarının arasında gezdirirken kendini sormaktan alamadı. "Peki siz-sizce gün içinde bir erkeği düşünmek hoş karşılanır mı?" "Tanrı'yı bilmem lakin ağabeyimin hoşuna gideceği kesin." Sorusu karşısında yüzünde kurnaz bir tebessüm belirmiş Isabella, hevesle karşılık vermişti. Fakat bunu duyan Maddalena'nın yüzü hafifçe asılırken, dudaklarını çarpıtarak gülümsemeyi başarmıştı. Niyetinin iyi olduğunu bildiği arkadaşına anlayışlı bir tavırda çıkışmıştı. "Isabella! Bunu söylemek istememiştim, sözlerimi çarpıtıyorsun." Arkadaşı omuzlarını hafifçe silkerken ona göz kırpmıştı. Fakat ağabeyi ile yakın arkadaşı arasında gerçekleşecek evlilik hakkındaki bu hevesli halleri Maddalena'nın canını daha fazla sıkmıştı. İçine yılgın bir nefes çekerken sıkıntıyla neredeyse her gün taktığı halası Agnesia ve Sinyor Cardello'nun hediyesi olan deniz incilerinden zarif kolyesini çekiştirmeye başlamıştı. İnsanların Bernardo Galeazzi ile kendisi arasında bir gün elbet gerçekleşmesini beklediği evlilik fikri her gündeme geldiğinde, Maddalena'da belirgin isteksizlik ve gerginlik hissi uyanıyordu. Geçmişte, dedikodularının önüne geçmek için pek çok kez uğraşmıştı. Bernardo ile yan yana görünmemeye ve mesafeli davranmaya çalışmışsa da başarılı olduğu söylenemezdi. Cardello ve Galeazzi aileleri sık sık bir araya geliyordu. Üstelik Maddalena, kız kardeşi Isabella'nın en yakın arkadaşıydı. Tüm bunların yanında Bernardo'nun yaş aldıkça çocukluk arkadaşlığından yetişkin bir erkeğin gerçek ilgisine dönüşen ona özel ilgisi fark edilmeyecek boyutta değildi. Henüz çocukken en saf duygularla kurulan evlilik planı o zamanlar Maddalena'nın gözüne, yakın bir arkadaşıyla tüm hayatını geçirmek kadar hoş gözükmüşse de ne istediğinden emin olan on dokuz yaşındaki haliyle Bernardo'yu kocası olarak düşünemiyordu. "Bernardo Galeazzi her genç kızın düşüneceği türden bir erkektir. Lucca'nın en iyi mızrak ve at binicisi, kılıç sallarken adeta antik Yunan tanrılarına dönüşüyor. Her yönden mükemmel." O, tekrar tekrar aynı sıkıntılı düşüncelerin arasında savrulurken Ginevra yıllardır saklamakta pek de istekli olmadığı hislerini dile getirmişti. Maddalena'nın ilgisizliğinden memnun bir şekilde saçlarını cilveli bir edayla geriye çekerken Bernardo'dan huşu dolu bir hayranlık içinde bahsetmeye başlamıştı. Ginevra sözlerini bitirdiğinde, kendisini şaşkın bir tebessümle dinleyen Isabella'ya sahte bir mahcubiyetle gülümsemişti. O sırada Juliet her zamanki gerçekçiliğiyle söze karışmıştı. "Sessiz ol Ginevra, bir erkeği överken çok dikkatli olmalısın. En masum sözler dahi kötü niyetli insanlar tarafından çok farklı yönlere çekilebilir." "Elbette bunu biliyorum. Maddalena, lütfen beni yanlış anlama yalnızca eğleniyordum. Yakın bir gelecekte resmi bir nişan haberi beklenmediği için bu kadar rahat konuşuyorum. Sonuçta bu dedikodu yıllardır ortada dolanıyor lakin hala ikinizin de birbirine karşı bir evlilik yükümlülüğü yok değil mi?" "Elbette öyle." Bernardo hakkında süren konuşmaya herhangi bir söz katmaktan itinayla kaçınan Maddalena, dudaklarındaki nezaket gülümsemesiyle Ginevra'ya tek kelimelik kısa bir karşılık vermişti. Arkadaşının samimi bir ifadeyle başını sallayışını izlerken şakacı bir şekilde söylenmiş sözlerinin altında bir kıskançlık olduğundan şüphelenmeye başlıyordu. Fakat Ginevra'nın zaman zaman Bernardo'ya karşı ufak tefek iltifatlarda bulunduğuna daha öncesinde de şahit olduğu için üzerinde durmak istememişti. Kaldı ki söyledikleri yanlış şeyler değildi. Bernardo, pek çok genç kızın hayallerini süsleyen bir adamdı; son derece iri cüssesi gece karası gözleri, siyah saçları ve hafifçe yuvarlak olan yüzüyle oldukça yakışıklıydı. Maddalena Lucca'daki birçok genç kızın ona sıklıkla göz süzdüğünü biliyordu. Heybetli görünüşü kadar arkadaşlığı da keyifliydi. Tanıdığı tüm adamlar arasında vakit geçirmekten hoşlandığı tek erkekti. Eğer beklenen gerçekleşir ve Bernardo ile evlenirse hayatını şimdi olduğu gibi rahat ve kendi arzularına göre geçirebilirdi. Bu aynı zamanda ömür boyu Lucca'da halasının yanında yaşamak anlamına da geliyordu. Yüzündeki ifade yeniden derin bir hal alırken, içinden peki ya sevgi, aşk diye geçirmişti. Roma'da ayrıldığından bu yana hayatını değiştirmek için çok çaba harcamıştı. İçindeki derin yeşillere ulaşmış, önündeki büyük denizlere karışmış ve hayattaki yolunu bulmuş olsa da hala masum küçük kız hayalleriyle yaşıyordu. Çocukluğunda ondan çaldıkları ne varsa, kaybettiği kaderini bulmakta karalıydı. O çocukluğunda bir büyük bir hülya kurmuştu; onun evlendiği adam onu sevecek, evliliği sevginin, sevmenin ve sevilmenin üzerine kurulacaktı. Yaşadığı çevredeki pek çok insanın aldatmaca olduğuna inandığı aşk bir bakarsın ona uğradı. Aniden esen sonbahar melteminin önüne getirdiği altın rengi gür, parlak saç tutamlarının arasında uzun parmaklarını gezdirip düzeltmekte uğraşan Maddalena, Juliet'in sözleriyle düşüncelerinden sıyrılmıştı. Kız konuşurken sevecen bir edayla uzanıp elini eteğinin üzerinden dizinine yerleştirmişti. "Fakat sen herkes için başlı başına bir hayalsin. Roma'dan gelen gizemli kız. Taliplerini inceleyen halanın karar verme sürecini uzatması seni daha da gizemli bir hale getiriyor." "Çünkü evlenmeye henüz hazır değilim." Maddalena, Juliet'in sözlerine karşılık hafifçe gülümserken içinden geçen ilk cevabı vermişti. O kendi durumunu arkadaşları gibi gizemli görmüyordu. Kendisiyle bile konuşmaya çekindiği gerçeklerinde; öz ailesinin onu istemediği için halasının yanına gönderilmiş hastalıklı bir kız olduğu gizliydi. Gerçekte nasıl bir aileden geldiğini gizlemek için büyük bir çaba harcarken, insanlara her daim gülen kaygısız yüzünü gösteriyor olsa dahi içinde durum çok farklıydı. Agnesia halası, Bernardo veya seçtiği başka bir adayla evlenmek istediği taktirde Roma'daki De Benardi ailesinin başında olan ağabeyi Alfonso'ya mektup yazarak iznini isteyeceğini eğer herhangi bir sorun çıkacak olursa Roma'ya bizzat gidip görüşeceğini söyleyip onu evlilik konusunda rahatlatmışsa da Maddalena, söz konusu De Benardi ailesi olduğunda hayatının herhangi bir kararını onlara bırakmaktan çekiniyordu. Üstelik evliliği için ona değerince bir çeyiz vereceklerine dair şüpheleri de vardı. Söz konusu aile zamanında onun sorumluluğunu üzerlerinden atmak için manastıra gönderme planları yapmıştı. Maddalena, bazı zamanlar sırf hastalıklı bir çocuğa çeyiz ödememek için manastıra gönderilmek istediğini dahi düşünüyordu. Sekiz uzun yıldır Cardello ailesinin kızıymışçasına neşeli ve kaygısız genç kız tutumuyla sosyetenin içinde yaşıyordu fakat gerçekte hiçbiri değildi. Romalı De Benardi ailesinin istenmeyen küçük kızıydı. Sinyor Cardello'nun çeyizini kolaylıkla karşılayabileceğini üstelik bunu planladığını tahmin etse dahi kendini mahcup hissediyordu. Uzun zamandır bu konuyu kendine dert edinmişti. "Ne olursa olsun hepimiz bir gün evlendirileceğiz. Babasının istediği kişiyle evlenmek; bir kızın hayattaki en büyük görevidir." Maddalena iki soylu aile arasında gerçekleşen evliliklerin bir anlaşmadan ibaret olduğu gerçeğine aşina olsa da ailesinin yanında yaşamıyor olması ona büyük bir rahatlık sağlıyordu. Üstelik babası dört yıl önce vefat etmişti ve ailenin başında şimdi ağabeyi Alfonsa vardı. Ne ağabeyinin ne de köşkün kasvetli duvarları ardında hala hükmünü sürdürmekte olan annesi Contessa'nın onun evlilik yaşına geldiğinin dahi farkında olduğunu düşünmüyordu. De Benardi ailesinin proje kız çocuğu her zaman Marianna olmuştu. Annelerini, küçük yaştan beri onun bütün Papalık eyaletlerine parmak ısırtacak bir evlilik yapmasının hayallerini kuruyordu. Oturduğu yerde yavaşça Juliet'e dönen Maddalena, sesinin çatlamaması ve kekelememesi için elinden geleni yaparak cevap vermişti. "Benim babam dört yıl önce vefat etti, ağabeyimin de bu konuyla ilgilendiğini düşünmüyorum. Gördüğünüz gibi hiçbir acelem yok. Her ne kadar uygunsuz görünse de aşık olmak istiyorum, en azından aşık olacağımı düşündüğüm biriyle evlenmek isterim." "Aşk mı? Ne yazık ki bizim gibi kızların evlilikleri aşk üzerine değil iki soylu aile arasındaki ittifaka duyulan ihtiyaçla kurulur." Ginevra sabırsızlıkla araya girmişti. Maddalena onun soyluluk ve zenginliğe önem verdiğini, statüsünü daha da yükseltecek bir evlilik için yanıp tutuştuğunu biliyordu. Fakat onun için evlilik bunlardan ibaret değildi. Maddalena, Agnesia halası ve Sinyor Cardello'nun birbirlerine derin bir sevgi ve aşkla baktıklarına defalarca şahit olmuştu. Onların arasındaki bakışmayı gördüğü zaman içi ısınır, bu hissin dünyadaki en değerli şey olduğunu düşünürdü. Onun istediği evlilik tam olarak; kuşlar misali gönlüne konan saf sevdayla sonsuz bir baharı yaşamaktı. "Bunu biliyorum ancak yine de evleneceksem dilediğimle evlenmeyi isterim. Ben içinde sevgi olan bir evlilik yapacağım." "Gerçeklere kafa tutamazsın Maddalena." "Sevgisiz evlilikler çok fazla acıya sebep oluyor, ben bunu yaşayamam." Bunları söyleyen Maddalena'nın sesinde geçmişin kırgınlıkları gizliydi. Güneş ışığında rengi daha da açılmış yeşil gözlerini hala önünde oturdukları havuza indirdiğinde eteğinin ıslanacağına aldırış etmeden parmaklarını suya sokup, ilgisizce küçük dalgalar oluşturmaya başlamıştı. "Evlilikten daha fazla söz etmeyelim. Ginevra tüm bunlardan önce bana ne sormuştun?" Ağabeyi ile olan evlilik hakkında konuşmaktan hoşlanmadığını iyi bilen Isabella, hemen istediğine uymuş hevesle gülümsemişti. "Düğün elbisemi konuşuyorduk. Ginevra eflatunu, Juliet ise mavinin gözlerimle uyacağını söylüyor. Sen olsaydın gelinliğini hangi renk seçerdin?" Maddalena bunu daha önce hiç düşünmemişti fakat sohbet konusu bir anda hoşuna gitmişti. Suyun içindeki uzun parmaklarını ahenkle hareket ettirirken alt dudağını dişlerinin altında alıp düşünceli bir ifadeye bürünmüşse de doğru rengi bulması için uzun uzun düşünmesine gerek yoktu. "Fildişi rengi." Bunun üzerine Ginevra, ince kaşlarını verdiği cevaba şaşırmadığını gösterircesine sitemle yukarı kaldırırken iç çekip başını iki yana sallamıştı. "Her zaman olduğu gibi elbette en açık tonu. Çok sıkıcısın. Merak ediyorum, seni hiç koyu renk kumaşlar içinde görebilecek miyiz?" "Hayır göremeyeceksiniz. Koyu renk kumaşlar benim ruhumu yansıtmıyor." Maddalena, dudaklarında kendinden emin gülümsemesiyle başını iki yana sallamıştı. Buna rağmen son cümlesini dile getirirken sesinde oluşan buruk tona engel olamamıştı. Öz ailesi hakkında konuşmak ona hiçbir zaman iyi gelmiyordu. Buna rağmen Ginevra sözlerinde haklıydı; giyim konusunda tuhaf hassasiyetleri vardı. Siyah rengini üzerine ancak yas tutuyorsa geçirir ve büründüğü rengin matemi simgeleyen genellikle ölümü çağrıştıran kasvetinden her an daha fazla nefret ederdi. Koyu tonlar onun üzerinde hüznü, sıkıntıyı ve yalnızlığı, kötülüğü arttırarak karamsarlığa sebep oluyordu. Roma'dan ayrılırken Agnesia halasının istediği üzerine yanına yalnızca yolculukta kullanabileceği kadar kıyafet almıştı. Lucca'ya geldiklerinden bir gün sonra ölçülerini almaya gelen halasının özel terzisi ona kısa sürede açık pastel ve yoğun ışıltılı renklerin hakim olduğu bir sandıklar dolusu giysi dikmişti. Yeni elbiselerinin içinde kendini hiç olmadığı kadar canlı ve hayat dolu hisseden Maddalena, o zamanlardan bu yana açık renkleri tercih ediyordu. "Romalı kadınların parlak mücevherler ve ağır kumaşlara sarındığını görmüştüm. Toskana Bölgesi'ne göre daha ağır giyiniyorlar." Juliet'in masum yorumuna nasıl karşılık vermesi gerektiğini bilemeyen Maddalena, hafifçe dudaklarını büzmüştü. Romalı kadınların İtalya yarımadasının pek çok bölgesine göre daha gösterişli koyu tonlar tercih ettiklerini ve mücevhere düşkün olduklarını biliyordu fakat üzerine uzun uzun konuşabileceğim bir gözleme sahip değildi. Annesi Contessa her zaman koyu renk giyinmesine rağmen elbiseleri titiz bir terzinin elinden çıktığını vurgularcasına dikkat çeker bunun yanında mücevherlerinde de gösterişi severdi. Fakat Maddalena, değil annesi üzerinden Roma modası hakkında konuşmak onun adını ağzına almaktan dahi çekiniyordu. "Şehir bana çok esrarengiz geliyor. Hiç Roma'yı özlüyor musun?" Gülümsemeye devam eden Maddalena, suya bakan yeşil gözlerini kaldırdığında genel bir yorum yapmaya hazırlanmıştı. Fakat Ginevra söze karışmıştı ve hiç hoşuna gitmeyen Roma'yı özlüyor musun sorusuyla gülümsemesinin solmasına sebep olmuştu. Kekelememek için içine derin bir nefes çekip, kısa bir cevap vermişti. "Lucca yaşamayı seviyorum." Ginevra sanki istediği cevabı alamamış bir edayla oturduğu yerde eteklerini düzelterek bir kedi gibi belini bükmüş, ona yaklaşırken masum bir ifade takınmıştı. "Fakat gerçek ailen orada yaşıyor. Annem yakında ablan Marianna De Benardi'nin Roma eyaletlerinde yaşayan bir Konsey lorduyla evleneceğini söyledi. Evlilik hazırlıkları için orada olman gerekmez mi? Yoksa yakında dönecek misin?" Yakın bir zamanda Roma'ya döneceğinin hatırlatılmış olması Maddalena'nın bütün vücuduna akkor halinde bir huzursuzluk yayılmasına neden olmuştu. Fakat buna rağmen Ginevra'ya karşı en sevimli ifadesini takınarak gülümsemeyi başarmıştı. Lucca'da geçirdiği sekiz yıl içinde Roma'ya yalnızca bir defa, üç yılönce vefat eden babasının cenazesinde bulunmak için gitmişti. O zaman dahi Agnesia halası ve Sinyor Cardello ile seyahat etmiş iki gün içinde yeniden onlarla birlikte Lucca'ya dönmüştü. Araya giren bu uzaklık elbette ağabeyi Alfonso ve ablası Marianna ile olan kardeş bağına da zarar vermiş, aralarındaki ilişki oldukça soğuk ve belirsiz bir hal almıştı. Maddalena, üç yıl önce De Benardi Köşkü'de karşı karşıya geldiği on yedi yaşında basmış ablasının görüntüsüne şaşırıp kalmış, bir süre her ikisi de ne söyleyeceklerini bilmeden birbirlerini süzmüşlerdi. Kız kardeşler birbirleriyle güçlükle konuşabilmişler o zaman dahi aralarındaki iletişim birkaç basit cümleyi geçmemişti. Ağabeyi Alfonso ile Marianna'dan daha fazla görüşmüştü. Toskana bölgesine yaptığı iş seyahatlerinde üç kez Cardello Köşkü'nü ziyaret etmiş ağabeyi, her defasında onu ne kadar özlediğinden bahsedip içtenlikle bağrına basmışsa da Maddalena çocukluğunda içinde yer edinmiş çekimserlik yüzünden ağabeyinin özlemine samimiyetle karşılık verememişti. Hüzünlendiğinde durgunlaşan yeşil gözlerini yavaşça havuza çevirip merkezdeki büyük fıskiyeden püsküren suları ilgisizce izlerken oldukça normal bir konudan bahseden keyifli bir sesle konuşmuştu. "Onlar ben olmadan da hazıklıkları halledebilirler." "Düğüne gideceksin ama değil mi?" Bakışlarını havuzdan çekmek zorunda kalan Maddalena, huzursuz ya da kızgın gözükmemeye çalışarak karşısında oturan Ginevra'ya baktığında kendisini tuhaf bir beklentiyle süzdüğünü fark etmişti. Havuz başında yaptıkları sohbetin başından beri arkadaşı hakkında hissettiği bu kuşkuyu zihninden uzaklaştırmak istese de yapamıyordu. Ginevra'nın ona karşı soğuk ve uzak bir havaya büründüğünü hissetmekten kendini alamıyordu. Sakin görünmeye çalışarak, ailesi hakkında konuşurken içinde bir şeylerin koptuğunu gizlemeye çalışmıştı. "Elbette orada olacağım. Halam Agnesia ve Bay Cardello ile birlikte gideceğiz sonrasında da birlikte Lucca'ya döneceğiz." "Ne kadar güzel, annem bizimde davetli olduğumuzu söyledi. Roma'da da görüşeceğiz. Beni ablanla tanıştırırsın sana benziyor mu çok merak ediyorum." Herhangi bir cevap vermek istemeyen Maddalena hafifçe başını sallayıp bakışlarını öteye çevirmişti. Bu şekilde Ginevra'ya karşı kabalık yapmışsa da umursamamıştı, sohbetin daha fazla uzamasını istemiyordu. Bir an önce bekledikleri terzinin gelerek kızları oyalayacak kumaşları önlerine yığmasını ve öz ailesini hatırlatacak her türlü sohbetten onu kurtarmasını ummuştu. Maddalena büyük havuzun kıyısında fıskiyenin yumuşak sesini dinlerken, oturduğu yerde hafifçe belini bükerek yüzünü suya doğru uzatıp avuç içlerini mermer taşın üzerine yaslamıştı. Neşeden yoksun gözleriyle suya bakarken, sarı bukleleri iki yanına düşmüş esen hafif rüzgârda suyun yüzeyindeki küçük dalgalarla salınıp duruyordu. Suyun içine düşmüş küçük yaprakları takip ediyor, kendisinden bir yaş büyük ablasının yirmi yaşındaki haliyle nasıl göründüğünü ve düğünü için Roma'ya döndüğünde aralarının nasıl olacağını hayal etmeye çalışıyordu ki başının hemen yanında suyun yüzeyinde bir siluetin belirdiğini gördüğünde irkilmişti. "Biraz daha kendini izlemeye devam edersen benzer bir şekilde güzelliğini seyrederken boğulup giden Narkissos gibi olacaksın." Kulağına çalınan tanıdık sesle birlikte Maddalena'nın dudaklarında hafif bir gülümseme belirmişti. Suya yansıyan Bernardo'nun yüzüne bakarken söylenmişti. "Bernardo! Beni korkuttun." Ellerini mermerin üzerinden çekerek oturduğu yerde dikleştirdiği sırtını biraz önce omzunu dayadığı heykele yaslayan Maddalena, yeşil gözlerini uzun boylu adama çevirmişti. Siyah gür saçlarını her zaman olduğu gibi kısacık kestirip, geriye doğru taramıştı. Güneş ışığının altında, savaş sanatına olan tutkusunun yüzündeki silik izi kendini belli ediyordu. Venedik'te geçirdiği zamanlarda sakalını uzatmaya karar vermişti. Her zamankinin aksine sert çene yapısını kirli bir sakal süslüyordu. Ondan altı yaş daha büyük, yaşına göre oldukça olgun bir mizaca ve kalıplı bir vücuda sahipti. Galeazzi ailesinin varisiydi ve daha şimdiden Lucca konseyinde babasının yanında yer alıyordu. Bernardo, Juliet ile arasındaki mermer zemine ters bir şekilde oturup deri çizmenin sardığı bacaklarını öne doğru uzatmıştı. Koyu kaşlarının altından siyah gözleri, ona ilgiyle bakıyordu. "Merhaba, senin burada olduğunu öğrenince gelip görmek istedim. Görüyorum ki tam zamanında gelmişim, artık seni havuza düşmekten kurtarabilirim." Maddalena, yanına yerleşen adamın gözlerinde parlayan sıcaklığı farkettiğinde gözlerini kaçırmak zorunda kalmıştı. Ne zaman karşı karşıya gelseler Bernardo'nun büründüğü bu manalı haller tam da kaçınmak istediği şeydi. Gülümsemeye devam ederken Isabella imdadına yetişmişti. Ağabeyinin tüm gün babasıyla şehirde olacağını sanan kız, onu evde gördüğüne şaşırdığını söylemişti. O sırada yüzüne yerleştirdiği cilveli gülüşüyle Bernardo'nun ilgisini üzerine toplamaya çalışan Ginevra, Venedik seyahati hakkında sonu gelmeyecek gibi görünen sorular sormaya başlamıştı. İtalya yarımadasının en zengin ve askeri açıdan güçlü bir orduya sahip liman şehri hakkında konuşulanları dinlerken gülümseyerek başını sallamakla yetinmiş Maddalena, kibarlığın içinde gizli sabırsızlıkla konuşan Bernardo'nun ifadesini seyretmişti. Adamın yanlarına Venedik seyahatini anlatmak için gelmediği açıktı. Kısa bir süre sonra hızlı adımlarla yanlarına yaklaşan villanın kahyası bekledikleri terzinin geldiğini bildirmişti. Isabella sevinçle ellerini birbirine çırparak heyecanla yerinden kalkmış, yanındaki Ginevra'nın koluna girerek villaya sürüklemeye başlamıştı. İki kızı ağırbaşlı bir tebessümle izleyen Juliet küçük adımlarla arkalarından yürümeye başlamıştı. Bir anlığına uçuk sarı rengindeki eteklerini toplayıp ayağa kalkmaya niyetlenen Maddalena, Benardo'nun onun gitmesinden kaynaklanan üzüntülü bakışlarıyla göz göze geldiğinde nazikçe başını eğerek yerinde kalmıştı. Fakat onu dikkatle seyreden gözlerine daha fazla bakacak cesareti yoktu, önlerinde uzanan yeşil bahçeyi seyretmeye başlamıştı. Bernardo, babasının görevlendirmesi üzerine son dört ayını limandaki yeni aile işlerini düzene sokmak için Venedik'te geçirmişti. Bu durum insanlara bir anlamda birbirlerine karşı duygularının sınandığı uzun ayrılık izlenimi veriyordu. Maddalena'nın sezgileri aile işlerini başarılı bir şekilde yöneten genç adamın Lucca'ya dönüşüyle evlilik fikrini bu kez daha ciddi anlamda gündeme getireceğini söylüyordu. O an bahçede yalnız kalmış olmalarıyla tam da bu bu konuyu konuşabilecek bir fırsat yaratıldığını düşünüyor, gittikçe panikliyordu. Israrla yana çevirdiği yüzüne bakmaya devam eden Bernardo, keyifli bir samimiyetle aralarındaki sessizliği bozmuştu. "Duyduğuma göre Üstat Franco'nun senin yüzünü kullandığı gizemli tablonun alıcısı, sonunda gelip siparişini almış. Bu durumda poz verme işi bitti değil mi?" "Evet, doğru duymuşsun, tablo sahibine teslim edildi. Fakat senin bu konuyla ilgilendiğini bilmiyordum." Lucca'nın ünlü ressamına poz verdiğinden haberdar olsa dahi daha öncesinde bu konu hakkında hiç konuşmayan Benardo'nun bir anda tablo ile ilgilenmeye başlaması Maddalena'yı şaşırtmıştı. Karşısında oturan iri cüsseli adamın sesinde daha önce görmediği tuhaf bir tını vardı. "Elbette senin yüzünün kullanıldığı tabloyla ilgileniyorum. Yani ilgileniyordum, artık tablo sahibine ulaştığına göre ikimizi de ilgilendirmez. Sanırım Franco sana sahibini söylememiştir." Ben hala ilgileniyorum içinden geçen ilk sözleri dile getirmek için ağzını açan Maddalena, Bernardo ile konuşmasını uzatmak istemediği için kendini tutmuştu. Sahibinin kim olduğunu öğrenmeden önce o da, Bernardo gibi Altın Gökteki Meryem gerçek sahibine geçtiğinde konunun kapanıp unutulacağını düşünmüştü lakin öyle olmamış aksine her geçen gün merakı katlanarak artıyordu. Bernardo, alıcının kim olduğundan söz ettiği zaman kuşkulu bir tavırda dudağını ısırmıştı. Eğer bildiğini söylerse Franco'nun atölyesindeki utanç verici anları da anlatmak zorunda kalmaktan korkuyordu. Üstelik adamın sözlerinden çıkardığı anlam; sorudan çok kesinliğine inandığı bir durumu ortaya koymak gibiydi. "Evet kim olduğunu bilmiyorum. Sen biliyor musun?" "Maalesef biliyorum." Benardo, yüzünü soğuk bir ifadeyle buruşturarak konuşmuştu. İnsanların Panzio Asilzadesi'nden bahsederken büründüğü bu gizemli ve huzursuz tavırları, Maddalena'nın içine tıpkı Franco'nun atölyesinde olduğu gibi içini tuhaf yakınlık ve merak kaplamasına neden oluyordu. Sanki tablo aralarında bir bağ oluşturmuş gibi hissediyordu. Söz dinletemediği düşüncelerini dizginlemeye çalışarak içine derin bir nefes çekmiş sonrasında şakacı bir edayla yüzünü ekşitmişti "Neden öyle söyledin? Poz verdiğim tablonun sahibi yoksa kötü biri mi ?" Onunla tablonun sahibi hakkında konuşmaktan hoşlanmadığı kırışan alnından ve kör bir kuyuyu andıran parlak gözlerinden okunan Bernardo, bir süre yüzüne bakmış nihayet sorusuna cevap vermeye başladığında daha fazla soru sormaması istediği sesinin tonundan anlaşılıyordu. "Kendisiyle, Roma'yı ziyaret ettiğim zamanlarda ve papalık ordusunda birkaç kez denk gelmiştim. Kilise'nin değer verdiği isimlerden biri olsa da ahlakı yok denecek kadar azdır. Bir pagan gibi yaşar, aşırılıklarıyla bilinir. Öldüğü zaman bu ahlaksızlıkla cehennemden bile kovulur." Bu sözler üzerine, hala sırtını heykele yaslayarak Benardo'nun karşısında oturmakta olan Maddalena, dudaklarını birbirine bastırmışsa da içinde yükselen dürtüye engel olmamış ve ince omuzları sarsılırken kıkırdayıp alayla gülmüştü. Fakat verdiği tepkiden hiç memnun olmayan Benardo'nun kara kaşlarını çatıp ona hayatında gördüğü en tuhaf tepkiyi vermiş gibi baktığını gördüğünde utanarak uzun parmaklarını dudaklarına kapatmak zorunda hissetmişti. "Sözlerimin hangi kısmı bu kadar hoşuna gitti anlamıyorum." Benardo'nun gergin duruşu ve her an öfkelenmeye hazırlanan ses tonunu fark etmemek olanaksızdı. Önüne gelen sarı saçlarını arkaya doğru savuran Maddalena'nın gülümsemesi solmuştu. "Hiçbir kısmı hoşuma gitmedi, sadece senin yorumun ilginç geldi o kadar." Bununla birlikte yüzündeki huzursuz maskeyi düşüren Bernardo, sıcak bakışlarla başını sallamıştı. Yanı başında otururken Maddalena onun hayran bakışlarının biraz önce elini attığı altın sarısı saçlarında yüzünün ayrıntılarında, o gün için seçtiği sarının açık tonu olan hoş elbisesinde gezindiğini fark ederek bakışlarını yana çevirdiğinde bunun yanlış bir hamle olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Ona doğru sokulan Bernardo bir elini yanağına uzattığında alnına samimi bir öpücük kondurarak hazırlıksız yakalanmasına sebep olmuştu. "Ne kadar güzel olduğunun farkında mısın acaba? Melekleri utandıracaksın." Maddalena insanların sıklıkla güzelliğine methiyeler yağdırmasına alışkındı. Altın Gökteki Meryem tablosuna modellik yaptığı sırada Üstat Franco masum bir güzelliğe sahip olduğunu sık sık dile getirirken yüzünün orantısından, omuzlarının ince yapısından ve parmaklarının boyları arasındaki uyuma kadar hepsi hakkında iltifatlarda bulunmuştu. Buna rağmen içten içe Melek mi? Roma'daki öz annem için ancak uğursuz bir melek olurdum sanırım. Nasıl bir aileden geldiğimi bile bilmiyorsun. diyerek söylenmekten kendini alamamıştı. Bernardo'nun kendisine karşı gerçek hisler içinde olduğunu kabul ediyor olsa da kendisinin ona aynı yoğunlukta hisler taşıyacağından şüpheliydi. "Venedik'teyken seni özlemediğim bir günüm bile geçmedi." Maddalena, şaşkın gözleriyle önce Benardo'nun siyah gözlerinin içine sonra da yanağına düşen bir tutam altın rengi saçı nazikçe kenara çeken yanık tenli büyük elini takip etmişti. Yanakları bir anda al al yanmaya başlamış, canlı ve konuşkan mizacına yakışmayacak bir tavırla karşısında sessizleşmişti. Gözlerine buğulu bir hüzün yerleşmişti. Bernardo'yu sevmiş olmayı tüm kalbiyle dilemişti lakin bunu, değil o an yıllar sonra bile yapabileceğinden emin değildi. Onunla evlilik hayalleri kurmadığını söylediğinde Bernardo'nun ona karşı yabancılaşıp, kırgın olacağını düşündükçe kendini kötü hissediyordu. Bu kararının aynı zamanda Isabella ile olan arkadaşlığını ve halası Agnesia ve Sinyor Cardello'nun Galeazzi ailesiyle olan dostluklarını zedeleyeceğinden korkuyordu. Öte yandan da pek çok açıdan ideal eş olarak görünen ve aynı zamanda yakın dostu olan Bernardo ile evlenip Lucca'ya yaşama fikri de mantıklı bir karar gibi duruyorsa da Bernardo ile evli olma düşüncesi Maddalena'nın içine sinmemekte inat ediyordu. "Bernardo ne kadar güzel bir gün değil mi? Bende Maddalena'ya bakmaya gelmişim." Bir eliyle ağır eteğini zarafetle yukarı kaldırmış kısa adımlarıyla yanlarına yaklaşmakta olan Agnesia halasının cana yakın selamı Maddalena'yı Bernardo ile daha fazla yalnız kalmaktan kurtarmıştı. Halasına çevirdiği yeşil gözleri minnettarlıkla parıldıyordu. Yerinden kalkarken halası gibi eteklerini tutup, karışmış pililerini düzeltmişti. O sırada Bernardo ile selamlaşmış Agnesia, sevecen bakışlarını üzerine çevirdiğinde onu bir kez daha kurtarmıştı. "Tatlım terzi Zaira yanında bir çok güzel kumaş getirmiş, içeriye gelip dilediğini seçebilirsin. Katedralde yapılacak nikahta Isabella'nın arkasında yürüyen kızlardan olacağın için yeni ve güzel bir elbise diktirmeliyiz." "Tabi halacığım." Agnesia halası öylesine zarif bir tavırla yanlarına yaklaşıp ikisini usta bir kibarlıkla ayırmıştı ki Maddalena, halasına kıkırdayarak sarılmak istemişti. Bunun yerine gözlerini onun gibi ayağa kalkmış üzerindeki siyah ceketi düzelten Bernardo'ya nazikçe özür dolu bir bakış atmış ardından halasının yanını bularak uysal bir edayla koluna girdiğinde birlikte gösterişli villaya yürümeye başlamışlardı. ** Muhteşem bir günbatımında altın renginden yavaşça kırmızıya dönmeye başlamış güneş, ufuk çizgisine doğru kayarken Maddalena yalnız olduğu kabinin içinde sırtını yumuşak kadife minderlere yaslamıştı. Kapısının üzerinde Cardello ailesinin arması bulunduğu kahverengi at arabası Galaezi Villa'sının olduğu tepeden şehre inerken aklı havuz kıyısında Bernardo ile geçirdiği anlardaydı. Siyah gözlerinin içindeki sıcak parıltı gözü önüne geldikçe kalbinin üzerinde bir ağırlık hissediyordu. Halası köşke döndüğünde gittikçe büyüyüp karışık bir durum halini alan meseleyi bu kez açıkça konuşmaya karar vermişti. Oturduğu yerde alt dudağını dişlerinin arasına almış kemirirken, kan kırmızısı kadife perdeyi aralayıp yol boyunca sıralanmış yüksek servi ağaçlarına göz atmıştı. Henüz şehre inmeyi başaramamışlar, hala kıvrıla kıvrıla uzayıp giden sık ağaçlarla kaplı yolda ilerliyorlardı. Havuz başında yaptıkları sohbetten hoşlanmamış olsa da sonrasında, Isabella'nın gelinliğinin kumaşını ve süslemelerini seçerken kahkahalarla gülmüş, oldukça keyifli vakit geçirmişti. Terzinin önlerine serdikleri kumaşlar şüphesiz Lucca'nın en kalitelileriydi. Halasının yönlendirmesiyle 'Apollo'nun saçı' olarak bilinen pembe safir rengindeki kumaşı seçmişti. Düğün gününde en yakın arkadaşının arkasında yürüyecek olmaktan çok mutluydu, saçına tutturulacak güller ve elbisesine uygun şalı seçerken dahi epeyce vakit harcamış, her detayla özenle ilgilenmişti. Tüm bu zamanlarda arkadaşlarıyla birlikte kumaşlar arasında kaybolmuşlar, önlerine bir tabak dolusu tatlı konmuş çocuklar gibi hissetmişlerdi. İşleri sona erdiğinde ayrılmak üzere toparlanmışlardı. Agnesia halası her hafta olduğu gibi Madonna Galeazzi ve Leydi Bianch ile düşkünler evini ziyaret etmek istemişti. Galeazzi arması taşıyan at arabasına geçmeden önce onu kendi at arabacılarıyla Cardello köşküne uğurlamıştı. Maddalena, bünyesinin zayıf olduğunu düşünen halasının onu hastalıklı insanların arasına sokmak istemediğini bildiği için istediğine uysal bir tebessümle uymuştu. Fakat arabanın kapalı kabininde yalnızlığıyla baş başa kaldığında, havuz başında yaşadıkları aklına düşmüştü. Bernardo'nun ellerini yüzünde hissedişi ve alnına bıraktığı öpücükle hissettiği tuhaf rahatsızlığı ağır bir çekim gibi yeniden yaşıyordu. Arkadaşlarının arasındayken hissettiği neşesi tıpkı batmakta olan dışarıdaki güneş gibi aniden kaçıvermişti. İnsana huzur veren yemyeşil yolu izleyip, sıkıntılarından kurtulmaya çalışan Maddalena bir süre sonra içini çekerek tekrar arkasına yaslanmıştı. Dalgınlıkla, sağ elini her zaman düşüncelere daldığında yaptığı gibi incilerden oluşan zarif kolyesine götürmüştü. Parlak incileri bir o yana bir bu yana çekiştirmeye başlamışken dışarıdan gelen anlamsız seslerle donup kalmış, dikkat kesilerek dinlemeye koyulmuştu. Yakından gelen, öfkeli bir kalabalığın bağırışlarına benziyordu. Korkuyla büyümüş gözlerini kabinin perdelerine çevirdiği sırada arabacısının önlerinden çekilmeleri için bağırdığını belli belirsiz duymuştu. Tüm bedeni korku içinde kasılmışken, buz kesmiş elini hala boynunda duran elinin üzerine bastırmıştı. Birdenbire öfkeli bağırışlar daha da yükselmiş, korkudan çıldıran atlar huysuzlanmıştı. İçinde oturduğu kabin sallanmaya başlarken sonunda arabanın önüne gürültüyle bir şey devrilmemiş bununla birlikte arabacı dizginlere tüm gücüyle asılmış bu sırada Maddalena önündeki koltuğa yüz üstü savulmuştu. Dudakları arasından tiz bir çığlık yükselirken, hala parmaklarını geçirmiş olduğu halası Agnesia ve Sinyor Cardello'nun hediye ettiği kolyesi koparak küçük bilyeler halinde kabinin dört bir yanına saçılmıştı. Papalık konutunun ahırlarında saygıdeğer kişilerin kullanımı için tutulan gösterişli siyah at arabasında uzun bacaklarından birini diğerinin üzerine atmış Sandrino Di Juan Panzio, karşısında oturan Bruno ile mizah yollu sohbet ediyorken sarı saçları açık pencereden içeri süzülen rüzgarla dalgalanıyor, çevreyi saran servi ağaçlarının taze kokusu burnuna doluyordu. Birlikte Lucca'nın yönetim konseyi başkanının üzüm bağlarını ziyaret etmişler şimdi ise tekrar şehir merkezine iniyorlardı. Arkadaşının tadına baktığı üzümler hakkında yaptığı arsız şakaya karşılık olarak gülerek gözlerini devirdiğinde, gayriihtiyari bir hareketle her zaman ceketinin iç cebinde taşıdığı gümüş matarasını çıkarmak için uzanmıştı. Fakat yol aldıkça daha net duyduğu gürültüler rahatsız edici bir boyuta dönüştüğünde biraz önceki rahat bakışları göz açıp kapayıncaya kadar ciddi bir havaya bürünmüştü. Elini mataranın üzerinden çekerken başını yanında oturduğu açık pencereden uzatmış, kıstığı gözleriyle karşıya baktığı o anda bağrışların arasında bir kadın çığlığı duyulmuştu. "İleride sorun var ekselansları." Şehre ulaşan iki yolun arasında meydana gelen karmaşaya yaklaşmış at arabası, yavaşlayarak durmak zorunda kalmıştı. Arabacı geriye doğru döndüğünde bağırarak durumu haber vermişti. Bunun üzerine küçük kabinin kapısını bizzat açarak dışarı çıkan Sandrino, başını sallayarak beklemesini işaret etmişti. Çevik adımlarıyla kalabalığa doğru ilerlemeye başladığında deri çizimlerinin sert topukları toprak zeminin üzerinde yankılanıyordu. Yaşanan kargaşanın neden ortaya çıktığını gördüğü ilk anda sezmişti. Kaygısız bir ifade yerleşmiş mavi gözlerini önünü kestikleri at arabasını sarmış kalabalığa çevirmişti. Beklenmedik bir anda vergilerin neredeyse iki katı yükseltilmesi elbette şehirde karışıklığa sebep olmuştu. Konsey toplantılarına seyirci olarak katıldığı zamanlarda bunun gibi; soylu kesimin yolunu kesip huzursuzluk çıkarma girişimleri son bir haftadır pek çok kez tekrarlanmıştı. İtalya Yarımadasının tüm şehirlerinde hırsızlık suçu meraklı uzuvlarının kesilmesiyle cezalandırılırdı. Karşısındaki at arabasının yolunu kesen adamların niyetleri hırsızlık değilse de yalnızca, adına çatal denildiğini duydukları iki sivri ucu bulunan çubuklarıyla altın tabaklarındaki sınırsız yiyeceklerin sefasını süren soylulara korku salmak, karınlarını bir lokma da olsa doyurabilmek için vergilerin düşürülmesini sağlamaktı. Ön dişlerinin bir kısmı dökülmüş bir diğer kısmı ise çürümüş, kel bir adamın at arabasının kabininin camına başını uzatıp ürkütücü bir sesle içeridekini korkutmak için bağırışını izleyen Sandrino adımlarını hızlandırırken, bu kez sıkıntıyla gözlerini kısmıştı. Sağ elini havaya kaldırıp işaret parmağını hafifçe kıvırdığında kiliseyi temsil ettiği sürece ona eşlik eden iki papalık muhafızlarına kalabalığı dağıtmalarını işaret etmişti. "Beyler! Çekilin, hemen!" Sandrino sesini yükselterek kalabalığa bağırmıştı. Adamların büyük bir kısmı başlarını ona doğru döndürmüştü. Onu ve arkasındaki muhafızları gördüklerinde duraksamışlardı. Bu sırada verdiği sessiz emir üzerine başlarını sallayan iki muhafız eldivenli ellerini belinde taşıdıkları küçük kılıçların kabzasına koyarken iki yanından geçip kalabalığı dağıtmaya çoktan başlamışlardı. Önü açılan parlak kahverengi, üzerinde Cardello arması bulunan at arabasına ulaştığında kapısını bizzat açmıştı. Sandrino ışıltılı mavi gözlerini ilk olarak, ahşap kapısını tutmakta olduğu küçük kabinin minderlerine çevirmişti fakat karşılaşmayı beklediği korkudan sinmiş veya daha fazlası bayılmış kadını bulamamıştı. İlk tepkisi boş koltuğa şüpheyle bakmak olmuş ardından duyduğu hayır, hayır olmaz, lütfen mırıltılarıyla içeride dolanan bakışlarını aşağıya indirmişti. İki koltuğun arasında ahşap zemine dizlerini bükerek oturmuş bir kız, etrafa saçılmış parlak inci tanelerini toplarken aynı zamanda kendi kendine söyleniyordu. Kapıyı açtığını fark edemeyecek kadar telaş içindeydi, zeminde yuvarlanan incilere ulaşmaya çalışırken komik bir o kadar heyecanlı görünüyordu. Yüzünü onun tam tersi yönüne çevirmişken omuzlarından aşağıya altın rengi bir ipek demeti, iri bukleler halinde iniyordu. Parlak eteği ince belinin çevresinde hoş bir yığın halini almıştı. Bu beklenmedik manzara Sandrino'yu duraklatmaya yetmişti. Avucunun içinde topladığı incilerine bir başkasını daha ekleyen kızı hiç ses çıkartmadan izlemişti. Yüzünü henüz görebilmiş değildi lakin görebildiği kadarı dahi yüzünün güzel olduğuna emin olmasına yetmişti. Sandrino'nun şaşkın zihni arkasındaki muhafızların kalabalığı dağıtırken çıkardığı sesleri yeniden duymaya başladığında kendini toparlamıştı. Kısık kısık söylenmeye devam eden kızın dikkatini çekebilmek için boğazını temizlemişti. "Yardım edebilir miyim?" Sesi kabinin içine dolduğunda bir başka inciye uzanmakta olan kız olduğu yerde hızla başını yukarı kaldırıp bakışlarını üzerine çevirmişti. Bu haraketliyle sırtına dökülen altın bukleler dalgalanarak, farkında olmadığı bir zarafetle etrafında savrulmuştu. Uzun gür saçlarının bir kısmı zayıf sırtına düşerken diğer kısmı üzerindeki parlak elbisesinin önüne düşmüş, bu görüntüsüyle altın huzmesini andırıyordu. Tüm bu ışıltının içinde uzun kirpiklerin gölgelediği kocaman maviye bakan yeşil gözleri ardında doğal bir ışık varmışçasına parlayarak dikkatleri üzerine çekiyordu. Süt beyazı ten, altın sarısı saçlar, gül pembesi dolgun dudaklar, hafifçe çıkık elmacık kemikleri ve tüm bunları mükemmel bir şekilde tamamlayan parlak yeşil gözler o kadar büyüleyiciydi ki Sandrino'nun bir an nefesi kesilmişti. Tuhaf bir şekilde hala yerinden kıpırdamamış kız yana çevirdiği başıyla ona bakmayı sürdürürken aynı ilgi ve belirgin bir şaşkınlıkla onu süzüyordu. Yüzüne bakarken bir an yeşil gözlerini yumarak başını iki yana sallamıştı. Kıvrık kirpiklerini araladığında sanki onu karşısında görmekten memnun değilmişçesine belli belirsiz yüzünü buruşturmuştu. Sandrino anlam vermekte zorlandığı bu tuhaf fakat tatlı görünen mimikleri izlerken sarı kaşlarından birini havaya kaldırarak ne yapmaya çalıştığını sormuştu. Bunun üzerine kapalı tuttuğu avucunda incilerini saklayan kız yerinden kalkarken boş olan eliyle eteğini düzelmeye koyulmuştu. Nazik sesiyle konuşmaya başladığında önce nefesi kesilmişçesine sözleri yarıda kesilmiş sonrasında içine derin bir nefes çektiğinde tek seferde konuşabilmişti. "Be- ben teşe-.. Sizi daha önce hiç görmedim." Sandrino sözlerin absürtlüğü karşısında bir an ne diyeceğini bilememişti. Kocaman yeşil gözleriyle ona bakmayı sürdüren kızın sözlerinin yarattığı sıcaklık yanaklarına yansıyordu. Gittikçe keyifleniyordu, elini ahşap kapının üzerinden çekip beline yerleştirirken sırıtmaya başlamıştı. "Lucca'da yaşamıyorum, daha önce karşılaşmamız oldukça doğal. Kısa bir süre önce şehre geldim." "An- anlıyorum. Yardıma geldiğiniz için teşekkür ederim." Kabinin içinde kalmaya ısrar eden kız, yavaşça arkasındaki minderlerin ucuna ilişmişti. Sandrino dışarı çıkmasını önermeye hazırlanırken o bakışlarını kucağında tuttuğu avucuna doğru indirmişti. Sarı saçlarının bir kısmı omuzlarından önüne düşerken yüzü gölgelenmişti lakin Sandrino, elbisenin kolunda taşıdığı işlemeli ipek mendili çıkartıp içine incilerini yerleştirirken hüzünlü bir gölgenin gözlerindeki ışığı aldığını fark etmişti. Bir yol kenarında saldırıya uğramaktan korktuğu kadar kolyesinin dağılmasına da aynı ölçüde üzülmüş gibi görünüyordu. Sandrino onun her bir taneyi tek tek toplamadan dışarı çıkmayacağını anlamıştı. Bunun üzerine anlayışlı bir şekilde gülümserken nezaketle konuşmuştu. "Zor durumda kalan hanımefendilere yardım etmekten onur duyarım. Fakat keşke incileriniz dağılmadan önce gelebilmiş olsaydım. Saldırıya uğramak üzere olduğunuzdan çok incelerinizin dağıldığı için üzgünsünüz." O sırada karşısındaki minderlerin ucuna düşmüş bir başka inciye uzanıp kucağındaki mendilin içine koymakta olan kızın yüzü asılmıştı. Karşısında duygularını açık ettiği için canı sıkılmış, üstelik onun bunu rahatlıkla dile getirmesinden hoşlanmamıştı. Mesafeli bir nezaketin ardına saklanmak istese de gülümsemesi hüzünlü bakan gözlerinin içine ulaşmamıştı. "Değer verdiğim birinin hediyesiydi." Aldığı cevapla birlikte dudaklarını büken Sandrino, yarım etmek amacıyla biraz önce keşfettiği kendisine yakın olan iki inciyi eğilip almıştı. Başını kaldığında, hiç ses çıkartmadan merakla ne yaptığını izleyen kızın insanın içine işleyen gözlerinin içine kendini bildi bileli sürdürdüğü Çapkınlığın in bir parçası olan etkileyici ifadesiyle bakıp elindeki incileri işlemeli mendili üzerindeki diğer incilerin arasına bırakmıştı. Kızın gözlerine bakmaya devam ederken bir yandan da bir yerlerden tanıdık geldiğini düşünmeye başlamıştı. Fakat bu ihtimali hemen zihninde elemişti, daha önce böyle bir kızla tanışmış olsaydı kesinlikle unutmazdı. Görünürde başka inci kalmadığında, kapıyı açtığı ilk anda yapmaya niyetlendiği teklifi sonunda yapabilmişti. Bir adım geriye çıkarken açtığı büyük elini genç kıza uzatmıştı. "Artık dışarı çıkmanıza yardım edebilir miyim?" Kabinin içinde, halasının Lucca'ya geldiği yıl doğum gününde hediye ettiği kolyesinin inincilerini tekrar bir araya getirmek umuduyla toplarken duyduğu tanıdık sesle birlikte başını çevirdiğinde ünlü Sandrino Panzio'yu gördüğü ilk andan beri yüreği heyecanla pır pır çırpınmakta olan Maddalena hala onunla yüz yüze gelmiş olmasının şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Ona ilgiyle bakan mavi gözleri öylesine keskin ve parlaktı ki engin dalgalarına kapılıp gitmekten korkarak ürpermişti. O gün üzerinde kırmızı bir ceket giymiş, yakasına ise aslan formunda bir geyik, güneş ve sarmaşıkların birleşiminden oluşan armayı andıran bir broş takmıştı. Bakışlarını önce kendine doğru uzatılmış büyük ele çevirmiş Maddalena, şimdiden yanaklarının alev aldığını hissediyordu. İçinde yükselen hislere kapılıp gitme dürtüsüyle elini usulca onununkine kıyasla yanık tenli olan avucunun içine bırakırken incileriyle birlikte yerinden kalkmıştı. "Elbette." Maddalena, at arabasının üç küçük basamağından indiğinde gittikçe kırmızı bir renge bürünen güneşin Lucca'nın mavi-yeşil tepelerinin sırtlarına doğru yol almaya başladığını görmüştü. Biraz önceki öfkeli kalabalık büyük ölçüde dağılmış, bağırışımalar kesilmişti. Üzerinde Papalık Devleti'nin kırmızı armasını taşıyan iki muhafız yolların kesiştiği geniş alanda çevreyi gözlüyordu. Kıstığı yeşil gözlerini çevresinde gezdirmeye devam eden Maddalena, Panzio Asilzadesinin birkaç adım arkasında durmakta olan siyah kıvırcık saçlara sahip bir adamın onu şaşırtıcı ve garip bir şekilde onu süzdüğünü sezmişti. Fakat üzerinde durmasına fırsat kalmadan Cardello hanesinin arabacısı Giusep suçlulukla yanını bulmuştu. "Hanımefendi? İyi misiniz, yaralandınız mı?" Arabacının bir anda mahcubiyete bürünen bakışlarının sebebini merak eden Maddalena, nedeninin öğrenmek için bakışlarını takip ettiğinde, elinin hala Panzio Asilzadesi'nin avucunun içinde olduğunu fark etmişti. Bunun üzerine utançla elini çekip duruşunu düzelmişti. "İyiyim.. Yalnızca biraz sarsıldım o kadar." Tanrıya şükür iyisiniz diyerek mırıldanmış arabacı, bakışlarını omzunun üzerinden at arabasına çevirdiğinde Maddalena sorunlarının sadece bu kadarla sınırlı kalmayacağını anlamıştı. Tekrar ona dönen adam ellerini önünde birleştirirken sıkıntıyla konuşmuştu. "Hanımefendi at arabasının dingili kırılmış. Yola bu şekilde devam edemez." Maddalena yeşil gözlerini sıkıntıyla bahsi geçen at arabasına çevirmişti. Olduğu yerden kırılmış parçayı tam olarak göremiyorsa da halabaşını silkip, toynaklarıyla toprak zemini döven atları rahatlıkla görebiliyordu. Önce Bernardo'nun kendisine sanki aralarında duygusal bir ilişki varmışçasına dokunmasına izin vermiş henüz bunun huzursuzluğunu üzerinden atmadan son bir haftadır en tatlı düşlerinin başrolü olan Sandrino Panzio, beklenmedik bir anda yüzündeki parlak gülüşüyle karşısına belirivermişti. Yaşadığı tuhaf günle iyiden iyiye sersemlemiş ve sarsılmış Maddalena, şimdi ise at arabasının yola devam edeceğini öğreniyordu. Karmaşık düşünceleri, karşısındaki Sandrino Panzio'nun kaygısız belki biraz muzip bir tınıya sahip derin gelen sesiyle bölünmüştü. "Tamam, o halde yola benim at arabamla devam ederiz." Bir adım yana çekilen adam kolunu yana açarak, kendi at arabasının olduğu karşı patikayı göstermişti. Şarap rengi brokar kumaşın sardığı geniş omuzları ve güçlü kol kasları bu şekilde daha belirgin hale gelmişti. Görünüşüne dikkat eden bir asilzade olduğu üzerindeki her ayrıntıdan belli oluyordu fakat en etkileyici özelliği şüphesiz; yakışıklı yüzündeki aydınlık gülümseme ve muzip alaycı mavi gözleriydi. Bir süre sessiz kalan Maddalena, tanımadığı bir adamla at arabasında yalnız yolculuk yapmanın Natilda'nın kesinlikle onaylamayacağı tüden bir şey olduğunu düşünmüştü. Fakat öte yandan içindeki tarifsiz his onunla yolculuk yapmak için can atıyordu. Gözlerindeki tereddüttü doğru yorumlayan adam onun yerine geriye kalan seçenekleri de ortadan kaldırmıştı. "Şehre daha epeyce yol var. Tepeyi yürüyerek veya huysuzlanmış atlardan biriyle inmeyi düşünmüyorsanız arabamın konforlu minderlerini öneririm. Sizin için yeterince sarsıcı bir gün olmuş olmalı." Bu yaklaşım karşısında gülümsememek olanaksızdı. Kendini her an anın büyüsüne biraz daha bırakan Maddalena, ona güvenmiyormuşçasına içini çekerek başını sallamıştı. "Fakat ortada büyük bir sorun var; sizi tanımıyorum bile." "Bu kolayca çözebileceğimiz bir sorun. Panzio, Sandrino Panzio." Kendini tanıttığı sırada yapmacık bir ciddiyete bürünen adam karşısında başını eğerek küçük bir reverans yapmıştı. Maddalena gülerek başını sallarken, doğal bir tavırla hiç hissettirmeden boş olan elini tutmuş lakin dudaklarına götürmeden önce mavi gözleriyle gözlerinin içine bakmıştı. Onun da kendini tanıtmasını bekliyordu. "Maddalena." İsmi dudaklarından farkında olmadan dökülmüş olsa da devamını getirmekte çekimser davranmıştı. Pek çok insana tuhaf ve nankörlük gibi gelebilirdi fakat o De Benardi ismini hiçbir zaman gururla taşımamıştı. Aile ismi Roma ve İtalya'da saygıyla anılıyordu. İçlerinden kardinaller, başpiskoposlar ve birçok rahip çıkartmışlardı, hali hazırda büyük amcaları kardinal olarak Vatikan'da göre yapıyordu. Nesiller boyunca süren aileden bir kardinal çıkartma ve belki günün birinde papalık tahtına sahip olabilme ihtimali geleneği ikinci bir erkek kardeşleri olmadığında bozulmuştu. De Benardi ismini gerek duymadıkça kullanmayan Maddalena'nın o an kullanmamış olmasının sebebi ise Sandrino Panzio'nun ailesini elbet tanıyor olduğuydu. Ailesi hakkında yeni bir muhabbetin içine girmek istemiyordu. O yalnızca isminin yeterli geleceğini düşünürken beklemediği anda büyük bir yanlış anlaşılma yaşanmıştı. Sandrino Panzio, parlak mavi gözleriyle önünde durduğu at arabasının kapısına işlenmiş Cardello mührünü işaret ederken ismini onun yerine tamamlamıştı. "Cardello değil mi? Maddalena Cardello." "E- evet." Dudaklarına götürdüğü eline kibar bir öpücük konduran adamı izleyen Maddalena başını sallarken zayıf bir sesle cevap vermişti. İnsanların büyük bir kısmı onu ailenin kızı olarak görürken yanlış anlaşılmanın zararsız olduğuna kanaat getirmiş ve sessiz kalmıştı. O sırada at arabasından indiği andan bu yana ona yakından bakabilmek için Sandrino Panzio'yu geçmeye çalışan diğer adam öne çıkarak kendini tanıtmıştı. "Ben de Bruno Palmiro. Romalı ressam." Telaş içindeki adama bakarken başını sallamıştı. Sandrino Panzio ile aynı yaşlarda duruyordu, üzerinde siyah bir pelerin elinde ise deri kaplı siyah bir defter ve kuş tüyünden bir kalem tutuyordu. Panzio Asilzadesi ile konuştuğu sırada bir ara yüzünü her açıdan inceleyebilmek istercesine başını sağa ve sola yatırmış, ardından dik durduğunda gözlerini kısarak onu dikkatle seyretmişti. Maddalena bunları fark etmişse de tüm ilgisi, ona beyaz gülümsemesini gösteren karşısındaki Panzio Asilzadesindeydi. Arkadaki adamın görünüşü hırpani olsa dahi dahi kadınlara gözlerini dikip bakmanın hoş karşılanmayacağını bilecek bir beyefendiye benziyordu. Tıpkı Sandrino Panzio gibi eğlenceli bir havası vardı ara sıra mırıldanarak söylenmişti. Maddalena eğer yanlış yorumlamamışsa, genç ressam yüzünü ilgi çekici bulmuştu. Çabalarını şaşkın gözleriyle izlemeye devam ederken memnun olduğunu söylemişti. Yanındaki ressamın sarhoşa dönmüşçesine boş bakan gözleriyle onu incelediği fark etmiş Sandrino Panzio ise araya girmişti. Yanındaki adamın omzuna dostane bir hareketle vurmuştu. "Bruno sen buraları halledersin, papalık konutunda görüşürüz." Sözlerini bitirdiğinde tekrar ona dönen adam koluyla bir kez daha üzerinde altın ve kırmızı renklerinin hakim olduğu papalık arması bulunan siyah faytona davet etmişti. "Yola çıkalım mı?" Kısa bir an duraklayan Maddalena zihninin susması ve sonunda kendi isteklerini duyabilmek için içine derin bir nefes çektikten sonra kararını vermişti. Bir elinde hala incilerini sıkı sıkıya tutmaya devam ederken diğer eliyle eteğini kavramıştı. Faytona doğru bir adım attığında Sandrino Panzio'nun memnun bir ifadeye büründüğünü görmüştü. Fakat kendisinin orada bırakılacağını duymuş ressam durumdan rahatsız olmuş, telaşla araya girmişti. "Ne? Beni burada mı bırakıyorsun?" Sandrino Panzio, ressamın ne sorusuna ne de hayretle kalakalmış ifadesine aldırış etmemişti. Omzundaki elini çekmeden önce cesaretlendiricine sıkmış ve onunla birlikte yürüyerek faytona varmıştı. Maddalena, adamın yardımıyla lüks faytona yerleşirken ressamın ellerini beline yerleştirmiş bir şekilde onlara Ekselanları? Sandrino? Önemli bir mevzuydu! diye bağırdığını duyuyordu. At arabası hareket etmeye başladığında yumuşak kahverengi minderlerin üzerine yerleşmiş Maddalena, gerçek anlamda hiç tanımadığı bir adamla yolculuk yapmayı kabul etmesiyle büyük bir çılgınlık yaptığını bilincine tekrar varmış ve bir anda içi titremişti. Bir hafta önce Franco'nun atölyesinde gizlice adamı izlediğin zamandan beri hissettiği bu tuhaf yakınlık hissinin ona yaptırdığı şeye inanamıyordu. Aralarına mümkün olduğunda mesafe koyabilmek için faytonun en uç köşesine geçmişti fakat arabacısına Cardello Köşkü'ne gideceklerini söyleyen adam kabinin içine girdiğinde hiç düşünmeden tam karşısına oturmuştu. Kadife minderlere sırtını vermiş, uzun bacaklarını uzatıp rahat bir şekilde üst üste atmıştı. Onun bu geniş kaygısız tavırlarını izlemekten vazgeçen Maddalena, ellerinden birini darmadağın olmuş sarı saçlarına götürmüştü. Parmaklarıyla buklelerini yatıştırmaya çalışırken sarsılmış görünüşünü düzeltmek için uğraşmaya başlamıştı. Fakat bu hareketin ne kadar baştan çıkarıcı olduğunun farkında değildi. "Yaralanmadığınıza eminsiniz değil mi?" Kabinin içinde renginin koyulaştığı büyüleyici yeşil gözlerini adamın mavi gözlerine doğru kaldırdığında, onu kıpırdamadan onu izlediğini görmüştü. Işıl ışıl bakışları içindeki onca farklı muzip duyguyu barındırmasına rağmen tam anlamıyla ne düşündüğünü söylemesi mümkün değildi. Eğer şimdi ellerinin saçından çekerse utandığını anlayacağından korkan Maddalena, soğukkanlılıkla saçlarını düzelmeye devam ederken anlamlı bir bakışla konuşmuştu. "Sanırım yalnızca gururum zarar gördü ve bir de inci kolyem Sinyor Panzio." "Gurunuz mu? Yapmayın, ben hanımefendilerin yardımına koşmayı severim." Maddalena düzene soktuğu sarı buklelerini omuzlarından arkasına atıp elini kucağına bırakırken duyduklarıyla birlikte yutkunarak gülümsemesini bastırmaya çalışmış fakat ona gülümseyerek bakan adama karşı koyması mümkün olmamıştı. Ne zaman ismi geçse ahlaksızlığından bahsetmekten geri kalmayan insanların sözleri kulağına fısıldarken, dudaklarındaki edepsiz gülümsemesiyle hazırcevap bir tavır takınmıştı. "Çok oldu mu? Yardımına koştuğunuz hanımefendiler?" Sandrino Panzio bunun üzerine birden başını hafifçe geriye atıp, keskin bir kahkaha atmıştı. Toparlandığında dudaklarını büzerek etkileyici gözlerini yüzüne çevirmişti. "Olmadı. Sizin gibi paha biçilmez bir hanımı kurtarma şerefine daha önce hiç erişmemiştim." Bu tatlı fakat ağdalı flörtüz sözleri duyan Maddalena içinden yalancı diye geçirmişti. Alaycı bir hoşnutsuzlukla gözlerini devirmişti. "Bu sözleri galiba kötü bir şiirden çaldınız. Ya da hizmetçiye kur yapan bir seyisten." Karşısında oturan adamın yüzündeki kendine güvenen sırıtışı aniden kaybolmuştu. Yerini şaşkın bir ifade alırken meydan okuyan bir tınıyla öyle mi? diyerek söylenmişti. Kıpırdamadan gücenmiş adamın tepkisini izleyen Maddalena onu gerçekten kırmış olabileceğine ihtimal vermeye başlamıştı ki, adamın önce gül rengi dudaklarının seğirmeye başladığını ardından tüm kabinin içinde patlayan erkeksi gür kahkahasını duymuştu. Bu manzara karısında kendine engel olmamış Maddalena onun gibi yüksek sesle gülmemişse de beyaz dişlerini göstermişti. Kabinin içindeki sesler durulduğunda her ikisinin de dudaklarında sarsak bir gülümseme kalmıştı. Maddalena birden bir süredir birbirlerinin gözlerinin içine bakmakta olduklarını fark ederek utanmıştı. Panzio asilzadesinin mavi gözlerinin içindeki garip ifadenin ne anlama geldiğini çözemiyor olsa dahi heyecan dalgaları vücuduna yayılmaya başlamıştı. Tam o sırada her ikisi de aynı kararlılıkla bakışlarını başka yöne çevirmişti. Maddalena, at arabasına geçtiğinde kucağına bıraktığı incilerini hatırlamıştı. İşlemeli ipek kumaşı usulca açarak tekrar bir kolye halini alıp alamayacağını düşünürken sıkıntıyla iç çekmişti. Belki Sinyor Cardello onun için tamir ettirirdi fakat ne kadar ararsa arasın beyaz incilere renk katan üç küçük haçın yalnızca birini bulabilmişti. Üstelik incilerin tamamını toplayabildiğinden de emin değildi. Hayatta aldığı ilk hediyenin gözü önünde parçalanması kalbine dokunmuştu, hüzünlü bir ifadeyle bir incinin üzerinde parmağını gezdirmişti. Her ne kadar pek çok insan için değersiz sayılabilecek bir kolye olsa da onun üzerine yüklediği manevi değer; altınlarla alınabilecek birçok şeyle kıyaslanması söz konusu dahi olamazdı. Maddalena, duygusal olan her şeye fazla duyarlı ve hassas olduğundan hayatında var olan her şeyde maddeden çok manaya önem verirdi. Aralarında oluşan sakin sessizliği toprak yolda ilerleyen at arabasının kısık sesleri doldururken ara sıra kuşkulu mavi gözleriyle onu gözleyen adamın ceketinin iç cebine elini attığını fark etmişti. Kaçamak bakışlarını hafifçe kaldırıp ne yaptığını görmek isteyen Maddalena, alışkanlıkların getirdiği bir çabuklukla cebinden çıkardığı mataranın kapağını açtığını izlemişti. Önce dudaklarına götürmek için yukarı kaldırmış sonrasında vazgeçerek şaşırtıcı bir hareketle ona doğru uzatmıştı. "Bu günlerde şehir çok karışık, daha dikkatli olmanızı öneririm. İster misiniz?" "İsteyebilirim." Yukarı kaldırdığı başıyla yeşil gözlerini önce adamın yüzüne ardından uzattığı gümüş mataraya çevirmiş Maddalena, muzip bir neşeyle uzanmıştı. Mataraya şöyle bir göz attığında önce içindekini koklamıştı. Yayılan keskin kokuyu aldığında parlak yüzünü buruşturmuşsa da dolgun dudaklarına götürerek ilk yudumu almış ve hemen ardından titreyerek elindeki mataraya tiksintiyle bakmıştı. "Tanrı ve tüm azizler adına bu iğrenç şey de ne? Sen buna şarap mı diyorsun?" "İğrenç dediğin o şarap İtalya'nın en kalitelilerinden. Benim için özel olarak gönderiliyor." Ağzında kalan yakıcı tada hala alışamamış Maddalena, umursamazca omzunu silkerken sözlerini sakınmamıştı. "Anlıyorum, zaten şarabı senden başka içen biri olduğundan şüpheliydim. Tadı çok kötü, boğazımı yaktı." "Çoğu insan ilk tattığında aynı şeyi söylüyor fakat içtikçe tadı hoşuna gidiyor. Ayrıca bu yarımada üzerinde benden daha iyi şarap eksperi bulamazsın, şarabıma iğrenç derken iki kere düşünmeni tavsiye ederim." Kadife minderlerin üzerinde oturan adamın kendini övdüğü sırada yüzündeki ifade öyle özgüvenli ve dikkat çekiciydi ki Maddalena, kaşlarından birini yukarı kaldırıp ifadesine hayretle bakmaktan kendini alamamıştı. Bu adam daha önce tanıştığı hiç kimseye benzemiyordu. Hala elinde tutmakta olduğu şaraptan öylesine bir zevkle bahsetmiş ki Maddalena küçük bir yudum daha alarak tadının düzelip düzelmeyeceğini görmek istemişti. "Yine de şarap zevkin çok kötü." Boğazından inen acı tatla yeniden yüzünü buruşturan Maddalena, pes etmişti. Gümüş matarayı hızla kendinden uzaklaştırıp sahibine uzatırken, söylenmekten geri kalmamıştı. Umursamaz bir ifadeyle matarasını ondan alan adam, tekrar arkasına yaslandığında rahat bir tavırla başına dikip büyük bir yudum almıştı. Maddalena, biraz önce dudaklarını değdirdiği mataranın agzından şimdi onun içişini izlerken birdenbire kıpkırmızı kesilmiş, bakışlarını kaçırmıştı. "Senin yaşındaki küçük kızlar ne sever? Elma suyu?" Şarabını içmeye ara veren adamın beklenmedik sözlerini duyduğunda bir hışımla bakışlarını üzerine çevirmiş Maddalena, dudaklarına kasıtlı bir şekilde soğuk alaycı gülüş yerleştirmişti. Belki çevresindeki kızlara göre hala bir parça zayıf görünebilirdi fakat kesinlikle bir küçük bir kız çocuğu değildi. İki hafta on dokuz yaşına basmış genç bir kadındı. "Kendileriyle alay edilmesini sevmezler. Genç adam matarasının ağzını kapatırken sözlerine yanıt verir gibi sarı kaşlarını yukarı kaldırıp dudaklarını çarpık bir tebessümle kıvırmıştı. Maddalena mavi gözlerin içinde bir anlığına da olsa hayranlığın izlerini görür gibi olmuştu. Fakat yeniden konuşmaya başlayan adamsesini mesafeli bir kibarlığa bürünmeye zorlamıştı. "Bana kalırsa, sen kendisiyle alay edilmesine izin verecek birine benzemiyorsun. Yine de kalabalığım için özür dilerim madam." Maddalena, ona üstü kapalı bir şekilde iltifat ederken aynı anda ceketinin iç cebine matarasını yerleştiren adamı zihnini meşgul eden birbirinden farklı bir çok düşünceler eşliğinde izliyordu. Panzio Asilzadesinin derin ve alaycı bir tınıya sahip sesinde ara sıra lakin hemen kaybolan samimiyet nefesini kesecek gibiydi. Lucca'lı hiçbir hayranından duymaya alışık olmadığı biraz önceki iltifatı bile kendine has bir gizeme sahipti. Maddalena, gülmemek için gizlice dilini ısırırken küçük zarif çenesini kaldırarak yeşil gözlerini pencereden kır manzarasına doğru çevirmişti Boş bir iltifatı gereksiz yere abarttığına kendine inandırmaya çalışıyordu. Tam artık aralarında yeni bir konuşmanın geçmeyeceğine ve sonunda kendini kontrol altına aldığına kanaat getirmişti ki Sandrino Panzio, izin almadan kucağındaki ipek mendili içindeki incilerle birlikte kendi eline geçirmişti. Maddalena bir eliyle mendili tutarken bir inci tanesini diğer eline almış havaya kaldırarak inceleyişi şaşkın ifadesiyle izlemekten başka bir çare görememişti. Ne zaman araya bir resmiyet girdiğini düşünse vakit kaybetmeden bozluyordu. Parmaklarının ucunda dikkatle çevirdiği inciyi bırakan adam bir başkasını alıp aynı ritüeli tekrarlamaya koyulmuştu. Maddalena ne söylemesi gerektiğini bilemeden kıpırtısızca yerinde kalmıştı. İkincisini de diğerlerinin arasına bırakıp, işaret parmağıyla yığını şöyle bir karıştıran Sandrino Panzio sonunda kısık sesindeki beğeniyle konuşmuştu. "Güzel inciler." "İlgilenir misiniz?" Maddalena, elinde tuttuğu ipek mendile doğru eğdiği başını kaldıran adamın yüzündeki alaycı gülümsemenin yerini ciddi bir ifadeye bıraktığını fark etmişti. "Oldukça ilgiliyimdir. Doğudan ithal ettiğim incileri İtalya yarımadasının büyük bir kısmı ve Avrupa'daki belirli yerlere pazarlıyorum." "Ne kadar güzel, inciler benim için mücevherler arasında en eşsiz olanıdır. Zorlukların üstesinden gelmek için kendi içindeki iyileştirici gücü keşfedişinin hikayesi hep çok hoşuma gitmiştir. Eminim, incilerin hikayesini biliyorsunuzdur." Lucca'ya geldiği yıl, henüz kendini tam anlamıyla ifade etmeyi dahi beceremediği zamanlarda, halasının anlattığı hoş hikayeyi anımsayan Maddalena, sesindeki hayranlık dolu tonu kontrol edemeyerek konuşmuştu. Sözlerinin sonunda karşılaştığı şaşkın ifadeyle adamın hikayeyi bilmediği anladığında istemsizce tebessüm etmişti. "Bilmiyorsunuz." "Hangi hikaye bu?" "İnciler üzerine ticaret yapıyorsunuz ama hikayesini öğrenmeyi hiç düşünmediniz mi?" Verdiği karşılık adamın hoşuna gitmiş gibi duruyordu. Bir elini kapalı perdelerin kıyısından ani bir şekilde içeri girmeyi başaran rüzgarın dağıttığı onunkiyle aynı renk sarı saçlarına görürken yaşına göre fazla hazırcevapsın diyerek söylenmişti. Bir süre kısa saçları arasında altın yüzüklerle bezeli elini gezdirmiş bakışlarını tekrar yüzüne çevirdiğinde onun anlamını çözemediği garip bir duyguyla yeşil gözlerine bakmıştı. "Görünüşe göre pazarladığım incilere büyük ayıp etmişim." Sandrino Panzio yapmacık bir can sıkıntıyla ona karşılık verirken bembeyaz dişlerini göstererek gülüyordu. Kendini aralarında geçen eğlenceli sohbetin sarhoş edici akıntısına bırakmış Maddalena ise farkında olmadığı baştan çıkarıcı bir o kadar da masum olan gülümsemesiyle omuzlarını silkerken karşılık vermiş sonrasında açtığı avucunu ona doğru uzatmıştı. "Ne yazık ki öyle. Artık incilerimi alabilir miyim?" Sandrino Panzio'nun elindeki ipek mendile beklenti dolu bakışlar atan Maddalena, muziplikle başını iki yana sallayıp incilerini geri çekişini gördüğünde kaşlarını çatmıştı. Ne yapmaya çalıştığını sorarcasına huzursuzlanan yeşil gözlerini yüzüne çevirmişti. "Alabilirsin, hikâyeyi anlatıp beni bu büyük ayıptan kurtardıktan sonra." "Gerçekten dinlemek istiyor musunuz?" Panzio, hikayeyi gerçekten dinlemek istediğini belli eden bir tebessümle başını sallamıştı. "Anlatmanı istiyorum." Bunun üzerine dudağını bükerek peki diye mırıldanan Maddalena, minderlerin üzerine iyice yerleşirken, içine derin bir nefes çekip ellerini eteğinin üzerine bırakmıştı. Geçmişe doğru dalıp giderken yumuşacık hoş bir ses tonuyla anlatmaya başlamıştı. "İnciler, istiridyelerin varlığını koruyabilmek için kendi içinde taşıdığı gücü bulmasıyla oluşmuştur. Bir rivayete göre; istiridye kabuklarını açınca, yağmur taneleri içeri alınır ve incinin ortaya çıkmasına sebep olur. Hikaye şöyle; Okyanusun dibinde yatan bir istiridye bir gün su üzerinden akıp geçsin diye, kabuğunu açmış. Su içinden geçerken, aynı anda solungaçları yiyecek toplayıp midesine gönderiyormuş. Sonra aniden, yakınındaki bir balık, bir kuyruk darbesiyle kum ve çamur fırtınası yaratıvermiş. İstiridye de kumdan nefret edermiş; çünkü kum öylesine pürüzlüymüş ki kabuğunun içine kaçarsa son derece rahatsız olurmuş. İstiridye hemen kabuğunu kapatıp kendini korumuş ama çok geç kalmış; sert ve pürüzlü bir kum taneciği içeri girip, iç derisi ile kabuğun arasına yerleşmiş. Kum tanesi istiridyeyi çok rahatsız ediyormuş. Ama, sonra kabuğunun içini kaplaması için kendine verilmiş olan özel salgıyı hemen çalıştırarak, minik kum tanesinin üstünü kaplamaya başlamış; ta ki, nefis, parlak ve düzgün bir örtü oluşana kadar.. İstiridye, yıllarca minik kum taneciğinin üstüne katlar eklemeye devam etmiş ve sonunda müthiş güzel, parlak ve son derece değerli bir inci oluşmuş. Yani gerçek hazineyi okyanusların derinliklerinde define arar gibi kendi içinde bulmuş. Tıpkı eğer yeterince derin bakmayı bilirse insanların da kendi şifasını içinde bulabileceği gibi." Maddalena, halası Agnesia'nın çocukluğunda aldığı yaralarla tıpkı annesinin istediği gibi solgun bir ruh olarak hayatın içinde kaybolmak yerine yolunu kendi çizebileceğini göstermek için anlattığı hikayeyi bitirdiğinde durgun bir sessizliğe bürünmüştü. Yüzüne yerleşen ifadeleri büyük bir dikkatle izleyen adamın mavi gözleri ilgiyle üzerinde geziniyordu. "Sana bu hikâyeyi kimin anlattığını sorsam, çok ileri gitmiş olur muyum?" "Halam. Kolyeyi hediye ederken anlatmıştı." At arabasının tekerlekleri bir süre önce Lucca'nın parke taşı döşeli sokaklarında yol almaya başlamıştı. Kadife perdelerinin ardında, günlük koşturmacalarına devam eden insanların gürültüleri şehrin merkezine doğru ilerledikçe kabinin içine daha fazla doluyordu. Maddalena, arabanın yavaşlamaya başladığını hissettiğinde, uzanıp perdeyi aralamıştı. Tam karşısında, ön cephesine büyük bir aile arması bulunan üç kata sahip dikdörtgen biçimindeki Cardello Köşkü'nü gördüğünde tuhaf ve beklenmedik şekilde geçen eğlenceli yolculuğu sona ermişti. Bakışlarını tekrar karşısındaki adama çevirip mavi gözlerinin içine baktıktan sonra kısık sesine yerleşen resmiyetle veda etmişti. Kekelememesine kendi de şaşırmıştı. "Hoşça kalın Sinyor Panzio." Sandrino Panzio, anlamlı gözlerindeki veda parıltılarıyla yüzüne olması gerektiğinden daha uzun süre bakmıştı. At arabası gittikçe yavaşlayarak durduğunda, ipek mendili ona doğru uzatarak onunkine göre daha ustaca bir hızla resmiyete bürünüvermişti. "Hoşça kalın Sinyora Cardello". İncilerini almak için elini uzatan Maddalena, parmaklarının kazara Sandrino Panzio'nun eline değmesiyle, eli sanki alev almışçasına yanmıştu bunun üzerine incilerini hızla çekip almıştı. Fakat bakışları hala birbirine kenetlenmiş durumdaydı. O an Maddalena'nın yüreğinden gelen minicik bir ses karşısındaki zeki, hayat dolu ve doyumsuz gözlere sahip Sandrino Panzio'nun kalbini paramparça edebileceğini fısıldamıştı. Aralarındaki tuhaf sessizlik kendisini tedirgin eden düşüncelerle gittikçe gürültülü bir hal almaya başladığında kadife minderlerin üzerinde küçük kapıya doğru kayarak ahşap zemine yavaşça vurmuştu. Arabacı bekletmeden küçük kapıyı araladığında kendini can havliyle dışarı atmıştı. Cardello Köşkü'nün yüksek döküm kapılarının onun için açılışını izlerken birden bire sanki yüreğinde bir kuşun kanat çırptığını hissetmişti. ** Gökyüzünün kızıllığı yerini kademeli olarak gecenin yoğun karanlığınabıraktığında, parlak yıldızlar doğmuş Lucca şehri ay ışığında gümüşi parıltılar saçmaya başlamıştı. Yakındaki katedralin çanlarından yükselen ses vaktin gece yarısına yaklaştığını haber verirken şehrin yoğunluğu devam ediyordu. Toskana Bölgesinin sanat ve kültür ile beslenen şehirlerinde hayat, güneşin batışıyla şekil değiştirirdi. Fahişeler, karaborsacılar ve hırsızlar yeterli gelmeyen bekçilerle köşe kapmaca oynar, pencerelerine mum ışıklarının yansıdığı kumarhaneler ve kerhanelerden kahkaha ve bağrış çağırış sokaklara taşardı. Lucca'nın en gizli fakat bir o kadar da ünlü olan kumarhanesine gelmiş Sandrino, koluna taktığı metresi Vitalia ile eğlenmekteydi. Şehrin kalabalığına karışmadan önce üzerlerine geçirdikleri simsiyah pelerinleri kimliklerini gizliyordu. Şehirlerin köhne sokaklarında kim olduğunu belli etmeden gezmekten tuhaf bir şekilde zevk alır, gerçek hayatın asıl orada olduğunu düşünürdü. Lucca'ya geldiği hafta keşfettiği kumarhanenin taş duvarlarına yerleştirilmiş kandiller kabalık ve gürültülü olan ortamı yeterince aydınlatmaya yetmiyordu. Fakat sarhoş kalabalığın keyfi yerindeydi. Hizmetçi kızlar taşıdıkları kadehleri müşterilere yetiştirmekte zorlanıyor, bir köşede iki adam diğerinin hile yaptığını haykırarak diğerinin üzerine saldırırken, diğer köşede tıpkı onun gibi hanım arkadaşlarıyla gelmiş beyler içkilerini yudumluyor bir başka köşede büyük masanın çevresine toplanmış kalabalık bir grup ateşli kumar müsabakasını seyrediyordu. Bir hizmetçinin sunduğu iki kadeh şarabı alan Sandrino, birini çevresini meraklı gözlerle izleyen Vitalia'ya verdiğinde yönlerini kalabalık gruba doğru çevirmişti. Kartlarına konsantre olmuş adamları izlediği sırada üçüncü kadehini de boğazından yuvarlamış, çapkın bakışlarını sık sık yanındaki kadının içkiden ıslanmış dolgun dudaklarını çevirip kıkırdamasına neden olacak şekilde sohbet etmişti. Oyun sona erdiğinde yeni kadehiyle birlikte, sinirlenip kumarhaneyi terk eden yaşlı adamın yerine geçmişti. Vakit gece yarısını çoktan geçmişken oynadığı üç elde kazandığı altınlarıyla masadan kalkmıştı. "Havada o kadar büyük bir aşk kokusu var ki, çok şehvetli bir ruh hali içerisindeyim." Yanına sokulup tekrar kolunun altın giren Vitalia, dolgun dudaklarını onun dudaklarına kaldırıp cilveli bir edayla fısıldamıştı. Gülümseyen dudaklarıyla kadının dudaklarına bir öpücük konduran Sandrino, uzanıp kolunun üzerindeki elini kendi eliyle kapatmış çapkın bir tınıya sahip sesiyle dudaklarının üzerine fısıldamıştı. "Vitalia, güzelim sayende cehennemde seve seve yanacağım." Ellerindeki kadehlerden içkilerini yudumlamaya devam edip gülüşerek konuşuyorlarken, iri bedeniyle önündeki kalabalığı kolayca kenara iterek güçlü adımlarla yanlarına yaklaşan muhafızı fark eden Sandrino, duraksamıştı. Adamın üzerindeki kırmızı papalık üniforması neredeyse kumarhanenin tamamının dikkatini çekmişti. Sarhoşlukla baygın bakan gözler dahi kalabalığın içinde ilerleyen adama çevrilmişti. Tam karşısında durup reverans yaptığında ise tüm akşam özenle sakladığı kimliği açığa çıkmıştı. "Bağışlayın ekselansları, bu akşam rahatsız edilmek istemediğini söylemiştiniz biliyorum fakat önemli bir sorun var." Kolunun altındaki metresi ile oldukça samimi bir durumda olan Sandrino, huysuzlanan mavi gözleriyle muhafıza kızgınlıkla bakmıştı. Vitalia'yı almak üzere papalık konutundan ayrılırken rahatsız edilmemesini, geceyi başka bir yerde geçireceğini söylemişti. Diplomat olarak görev yaptığı zamanlarda gündüzleri yoğun çalışır katılmakla yükümlü olduğu kutlama veya ziyafetler dışında akşamları tamamen ona ait olurdu. Normal şartlarda yanında görev yapan herkes onun güneş tekrar doğana kadar vaktini dilediğince geçirdiğini ve rahatsız edilmekten hoşlanmadığını üstelik buna çok sinirlendiğini iyi bilirdi. Birbiri ardına devirdiği içkiler ve Vitalia'nın tatlı arkadaşlığıyla keyif son derece yerinde olan Sandrino, insanların meraklı bakışlarıyla onları izlediğini biliyor fakat bunu görmezden gelmeye çalışıyordu. Kadehini dudaklarına doğru kaldırırken karşısındaki muhafızı afallatana dek rahat bir tavrına devam etmişti. "Savaş mı çıktı?" "Hayır efendim." "Papa mı öldü?" "Hayır efendim." " Buldum, veba salgını başladı." "Hayır efendim." Karşısında kıpırtısızca duran iri yarı muhafızın bakışlarına sıkıntılı bir ifadenin oturduğunu gören Sandrino, kolunu Vitalia'nın belinden çekmişti. Kimliğini gizlemesine yardımcı olacağını düşündüğü başındaki siyah kepin artık hiçbir anlamı kalmadığını düşünerek çekip almış, huysuz bir dürtüyle çıkışmıştı. "O zaman gecemi hangi saçmalık için bölüyorsun?" "Ekselansları ressamınız. Papalık konutuna geldiğinde davet salonuna geçti ve o zamandan bu yana hiç çıkmadı. Bağırarak konuşuyor, bazen eşyaları yere atıp, kırıyor. Bağışlayın lakin delirmiş gibi görünüyor." Elindeki boşalan kadehi kenara bırakan Sandrino, içinden bu muydu diye geçirmişti. Bruno ile arasındaki dostluk dört yıl öncesine dayanıyordu, adam hiçbir zaman normal tepkilere sahip olmamıştı. Beklenmedik anlarda beklenmedik tepkiler verirdi. Tam anlamıyla öngörülemez bir mizaca sahipti. "Bu yeni bir haber değil ki, Bruno zaten hep deliydi. Bütün ressamlar delidir. Bir süre sonra elindeki işi bitirdiğinde susar, gerekirse kulaklarınızı tıkayın." Sandrino tekrar yanındaki metresine döndüğünde uzun boylu muhafız kendini dikkate alması için öksürerek, tekrar açıklama yapmıştı. "Efendim durum düşündüğünüz gibi değil. Gecenizi bölmek istemezdim lakin önemli bir sorun gibi görünüyor." Gösterişli papalık konutunun önündeki büyük meydan bir at arabası ve birkaç insan dışında boş görünüyordu. Çevresindeki soylu ailelere ait gösterişli konutların pencerelerinden mum ışıklarının altın parıltıları seçiliyordu. İçinde bulunduğu bıkkın ruh haliyle arabacının kapısını açmasını beklemeden kendini dışarı atan Sandrino, muhafızların açtığı kapıdan çevik adımlarla geçmişti. Hiç duraksamadan cılız meşale ışıklarının aydınlattığı karanlık at katı geçerek mermer merdivenlerden çıkmıştı. Bruno'nun kendini kapattığını söyledikleri iki kanatlı siyah kapılara yeri döven adımlarıyla yaklaştığı sırada kendi kendine işveren miyim bakıcı mı belli değil! diyerek söylenmişti. Lucca'da oldukları süre boyunca kalabilmesi için tuttuğu köşke bıraktığı Vitalia'nın huysuzlanmış yüzünü hatırladığında omuzundaki siyah pelerini kabaca çekip çıkartmıştı. Gönlünü almak Bruno'nun bizzat tasarladıklarından yeni bir inci bir bileklik işini görebilirdi. Bunu aklına not ederken pelerinin en yakınındaki tabureye atmış, ardından birkaç adımla ulaştığı kapının pirinç tokmağını sertçe çevirerek sonuna kadar açmıştı. İçeriye doğru adım atan Sandrino, karşı karşıya kaldığı manzara karşısında duraksamak zorunda kalmıştı. Küçük davetler için kullanılan mermer salonun dört bir yanına saçılmış kaba taslak çizimler zeminin yarısını kaplıyordu. Pisa'dan Lucca'ya geçerken Bruno'nun sanat çalışmalarına devam edebilmesi için ayrı bir at arabasında özenle taşınan ve o güne kadar depo işlevi gören bir odaya terkedilmiş iki şövale, rengarenk sıvı haldeki boyalar ve ilk ustasının hediye ettiği meşhur figür defteri ortaya çıkmıştı. Duvara dayanmış büyük ahşap masanın üzeri de tıpkı yerdekilere benzeyen çizimlerle işgal edilmiş durumdaydı. Odanın içinde yankılanan gürültülü nefes alışveriş seslerini takip ettiğinde darmadağınık masanın önündeki Bruno'yu bulmuştu. Üzerinde rahat bir pantolondan başka bir şey yoktu. Beyaz gömleğini çıkarıp bir kenara fırlatmıştı. Avuç içlerini masadaki çizimlerin üzerine yaslayıp başını önüne eğmiş, ne dediği anlaşılmaz bir şekilde huysuzlukla mırıldanıyordu. Sandrino tüm bunların sebebini anlamak için öne doğru eğilip, deri çizmesinin ucundaki bir çizimi eline almıştı. Siyah çizgilerin hakim olduğu karalama ile doğrulduğunda eli bir anda buz kesmişti. Başını kaldırabildiğinde, soğukkanlı mavi gözlerini odanın içindeki tüm çizimlerin üzerinde şöyle bir gezdirmişti. Siyah çizgilerin hepsi bir şekilde, günbatımında tanıştığı inci kolyesi koptuğu için hüzünlenip ağlamaya kıyısına gelen, sert içkisini yudumladığında ukalaca zevkinin iğrenç olduğunu söyleyen ve sonunda ona çocuksu bir hevesle incilerin hikayesini anlatan Maddalena Cardello'nun büyüleyici kalem tasvirlerine dönüşüyordu. Bruno tuvale yerleştirdiği iki çizimi renklendirmeye bile çalışmıştı. Etrafına biraz daha göz atan Sandrino, her taslağın üzerinde sinirle atılmış çiziklerin var olduğunu görmüştü. Bruno, çizdiklerinden memnun olmadığında onları karalamıştı. Tüm bunların neye işaret ettiğini bilmemesi imkansızdı. Aradığım o modeli bulmadan elime asla fırça almayacağım. Resmedilmeye değer ifade... geçmişin anıları Sandrino'nun zihninde can sıkıcı bir gürültüyle yankılanmaya başlamıştı. Düzgün hatlara sahip yakışıklılığı sinirli bir kas seğirmesiyle gölgelenmişken parmaklarını serbest bırakarak elindeki çizimin yere düşmesine izin vermiş ve sesindeki soğuk tonla konuşmuştu. "Bruno, sakın bana içimden geçen o sözleri söylemeye cüret etme. Seni şimdi çıplak ellerimle boğarım." Sesinin duyduğunda bir hışımla arkasına dönerek ona bakan Bruno Tanrı'ya şükür geldin demişti. Birdenbire hareketlendiğinde çıldırmış gibi büyük odanın içinde bir o yana bir bu yana koşturarak heyecanla anlatmaya başlamıştı. "Kız olağanüstüydü! Hüzünlendiğinde gözlerinin içine yerleşen o anlamlı ifade, gülümsediğinde burun köprü kemiğinin üstünün hafifçe kırışması, utangaç gamzeleri... Gözleri... Yüce İsa!!" Önce kendisine en yakın olan tuvalin yanına giderek heyecanla üzerine vurduğu elleriyle, yarı yarıya renklendirdiği fakat begenmeyip üzerini karaladığı resmi göstermiş sonrasında diğer tuvale giderek aynı hareketi tekrarlamış Bruno koşturmaktan nefes nefes bir halde bu kez masayı bularak elleriyle parşömenleri karıştırmış sonunda birini seçtiğinde çıplak ayaklarıyla adeta sekerek, sinirle onu izleyen Sandrino'nun yüzüne doğrulmuştu. "Kızın hasarlı bakan ardında büyük bir hikayenin yattığı muhteşem gözleri var. Şuna bak!" Sandrino uzanıp tek hamlede Maddalena Cardello'nun profilden çizilmiş resmini büyük eline geçirip umursamaz bir tavırda buruşturup yere fırlatmıştı. "Ne kadar içtin sen? Saçmalıyorsun, altı üstü çocuk yaşta küçük bir kızdı, fazla anlam yüklemişsin." "Çocuk yaşta mı? Saçmalayan sensin, olağanüstü genç bir kızdı." Sözlerine karşılık olarak aldığı yüksek tepki Sandrino'nun kaşlarını şüphe ile kaldırmasına sebep olmuştu. Tanışmalarından bu yana Bruno'nunböylesine incelikle bir modelinden bahsettiğine hiç denk gelmemişti, tam anlamıyla büyülenmiş gibi bir hali vardı. O sırada tekrar darmadağınık odanın içine doğru ilerlemeye başlamış ressam, kulağının ardındaki kömür kalemini eline alırken yüzünü ona çevirmişti. "Sandrino, kızın ifadesini hiç dikkat etmediğini söyleyemezsin! Tüm hissettikleri gözlerinden okunuyor, insanı etkisi altına alıyor. Güzelliğinin ardında birçok gerçek duygu yatıyor. O benim yıllardır bulmayı umduğum modelim!" Odanın kapısının önünde huzursuz bir sessizlikle Bruno'yu dinlemek zorunda kalan Sandrino bir an mavi gözlerini sol taraftaki tuvale çevirmişti. Fakat gördüğü büyük parşömenin üzerindeki kötü ve aceleci çizim değil, tatlı bir heyecanla yumuşacık bir gülüş yayılmış sevimli yüzdü. Bugün at arabasını paylaştığı kız; güzellik ve espri anlayışı, kıvrak bir zeka ve hoşa giden sağduyulu mizacıyla şimdiye kadar tattığı yüzlerce içkiden çok daha fazla mest edici bir içkiydi. Böylesine eşsiz bir şeyin tuvale hakkıyla yansıtılabileceğinden dahi şüpheleri vardı. Sandrino, onunla arasında geçen her andan fazlasıyla keyif almıştı neticede kısa bir an olsa da yılların usta bir kadın avcısı olarak toy bir kızın bakış açısıyla hayata bakmak eğlenceli bir deneyimdi. Onun gibi deneyimli bir adamın ilgi alanının epeyce dışında kalan bu kızı hiçbir zaman unutmayacak tebessümle anacaktı. "Nesinden etkilenmemi bekliyorsun toyluğundan mı?" "Sen güzel bir kızdan etkilenmeyeceksin, sen?" Bruno'nun sözlerini duyduğunda kendisine hareket edilmişçesine yüzünü buruşturmuş Sandrino, sesindeki aksi ifadeyle çıkışmıştı. "Hovarda hatta ahlaksız bile olabilirim b*k kafalı ama masum kızlarla işim olmaz. Prensiplerime aykırı." Sert sözlerine aldırış etmeyecek kadar heyecanlı olan Bruno boya bulaşmış elini umursamazca havada savurmuştu. Maddalena Cardello'nun resmini mutlaka yapmalıydı, telaşlı adımlarıyla tekrar Sandrino'nun önünde durduğunda yalvarırcasına ellerini çıplak göğsünün üzerinde birleştirmişti. "Sandrino, benim için kızın babasıyla konuşmalısın. Onun resmini yapmalıyım." Eline aldığı parşömenin üzerinde Maddalena Cardello'nun yüzünü gördüğü andan beri her zaman yüzünde taşıdığı alaycı ifadesinden arınmış Sandrino duruma büyük bir ciddiyetle yaklaşıyordu. Başını hayır anlamında iki yana sallarken nadiren büründüğü tehlikeli bir sakinlikle anlaşılır bir tonla tek tek konuşmuştu. "Asla öyle bir şey yapmayacağım." Bunun üzerine Bruno'nun hevesli tavrı bir anda patlamaya dönüşmüştü. Ellerini iki yana açarken tıpkı kumarhaneye gelen muhafızı dediği gibi delirmişcesine kollarını savurmuştu. "Burada benim ressamlık kariyerim mevzu bahis! Bir daha asla çizemem diyorum!" Sandrino, arkadaşının omuzlarına sert bir hamleyle ellerini yerleştirdiğinde kararlı ses onuyla konuşmuş ardından metresinin evine gitmek için kararlı adımlarla odadan ayrılmıştı. "Bende sana masum genç kızları çevremde tutmam diyorum. O kız olmaz, yarımadadaki her kızı seçebilirsin ama Maddalena Cardello asla ama asla olmaz!" Yazan; Mirena Martinell |
0% |