Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Giriş

@miskolata

 

 

Giriş

 

Çıplak ayaklarım kar yığıntılarını ezerken çıkan ses hoşuma gitti. Parmaklarımı belimin hemen arkasında birbirine kenetledim ve karşımdaki vahşeti öylece izlemeye başladım.

Yangın bütün köy evlerini sarıp sarmalamıştı. Kor haline gelen ahşap evlerin odunları, yanmış insan külleriyle harmanlanmıştı ve esip geçen rüzgâr, o küllerin gökyüzüne dağılmasına izin veriyordu. Gözlerimi kapatıp oluşan musikiyi dinledim. Rüzgârın uğultusunu, insanların yardım çığlıklarını ve acılı feryatları...

Kış ayının ilk haftalarında, şöminenin başındaki tekli koltukta oturarak sıcak şarap eşliğinde dinlenen klasik müzik dinletileri gibiydi. Sanat eserleri saatlerce bakarak bundan hoşnut olmak ya da buz tutmuş Abant Gölü'nün üstünde sıcak kahve eşliğinde dans etmek gibiydi.

Huzur dolu...

Ciğerlerimi dolduran kirli hava, mutlak suretle kavuşamayacağım insanlığın nasıl bir his olduğunu merak ettirdi. Bir yanım onların bu haline acırken öteki yanım hepsinin hak ettiğini dile getirdi.

İnsanoğlu yola gelmez. Onların bildiği şeyler yakıp yıkmak ve kendilerini bir yaratıcı olarak görüp sanki can veriyorlarmış gibi can almaktır. Şeytan bile onların yanında şeytanlığından utanır.

İnsanoğlu asla ama asla ehlîleştirilemezler.

Ölümlerinin kokusunu ciğerlerime doldurmak için dudaklarımı araladım. Burnumun içinden sızan dişinin kokusu beni duraksattı. Kısa süre sonrasında ise kulaklarıma acılı inlemesi, sık ve hararetli aldığı nefesinin sesleri ulaştı.

"Ölmemiş..." İstemsizce fısıldadım. Başım garipliğin karşısında yana yattı. "Hala yaşıyor."

Çıplak ayaklarım kar yığıntılarının üstünde hareketlendi. Harabeye dönmüş evlerden, yıkık dökük hale gelmiş ahırlardan ve insanlardan geriye sadece kemiklerin kaldığı yığıntıların yanlarından geçtim.

Adımlarım beni dişiliğinin kokusunun buram buram yayıldığı dönüşmüşe götürdü. Yanına vardığımda donuk gözlerinin karlar üstündeki et parçalarında dolandığını gördüm. Birkaç metre ötesinde ise tanınmayacak hale gelmiş, her yeri parçalanmış bir insan bedeni...

Oraya öylesine odaklıydı ki, geldiğimin farkına bile varamamıştı. Parçalanmış insan bedeninden yayılan garip koku, karşımdaki yaralı dişinin üstünde varlığını sürdürüyordu. Yüksek ihtimalle kaybettiği kişi annesi olmalı.

Karnının tam altında derin kesiği vardı ve o kesikten akan oluk oluk kanlar altındaki beyaz karı boyamıştı. Sırtını kalın gövdeli ağaca yaslamıştı ve parmakları kanların aktığı derin kesin üstünde duruyordu. Kendince baskı yapıyordu fakat çok fazla vakti yok. Sadece birkaç dakika... Sonra ölecek.

Tam karşısında durduğumda sonunda beni fark etti ve donuk gözleri hareketlendi. Beni görmesiyle elaları irileşti, dudakları korkuyla aralandı. Nefesi kesildi.

Bütün bedeni korkudan deli gibi titrerken burnuma dolan adrenalinin kokusu dişlerimin iyice sivrileşmesini sağladı. Sırıttım. "Merhaba Dişi.”

"Sen-sen-"

Kalbi adeta at koşturmaya başladı. Kanamadan değil de korkudan öleceğini idrak ettim. "Sakin ol insan, sana zarar vermeyeceğim."

Gürültüyle yutkundu. "Sana neden inanmalıyım?"

Karşımda korkudan üç buçuk atmasına rağmen yersiz cesaretine karşılık gözlerimi devirdim. "Çünkü sana zarar verme gibi bir amaç gütseydim, bu konuşmayı yapabilecek kadar uzun yaşamazdın."

Gözleri irileşti, geri çekilmek için hareketlendi fakat bu hareketi canının daha fazla yanmasına sebebiyet verdi. Parmaklarını kesiğin üstüne daha fazla bastırmaya çalışırken suratı acı içinde buruştu, dudaklarından inlemeler yükseldi.

Karşısına çömelerek başımı yana yatırdım ve onu izlemeye başladım. Güzel bir sureti vardı. Ela gözleri, yanaklarında hafif çilleri ve omuzlarından aşağıya süzülen kahverengi saçları... Bebeksi surata ve yaralı, kanla kaplı dahi olsa hoş bir fiziğe sahipti. Dişiliğinin kokusu mükemmeldi ve dişi olsam dahi benim bile ilgimi çekmişti.

"Söylesene Dişi, adın ne senin?"

Gözleri git-geller arasındayken kirpiklerinin usulca kırpıştırdı. Belli belirsiz fısıldamalar içerisinde cevabını çok zor duydum. "Birsen."

"Birsen..."

Adı bir lütuf gibi döküldü dudaklarımdan. Ne kadar anlamlı ne kadar acınası geliyor hem kulağa hem de dudaklara. Gözlerimi etrafta sonra parçalanmış annesinin bedeninde en son ise onun üstünde dolandırdım.

"Demek yaşanılanlardan geriye kalan bir tek sen, he..."

Söylediğim sanki boktan bir espriymiş gibi güldü ancak gülümsemesi hareketlenmesine yol açtı ve suratını yine acı içinde buruşarak, ağrılı iniltiler çıkardı.

"Biliyor musun, annemde hep böyle derdi."

Biraz daha kendini konuşmaya zorladı. Aslında ne yapmak istediğini biliyorum. Ölmek üzere ve o da bunun farkında. Ancak son nefesini verirken ruhunun teslim olduğunu hissetmek yerine dikkatini dağıtmaya çalışıyor.

Yaşlar yanaklarından aşağıya bir su damlası edasıyla süzüldü. "Yaşanmışlıklardan geriye kalan bir tek sen... Bir tek ben." İçler acısı haline içler acısı gülüşler sundu. "Ama birazdan benden geriye, bir ben bile kalmayacak."

Söylediklerine karşılık ne demem gerektiğini bilemedim -daha doğrusu buna sebebiyet veren ben iken, doğru cümleler bulamadım. Aslında o da biliyor.

Bakışlarından, çekincesinden ve yaydığını kokusundan idrak edebiliyorum bunu. Ama korkudan -tabi bir tık dahi olsa, artık öleceğini kabullenmesinin getirdiği rahatlık vardı üstünde.

Kısık gözlerimi suretinde dolandırdım. İnsan olmanın ne gibi getiriler sunduğunu merak ediyordum, bunu hiçbir zaman inkâr etmemiştim ancak şu an asıl merakım korkusuydu.

İnsanoğlunun panikleri vardı. Ölüme yakın olmak korkusu ise onlara her şeyi yaptırırdı.

"Söylesene Birsen," dedim başımı yana yatırıp. "Öleceğini bilmek ve bunu hissetmek seni korkutuyor mu?"

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı, dünyanın en boktan sorusunu sormuşum gibi alaycı ama bir o kadar da acılı nefesler bıraktı. "Bunu bana değil, gerçekten yaşayan birine sormalısın."

Gözlerini ağır ağır etrafta, artık köyden geriye hiçbir eserin dahi kalmadığı alanda dolandırdı. "Ben hiç yaşamadım. O yüzden ölmek pek de korkutucu gelmiyor."

Demek böyle, diyerek düşündüm kendi içimde. Demek insan her şeyi kaybedince içinde taşıdığı duygu bu oluveriyor.

Merakım iyice körüklendi, isteğim artık daha fazla tutamayacağım boyuta geldi. Parmaklarımı onun yaralı bölgesine uzatırken ani bir karar değişikliğine gittim. Elime ilk defa büyük bir fırsat geçti ve ben, bu fırsatı sonuna kadar kullanacağım.

"Yaşamak istiyor musun?" diyerek mırıldandım ve sonra tepki göstermesine dahi fırsat vermeden hızlıca ekledim. "Gerçekten yaşıyorum' demek istiyor musun?"

Durdu. Gözleri bana baksa dahi donuklaştı. Çünkü ben daha ona dokunur dokunmaz hayatı bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. Yaşadıkları, söylenilenler, yapılanlar ve çektiği tonlarca eziyet…

Kendine geldiğinde direk bakışlarındaki odak noktası suratım oldu. "Karşılığında ne istiyorsun?"

Dilimi bir pençeden bile keskin hale gelmiş sivri dişlerimin üstünde dolandırdıktan sonra sırıttım. Ona konuşarak anlatmak yerine göstermeyi tercih ettim. Parmaklarımı yanağına dokundurup gözlerinin içine baktım ve zihnimin kapılarını sonuna kadar araladım.

Düşüncelerimi işitti, istediklerimi gördü. O, karanlığın içerisinde dahi en kuytu köşeye sakladığım sandığın kapağını araladı ve büyük bir vahşetin melodisini dinledi.

Ona istediğini yeterince süre gösterdiğimden emin oldum ve yanağına kondurduğum parmaklarımı geriye çektim. Minik bir hava akımı ortaya çıktı, dumanlar etrafa yayıldı.

İrileşen gözlerinin üstündeki kirpiklerini birkaç kez kırptı. Zihnimde, yeri geldiğinde kendimden bile sakladığım o kuytu köşelerdeki sandığı açmış ve her şeyi olabileceği en net biçimde görmüştü.

Vücudundan yayılan kokular burnuma buram buram doldu. Bir yanı yapmak istediklerim karşısında korku dolu çünkü insanlığın bu kadarını hak etmediğini düşünüyor. Ancak öte yandan daha beterini yapmamı diliyor çünkü insanlık ona hiçbir şekilde acımamıştı.

"Fazla vaktin yok Dişi," dedim kesik yarasını işaret ederek. "Ya kabul edeceksin ve bende yaşamana yardımcı olacağım ya da kabul etmeyeceksin..."

Gözlerimiz buluştuğunda konuşmama devam edemedim. Cam gibi parlak ela rengi irislerindeki yansımamı gördüm ve istemsizce duraksadım. Birkaç saniye sonra kuruluktan çatlamış dudakları aralandı.

"Ne kadar sürecek?"

Cevabı suratımda büyük bir memnuniyet oluşturdu. Dilimi sivri dişlerim üstünden dolandırdıktan sonra tehlikeli biçimde gülümsedim. "Bir yıl. Başardıktan sonra sen yoluna, ben yoluma..."

Gürültüyle yutkundu. "Peki ya başaramazsak?"

Sustum ve ona gülümsemeye devam ettim. Başaramama imkânımız yok ve her ne kadar sorsa bile bunun gayet farkında. Çünkü zihnimden geçenler bir günde oturulup alınan kararlar, birkaç günde araştırılıp yapılan planlar değildi.

"Canım yanacak mı ya da zarar görecek miyim?"

Başımı iki yana salladım. Dumanlar etrafa yayıldı. "Hissetmeyeceksin, söz veriyorum."

Ona yakınlaştım ve başımı eğdim, yakınlığımızdan ötürü kalbi daha fazla atmaya başladı. Bakışlarım dudaklarına düştü. Kalbi artık dayanamayacağının sinyallerini yakarken vakit kaybetmek istemedim.

"Dudaklarını arala."

İsteğimi yerine getirmesi teklifimi kabul ettiğinin göstergesi oldu. İşlerin tıkırında olduğunu hissetmek ise beni bu dünyadaki en mutlu varlık yerine koydu. Daha fazla konuşmaya gerek kalmadı.

Aralı dudaklarından çıkan sık, kesik ve sıcak nefesini içime çektim. Gözlerimi birkaç saniye kapatarak mükemmel kokusunun beni ele geçirmesine izin verdim.

İnsanoğlunun kanı mükemmeldi fakat kokuları muhteşemdi. Kusursuzdu. Tanrı onların her birini ilmek ilmek işlemiş, saatlerce hatta belki günlerce uğraşmıştı. Tanrı'nın yarattığı her varlık güzeldi fakat insanoğlu... Onlar cezbedici.

Başımı iki yana sallayarak düşüncelerim arasından sıyrıldım ve bana 'Şimdi ne olacak?' dercesine bakan gözlerinden ayrıldım. Dudaklarımdan çıkan cümleler geceyi yararcasına atılan sessiz çığlıklar gibiydi.

"Artık yeni bir imparatorluk kurma vakti..."

Uzanıp onu öptüm.

Ve kâhinin öngörüleri gerçekleşmeye artık bir adım daha yakın oldu.

 

 

Bölüm 1, Küre Dağları ile yarın yayındayız!

 

Her gün bir bölüm gelecektir, bol yorum görürsem elbette stok olduğu için günde iki bölüm dahi atabilirim. Öpüldünüz. Sevgiyle kalın.*

Loading...
0%