Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 1, Küre Dağları

@miskolata

BİLGİLENDİRME: Bölümler minimum 1 saatlik okumaya sahip olacaktır. Bu yüzden siz müsait olduğunuz vakitte parça parça okuyabilirsiniz, umarım sıkılmaz ve keyif alırsınız. Normal şartlarda bu roman wattpad tarafında da yayınlanıyordu -açıkçası vpn ile giriş yapıldığı için okuyucu sayısı azalmıştı ve tabi doğal olarak yorum ya da oylama da düşmüştü. Hem burada hem orada paylaşmaya devam etmeyi düşünüyorum, böylelikle isteyen dilediği yerden okuyabilsin.

 

Bölüm 1, Küre Dağları

 

Omuzlarımı yükseltecek kadar derin bir nefes çektim içime. Gözlerimi kapatıp ruhumun duman misali etrafta dolaşmasına ve istediğim yere sonunda geldiğim için mutluluğunu çıkarmasına izin verdim. Oluşan musikiyi dinledim. Rüzgâr iri kar tanelerine hükmetmeye başlamıştı. Güneş bulutların arasından yüzünü göstermeye çalışsa bile bu oldukça başarısız bir girişimdi.

Burnum mükemmel kokular aldı. Odun sobasının üstünde pişen ev yemeklerinden tutun da çam ağaçlarının rüzgarlarla beraber serzenişine kadar. Fakat koku alma yetimden daha çok, duyu organlarım ön planda olmak zorunda kaldı. Kulağıma pek çok ses doldu.

Karda gacırdayarak yürüyen bot sesleri, saplandığı yerden çıkmaya çalışan arazi aracının tekeleri, kümesteki tavukların yemlerini yemesi, insanların sohbet sesleri... Dikkatimi toparlamak için içime çektiğim nefesi tutmaya başladım.

 

İçimdeki kedi, Hayaletim, geldiği için keyif yapmayı kenara bırakıp etrafta dolanmaya başladı ve sonra karda bulduğu silik izleri takip etmeye koyuldu. Çok değil, bir süre sonrasında ise istediğim noktaya ulaşıverdim.

Onu gördüm.

Kemerli Mağarasındaydı. Uyku tulumunu toparlamaya çalışıyor öte yandan da yaktığı kamp ateşinin üstündeki düzenekte yer alan tavşan etini çeviriyordu. Pişmiş tavşan etinin kokusu cezbediciydi fakat onun kokusu daha mükemmeldi. Zor da olsa dikkatimi direk olarak kendisinde tutmayı başarabildim.

Başımı yana yatırıp izlemeye koyuldum. Kalın, kemikli iri parmaklarını saçları arasından geçirdi ve kamp ateşinin başına çöktü. Güzel bir sureti vardı. Ela gözleri, iri cüssesi, ciddi yüz ifadesi, orta kalınlıktaki kaşları ve buram buram ıslak tüylerinin üstüne eklenmiş balık kokusu...

Tavşan etini düzeneğin üstünden çıkardı, ısırık almak için yakınlaştırdı fakat hızla durdu. Burnuna dolan koku her ne ise bakışlarını ağır ağır mağaranın içinde dolandırdı. Olduğum yerde hareketsizce durmaya devam ettim, ne yapacağının merakıyla dikkat kesildim.

Geçen birkaç dakikanın sonrasında 'boş ver' dercesine başını iki yana salladı ve etrafı incelemeye son vererek tavşan etini yemeye koyuldu. Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Aslında hareket etsem bile farkına varamazdı onu izlediğimi...

Ben Birsen Karadağ. Ormanın Hayaletiyim.

Ve ben istemediğim müddetçe kimse göremez, izin vermediğim sürece yanlarında olduğumu dahi bilemezlerdi.

Hareketlendi. Tavşan etini bitirdikten sonra parmaklarını yaladı ve elini cebine attı. Sigara paketinden aldığı dalı dudaklarına yerleştirdi. Tam çakmağı yakmak üzereydi ki, bir kere daha durdu ancak bunun sebebi deminkinden çok daha farklı oldu.

Ela gözleri beyazlara döndü ve oturduğu yerde suratı dahil olmak üzere bütün bedeni kaskatı çekildi. Omuzları bir kez sarsıldı. Sol tarafımızda ise kısa, kesik ve bölük pörçük görüntüler canlanıverdi.

Bir vaşak...

Ormanda koşuyordu. Telaş içerisindeydi ve dahası önüne bakmıyordu. Çok geçmedi. Vaşak önüne bakmamanın hatasını büyük bedeller ödeyerek verdi.

Dudağımın kenarı daha fazla kıvrıldı, dilimi sivri dişlerimin üstünde dolandırdım. İstediğime ulaşmış olmak beni son derece memnun ederken ona bir kere daha bakma zahmetine girmeden arkamı dönüp mağaradan çıktım.

 

"Kızım?"

Duyduğum ses beni düşüncelerim arasından sıyırdı, irkildim. Düştüğüm boşlukta uzun süredir tuttuğum nefes gürültüyle firar etti, sesin geldiği yöne döndüm.

Üzerinde son derece kalın kıyafetlerin bulunduğu yaşlı adam elinde, altı is tutmuş tencereyi ve içinde sıcak ekmek kokusu barındıran poşeti taşıyarak bana yaklaştı.

"Seni tanıyor muyum evladım?"

"Sanmıyorum."

İlk defa gördüğüm adamı baştan aşağıya süzdüm. Kışın soğuğundan korunmak için kat kat kıyafet giyse de pek fayda etmiyor gibi görünüyor. Yine de belli etmemeye çalıştı. Elindeki örme eldivenin deliklerinden içeriye giren hava vücut sıcaklığını düşürmüş olmalı. Bıraktığım nefesler buhar olup soğuk havaya karıştı.

"Hikmet dedenin torunuyum," dedim o daha sormadan. "Adım Birsen."

Kaşları havaya yükseldiğinde hızlıca gözleriyle taradı beni. "Öyle mi?" Yumuşak bir tebessüm oluştu suratında. "Hoş geldin o zaman kızım. Bende Ali amcan."

"Hoş buldum Ali amca," soğuk bir tebessümle karşılık verdim. "Tanıştığımıza memnun oldum."

Gözleri kısa bire yerde yırtılmış valizimde dolandı. "Yardım edeyim mi kızım?"

"Gerek yok," diyerek teklifini saniyesinde reddettim. "Ben hallerim."

Bana samimi davranmasına rağmen soğuk tepkimle karşılaşması onu şaşkınlığa soktu ancak umursamadım. İnsanoğlunun varlığı benim için yeterince problemliyken çok fazla içli dışlı olmamalıyım zaten vaktim kısıtlı, uğraşacak zamanım yok.

Yerdeki valizimin kenarını sıkıca tutarak doğrulttum ve bunu yaparken suratımı gerip, zorlanıyormuşum gibi numaradan hareketler sergiledim.

"Aman beline dikkat et kızım," diyerek beni uyardı ve kafasıyla arkasındaki ahşap evleri işaret etti. "Eğer zorlanıyorsan köydeki yiğitleri çağırayım da yardım etsin."

"Ben hallederim.”

"İyi madem sen öyle diyorsun..."

Hemen yanımda dikili durmaya devam ettiğinde gitmeyeceğini anlamam saniyelerimi aldı. Gözlerimi devirip umutsuzca soludum. Çevrede başkalarının olması beni geriyor ve gereksiz sahte numaralarla vakit kaybetmeme neden oluyor.

Valizimin kapağına elimi bastırarak alt tarafından destekledim ve zorlanıyormuş numarama devam ederek geri adımlar attım. Evin ahşap merdivenine geldiğimde ilk önce bir bacağımı attım ve sonra valizi yukarı doğru çektim.

Geri kalan basamakları aynı şekilde çıktıktan sonra ahşap kapıyla karşı karşıya kaldım. Buraya gelirken elbette herhangi bir anahtara sahip değildim ama eski köy evi olduğu için aramayla gerek duymadım. Eski köy evlerinde genelde anahtar kullanmaya gerek kalmazdı ya da gerek kalsa bile bunun koyulacağı yerler birkaç alanla sınırlı olurdu; mesela saksı altı.

Ayağımla ahşap bankın yanında ve kapının hemen bitiminde yer alan saksıyı ittirdim. Üzerinde bitki yoktu ve toprak kurumuştu. Saksının itilmesiyle karşılaştığım anahtarı görünce dudağımdan alaycı bir nefes döküldü. Hah, insanoğlunun sabit düşünceleri...

Eğilip rengi atmış anahtarı aldım ve kapının deliğine sokarak çevirdim. Ahşap kapı geriye doğru açılırken ortaya çıkardığı sinir bozucu ses suratımın buruşmaya sebebiyet verdi. Evin içine giriş yaptığımda karşılaştığım manzara duraksattı.

Tepki dahi gösteremeden Ali amcanın arkamdan "Hım-" deyişi duyuldu. "Sağlam temizliğe ihtiyacı var."

Bunu gerçekten söylüyor musun, dercesine ona dönüp bakışlar attım. Yıllardır kullanılmayan bir evdi ve ahşaptı o yüzden tozlanması, pislenmesi çok normal. Dudaklarımı aralayıp konuşacaktım ki, yine izin vermedi.

"Benim hanıma söyleyeyim de sana yardıma gelsin," diye mırıldandı. "Burayı tek başına kim bilir kaç günde halledersin."

"Hiç zahmete gerek yok," sahte tebessümüm yeniden oluştu. "Hallederim yavaş yavaş."

Başını onaylarcasına salladıktan sonra gözlerini içeride dolandırmaya devam etti. Ben ise onun bir an önce gitmesini, beni rahat bırakmasını belli edercesine boğazımı temizledim. Ancak Ali amca hiçbir şekilde hareketlerimden anlam çıkarmadı.

Omuzlarımı aşağıya düşürdüm. "Sen ne için gelmiştin amca? Uzun yoldan geldim de dinlenmek istiyorum."

Elindeki tencereyi ve ekmeği ileri uzattı. "Benim Hanım seni pencereden geçerken görmüş. Valizinde yanındayken yoldan geldiğini anlayınca tutuşturdu elime. Götür de aç kalmasın, dedi."

Kaşlarım havaya yükseldiğinde bakışlarım kucağında tuttuğu ağzı kapalı tencereye döndü. Yalan yok, en son ne zaman yemek yedim bilmiyorum.

"Kızım?" Ali amcanın sesi beni düşüncelerim arasından sıyırdığında bakışlarımı gözlerine çevirdim. "Almayacak mısın?"

Uzanıp elindeki tencereyi ve ekmek poşetini aldım. "Teşekkür ederim Ali amca, eşinizin ellerine sağlık.”

Gülümsediğinde etrafıma bakınıp tencereyi ve poşeti nereye koyacağımı bilemedim. Evin kapısından içeriye girdiğim anda beni karşılayan ilk şey sol tarafımda duran mutfak tezgâhı oldu. Tezgâh boy ve en olarak o kadar dar o kadar kısa ki, burada yemek yapmak ileride kesinlikle belimi ağrıtacak.

İncelemeyi Ali amcayı gönderdikten sonra devam etme kararı alıp şimdilik idare etsin diye tezgâhın üstüne yerleştirdim. Gerçekten buranın derin bir temizliğe ihtiyacı var. Bakışlarımı Ali amcaya geri çevirdim. "Amca tencereyi yarın getirsem olur mu acaba? Şimdi terektekilerin hepsi yıkamam gerekiyor."

"Acelesi yok dert etme kendine."

Ahşap kapıyı oynatarak arkasında eski tip şalterle uğraştı. Gözlerim ahşap tavandan aşağıya sarkan lambaya kaydı fakat herhangi bir hareketlilik olmadı. "Hay canına yandığım," diye hoşnutsuz bir tavırla homurdandı. "Elektrikler yine gitmiş."

"Ne zaman gelir?"

"Valla orası hiç belli olmuyor kızım," kafasını sağa sola oynattı. "Burada kesildi mi günlerce gelmiyor. Bazen iki gün bazen bir haftayı buluyor."

Başımı aşağı yukarı yavaş hareketlerle sallayıp, "Anlıyorum," diye mırıldandım. Elektrik sadece ışık için gerekliydi ama gözlerimin üstün görme yetisi ile buna bile gerek yok. Yine de belli etmemek adına sahte bir üzüntü ile konuştum. "Zor olacak ama idare edeceğim bir şekilde artık."

"Dışarıda, evin yan tarafında su vanası var deden ölüp de annende gidince biz vanayı kapatmıştık. Birazdan dışarı çıktığımda gider açarım, kullanırsın. Su, Ulukaya'dan geldiği için soğuktur ama sobada ısıtıp idare edersin." Kafasıyla sol sağ taraftaki kapalı kapıyı işaret etti. "İçeride soba var. Yakmasını biliyor musun evladım?"

"Evet, hallederim." Ayağım hareket ettirerek botların gıcırdamalar çıkarmasına neden oldum. "Aklınız kalmasın."

"Peki, madem öyle diyorsun..." Gülümsedi yeniden. "Bana müsaade."

Arkasını dönüp evin ahşap balkonuna geri çıktığında yolcu etmek adına peşinden ilerledim. Merdivenin basamaklarını indiğinde sağ tarafa dönüp evin arkasına ilerledi. Kapıyı içerisi daha fazla soğumasın diye hafifçe kendime çektim.

Birkaç dakika sonrasında evin arkasından geri geldi. "Vana eski olduğu için sıkışmış ama hallettim. Suyu açtığında fışkırabilir, üstünü ıslatma hava zaten soğuk hastalanırsın maazallah. Burada sağlık ocağı bile yok. Dikkat et tamam mı evladım?"

Kafamı sallayıp onayladım ve teşekkürlerimi mırıldandım. Öne ilerleyip sol tarafta karla kaplı patika yola ulaştı ve ileri, sağ tarafta duran ahşap evi işaret etti. "Bak güzel kızım, bizim evde orada. Bir şeye ihtiyacın olursa hiç çekinme, gel yanımıza. Acil bir durum olur, merkeze inmen gerekir, bir şeye ihtiyacın olur aman diyeyim çekinme."

“Tamamdır Ali amca yemek ve su için çok teşekkür ederim."

"Ne teşekkürü olur mu hiç öyle şey?" Kaşlarını çatarak baktı. "Bu köyün kızı olduysan artık bizim de kızımız sayılırsın."

Söylediklerine karşı sahte tebessüm yolladım Ali amca karlı patika yola çıkıp birkaç adım attı ve sonra duraksayarak geri döndü.

"Korkmazsın dimi?" Evin arkasındaki Küre Dağlarını işaret etti. "Buranın çakalı, kurdu çok olur ama merak etme fazla gelmezler bu tarafa acıkmadıkları sürece."

Cümleleri beni büyük bir duraksamaya soktuğunda dudaklarım istemsizce aralandı fakat tepki gösteremedim. O ise elini sallayıp "Haydin selametle," diyerek yürümeye başladı.

Düşüncelerimin arasından sıyrılarak içeri giriş yaptım ve kapıyı kapattım. Derin bir nefes bırakıp omuzlarımı düşürdüm ve daha fazla oyalanırsam akşam karanlığına iyice kalacağımı anlayarak harekete geçtim. Montumu üstümden çıkartıp duvara monteli askılığa astım ve kazağımın kollarını yukarı kıvırarak temizlik için hazır hale geldim.

Çıkardığım çöp poşetinin içine Ali amcanın getirdiği tenceredeki yemeği dökerek başladım işe. Mutfak tezgahının kenarına bırakırken son söyledikleri tekrar tekrar zihnimde dönüp durdu. Dudağımın kenarı alaycı biçimde yukarı kıvrıldı.

Buranın kurdu, çakalı korksun benden.

 

 

 

𐰚𐰇𐰼𐰢𐰇𐰔

 

Elimdeki bezin suyunu sıkıp kenara koyarken derin bir nefes alıp bıraktım. Dün gelir gelmez bulduğum malzemeler ile temizliğe girişmiş, yapabildiğim kadarıyla ortalığı toparlamıştım. Temizlik malzemelerinin kokusu hassas burnumdan dolayı çok rahatsız etse de başka çarem olmadığının farkına vararak devam ettim ve şimdi ise... Benim açımdan bok gibi olsa da insanların 'Mis gibi' dedikleri kokuya sahip bir ev ile karşı karşıyayım.

Ali amcanın eşi Hatice teyze günün ilk ışıklarıyla beraber kapıma geldi ve evin içine bir göz attı. Merkezde ikinci el eşya satan dükkânda tanıdığı olduğunu dile getirmişti. Cebimdeki para sınırlı olduğu için maalesef yapabileceğim bir şey yok. Elbette eski köy olduğundan dolayı çamaşır veyahut bulaşık makinesi gibi eşyaların olmasını beklemem saçma olur.

Buzdolabı dahi bozuk ama aldırış etmedim çünkü ihtiyacım yok.

Kapı tıklanma sesi beni bütün düşüncelerim sıyırdı. Kazağımın kollarını aşağıya çekiştirip ahşap kapıya adımladım. Hafifçe araladığımda Ali amcayı görmek duraksatmadı. Elbette bir başkasının gelmesini beklemek garip kaçabilir.

"Nasılsın evladım?"

"İyiyim Ali amca sen nasılsın?"

Zoraki bir şekilde gülümsedim. Daha bu sabah Ali amcayı görmüş, patika yolun ortasında yarım saat sohbet etmiştim –aslında o geçmiş anılarından birini anlatmış bende dinlemeye mahkûm kılınmıştım desem daha doğru olur.

"Buyur amca, bir şey mi oldu?"

Elinde ağzına kadar dolu poşetleri ileri uzattı. "Cuma'ya inmiştim kızım, sana da yiyebilecek birkaç şey aldım."

Kaşlarım şaşkınlıkla havaya yükseldi, bir ona bir de uzattığı poşete baktım. Halbuki daha saatler önce Hatice teyzeye bir ihtiyacım olmadığını bile getirmiştim. "Ne gerek vardı Ali amca?"

İnsanlara yakın olmak benim için zor. Sohbet etmeyi, konuşmayı ve numara yapmayı hiç sevmediğim için olabildiğince uzak dururdum. Özellikle dört ay önce Erzincan'da yaşanılanları hesaba katarsak...

Yine de her insanın aynı olmadığını kendime hatırlatmaya çalıştım. Dünya iyiler ve kötüler diye ikiye ayrılıyor. Ben kötülere denk geldim diye dünyanın geri kalanına da kötülermiş gibi davranamam. Sadece artık daha dikkatli olmam gerekiyor.

Düşüncelerimin içselliği arasında kaybolmuşken boğaz temizleme sesi beni kendime getirdi. Ali amca poşetleri almam için hafifçe ittirdiğinde omuzlarımı düşürdüm. Dünden beri samimi davranmamaya çalıştığım halde onların yakınlığı içten içe üzdü beni. Evet Birsen, dünyanın sahipleri henüz tam anlamıyla kötüler değil.

"Zahmete gerek yoktu Ali amca, ben alırdım bir şeyler."

Kaşları hafifçe çatıldı ve almadığım poşetleri ayağıyla kapıyı azıcık aralayarak içeriye, yere bıraktı. "Seni beni mi var evladım? Aldım işte ben bir şeyler. Hem daha yeni taşındın buralara hoş geldin hediyesi gibi düşün olur mu?"

"İyi peki."

Bıraktığı poşetler içinde duran kırmızı fileli poşeti işaret etti. "Bak bunun içinde pekmez var. Hatice annen yaptı. Koy tasa ekmeği bana bana ye, tamam mı kızım?"

Uzatmadım. "Peki Ali amca."

"Hah şöyle," hafifçe gülüp geriye çekildi ve ellerini montunun cebine yerleştirdi. "Var mı benden bir isteğin? Evde yardım edilecek bir şey ya da başka bir iş?"

"Yok, her şeyi hallettim ben-" elimi gelişi güzelce salladım. "İşim bitti. Zaten bende birazdan hava almaya dışarı çıkacaktım. Ormanda yürüyüş yapacağım."

Kaşları havaya yükseldi duraksayarak baktı. "Bu soğukta hem de ormana?"

Gözlerimi devirip içimden kendime sövdüm. Ne diye bunu dile getirdim ki? "Çevrede olacağım ya, belki birkaç eve gider insanlarla tanışırım. Malum uzun süre burada kalacağım gibi görünüyor."

"Dikkat et ormanda aman diyeyim sonra bir kurdun dişleri arasında kalmayasın."

"Tamam Ali amca dikkat edeceğim söz."

Kafasını sallayıp, "Haydin selametle," diye mırıldanarak çıktığı ahşap merdivenin basamaklarını geri indi. Onun gidişi ile kapıyı geri kapatıp poşetin içini araladım. Zeytin, kaşar gibi belli başlı birkaç kahvaltılık türevi yiyecekler vardı. Çalışmasa dahi ortada bırakmamak amacıyla buzdolabına yerleştirdim. Bana değil ancak evime gelecek olanlar için kahvaltılıkların bulunması gayet iyi. Sorgulanmaz.

Evin içine hızlıca bir göz attıktan sonra şimdilik kendime biraz vakit ayırmak ve yürüyüş yapmak amacıyla montumu üstüme giyip şapkamı taktım. Botlarımı ayağıma geçirdim, kapıyı kilitleyip anahtarı cebime sıkıştırıp merdivenlerden aşağıya adımladım.

Botlarım tam kar tutmayan yerlerde kaysa da sağ salim yere düşmeden patika yola çıkıp etrafa bakındım. Düne nazaran rüzgâr tamamıyla dinmişti. Karlar sakin ve sanki ilk defa döküyormuş gibi süzülerek aşağıya iniyordu.

Eldivenlerimi giymeyi unuttuğum aklıma geldi fakat kendimce omuz silkip geri yukarı çıkmaya erindim. Zaten bu hava beni normal bir insan gibi fazla üşütmüyor.

Adımlarım birbirinin peşi sıra takip ederken arkaya ilerleyip kalın gövdeli seyrek ağaçların arasına daldım. Gözlerim etrafta dolanıyor yeni hayatımın ilk güzelliklerini görmek için vakit kolluyorum.

Her ormanın bitki örtüsü, hayvanları gibi farklılıkları oluyor ve bunları gözlemek, incelemek ise benim için son derece muhteşem bir durum. Bir kuşun uçuşuna bile takılı kalıp saatlerce izleyebiliyorum.

Genel olarak duyduğum, araştırdığım ormanların çoğunda sabit tek bildiğim şey it sürüsünün –kurtlar- çoğu yerde olduğu. Bazen ne kadar uzağa gidersem gideyim iğrenç kokan ıslak tüy kokusunu alabiliyorum. Benim için köpek, kurtlar veyahut ayı hiç fark etmiyor. Soyu insanoğluna dayanan her şeyden tiksinirim.

Erzincan'da çoğu kez hayvanlar tarafından kovalanmış bir kedi olarak sanırım nefret etmek de benim en doğal hakkım.

Duyduğum kuş cıvıltısı bütün dikkatimi dağıttığında adımlamayı kesip etrafıma bakındım. Kuş kalın gövdeli ağaçların birinin dalına konarak muhteşem güzelliğini ön plana çıkardı. Dilim istemsizce dudaklarım arasında dolanırken bu hareketi kendimin değil de onun yaptığını fark ettim. İçimdeki vahşinin sesi zihnimde dolandı.

Avlanmaya alışsan iyi olur. İleride bol bol yapacaksın.”

İçimdeki kediyi dinledim ve sonra kimse var mı diye çevreme bakındım. Tam o esnada evden son derece uzak olduğum gerçeği yüzüme çarptı fakat aldırış etmedim hatta işime bile geldi. Çevrede evlerin olmaması demek, insanlarında bulunmayacağı anlamını teşkil ediyor.

Bütün dikkatim yeniden kuşa çevrildiğinde yavaş adımlarla ilerledim. Boğazımdan yukarıya kısık sesli bir miyavlama yükseldi. Dişlerimi birbirine çarparak garip sesin etrafta yankılanmasını imkân tanıdım. Tamamıyla kendimi hazırlayıp olduğum yerde hafifçe kalçamı salladım ve ardından ayaklarımdan destek alarak ileri doğru koşmaya başladım. Hızla kalkışım beni ileri ittirdiğinde ağacın gövdesine zıplayarak tırnaklarımı kabuğuna geçirdim. Bunu yapmam ağacın dallarının sallanmasına sebep oldu ve kuş kanatlarını açarak daldan uçtu.

İçimdeki kedinin sesi tekrar zihnimde duyuldu. “Daha dikkatli olabilseydin eğer onu avlardın.”

“Bir dahaki sefere artık,” diyerek ağaçtan geri indim ve alaycı bir gülüş attım. “Merak etme aç bırakmam seni.”

Ellerimi birbirine çarptım ve ardından yürümeye devam ettim. Yukarıda olmak her ne kadar iyi gelse de tırnaklarımın ağzına ettiği için insan halimleyken tırmanmayı hiç sevmem. Çünkü törpüden çok deri kazıma görevi görüyor.

Ellerimi montumun ceplerine yerleştirdim. Yol ilerledikçe ağaçlar garip bir şekilde seyrekleşmeye başladı. Normalde Erzincan'daki ormanların çoğunda derine girdikçe ağaçlar çoğalır, dip dibe olurdu ama burada tam tersi söz konusu.

Yeni duyduğum kanat çırpma sesleri dikkatimi gökyüzüne çevirdi, sesi takip ederek geniş bir araziye vardım. Ağacın arasından sıyrılarak gözümü kuşta tutup arazinin ortasına ilerledim. Kuş yavaşça yere konduğunda dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Deminki kuş…

Kedinin içimdeki kükreyişi vücudumun her tarafına sıcaklık yayılmasına sebebiyet verdi. İçimde açlığın getirdiği o heyecanla çıldırdı. “Onu avla!”

“Pekâlâ,” dedim hafifçe çömelip ellerimi karla kaplı toprağa geçirirken. Kuşu göz hapsimde tutarken "Bu kez kaçamayacaksın bebeğim. Hayatının geri kalanında güvenle uçabileceksin,” diye mırıldandım. Dilimi sivrileşmeye başlayan dudaklarımın üstünde dolandırdım ve tehlikeli biçimde sırıttım. "Ama midemde!"

Pozisyonumdan emin olduktan sonra kalçamı hafifçe sallandırıp tamamıyla odaklandım ve ileri zıplamak için bacaklarımdan destek aldım. Yeniden kalkışım hızlı koşuşu peşi sıra desteklediğinde rüzgâr ters yönden eserek saçlarımı önüme getirdi.

Ancak rüzgârın getirdiği tek şey saçlarım olmadı. Beraberinde yabancı bir koku burnuma doldu.

Hızla durmamdan kaynaklı bütün dengemi alt üst etti, yere kapaklandım. Kuş yeniden gökyüzüne havalansa da umursayacak halde olamadım. Etrafıma bakınıp yabancı kokunun geldiği yönü kavramaya çalıştım.

Duyduğum hırlama sesi beni bütün düşüncelerimden sıyırdı. Bakışlarım hızla önüme döndüğünde ise metrelerce ötemde gür çalıların arasından bana bakan bir çift mavi göze denk geldim.

Kurt.

Kalbimin heyecanlı atışı duvarlarında yankılandı. Adrenalin duygusu içten içe bedenimi fethetti. İnsan bedenime rağmen tüylerim havaya dikildi. Dişlerim aralandı ve tıslama sesi yükseldi.

Kurt ise hırlayarak saklandığı çalıların arasından sıyrılarak geniş araziye adımladı. Tüylerim tamamıyla havaya dikildiğinde gözlerimi bir saniyeliğine bile ondan çekmedim. Birkaç adım attıktan sonra durdu ve hemen ardından kafasını geriye yatırıp uludu. Uluma sesi bütün ormanda yankılandığında dudağımın kenarı yukarı doğru tehlikeli biçimde kıvrıldı. Bu bir çağrı... Diğer kurtlar için çağrı.

Aferin sana köpekçik, diğerlerine geldiğimi haber ver.

Bir patisi yeniden adım atmak için havalanmıştı ki, dudaklarım arasından çığırır gibi kaba bir tonda miyavlama yükseldi. Bu, kedi miyavlaması değildi. Bu tehlikeli olduğumu göstermenin yoluydu. Karşısında sıradan, basit bir kedi olmadığını bilmeli.

Ben son derece tehlikeli bir kadınım ve o bunu bilmeli.

Patisi havada kaldığında kafasını yana yatırıp dikkatle inceledi beni. Bunun amacını çözemesem de tıslamaktan, hırlamaktan geri kaçmadım. Elbette arkasını dönüp gitmesini beklemiyorum ondan sadece yapmaya çalıştığım şey Kâhine istediği şeyi vermek.

Hızlıca durum analizi yaptım. Kalın gövdeli ağaçların arasına geri ulaşabilirsem eğer yükseğe tırmanır ve onlar gidene kadar konaklama yapabilirim ancak hangi yöne gideceğim?

O önümdeyken geri kalan üç çevremde yaklaşan pati sesleri yanında kurt kokusunu da getirdi. Duyduğum hışırtılar ile tamamıyla dikkatim dağıldı ve etrafıma bakındım. Hızlıca saydım onları.

Bir, iki, üç... Yedi, sekiz... On bir, on üç, on dört...Yirmi üç.

Her birinin ağzından çıkan hırlama sonrasında içimdeki kedi ne olursa olsun bana güvenmedi. Korkunun getirisi ile tamamıyla kontrolünü kaybetti. Vahşileşti. Dudaklarımdan yüksek sesli tehlikeli bir miyavlama yükseldi ve bu onların afallayarak durmasına sebep oldu.

Üzerimdekiler parçalara ayrıldığında gözlerimi kapatıp dönüşümüme odaklandım. Tek çıkar yolum dönüşmek... Yapabileceğim şu an en ve tek mantıklı şey dönüşmek!

Dizlerimiz üzerine çökebileceğim pozisyonu sağlayarak kafamı aşağıya eğdim ve bedenimi tamamıyla birbirine yaklaştırarak odaklanmaya çalıştım. Bedenimin dönüşüm geçirmeye başladığına dair işaretler, ilk kemik kırılma sesiyle kesinleşmiş oldu.

Kollarım uzarken sarı tüylerim ile sarmalanmaya başladı. Omurgamda kırıklar meydana geldi. Dişlerimi dudaklarıma birbirine bastırarak inlememeye çalıştım. Dönüşüm geçirmek kesinlikle benim için bile can yakıcı bir durum. Kesinlikle!

Çenem ileri doğru uzadı, sivrileşti. Suratımdaki minik tüyler büyüyerek uzamaya ve bir beyaz sakal edasıyla çene kemiğimin etrafını sarmalamaya başladı. Kulak kıkırdağımdaki kırılma seslerinden sonra büyüyerek sivrileşti.

Kulağımın sivri ucunda hemen türüme özgü siyah lifler ortaya çıktı. Göz yapım şekil değiştirirken görüşüm sarıya döndü. Göz çevremde siyah ufak benekler, sırtımdaki açık kahverengi neredeyse sarı tonlarını anımsatan tüylerimin üstündeki yerini aldı.

İçimdeki o vahşi kedi -Bayağı Vaşak-, Karakulak ile birbirine çok benzetilse de arada en büyük iki fark var. Biri çene kemiğinin etrafını sarıp sarmalayan ve sakal görünümü veren uzun tüyler diğeri ise yapılar. Karakulaklar, Bayağı Vaşaklar kıyasla daha cılız oluyor ve kulak üstü siyah lifleri daha uzun daha eğri oluyor.

Burnum ileri çıktı, delikleri genişledi nemli ve daha pembe tonlara büründü. Pürüzsüz olan dudak üstü bıyıklarım birden deri altından fırlayarak beyazladı ve adeta bir atın kılını anımsatırcasına tel gibi incecik, sert oldu.

Kuyruk sokumumdaki acı dozunu arttı, kısa kuyruğum adeta bir keskin bıçak gibi derimi yırtarak ortaya çıktı. Ucu siyah ve gür bir tüyle kaplandı. Arka bacaklarımın tüylerle kaplanarak uzayıp şekil aldı. Tırnaklarım patilerimin arasından çıkıp sivrileşerek pençeye dönüştü. Beyaz sakallarımın rengi boğazımdan aşağıya zar zor indi.

Gövdem, sırtım, bütün bedenim açık kahverengi tüylerimle kaplandığında gözlerimi son bir kez kapattım ve dönüşümün tamamıyla bittiğini anladım. Göz kapaklarımı ağır ağır aralarken tamamıyla sarımtırak bir görüşe sahip olmak mükemmel hissettirdi. Pembe tonlarındaki büyük burnumu hafifçe çekiştirip sivri kulaklarımı oynattım.

Arka patimden destek alarak yavaşça ayaklandım. Etrafıma bakınıp tek tek kurtların ifadesini çözmeye çalıştım. Büyük bir şoka girmişler gibi bana kitlendiler. Hareket etmediler, tepki göstermediler. Öylece gözleriyle beni izleyip açık olan ağızlarını kapatma zahmetine bile girmediler.

Onların bu hali beni güldürdü.

Koca ağzımdan bu defa tamamen dönüşmüş halime özgü olarak hırlamayla karışık miyavlamalar yükseldi. Derhal geri çekilmeleri gerektiğini diğer türlü saldırmaktan kaçınmayacağımı belli edeceğim bir uyarıydı.

Deneme amaçlı dikkatli bir şekilde sol tarafa yanaştım. Attığım bir adım sonrasında sol tarafımdaki birkaç kurt irkilerek kendisine geldi ve yavaşça kenara çekildi. Dönüşmüş ağzımdan istemsizce gülüşe benzer sesler yükseldi.

Aynen böyle köpekçikler, itaat etmeye şimdiden alışın.

Birkaç adım daha attığımda köşedekiler tamamıyla geri çekildi fakat ilk karşılaştığım kurt adeta bana eşlik ediyormuş gibi gittiğim yöne yaklaştı. Diğerleri benden çekinmiş olabilir ancak bu kurt ötekilerine benzemiyor. Artık her şey gözümde daha net.

O bir lider.

Ağaçlık alana girmek üzereyken metrelerce arkamda duyduğum bir bozayı kükremesi bütün dikkatimi dağıttı ve benden de tıslamayla karışık olarak hırlama yükseldi. Hareketim onların da hırlamasına imkân tanıdı, birinin patisini kaldırması beynimde alarm zillerini çalmasını sağladı.

Hiç vakit kaybetmeden arka patimden destek alarak koşmaya başladım. Bir kurdun yanından sıyrıldım ve seyrek ağaçların arasına daldım. Uluma sesi bütün ormanı inlettiğinde arkamdan koşacaklarını sanmamak büyük aptallık olurdu.

Onlar kurt, elbette peşimi bırakmayacaklar!

Gözüme tırmana bileceğim ağaç kestirmeye çalışsam da olumsuzlukla sonuçlandı. Çoğu ağaç ince gövdeli ve güçsüz duruyor. Peşimde deli gibi koşan, hırlayan, uluyan bir kurt sürüsü varken riske atamam asla.

Çalıların arasından geçtim. Tüylü geniş patilerimin kar yığıntıların arasında kalmış, kurumaya yüz tutmuş otları kırıp geçmesine izin verdim. Taşları tekmeleyerek bazı birkaç küçük canlıyı ezerek koşturdum.

Nereye gideceğim veyahut devamında ne yapacağım şu an bende derin bir muallak. Bildiğim tek şey ne yapıp ne edip bu sürüden kurtulmanın yolunu bulmak -diğer türlü geri kalanın pek de önemi olmaz.

İleride kalın gövdeli ağaçların başladığını görmek beni içten içe memnun etti, kafamı hafifçe eğip kulaklarımı tamamıyla geriye yatırdım. Bu yaptığım hareket hızımı kesmesin diye rüzgârı selamlamak gibi bir şey.

En kalın ve uzun olan ağacı gözüme kestirdiğimde kafamı geriye çevirip arkama bakındım. Ne kadar yakınımda olduklarını anlamak amacıyla yapmıştım bunu fakat büyük bir hata ile sonuçlandı.

Ayağım sıralı tellere benzer bir şeye bastığında ne olduğunu bile anlamadan büyük bir sütuna çarptım. Kapan gibi zınk eden bir ses yankılandı ağaçların arasında.

Suratıma çarpan şeyin ne olduğunu anlayamamak bütünüyle beni durdurdu, çevreme panikle bakındım. Karşılaştığım gerçeklik beni büyük bir şoka soktuğunda kurtlar etrafımı sardı. Ama tam şu anda, gerçeği itiraf etmeliyim. Artık kurtlardan daha büyük bir soruna sahibim.

Kafese yakalandım. Son derece büyük bir kafese...

Kafesin üstünde minik bir cihazda sürekli kırmızı ışık yanıp söndü. Patilerimle darbeler atmaya, sıkıştığım bu yerden bir anda önce kurtulmak amacıyla toprağı eşelemeye başladım.

Kapalı yerleri sevmem, dar alanları sevmem. Tutsak olmayı, tutsak hissedilmeyi sevmem!

İçimdeki kedi kontrolü tamamen ele geçirdi. Nefes almak güç gibi geldi. Vahşileşmekten geri kaçmadı. Bağırdı, miyavladı, tısladı ve hırladı.

Çıkmak için elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştı. Kafese kafa attı, toprağı yeniden ön patileriyle eşeleyerek burnumu soktu. Bedenini defalarca kez kafese vurdu ama değişen bir şey olmadı.

Gözleri etrafa dolandırırken kurtların şaşkın bakışlarına denk geldi. Önce ona sonra kafese en son ise birbirilerine baktılar. Onlar bile duraksadı kedinin bu halini görünce. Ne olduğunu anlamadılar, çözemediler. Kimse yardımda edemedi.

Uzaktan duyduğum hızlı koşan birkaç ayak sesi sonrasında bağırış duyuldu. "İleride, ileride az kaldı!"

Kurt sürüsü büyük bir telaşe ile etrafa dağılmaya başladı, arazide ilk karşıma çıkan kurt yavaş adımlarla kafesin dibine kadar geldi. Mavi gözleri kediyi dikkatle incelerken ona yalvarmaya benzeyen bir ses ile miyavladı.

Kedi yeniden miyavladı, kurt ise burnundan sert bir nefes bırakıp kafasını yavaşça sağa sola salladı sanki 'Elimden bir şey gelmiyor' dermiş gibi. Bağırma sesi duyuldu etrafta.

"Az kaldı, geldik!"

Sol taraftaki ağaçların arasında kısık çıkan uluma sesi, karşımdaki kurdun o yöne bakmasını sağladı ve ardından bir daha kediye dönmeden sürüsünün peşine gitmek için koştu.

Kedi tekrar panikledi, çıldırdı, tamamıyla yırtıcı bir hayvanın kimliğine büründü. Sanki cinnet geçirdi.

Gövdesini yeniden kafese vurdu, toprağı son bir ümit eşeledi. Tekrar hırladı, acıyla miyavladı, yardım edebilecek her neyse her kimse sesini duyması için elimden geleni yaptı.

Ani bir acı, kalçasında boy gösterdiğinde boğazından gür bir miyavlama yükseldi. Ne olduğunu bile anlamadan arkasını döndüğünde ise karşısında gördüğü dört tane insanın şaşkın bakışlarına denk geldi.

Birinin elindekinin silah olduğunu anladı fakat işin gerçekçi tarafı bu öldürmek için ateşlenen silah değil. Bu uyutmak için kullanın bir silah...

Kahretsin!

Panik yeniden boy gösterdi fakat bu defa daha çılgınca hareketler sergilemeye başladı. Buradan çıkmalı ve fırlattıkları şey her neyse o etkisini göstermeden bir an önce uzaklaşmalıydı kedi. Bedeni dönüşüm geçirir mi, insan halini görürler mi? Onun ne olduğumu çözerler mi?

Bedeni yavaştan uyuşmaya başladığında iri gözlerim korku ve endişenin getirisi olan yaşlar doldu. Geleceğin bilinmezliği ve şimdi yaşadığım dehşet verici şeyler bunun bir son olacağı gerçeğini de suratına tokat gibi çarptı.

Sanki bedenine değil de diline prangalar vuruldu.

Yutkunmak, konuşmak hatta nefes almak bile zor geldi. Göğsüne, sırtına kazık saplanmış gibi oldu. Saatler önce Ali amcaya gülümseyişim aklına geldi ve bunu yaptığım için benden tiksindi. İnsanlara bir kere samimi olmasam bile yakın davrandığım, güvendiğim için benden nefret etti. Hiçbir zararı olmadığı halde masum cana kıyan insanlardan, varlıklardan tiksindi.

“Öldür,” diye çığırışı zihnimin her kuytu köşesini ele geçirdi. “Hiçbirini sağ bırakma, hem de hiçbirini!”

Patileri artık hareket etmeyi kestiğinde bacakları bedenini daha fazla taşıyamadı. Kafesin içinde yere devrildi, yana yattı. Kafa tüyleri karlı toprakla buluştu, bakışları çaresizce ormanın içinde dolandı ve dudaklarından kısık sesli bir miyavlama yükseldi.

Metrelerce ötemde çalıların arasında mavi gözlü kurdu görür gibi oldu. Dikkatle kendisine bakıyordu ama kedinin görüşü bulanıklaştı. Bilinci kendini bırakmaya başlarken annesinin yüzü gözünün önünde canlandı. Onu elinden tuttu ve geçmişe götürdü. Bana yalvarışı bir kere daha teklifi kabul ettiği için hiç pişman olmadığının gösterisiyken şeytanice sırıttım.

Merak etme kedicik. Onlar; göremediklerinde de korkar ama asla yok edemezler..."

 

 

 

𐰚𐰇𐰼𐰢𐰇𐰔

 

"Uyanıyor, geri çekilin. Dikkatli olun!"

Gözlerim tamamıyla açıldığında beynime yıldırımlar düştü ve ben en son başıma gelenleri an be an hatırladım. Bilincim kendinden geçmeden önce kurtlar tarafından kovalanmıştım. Kaçarken hızımın ve korkunun getirisi beni son derece dikkatsiz kıldığı için bastığım yerlere dikkat edememiş, işin sonunda ise kafese yakalanmıştım.

Bir boz ayının bile sığabileceği büyük kafesin içinde çılgına dönüp çıkmak için çabalarken insanların gelmesi ile içimdeki kedinin korku dozu artmış ve paniklemişti. Kontrolü ele geçirmek istese ben izin versem bile yaptıkları faydasızdı. Ellerinde neredeyse zıpkına benzeyen bir alet ile ateşlemişlerdi.

Kalçamdan aldığım mermi türevi ok, içindeki anestezi maddesini salarak bedenimi kontrol dışı bırakmış, bilincimi bulanıklaştırarak tamamıyla etkisiz hale getirmişti. Tüm bu olanlar kurt sürü tarafından uzaktan izlenirken kimse yardıma gelmemiş, acılı çığırışları, yardım isteyen miyavlamayı sadece duymayı tercih etmişti.

"Acaba aç mıdır?"

İnsan sesi beni düşüncelerimden sıyırdığında hızla kafamı çevirip etrafa bakındım. Hareketim onların birkaç adım daha geriye çekilmesine sebebiyet verdi, kafam tam olarak yeni kendine geldi. Ormanda kurtlardan kaçarken yakalandığım kafesin içinde duruyor, onlar tarafından dikkatli gözlerle izleniyorum.

Bedenimin dönüşüm geçirip geçirmediği sorusu zihnimde yeniden boy gösterdiği vakit kaybetmeden vücuduma bakmaya çalıştım ancak bu hareketim boynumda hissettiğim kaba bir şey yüzünden kısıtlandı.

Boynumda ne var, zincir mi?

Kafamı geriye çekip kendimce bakınmaya çalıştım fakat başarısızlıkla sonuçlandı ancak kalınlığından anlayabildiğim kadarıyla zincirden çok deri kemer türevi bir şey. Peki asıl soru neden bunu taktılar?

Gözlerim insanlara geri döndüğünde dişlerimi gösterdim ve boğazımdan yukarı yüksek bir hırlama çıktı. Başında şapkanın üstünde garip bir cihaz takılı olan genç adam elini yavaşça kaldırıp ileri uzattı.

"Korkma, sana zarar vermeyeceğiz."

Dikkatle gözlerinin içine bakıp yeniden tısladım. Bir noktada içim rahatladı. Attıkları şey her neyse beni bayılmıştı bu doğru ama dönüşümde geçirmedim. Karşılarında ilk bulduğu anlardaki gibi dönüşüm geçirmiş halde duruyorum. Eğer kendimden geçtikten sonra insan halime geri dönseydi yüksek ihtimalle aynı yerde değil de inceleme laboratuvarında olurdu.

Hala vaşak halimle kalmanın getirdiği rahatlığı belli etmemeye gayret gösterdim. İnsanoğluna asla güvenilmeyeceğini biliyorum ve bunu tam Ali amca sayesinde unutacakken tanımadığım yabancıların hatırlatması ile yeniden kendime geldim.

İnsanlara güven olmaz. Onlar tehlikeli, onlar korkutucu...

Sarı saçlı, gözlüklü bir kadın kafasını yana yatırıp demin bana hitaben konuşan adama bakış attı. "Bence son derece kendinde duruyor. Salabiliriz."

Diğer üç insanda onaylayan sesler yükseldi, ilk konuşan adam yavaş hareketlerle kafese yakınlaştı. Onun hareketlerini son derece dikkatle izledim, herhangi yanlış bir pozisyonunda üzerine atmak amacıyla dikleştim.

Kafamı hafifçe eğip dişlerimi gösterecek şekilde hırladım. Arka patimi kısarak, hızla yerimden kalkabilmek amacıyla pusuya yatar gibi ön patilerimdeki pençeleri karlı toprağa geçirdim.

İçimdeki kedi hiçbir zaman insanlara zarar vermemişti. Erzincan, Keşiş Dağında pek çok kez çobana ve kamp yapan insanlara denk gelmişti. Hiç fark ettirmeden yanlarından geçerek yoluma devam etmişti ama şimdi onların zarar vereceğini hissedersem korumak için saldırmaktan asla geri kaçmam.

Şapkasının üstünde garip bir cihaz taşıyan adam kafesin önüne gelerek yavaşça elini kaldırdı. Elinde silaha benzer bir şey görmesem de güvenmedim ve uyarmak amacıyla tısladım.

Yutkunarak, "Sakin ol," diye mırıldandı. "Seni şimdi serbest bırakacağız."

Duyduklarım tüylü kulaklarımın dikilmesine ve büyük gözlerle ona bakmama sebep oldu. Elini kafesin üstündeki metal sürgüye doğru götürdü ve çekerek sürgüyü sonuna kadar açtı. Ardından kafesin kapağını çekerek az bir şey açıldığına dair aralık bıraktı. Geri çekildiğinde gözlerim dört insanda takılı kaldı.

Arka patimden destek alıp hızlı bir kalkışla atağa geçtim ve kafesin kenarından açık bırakılan kapağına bütün gücümle vurdum. Kafesin kapağı geriye devrildi, kuru ot parçalarının ve kar yığıntıların havalanıp etrafa savruldu.

Bir saniye bile tereddüt etmeden koşmaya başladığımda arkamı dönüp bakmadım bile. Beni serbest bırakmalarının başka bir anlamı olduğunu tahmin edebilecek kapasiteye elbette sahibim ancak kafesin ağzı açıkken oturup bekleyecek 'burayı sevdim ya bırakın kalayım' diyecek halimde yok.

Onların arkamdan, "Şu koşuşa bak," diye bağırışını duydum. "Heyt be yavrum!"

Arka patim ile ön patilerimi uyumlayacak şekilde ayarlayıp kafamı hafifçe aşağıya eğdim ve kulaklarımı geriye yatırdım. Kâhine istediğini vermiş olduğumu bilmek kesinlikle keyfimi yerine getirdi.

Yeterince uzaklaştığımın farkına vardığımda yol tanıdık geldi. Evime giden yola geri dönüşüm son derece rahatlatırken yeni bir problemi açığa çıkardı.

Soluklanmak ve mantıklı düşünebilmek amacıyla evleri görebileceğim bir açıya sahip kalın gövdeli ağaca zıpladım. Pençelerim ağacın kabuğuna saplandı, arka patimden destek kalıp kendimi yukarı kaldırdım ve tırmanmaya başladım.

Ağaçtaki kar yığıntıları hareketlerimden dolayı yere düşmeye başladığında dalın kalınlığı tamamıyla ortaya çıktı. Dikkatli bir şekilde uzanarak büyük gözlerimle etrafa bakındım. Yüksekliğimden kaynaklı olarak metrelerce görüş açısına sahip oldum –ki bunun içinde kendi evimle birlikte diğer evlerde dâhil. Hızla koşmam bütün nefesimi kesti, dilim ağzımın arasından çıktı. Tıpkı bir köpek gibi hızlı ve kesik nefesler alıp soludum.

Gözlerimle etrafı tarıyorken kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bir süre sonra kendime geldiğimde mantığımı devreye sokup düşündüm.

Boynumdaki şeyi dönüşüm geçirdikten sonra elbette çıkarabilirim. Eğer kilitli bir mekanizmaya sahip değil ise kafamdan çok rahatlıkla geçer. Her ne kadar dönüşüm geçirdiğimde çoban köpeğinden bile büyük dursam dahi aynı şeyleri insan bedenim için dile getiremeyeceğim.

Akşam olmasını, karanlığın çökmesini beklemek şu nokta sanırım en mantıklı çözüm yolu. Gece yerini aldığında dışarıda soğuk iyice bastıracak ve bu soğuk havada kimsenin olacağını sanmam. Zaten dün geceden gördüğüm kadarıyla akşam dokuzdan sonra çoğu evin ışıkları kapanıyor, uyku moduna geçiyorlar.

Evet, gecenin çökmesini bekleyeceğim sanırım.

Ön patimden birini diğerinin üstüne atarak kafamı ileri yatırıp yasladım. Gözlerimi biraz olsun dinlenmek amacıyla kapatıp kendimi hafifle bıraktığımda keyfim son derece yerindeydi. İstediğime ulaşmıştım. Başlangıç olarak hiç de fena sayılmam.

 

 

 

𐰚𐰇𐰼𐰢𐰇𐰔

 

Ağaçların arasından yükselen uluma sesleri kulaklarımın dikilmesine, bedenimin irkilmesine sebebiyet verdi. Elbette dün gecede uluma seslerini işitmiştim -tıpkı çoğu yerde sürekli duyduğum gibi ama tek farkı... Bu daha yakın.

Çok daha yakın.

Kafamı oynatıp etrafa bakındığımda gecenin çoktan çöktüğünü gördüm hatta neredeyse uzaklarda bir yerlerde tan ağrımaya başlamış.

Gözlerim yuvalarından fırlayacak şekilde açıldı, kendime içimden bildiğim bütün küfürleri ettim. Sözde gecenin çökmesini bekleyecek, doğru an gelene kadar sadece dinlenecektim. Gözlerimi kapatırken bütün amacım buydu şimdi ise... Kahretsin! Kaç saat uyudum ben?

Uyuşmuş bedenimi hareketlendirerek yavaşça ayaklandım. Ön patilerimi ileri uzatıp kendimi arkaya çekerek, ağzımı genişçe açtım ve içime derin nefes çekerek esnedim. Bedenim saatlerce yatmaktan dolayı hafif ağrılara ve uyuşmalara neden olmuştu fakat birkaç adım atıp, yürüyüş sonrasında ortadan kalkacağını bildiğim için aldırış etmedim.

Kalın gövdeli ağaç dalından etrafa baktığımda birkaç metre derinliği olduğunu düşündüğüm kar yığıntısının gözüme ilişti. Kalçamı hafifçe sallandırıp ileri doğru zıplayarak kendimi ağaçtan aşağıya bıraktım ve kar yığıntısının arasına daldım.

Patilerim, kedi türleri arasında en geniş perdelere sahip pençeli ayaklardan biriydi. Hatta bizzat karda yürüyüp, avlanabilmek üzerine kurulu bir bedene sahibim. Kafamdaki tüylerin arasında duran karları atmak için başımı sağa solla sallayıp kulaklarımı kıpırdattım.

Oyalanmak, karda oynamak kışın en sevdiğim aktivitelerden biri olsa dahi kimseye görünmeden ve başıma başka bir musibet gelmeden eve gitmem gerekiyor. O yüzden şimdilik kara kafa atma işini sonraya bırakıp paytak adımlarla kar yığıntıların arasında hareketlendim. Eve doğru ilerledim.

Ağaçlık alanda yürüyüp evimin tam arkasını hizaladım kendime. Dönüştükten sonra köy ahalisi güne başlamadan eve koşturarak gitmeli bir an önce duşa girip, kıyafetlerimi giymeliyim.

Evimin birkaç metre arasında duran seyrek ağaçların yakınına varıp son bir kere kontrol ettim etrafımı, bir başkası var mı diye. Kulaklarım herhangi bir şey duymadı, gözlerim görmedi, burnum algılamadı. Güvendeyim sanırım.

Bütün bedenimi kendime çekip bacaklarımı bedenimi altına sıkıştırdım ve kafamı eğip gözlerimi kapattım. Pençelerimin tırnağa, patilerimin insan eline dönüştüğünü zihnimde canlandırdım. Bel kıvrımımı, uzun saçlarımı, ela gözlerimi de yanına ekledim. Sıkı kalçamı, uzun bacaklarımı, dolgun göğüslerimi de ilave ettim.

Kemik kırılma sesi yankılandığında dudaklarımdan acılı inlemenin çıkmaması için sivri dişlerimi birbirine geçirdim. Dönüşümüm kısa süre sonrasında tamamlandı. Çıplak bedenimle ayaklandığımda ilk yaptığım şey boynumdaki kemeri çıkarmak oldu. Elimle hızlıca evirip çevirip inceledim ve sonra aklıma gelen dahiyane fikir ile pis pis sırıttım.

Kemeri dibimdeki kalın gövdeli ağaca birkaç vurup içindekilerin kırıldığına emin oldum ve sonra onu yere, kökün dibine attım. İşaret parmağım dönüşüm geçirdi, tırnağım uzayarak pençeye dönüştü. Sol avuç içime derin bir kesik attıktan sonra oluk oluk akan kanı kemerin üstüne, çevresine hatta ağacın köküne sürttüm.

İşimin tamamlandığına kanaat getirdikten sonra avuç içimi yaladım ve kan saniyesinde durdu. Kesik iyileşmeye yüz tutarken hızlı adımlarla etrafa bakınıp kimseye görünmeden evimin arkasına yaklaştım. Yatak odasının penceresini açarak bedenimi açıklıktan geçirdim ve içeriye giriş yaptım. Anahtarım dönüşüm geçirdiğimden dolayı ormanda düşmüştü ve ben geri almayı unutmuştum. Onu en kısa sürede bulacağım. Eve artık sorunsuz bir şekilde ulaştım, bu gayet iyi.

Etrafı çok pisletmemek adına dikkatli hareketlerle odadan çıktım, bakracın içine tezgâhın musluğundan su doldurup tam karşıdaki kapıya ilerledim. Yarı açık kapıyı ayağımla ittirerek bana yetecek küçüklüğe sahip salona giriş yaptım ve elimdeki su dolu bakracı, odun sobasının üstüne yerleştirdim.

Kesik kütük parçalarının dibinde duran buram buram çam kokan çırayı ve milattan önceye kalmış, sararmış gazete kağıtlarını alarak sobanın önüne çömeldim.

Kırıldı kırılacak ahşap rafın üstünden kibriti alarak köşesine sürttürüp ateşi yaktım. Dudaklarım istemsizce birbirine çarpı, tıslama sesi salonda yankılandı. Beni ısıtma işlevi görecek dahi olsa bile bu tamamen bilinçsizce oldu. İçimdeki kedi duygusallaştı.

“Aslında dört ay öncesine kadar severdim çünkü bizi ısıtırdı. Fakat yaşanılanlardan sonra...”

"Sırası değil Birsen," dedim başımı iki yana sallayarak. "Şimdi bunları düşünmenin hiç ama hiç sırası değil."

Vakit kaybetmeden gazeteye tutturup ardından çıranın yanmasına olanak sağladım. Ucu ince gelen yarısını dün yaktığım sobadan kalan odun parçasını üstüne bırakıp ateşin sarmasını bekledim. Birkaç dakika sonrasında odunlar tamamıyla alevlenip salonun içini ısıtmaya başladı. Geçen süre sonunda sobanın üstündeki bakraçtan buharlar yükselmeye başladı. Sabırla sırtımı ahşap duvara yaslayıp bekledim.

Üstüm başım pisken bir yere oturmak mantıksız geldi diğer türlü yine temizlik yapmam gerekecek ve o işte sevmediğim malzemeleri kullanmak zorunda kalacağım.

Soğukla alakalı bir problemim yok benim genel olarak suyla alakalı bir problemim var. Çoğu kedi gibi bende suyu sevmesem de insan halimle pis bir vaziyette dışarı çıkacak kadar salakta değilim. Yıkanmaya mecburum... Dilimi çıkarıp kendimi yalayacak halim de yok ya. İçimdeki kedi bile bana tepki gösterdi.

“O kadar da değil!”

Sobanın üstünden su dolu bakracı aldım, banyoya doğru adımladım ve ardından vakit kaybetmeden yıkanmaya başladım. Elbette duş jellerini, şampuanları gram sevmiyorum. Bedenimde bıraktığı kokulardan nefret ediyorum yine de şu an başka bir şey olmadığı için elimi köşede, duvara monte edilmiş hep pas tutmuş metal rafa attım.

Sabunu alıp ilk önce saçlarımı ardından bedenimi gelişi güzelce köpürtüp kokusunun fazla kalmamasını sağladım. Kendimi hızlı hareketlerle durulayıp tamamıyla arındıktan sonra havluya uzandım. Bedenimi havluyla sarıp sarmaladım, saçlarımdaki suyu akıtıp suratımı kuruladım. Oyalanmadan banyodan çıkıp odaya girdim ve hala yerleştirmediğim valizimin içini karıştırmaya başladım.

Yatak odasındaki pencere arka cepheye, direk ormana bakıyordu. Burnuma dolan koku ve işittiğim pati sesiyle hızla başımı valizden kaldırıp pencereye odaklandım. Gözlerimi kısarak pencereye yaklaştığımda yarım saat belki bir saat önce dönüşüm geçirdiğim ağacın dibine yaklaşan kurdu izledim. Gözleri maviydi. Akıttığım kanımın kokusu ormandaki diğer vahşiler gibi onunda dikkatini çekmişti. Başımı yana yatırarak ne yapacağını merakla izlemeye başladım. Ağacın etrafında birkaç tur attı, burnunu defalarca kez çekiştirdi ve patisiyle üstü kanımla kaplı kemeri oynattı.

Gözlerim iyice kısıldığında aklıma gelen tahminle tebessüm ettim. Kurt arka bacağını kaldırarak kanımın buladığı karlara ve kemere idrarını püskürttü.

Tebessümüm sırıtışa dönerken pencereden geri çekildim ve valize yöneldim, iç çamaşırı çıkardım. Gelişi güzelce birbirinden ayrı seçtiğim iç çamaşırlarımdan sonra kot, dar paça pantolon üstüne beyaz kazağımı geçirip çoraplarımı giydim ve köşedeki örme cüzdanımı elime alarak salona geri ilerledim. Saçım nemini alana kadar sobanın karşısında durma fikri yer edinirken hala bir şeyler yemediğim aklıma geldi.

Karnımdan yükselen guruldama sesleri içimdeki kedinin acıktığının göstergesiyken gözlerimi devirmeden geçemedim. Kalkıp mutfağa geri gittim ve buzdolabından gelişi güzelce kahvaltılıkları çıkartıp siniye dizdim. Ali amcanın getirdiği poşetler arasından çıkan paket meyve suyu ile geri gelerek salondaki ahşap, üzerine kalın minderler atılmış koltuğa oturdum.

Bir yandan Hatice teyzenin yaptığı ekmeği pekmeze banarak yiyor öte yandan meyve suyumu yudumlayarak vaktin geçmesini bekledim. Saçlarım biraz olsun nemini aldığında kahvaltımı bitirmiş oldum.

Elbette saçlarım ıslak diye hasta olacak değilim. Ben zor koşullarda yaşamaya alışık biriyim fakat şimdi insan içerisinde yaşıyorken birinin 'Neden saçın ıslak' sorusuna yanıt vermekle uğraşmakta istemiyorum. Riske atmamak en mantıklısı olur.

Siniyi kenara itekledim. Ekmek kırıntıları dökülsün diye ellerimi birbirine çarptım. Cuma’ya -Ulus’un merkezi- inmem gerek çünkü halletmem gereken işler var. Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Evet, şimdi sıra ona geldi…

Sobaya yeni odun koymadığım için sönmeye başladığının işareti olan kötü koku yayıldı. Güneş çoktan doğmuş, insanlar düne nazaran daha fazla güneşli olduğu için soğuğa aldırış etmeden dışarı çıkmaya başlamıştı. Oturduğum yerden kalkarak odaya gidip valizden yırtık montumu ve eskimiş spor ayakkabımı giydim.

Ali amcanın Cuma'ya dün gittiğini hatırlayınca o nasıl gidileceğini bilir diye düşünerek evimden ayrılıp karlı patika yola çıktım. Birkaç metre ötemde duran evlerinin basamaklarını çıkıp verandaya ulaştığımda kapı tıklanmadan geriye açıldı.

"Tamam getiri-" Hatice teyze beni aniden görmesiyle olduğu yerde sıçradı. "Hay senin babanın ağzına!"

Kaşlarım istemsizce çatıldığında neden dediğini anlamadım ama biliyorum ki, bu bir küfür. Samimi olmasa dahi gülümsemeye kendimi zorladım. "Günaydın Hatice teyze."

"Allah iyiliğini versin kızım, korkuttun beni."

"Özür dilerim Hatice teyze," burnumu çekip ellerimi yırtık montumun cebine yerleştirdim. "Rahatsız ettiysem kusura bakma."

Kaşları öfkeyle çatıldı. "Ne rahatsızlığı kız olur mu öyle şey?" Kapıyı hafifçe açtı. "Geç içeri ev soğumasın, buyur gel."

"Yok ben hiç girmeyeyim. Ali amca uyanık mı?"

"He uyanık dur-" kafasını geriye çevirip bağırdı. "Ali!"

Bağırışı garibime gittiğinde istemsizce kıkırdadım o ise bana aldırış etmeden yeniden seslendi. Ali amca kapıdan geçerek yanımıza ulaştı.

"He geldim-" beni görünce gülümsedi. "Buyur kızım hoş geldin, girsene içeriye."

"Yok Ali amca sağ olasın, benim işim var da-" dudağımın kenarını kemirip ayakkabımı ve botlarımı işaret ettim. "Benim dün ormanda dolanırken çalılara takıldım. Botumla, montum yırtıldı. Cuma'ya inip kendime yenilerini almam gerekiyor ama nasıl gidileceğini bilmiyorum. Gelirken yolda sorduğum insanlar beni beyaz bir minibüse bindirdiler şehre gidip geliyormuş sanırım. Nereden kalkıyor biliyor musunuz?"

"Ben bırakayım kızım," elini cebine atıp anahtarı çıkardı ve hafifçe salladı. "Arabam var, iki dakika götüreyim seni hemen."

"Hiç zahmet olmasın-"

Cümlemi yarıda kesip kapının arkasına uzandı. "Dur bekle montumu giyeyim."

Yumuşak bir tebessüm ile bakınıp kafamı salladığımda Ali amca kapının arkasından montunu alıp üstüne geçirdi. Hatice teyze, "Ahıra inip geliyorum," diye mırıldanarak merdivenlerden indi. Arkasından bakarken ahıra neden indiğini merak ettim açıkçası. Sonuçta herhangi bildiğim bir hayvanları yoktu yani olsa kokusunu alır ya da seslerini duyardım. Aman aksi bile bana ne sanki onlara mı yiyeceğim! Çok ama çok aç kalırsam belki...

Normal şartlarda evet, içimdeki kedi asla affetmez. Tavuk, inek gördüğü anda kesinlikle midedeki yerlerini almasını sağları ama köyde olduğumuzu ve insanların dikkatini çekmememiz gerektiğinin farkında.

Ali amca botlarını ayağına geçirerek merdivenlerden indi. "Hadi gel."

Peşinden inip takip ettiğimde beyaz eski model bir arabaya denk geldim. Külüstüre benziyor ama saçma şekilde de bir yerden başka bir yere götürüp getirir düzeyde hissettirdi.

Arabayı çalıştırdığında ortaya çıkan motorun gürültü sinir bozucu derecede kulağımda çınladı. İstemsizce suratım buruştu. Motor sesine dayanamıyorum, aşırı yüksek geliyor. Son derece hassas kulaklarım için zulüm resmen.

"Arabanın motoru azıcık ısınsın hemen yola çıkarız. Sende gel arabanın içinde bekle, üşüme dışarda."

Kafamı sallayıp arabanın etrafından dolandım ve hemen yan koltuğa yerleşerek kapıyı kapattım. Birkaç dakika sonra kemerini takıp yola koyulduğunda gözlerimi camdan dışarıya çevirip etrafı izledim.

"Ee anlat bakalım kızım nasıl alışabildin mi?"

"Alıştım sayılır."

"Var mı bir eksiğin ihtiyacın?"

“Hayır yok, teşekkür ederim.”

Kafamı yeniden cama çevirip dışarıyı izledim. Geri kalan yol boyunca ikimizde suskunluğumuzu koruduk. Neredeyse bir saat sonra köyden çok biraz daha merkez denilebilecek yere geldiğimizde hemen tanıdım burayı.

Ali amca beni müsait bir yerde indirdiğinde teşekkür ettim ve erken saat olduğundan dolayı yeni açılmaya başlayan dükkanların arasında dolandım. Giysi alabileceğim yerlerin bir saat sonra açılacağını öğrendiğimde yapacak başka bir şey bulamadığımda dolayı küçük bir dükkânı gözüme kestirip ilerledim. Buram buram kahve ve poğaça, börek kokuları geliyordu.

Kapıyı iterek içeri girdiğimde sakin bir ortama denk gelmek iyi hissettirdi. Köşede bir yere geçtim ve kenarları yıpranmış minik menüde göz gezdirdim. Fiyatları uçuk değildi amma velakin cebimdeki parayı dikkatli harcamam gerekiyor.

Kahvaltıyı evimde yaptığım için boğazımdan sıcak bir şeyler geçsin istedim ve kahve sipariş verdim, camdan dışarıyı izledim. Kar sakin bir derece minik minik dökülürken televizyonun açılması bütün dikkatimi dağıttı.

Haber kanalı gündemde olanları sunuyorken kahve geldi, süt tozundan yapıldığını kokusundan anladım. Bardaktan ufak bir yudum alıp geriye yaslanırken gördüğüm manşet tamamıyla beni oturduğum koltuğa kilitledi.

"Kurt sürüsünden kaçan Vaşak kapana yakalandı!"

Manşette yazanı defalarca kez okuyup çekilmiş fotoğrafıma sayısızca kez kirpiklerimi kırpıştırarak baktım.

"Şunun sesini yükselt hele Nejat," mekânda oturan başka birinin sesi duyuldu. "Bizim buradan bahsediyor."

Nejat denilen adam -sanırım dükkânın sahibi o, eline televizyonun kumandasını alıp sesini yükseltti.

"Bartın, Ulus'a bağlı Drahna köyünde Ormanın Hayaleti görüldü! Onlar her ne kadar vaşak dahi olsa hepimizin bildiği üzere nadir görülen türden bir tanesi. Eğer ormanda bir tanesine denk gelirseniz dünyanın en şanslı insanlarından birisiniz demektir."

"Yaban Hayatı Fotografçısı ve aynı zamanda Veteriner Hekim olan Mehmet Ay Türkoğlu; Doğal Hayatı Koruma Vakfı ile yaptığı aylar süren çalışmalar sonuç verdi. Aylardır vaşak görüntülemenin peşinde olan Ay Türkoğlu; pek çok ildeki geniş ormanlarda kafesler kurmuş, fotokapanları aktif hale getirerek yüzden fazla yabani hayvanların fotoğraflarını çekmiştir."

"Dün öğle saatlerinden sonra kurt sürüsü tarafından kovalanırken kaçan Ormanın Hayaleti, kendini bir anda kafesin içinde bulundu. Ay Türkoğlu ve ekibi gelen haberle hemen olay yerine ulaşarak Ormanın Hayaletini uyuttular. Boynuna GPS ve GSM vericisi takıp yaban hayata geri salındı."

"Popülasyonunu ölçmek ve kaç metrekarelik alanda dolandıklarını gözlemlemek adına yapılan bu çalışma son derece heyecan verici. Hepimiz sonuçlarını merakla bekliyor bize de Ormanın Hayaletinin fotoğrafını gösterip mahrum bırakmadığı için kendisine ve ekibine teşekkürlerimizi iletiyoruz. İşte Orman Hayaletinin fotoğrafları..."

 

 

 

𐰚𐰇𐰼𐰢𐰇𐰔

 

"Bence gündem bu kadar yeter."

Orta yaşlı bir adam -sanırım adı Nejat olmalı- uzanıp masada duran kumandayı aldı ve haber kanalını değiştirdi. Sakin, biraz daha günün erken saatlerine uyan müzik pastanede yankılandı. İçeride oturan birkaç kişi homurdansa da başka bir şey demeyerek önlerine döndü ve kahvaltılarını yapmaya devam ettiler. Ben ise sadece gülümsemekle yetindim.

Burnuma garip bir koku doldu ve çok değil, kısa süre sonrasında pastanenin kapısı açıldı. Kapının üzerinde takılan minik bir süs eşya açılmasından kaynaklı olarak şıkırdamaya benzer sesler çıkardı ve tam bu noktada karşımda gördüğüm şey beni tamamıyla memnun etti. Zevkten adeta dört köşe oldum fakat bunu belli etmeyecek kadar akıllıyım.

Karşımda gördüğüm sureti defalarca kez süzmekten, incelemekten geriye kaçamadım. Altı çivili, kahverengi botları son derece kaba duruyordu. Renginin neredeyse attığını düşündüğüm siyah –hatta sanırım daha çok gri tonlarının hâkim olduğu- pantolonu beline tam oturmuş, siyah deri bir kemerle tutturulmuştu.

İçi hayvan kürkünden olduğunu hissettiğim deri ceketinin önü açık, sallaş bir halde dökülüyorken boynuna sanki botlarıyla kombin etmek istermiş gibi taktığı atkısı gelişi güzelce sarmalanmış haldeydi. Gelen kurt değil. Karşımda duran o gün ormanda bağıran ayıydı. Bozayı.

İri kemikli parmaklarını hareketlendirerek yukarı kaldırdı ve kafasına taktığı beresini çıkartarak etrafa bakındı. Bakışlarımız buluştuğunda ne yapacağımı bilemeyerek tedirginliğin tamamıyla beni ele geçirmesine izin verdim.

Gözlerimi ondan hızlıca çekerek normal davranışlar sergilemeye çalışsam da başarısızlıkla sonuçlandı. Titreyen parmaklarım kahve bardağına uzandığında onun gür sesi pastanenin içinde duyuldu.

"Kolay gelsin Nejat amca. Hayırlı sabahlar."

"Oo Saruhan, evladım-" televizyondaki haberi değiştirip müzik kanalı açan adam hafifçe ellerini iki yana açtı ve suratında büyük bir gülümsemeyle konuştu. "Hoş geldin!"

"Hoş bulduk Nejat amca," gözleri kısa bir süre bana kaydı fakat bozuntuya vermeyerek adama geri çevirdi. "Sohbet etmek isterdim Nejat amca ama çok açım. İlk önce kahvaltı yapmama müsaaden var mı?"

"Ayıp ediyorsun," Nejat amca eliyle boş masalardan birini işaret etti. "Geç otur aslanım istediğin yere."

Adının Saruhan olduğunu öğrendiğim bozayı kafasını sallayıp tebessüm etti. Attığı her adımda çivili botları ahşapta gacırdamalara imkân tanıdı. Gözleri kısa bir süre boş masalarda dolandı ve yeniden üstüme çevrildi. İstemsizce nefesim içimde tutup bakışlarımı sabit bir şekilde kahve bardağına odakladım.

Boz ayılar güçlüdür. Serttir, bir pençesi ile bedenimi tamamıyla alt edebilir ve çok daha önemlisi, sürü içerisinde birlikleri-beraberlikleri vardır. Düşüncelerim sandalyenin sürtünerek geri çekilmesiyle yarıda kesildi ve istem dışı bir şekilde kafamı kaldırıp bakındım. Aramızda bir masa bırakacak şekilde ayarlayarak kendini, masalardan birine geçip oturdu.

Bana sert bakan ela gözlerini gördüm. Bütün bedeni gerilmiş, kaşları sonuna kadar çatılmış halde kilitlenmişti gözlerimin içine. Bakışlarımı yeniden ondan alıp bardağa odakladım. Şu noktada ne diyeceğimi ya da ne tepki vereceğimi bilemedim.

"Saruhan, aslanım-" yaşlı adam elinde börek dolu tabak ve ince belli çay bardağıyla yürüyerek boz ayının oturduğu masaya yakınlaştı. Elindekileri masaya bıraktı. "Var mı başka bir isteğin?"

Adının Saruhan olduğunu öğrendiğim bozayı sert bakışlarını benden alarak yaşlı adama dönüp yapmacık bir gülümseme gönderdi. "Hayır Nejat amca eyvallah."

Pastanenin çalışanı veyahut sahibi –artık hangisi bilemem- olan Nejat amca "Afiyet olsun aslanım," diye mırıldanarak yanından ayrıldığında istemsizce gülmeye benzer bir nefes döküldü dudaklarımdan. Adam bir ayıya 'aslanım' diyor... Ayıya!

İşaret parmağımı hafifçe burnumun ucuna sürterken bıraktığım gülmeye benzer nefesi Saruhan saniyesinde işitti ve tek kaşını kaldırarak bana baktı. Yaptığımın büyük bir hata olduğunu kavramam saniyelerimi aldı, ifademi saniyesinde düzelttim.

Bakışları bana odaklıyken çatalını eline alıp tabağında dilimlenmiş su böreğinin arasına daldırdı. Birkaç parçasını neredeyse görgüsüz diyebileceğim şekilde midesine indirirken yutkunmadan geçemedim.

Omuzlarımı düşürdüğümde cüzdanımı kapatıp kahvemin son yudumunu içtim. Saruhan denilen boz ayının bakışları kahvaltısı boyunca üzerimden ayrılmazken rahatsızlığım diz boyu oldu.

Yapmam gereken en mantıklı şey onu gördükten sonra beklemek değil, kalkıp gitmek olmalıydı fakat yapamadım.

Bu noktada gözlerimi cama çevirip ne yapacağımı çözmeye çalıştım. Bir kere daha istediğime ulaşmıştım fakat gerçeği itiraf etmeliyim, sonrasında neler olacağına dair bir planım yok.

Erzincan dağlarında öğrendiğim en önemli ders; bir boz ayıya denk gelirsem asla ama asla onu öfkelendirecek hareketler sergilememekti. Vahşiliğimi görürse, egosunun tatmini için kendi vahşiliğini ortaya çıkarmaktan çekinmezlerdi.

Şu noktada sanırım bütün vahşi hayvanlar arasında benim için durmam gerektiğine dair kırmızı sinyaller yakıp, gürültülü alarmlar çalan tek tür ayılar. Kurtlarda bir problem elbette fakat sürü halindeyseler... Diğer türlü bir kurda tek denk geldiğimde alabilecek çeviklik ve zekâya sahibim. Hızım, kıvraklığım ve beynim tamamıyla onlara nazaran daha farklı çalıştığı inkâr edilemeyecek gerçeklerden bir tanesi.

O itlerin tek avantajı sürü içerisinde dolanıyor olmaları.

Fakat boz ayılar öyle değil. Her ne kadar onlarda bir sürü içerisinde olsa bile tek bir boz ayıyı yenmek son derece zordur ama en azından onlarla kurtlarda yaşadığım gibi bir probleme sahip değilim.

Boz ayılar sınırınızı bildiğiniz sürece saldırmazlar.

Kurtlar ise tamamıyla bunu itliğine yapacak türlerdir –aksiyse bile benim karşılaştığım bütün sürülerde hiç görmedim. Ben ne kadar onları sevmiyorsam onlarda aynı şekilde beni sevmiyor. Elbette böyle doğduğumuz için kimseyi suçlayamam, vahşilik ve tüm bu olanlar... Doğamızda var.

"Yolunu mu kaybettin Dişi?"

Sesi beni düşüncelerim arasından sıyırdığında anlamayarak gözlerimi ona çevirdim. Neredeyse benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle çayını yudumlamadan önce mırıldandı. "Burada tek başına ne işin var?"

Sorusu saçma geldiğinden kaynaklı suratımı buruşturmaktan geri kaçamadım. Ya sorusunu ben algılayamadım ya da gerçekten çok saçma... Cevabımda kararsızlığımdan dolayı bir şey söylemediğimde tek kaşı yukarı kalktı hafifçe. Beni baştan aşağıya süzdü oturduğu sandalyede.

"Bir soru sordum sana," Baskılarcasına ekledi. "Dişi..." Ela gözlerinde öfkelenmeye başladığının belirtileri olan kızıllıklar geçti. "Burada tek başına ne işin var, yürek mi yedin?"

"Yürek mi?" Sorusu boşluğuma geldiğinden mütevellit dudaklarımdan çıkanlara hâkim olamadım. "Hayır elbette sadece kahve içtim. Burada yürekte mi satıyorlar?"

Cevabım karşısında çatılan kaşları hızla havaya yükseldi ve birkaç saniye gözlerimin içine baktı. Bu bakış daha çok 'Sen bu dediğinde ciddi misin?' tarzında hissettirse de ses etmedim. Kastettiği şey her neyse anlamadım.

Geçen saniyeler sonrasında boğazını hafifçe temizleyip çayını yeniden yudumladı ve bakışlarını cama çevirerek dışarıyı izledi bir süre. Onun susmuş olmasından dolayı bende konuşmadım zaten tanımadığım biri.

Fısıltıdan ibaret sesimle, "Sende," diye konuştum. Pastanedeki sıradan insanların beni duymadığından eminim ama onun keskin kulakları saniyesinde cümlelerimi işitti. "Sende benim gibisin."

Bakışları kısa bir süre bende dolandı sonra yine çayını yudumlayıp dudakları hafif hareketlerle kıpırdatarak konuştu. "Evine git Dişi. Burası senin için güvenli değil."

Duyduklarım apaçık bir şekilde bana tehditmiş gibi geldiğinde bir saniye bile tereddüt etmeden oturduğum sandalyeyi geriye ittirip kalktım. Hızlı kalkışımdan dolayı sandalye geriye itilirken yerde sürtüp iğrenç ses çıkardı.

Bakışları bana odaklıyken masadan ayrılıp kasaya adımladım. Elimi cüzdanıma atıp içtiğim kahvenin parasını çıkarmıştım ki, bozayı adamının sesi gür sesi pastanede yankılandı.

"Nejat amca, hanımefendi sanırım buraya yeni geldi. İlk defa görüyorum kendisini."

Pastanedekilerin bakışları hızla bana döndüğünde bozayı adamının ne yaptığını çözemedim. "Kahve ne kadar?"

"Kahven benden hanım kızım," dedi Nejat amca elini beyaz tüylü bir beze silerken. "Bizde adettir. Cuma'ya yeni gelip de mekânıma uğrayanın ilk yediği ve içtiğinin parasını almayız."

Kaşlarım havaya kalktığında yaşlı adamın suratına bakındım. Hem bir noktada inandırıcı gelmedi hem de üzdü. İçimdeki kedi homurdandı. “Böyle bir şey olduğunu bilseydik eğer oturur tadımlık dahi olsa su böreğini yerdik.”

İç sesime göz devirdim ve düz bir ifadeyle "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Kahveniz çok güzeldi, ellerinize sağlık."

"Afiyet olsun hanım kızım," bezi kenara bıraktı. "Buralı mısın?"

Sorusu duraksattı çünkü yanıtını ben bile bilmiyorken nasıl cevap vereceğimi bilemedim. "Kısmen."

"Merkezde mi yaşıyorsun?"

"Yok hayır. Drahna’da yaşıyorum."

"Drahna'dan mısın?" Gülümseyişi arttı. "Bu iyi, bu çok iyi... Sevindim. Hoş geldin kızım tekrardan."

Yeni bir soru sormasını engel olmak amacıyla kafamı hafifçe eğip selam verdim ve ardından bir kere bile arkama bakmadım. Boz ayıyla göz göze gelmemek amacıyla hızlı adımlarla pastanenin kapısını açarak oradan ayrıldım.

Dışarı çıktığımda derin bir iç çektim içime, göğsümün tamamıyla şişip havaya yükselmesini sağlayacak kadar kudretlice. Etrafa bakınıyorken nereye gideceğimi bilmemek biraz canımı sıksa da pastaneye gelmeden hemen önce gittiğim kapalı dükkânlara ilerledim. Herhalde açılmışlardır.

Tek tük dükkânların açık olduğu sokakta yürürken etrafıma bakınıyor aynı zamanda spor ayakkabımla yavaş hareket ederek kaymadan yürümeye çalışıyordum. Boz ayının kokusu o kadar yoğundu ki, pastaneden çıktığım halde bile burnumda yerini korumaya devam etti sanki dibimdeymiş gibi.

Rastgele dükkânlardan birine girerek montlara bakındım. Siyah, bel kıvrımında tam oturan şişme montu gözüme kestirdiğimde hızlıca oluyor mu diye yırtık montumu çıkartıp denedim.

Açıkçası modeli, rengi veyahut sıcaklığı umurumda değil. İstediğim tek şey dışardan baktıklarında 'Bu havada bunu mu giyiyor, nasıl üşümüyor' diye sorgulatmamak. Fiyatını gördüğümde gözlerim yuvalarından fırlayacak şekilde açıldı.

Orta yaşlarda, başörtüsü düzelten güler yüzlü dükkân sahibi, "Bence sana çok yakıştı," diye konuştu. "Eğer pahalı geliyorsa fiyat konusunda yardımcı olabilirim."

Montu yerine geri koyarken kafamı sağa sola salladım. "Yardımcı olacağınız fiyatın bile bütçemin üstünde kalacağına eminim. Başka elinizde uygun, ucuz yollu mont var mı?"

"Maalesef."

Derin bir iç geçirip dükkândan çıktım ve diğer dükkânlara bakındım. Ben girdikçe dükkânların bütçeleri artıyor, doğal olarak hiçbir şey alamamakta canımı sıkıyor. Önceliği bota vererek onu aradan çıkarmaya çalıştım. Yırtık dahi olsa idare edebilecek montum var fakat spor ayakkabı beni hiçbir noktaya götürmez.

Geçen yarım saat sonrasında siyah, pek de dayanıklı olmayan ucuz yollu bir bot satın alarak ayağıma geçirdim. Spor ayakkabılarımı dükkân sahibinin verdiği poşete koyarak ayrıldığımda kesinlikle montumu başka zamana alma fikri beynimde yer etti.

Üstümdeki mont gittiği yere kadar almamak en mantıklısı zaten iki kuruş param varken sırf millet sorgulamasın diye harcamakta saçma geldi. Hatice teyzeden iplik rica eder, elimden geldiğinde dikmeye çalışırım.

Merkezin ortasına, sabah kahve içtiğim pastanenin yakınına geldiğimde yeniden etrafıma bakındım. Buraya ilk gelişimde etraftaki insanların yardımıyla hiç tanımadığım bir arabaya binip gitmiştim köye. Aynı noktaya gittiğimde orada araba görmemek bende hayal kırıklığına sebep oldu, nasıl döneceğimde soru işareti oluşturdu.

Elbette dönüşüm geçirip dört pati üzerinde evime varmam kısa sürer fakat kıyafetlerimi nasıl getireceğim? Yürüyerek gitmek ise benim için hem yorucu hem de oldukça tehlikeli olur. Ali amca getirirken geçtiğimiz yollar hiç tekin değil ve çoğunlukla çalıların arasından 'Bö' diye böğürerek çıkabilecek vahşi hayvanların kokusunu barındırıyordu.

Birkaç metre gerimde duran pastanenin kapısı açıldı ve Nejat amca dışarı çıkarak yan dükkânın önünde duran adamla sohbet etti. Onunla kısa bir süre dahi olsa sohbet ettiğim için soruyu başka birine değil de direkt kendisine iletmek mantıklı geldi.

Adımlarımı oraya yönlendirirken burnumu çekip bozayı adamının kokusunu algılamaya çalıştım. Umarım hala orada oturmuyordur...

"Merhaba Nejat amca," suratımda soğuk bir gülümsemeyle yanlarına vardığımda konuşmalarını yarıda kesip bana döndüler. "Demin içeride kahve içmiştim, hatırladınız mı?"

"He evet hatırladım," gülümsedi benim aksime son derece samimi bir ifadeyle. "Buyur kızım, bir şey mi lazım?"

"Aslında evet bir konuda bilginize ihtiyacım var. Buraya yeni geldiğim için henüz tam olarak evime nasıl gidip geleceğimi çözemedim. İlk gelişimde beni beyaz, külüstür bir minibüse bindirmişlerdi. İnsanları köylerden alıp merkeze getiriyormuş."

Nejat amca yandaki adama dönüp, "Yusuf'u diyor galiba," diye mırıldandı. "Külüstür beyaz bir tek onun var."

Yanındaki adam kafasını sallayarak onayladı. "Evet, Yusuf'un."

"İsmini maalesef bilmiyorum, kendisini de tanımıyorum. Beni-" birkaç metre ileriyi işaret ettim. "Şurada bindirmişlerdi. Gelirken tanıdığım bir amcadan bırakmasını rica etmiştim ama şimdi nasıl geri döneceğimi bilmiyorum. Drahna'ya başka nasıl gidebilirim?"

Nejat amca yanındaki adamla kısa bir süre düşünürken metrelerce gerimizde duyduğumuz sert, yüksek lastik sesi bakışlarımızı oraya çevirdi. Üzerinde askeri kamuflaja benzer desene sahip yüksek tekerlekli bir araçtı.

"Kaynanan seviyormuş," diyerek güldü Nejat amca ben ise söylediklerinden hiçbir şey anlamayarak ona bakındım. Elini kaldırıp yavaşça bize yaklaşan arabaya el kaldırıp salladı. "Saruhan, evladım!"

Yüksek ve bas bas 'ben arazinin anasını bile ağlatırım' diye bağıran araç, yavaşlayarak önümüzde durdu. Koyu siyah kaplamalı cam aşağıya indi. Sürücü koltuğunda duran bozayı adamı tek kaşını kaldırarak önce bana sonra Nejat amcalara baktı.

"Buyur Nejat amca?"

Nejat amca beni işaret etti. "Hazır sende dağa çıkıyorsun. Yol üstündeyken hanım kızımızı bıraksan ya evine? Geçen Yusuf'un arabasıyla gitmiş köye ama Yusuf dünden beri ortalıkta gözükmüyor."

Bozayı adamı bakışları kısa bir süre bana çevirip sert bir tonda konuştu. "Nasıl geldiyse öyle gitsin."

Nejat amca tepki göstermek amacıyla dudaklarını açmıştı ki, bozayı adamı buna fırsat vermeden "Haydi selametle," diyerek arabanın gazına basıp gitti. Nejat amca, ben ve kim olduğunu bilmediğim adam yol kenarında aptal gibi birbirimize baktık.

Nejat amca aklındaki fikir başarısız olunca kaşlarını çattı ve bozayı adamının gittiği yöne bakıp konuştu. "Ulan Saruhan! Ulan davar herif," kafasını sağa sola sallayıp yeniden bana döndü. "Tövbe, tövbe açtıracak şimdi bana bayramlık ağzımı... Neyse sen kusura bakma kızım. Saruhan evladım iyidir de arada böyle kafasını atıyor. Yine bir şeye canı sıkılmıştır."

Omuz silkerek, "Neyse amca bana tabanları yağlamak gözüktü," dedim. "Bende geçe kalmadan gideyim eve."

Şaşkınlıkla bana baktı. "O kadar yolu yürüyecek misin?"

Kırdığım potun farkına hızla vardığımda içimden kendime küfür savurup iğrenç bir tonda kıkırdadım. "Yok be Nejat amca şaka yaptım. Birkaç kişiye daha sorarım, illa yardım eden çıkar-" elimi kaldırıp sallayarak birkaç adım geriledim. "Haydin selametle!"

Yanlarından hızlı adımlarla ayrılırken arkamdan bakışlarını hissetsem bile aldırış etmedim. Elbette şu noktada bana kalan tek çare tabanları yağlamak. Problem aslında yorgunluktan daha çok vahşi hayvan sürüsüne denk gelme riskim. Benim göze alamadığım nokta bu...

Poşeti sıkıca kavrayarak boşta kalan elimi yırtık montumun cebine yerleştirip yürümemin hızını arttırdım. Geçen dakikalar sonunda insanların daha az geçtiği toprak yola vardım. Seyrek ağaçlar vardı ama en azından merkeze yakınlığından mütevellit güvenliydi –birkaç metre daha.

Omuzlarımı düşürüp yeni botlarımın karları ezmesine izin vererek adımladım. Geçen yarım saat sonunda tehlikeli bölgelerin başlığı kısımlara geldiğimde yutkunmak zor oldu. Tam o esnada metrelerce arkadan duyduğum lastik sesi saniyesinde beni o yöne çevirdi.

Araba büyük bir fren sesiyle önümde durduğunda karşımdakinin kim olduğunu bilmek içten içe memnun etti fakat ifademi düz tutmaya çalıştım. Siyah kaplamalı cam aşağıya indiğinde bozayı adamı dümdüz bir ifadeyle direkt karşıya bakarak konuştu.

"Atla."

Kirpiklerimi defalarca kez kırpıştırıp ona baktım. Arabasına mı binmemi istiyor, sahiden mi?

Hala hareket etmediğimi görünce başını ağır ağır çevirip bana baktı. Orta kalınlıktaki kaşları çatılmış, ela gözleri sertlikle bakıyordu. Dişlerinin arasında, "Beni sinirlendirmek istemezsin Dişi," diye konuştu. "Bin arabaya."

Bunun pastanedeki gibi apaçık bir şekilde tehdit olduğunu algılayan bedenim benden izin alma gereğinde bile bulunmayarak atağa geçti. Kendimi saniyeler sonrasında kapıyı açıp sürücü koltuğunun yanındaki yerde otururken buldum.

Kapıyı kapatır kapatmaz gaza basarak arabayı bağırttı ve hızla kalkış yapıp yola koyuldu. Yerdeki karlara aldırış etmeden son sürat gitmesinden öfkelendiğini fark ettim. Ellerimi bacak arama yerleştirip gözlerimi baldırlarımda sabitledim.

"Neden buradasın?"

Sorusu gözlerimi ona çevirmeme sebep olduğunda bir saniyeliğine bile suratıma bakmadı. Kafası dümdüz bir şekilde karşıya bakıyordu. Direksiyonu tutan parmakları sıkılaştı. Öfkesinin boyutunun sebebi ben miyim bilmiyorum fakat ben isem bu son derece saçma. Ona hiçbir zararım dokunmadı, çizgimi aşacak bir harekette de bulunmadım... Bana neden öfkeli?

"Anlamadım?"

"Neyini anlamadın?" Öfkeyle güldü. "Neden buraya geldin diyorum sana Dişi, neden Bartın'a geldin?"

"Iı-ben..."

Tedirgince dudaklarımı ıslattım. Yaşadıklarımı nasıl dile getirebilirim bilmiyorum ve işin daha beter yanı bunu ilk defa tanıştığım bir adama söylemek ne kadar doğru? İlk defa tanıştığın bir bozayı adamının arabasına binecek kadar götün varsa bence bunu da anlatabilirsin...

"Ben aslında Erzincan'da yaşa-"

"Vazgeçtim boş ver anlatma," diyerek cümlemi yarıda kesti. "Neden geldiğin umurumda bile değil sadece bir an önce buradan git."

Duyduğum hakaret karşısında kaşlarım havaya kalktı şaşkınlıkla yüzüne aktım. Ona gerçekten ne yaptım da kızdırdım bilmiyorum ama bu küfrü duymayı hak edecek bir şey yapmadığım kesin. "Bana karşı neden bu kadar öfkelisiniz?"

Huysuz bir tonda tanıtladı beni. "Belki buraya geldiğin için olabilir mi?"

"Buraya gelişim sizi neden ilgilendiriyor?”

“Çünkü burası benim bölgem.”

Boğazımdan öfkeli bir hırlama yükseldiğinde bakışları saniyesinde bana döndü ve aniden frene basıp durdu. Bu beklenmedik olduğundan kaynaklı olarak tıpkı bir sümük edasıyla arabanın ön konsoluna yapıştım. Dalga geçer nefes bırakışı bunu bilerek yaptığını düşündürttü, öfkeyle bakışlarımı ona çevirdim.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun, ya arabanın ön camından fırlasaydım!"

Öfkeli ama bir o kadar alaycılığın dolu olduğu gür sesiyle güldü. "Kedilerin dokuz canı var sanıyordum, kusura bakma..."

Kafamı yana çevirip sıktığım yumruğumu bacak arama sıkıştırdım. Gözlerimi kapatıp, derin nefesler aldım ve kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Karşımda duran sıradan bir insan değil. O bir ayı. O bir bozayı... O yüzden sakin ol ve zarar almadan evine dön!

Gözlerimi yavaşça aralayıp, "Bakın Ayı Bey," diye mırıldandım. "Size ne zarar-"

"Ayı Bey mi?" Suratını buruşturarak kafasını sağa sola salladı. "Sanırım hayatım boyunca duyduğum en iğrenç hitap şekli olabilir."

"Saruhan'dı değil mi?" Otomatik olarak tek kaşı havaya kalktığında sert bir ifadeyle bana baktı. Devam ettim. "Eğer size isminizle hitap etseydim, yüksek ihtimalle 'Adımı ağzına alma' tarzında yeni cümleler dile getirecektiniz... Dimi?"

Kısa bir süre düşündü ve sonra yavaşça onaylar gibi kafasını salladı. "Haklısın, aynen öyle olacaktı-" sonra arsız piç bir gülüş attı. "Bak seninle bir sorunum yok," diyerek konuşmasına devam etti. "Benim sorunum aslında seninle değil. Dişiliğinle."

Dik dik baktım. "Cinsiyetçi misiniz yani?"

Kaşları sonuna kadar çatıldı. "Elbette hayır fakat burada yaşayanlar," eliyle arabanın ön camından dışında duran, etraftaki ağaçlık alanları işaretti. "Son derece Dişilere düşkün..."

"Anlamadım?"

Derin bir iç geçirip elini cebine attı ve sigara paketini çıkartıp içinden dal alarak dudaklarına yerleştirdi. Çakmağıyla yaktığı sigarasından dumanı alıp içine bırakırken sigara paketini arabanın ön konsolunun üstüne attı.

"Benim seninle bir derdim yok Dişi. Seni tanımıyorum, kimsin kimlerdensin bilmiyorum ve işin aslı umurumda değil, bilmekte istemiyorum."

Yeniden ön camdan ağaçları işaret etti. "Fakat sen geldiğin yerin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyorsun gibi duruyor. Buraya gelen ilk Dişi sen değilsin eğer bir an önce gitmezsen senin de sonun tıpkı diğerleri gibi olacak."

Aklım karışık bir vaziyette ona doğru baktım. "Ayı Bey-"

"Kahretsin!" Elini öfkeyle kirli sakallarında dolandırıp sert nefes bıraktı. "Şunu deyip durma!"

Bağırışı hiç beklemediğim bir anda olduğundan mütevellit oturduğum koltukta sıçradım. Beni korkuttuğunun saniyesinde farkına vardığında, derin bir nefes bıraktı. "Tamam, izin veriyorum Saruhan de. Ayı Bey filan değil."

İstemsizce dudaklarımı büküp kafamı salladım. Karşımda bozayı adamı duruyorken ne yapmam, nasıl konuşmam gerektiğini bilmiyorum amacım sadece onu kızdıracak hareketler sergilememek. Konuşacağımız pastanedeki tavırlarından sonra aklımın köşesinden bile geçmezken kendimi bir anda onun arabasının koltuğunda otururken buldum.

Tavırları, hareketleri ve dudaklarından dökülen konuşmalar son derece sert gözükse dahi benimle konuşuyor olması büyük bir nimetti. Eğer doğru şekilde davranırsam neden bunun olduğunu hatta çok daha fazlasını dudaklarından cevap olarak alabileceğimi biliyorum. Dikkat etmem gereken tek şey; onu çileden çıkarmamak.

"Saruhan," gözleri bir saniye olsun benim gözlerimden ayrılmıyorken ismini dudaklarımdan fısıldayarak firar etti. Boz ayının adını anmak garip hissettirdi. "Saruhan Bey."

"Bey demene gerek yok sadece Saruhan yeterli" kafasını yana yatırıp ela gözlerini hafifçe kıstı. "Adın ne senin Dişi?"

Şu noktada adımı ona bağış etmek ne derece güvenli bilemedim fakat bulunduğum pozisyon suratıma çarptığında zaten bu noktayı geçtiğimi anladım. Tartışma şeklinde bile olsa birkaç dakikadır konuştuğum bozayı henüz bana saldırmadı. Belki su böreği karnını doyurmuştur.

"Beni öldürecek misiniz?"

Soru ansızın firar ettiğinde ince parmaklarımı dudaklarıma bastırıp büyümüş gözlerle ona bakındım. Onun ise dudağının kenarı yukarı kıvrıldı ve beni büyük bir zevkle süzüp, "Evet," dedi. "Öldüreceğim."

"Pastanede koca bir tabak su böreği yediniz." Elimle arkamızdaki yolu işaret ettim. "Bu sizi doyurmadı mı?"

Sigarasından duman alıp kafasını geriye yatırdı ve gür bir kahkaha attı. Gülüşü arabanın içinde yankılandığında kirpiklerimi defalarca kez kırpıştırdım.

"Bu zekâyla bu yaşa kadar nasıl ölmeden gelebildin lan sen?" Gülerek parmaklarını sakalları arasından dolandırdı ve ardından baldırına vurup tok bir sesin arabada yankılanmasına izin verdi. "Ulan var ya..." Yeniden güldü. "Lan ilk defa bu kadar güldüm be!"

Onun bu değişik tavırlarını anlamlandıramadım hâlbuki söylediğimde son derece ciddiydim ben. Yani pastanede koca bir tabak su böreğini midesine gömmüştü. Ben olsam o tabaktaki böreği üç günde anca bitirebilirim yani mantıken deli gibi doymuş, midesinin şişmiş olması gerekmez mi?

"Neyse." Gülmesini durdurdu ve sigarasından yeni bir dumanı çekip usulca bıraktı. Sanki demin kahkahaya boğulup höykürerek gülen kendisi değilmiş gibi sert tavrı geri geldi. "Güldüm eğlendim, esprin için teşekkür ederim ama yeterli. Konu daha fazla uzamadan beyninin algılayabileceği bir şekilde sana açıklayayım."

Sürücü koltuğunda yan dönüp tamamıyla bana baktı. Geniş bir arabanın içinde dahi olsam onun varlığıyla kapana kısılmış gibi hissettim. Pençesini kaldırıp indirmesi saliselerini alabilecek kadar dar ve yakın bir alandaydım. Bedenim tedirginliğini ortaya çıkardığının göstergesi olarak mideme kasılmalar gönderdi.

"Adın ne demiştin?"

"Size adımı bağış etmedim."

İşaret parmağını dairesel hareketlerle salladı. "Sizi bizi bırak şimdi Dişi. Ben bu tarz ciddiyetlere alışık değilim. Adını söyle bana."

"Birsen."

"Pekâlâ, Vaşak Birsen." Keskin bakışını yeniledi. "Çok net konuşacağım o yüzden kulaklarını açıp beni iyi dinle, ikilemeyi hiç sevmem." Sigarasından bir kere daha duman aldı ve geri bırakırken konuştu. "Buradan iki gün içerisinde gidiyorsun yoksa seni tuttuğum gibi Küre Dağlarının yamacına çıkartır ve diğer sürü arkadaşlarımla parçalara ayırırım."

Gözlerim söylediklerinin getirisiyle büyüdü ve korkuyla ona baktılar. Suratındaki ifadeden ciddi manada yapacağının kanıtlarını göstermek istermiş gibi ifade vardı. "Ne-neden?"

"Gitmen için nedene ihtiyacım yok," tek kaşı yukarı kalktı. "Bizler, Dişi istemeyiz ve sen şimdi istenmediğin bir yerdesin. Buradaki ormanda barınabileceğine inancın var mı?" Kafasını sağa sola sallayıp tehlikeli gülüş sergiledi. "Pek zannetmem. Vahşilerin kaldığın evi başına yıkması bir emrime bakar."

Dudaklarım tedirginlikle aralandı fakat tek ses dahi çıkmadı. 'İçe sıçmak' tabiri nasıl olur gerçek hayatta hiç bilmemiştim ama sanırım şimdi öğrendim...

Tepki göstermemiş olmamdan dolayı konuşmaya devam etmedi. Arabayı yeniden çalıştırarak yola koyulduğunda gözlerimi cama çevirip etrafa bakındım. Geçtiğimiz ağaçlara, evlere, karlı yollara. Normal şartlarda bu tehdit altında asla kalkmam ama yeniliyorum; karşımda duran sıradan bir insan değil veyahut kurt, çakala dönüşebilen bir hayvanda değil. Son derece vahşi, pençeli ve kolay öfkelenebilen bir bozayı...

Arabanın yeniden durması evimin tanıdık kokusunu burnuma doldurduğunda etrafıma bakındım. Geldiğimizin farkına dahi varamamıştım. Bakışlarım ona döndüğünde evimi nereden bildiğini sormak için dudaklarım aralanmıştı ki, soracağımı anlarmış gibi hızlıca yanıtladı.

"Dişiliğinin kokusu..." Burnunu kıpırdatıp derin bir nefes çekti içine. Dilini dudakları üstünde şehvetle dolaştırdı. "Son derece keskin bilgin olsun. Kilometrelerce öteden fark ediliyorsun."

Kafamı sallayarak kurumuş dudaklarımı ıslattım. Evime bıraktığı için teşekkür etsem mi bilemedim ama sanki bunu yapsam yeni bir laf yiyecekmişim gibi geldi.

Araba kapısının koluna uzandığım sırada, "İki gün," diye yeniledi Saruhan. "İki gün sonra seni görürsem başına büyük bela olurum.”

Tek ses dahi çıkarmadan tehdidi sonrasında kapıyı sonuna kadar açıp arabadan indim. Kapıyı kapatmamla birlikte duraksamadan gaza kökleyerek yola geri çıktı. Arkasından bakarken sadece tebessüm ettim.

Geri dönüp evime doğru adımlarken yine en sevdiğim şarkının en sevdiğim mısralarını tekrarladım.

“Yaşıyorum ama ölüyüm. Sesimi kafanın içinde duy. Seni dehşetle kaplamasına tanık ol. Ta ki… Yok olana dek.”

Evin verandasına çıktığımda son bir kere daha dönüp gittiği yola baktım. “Göreceğiz Ayı Bey,” dedim suratımda kocaman bir sırıtışla. “Kim kimin başına bela olacak… Hep birlikte göreceğiz.”

 

 

 

Bölüm Sonu*

 

 

 

Bölümü beğendiyseniz oylamayı ve yorumlar bırakmayı lütfen eksik etmeyiniz.

 

 

Bölüm 2, Yeni Bir İmparatorluk'da görüşmek dileğiyle.

 

 

Sevgiyle kalın...

 

Loading...
0%