Yeni Üyelik
2.
Bölüm

[Beyaz Oda] 1: Ri̇vayetler, Hi̇kayeler Ve Gerçekler

@misssea_04

Yıllardır, dillerde dolanan bir hikayedir ki, pek çok şey aldı götürdü canlılardan ve hikayeyi yaşayanlardan...

Türlü rivayetler dolanır bu hikaye hakkında. Çeşitli sebeplerle, çeşitli şekillerle anlatılır her zaman. Asıl hikaye ise, rivayetler arasında kayboldu gitti sonunda... Ve bu hataların en büyüğüydü.

Süreci uzatan, hasreti daha da bıçaklayan!

Beş bin yıl diye anlatılsa da rivayetlerde, asıl hikaye asırlar öncesine dayanır.

Kaderin üstadı, kadim Leydi Orakel, birinci asrın Han'ını ilk duyurduğunda, yeryüzünde ilk kıskançlık baş gösterdi. Aç ve doyumsuz, herkesin sonu kıskançlık. Diğer kadimlerin gönüllerinde, kendi alametlerini hissederek güçlendi ve açlığına çare bulmak için gezindi durdu iki dünya arasında. Yaşamdan henüz bir haber olan birinci dünya onu tüketirken, ikinci dünya da, kadimlerinkinden daha güçlü bir parçasını sezdi kıskançlık, güzeller güzeli, zeki ve kurnaz bir Titaniçe'de. Yüzü sevecenlik ve samimiyet, kalbi kıskançlık ve haset dolu, altın gözleri, beyaz saçları ve teni ile, Güneş'in en büyük kızıydı o. Kıskançlık bağlandı Titaniçe'ye ve ondan güç alarak bastırdı açlığını ve doyumsuzluğunu. Yılları onun gölgesinde, onun kalbindeki parçasının enerjisi ile geçti. Derken, yıllar sonra, en az Titaniçe'ninkisi kadar güçlü bir parça daha sezdi kıskançlık. Son isteyip, kendi başlangıcında yaşayan, bir başka kadimden... Soğukluğu ile irkilten, adı ile korku salan, üçüncü kadim Ölüm, Han'ın eski dostu, yeni düşmanı. Kıskançlık, gücüne güç katan bu kadimi de kendi yaşam kaynağı yaptığı sırada, Han, Beyaz Titaniçe'nin büyüsüne kapılmış, yılların ardından, kalbinde bir kıvılcım çakmıştı. Altın gözlerini, kendi yakutlarıyla bütünleştirmiş, beyaz teninde kendi ellerini hayal etmişti.

Han, Titaniçe'ye aşık olmuştu.

Ama onu sevmezdi…

Titaniçe aşkı sevmezdi…

Titaniçe nefreti bilirdi, kıskançlığı bilirdi... Haset ve daha fazlasına duyduğu arzuları bilirdi. Onu sevmedi ama kullanmak istedi. Açtı kollarını Han'a ve onun gerçek aşkına, sahtesi ile karşılık verdi. Asrın Leydisi, Han'ın Işığı oldu.

İsteksizce girdi yatağına ve hayalini kurduğu şey için gün saydı. Plan yaptı, hazırlandı. Han'ın, göğsüne yaslanmış başını sahte bir şefkatle okşadı. Han buna gönülden inandı, ama Titaniçe'nin tek amacı, silahını güçlendirecek bir kaç tel toplamaktı. Yavaş ve acı çektiren bir silah için. Bu süreçte Titaniçe, Ölüm'le de bütünleşti. Gizlice... Binlerce çocuk doğurdu ondan, her biri ayrı tehlikeli.

Ölüm perileri, çığlıkları ile mahvetti herkesi. Ölümü güçlendirecek türden ve her daim hisseden...

Sülükler, başta melezler olmak üzere bir çok canlının kanıyla beslenen ölümcül canlılar....

Güçlükle şekillenen ikinci dünyanın dengesini bozmuş, yaşamı hızla yok etmeye başlamışlardı. Ve bu durum, Han'ın dikkatini fazlasıyla çekmişti.

Hızla gerçekleşen ölümler, türünü bilmediği canlılar, hepsi onu büyük bir endişeye sürüklerken, içinde anlamlandıramadığı bir his baş göstermiş ve Han'ın her şeye şüpheyle yaklaşmasına sebep olmuştu. Güzeller güzeli Titaniçe'sine bile...

Kendini herkesten soyutlamış ve bu ortaya çıkan yaratıkları en ince ayrıntısına kadar incelemeye başlamıştı.

Diğer yandan Titaniçe, aralarına giren bu ayrılığı fırsat bilmiş ve planını daha da hızlı gerçekleştirmeye başlamıştı. Silahını hazırlamış, gününü seçmiş, çocuklarına fısıldayıp, tüm gücü ile saldırmak için beklemişti. Günler geldi geçti. Güneş ve Ay birbirini kovaladı durdu... Ve Han günler sonra, sonuca varmış araştırmalarıyla çıktı ortaya. Gözleri yaş, kalbi çatlak, yüzü ise hayal kırıklığı ile doluydu. Öğrenmişti... Leydisi’nin ihanetini. Karşısına çıktı hesap sormak için ama beklemediği bir darbe daha aldı Titaniçe'den.

Kırık kalbine, zehirli bir hançer saplandı. Zehri, onun elinden, gücü kendi saç telindendi...

Titaniçe'nin altın gözleri, onun yakutlarına büyük bir nefret ve vahşilikle bakarken, Han'ın hüznü gözlerinden, kanı ise sevdiğinin ellerinin arasından aktı. Zehir yayılmadan tekrar hançeri buldu ve yarası parlak bir ışık ile kapanırken, Işığın Titaniçe'sini kavurdu, parçaladı ve çok uzaklara yolladı. Han'ın kanı, ışığın alevlerine, içindeki öfke ile beraber damladı, tıpkı gözyaşının, şefkat ve sevgi dolu yanının, serin sulara damlaması gibi.

Ve işte o an, iki kardeş Titan doğdu ikinci dünyaya.

Ying ve Yang. Aydınlık ve Karanlık. Birbiri ile güçlenen, güçlü iki kardeş, Han'ın ilk çocukları.

Babalarının yoğun hüznü ve öfkesi ile doğmuş, onun yeryüzünden, ölüm perilerini ve sülükleri silmesine yakinen şahit olmuşlardı. Lakin, daha babalarına bağlanamadan, Han, ikinci dünyayı terk etti ve semalara, annesinin yanına yerleşti, uzun süre dönmemek üzere.

İki kardeş ve yaşam kaynağının bir kısmını kaybetmiş olan kıskançlık kaldı geriye. Kardeşler birbirine, kıskançlık birine tutundu ve yıllarca hayatta kalmak için çabaladılar, can havliyle.

Yaşam şartlarını geliştiren Ansalar ise, kardeşlerden birini çok sevmiş, diğerine korku dolu gözlerle bakmışlardı. Ve bu, kıskançlık iyi bir fırsattı. Sevilmeyen kardeşe, tüm gücüyle yapıştı. İçindeki parçası o kadar yoğun, o kadar güçlüydü ki, aylarca, başka bir desteğe ihtiyaç duymadan yaşamını sürdürmeyi başardı.

İki kardeş, hükümlerini sürerken, kendilerine bir de kraliçe seçmek için son defa bir araya geldiler.

Ying sadece bir hayat arkadaşı istiyordu.

Yang ise bir intikam silahı.

Aziz'in ikizleri dünyaya geldiğinde, Ying ve Yang kraliçelerini seçmişti.

Ying'in kraliçesi Yelena ve Yang'in kraliçesi Telebra...

Yelena, Ying'in gözetiminde, saf iyilikle büyümüş, kalbi bir defa bile, ne kıskançlığa ne de kötülüğe kurban gitmemişti. Telebra ise, Yang'in telkinleri ve kıskançlığı ile büyümüş, küçük yaştan beri kardeşine kinlenmişti. Bir gün Telebra, sarayın kahini Savio ile oynarken, anlındaki kahin gözünü fark etti. Yang'in de onayı ile onun çok işine yarayacağını düşündü ve bir gece kahin gözünü çalıp, yerine küçük bir taş parçası bıraktı. Onunla tüm geleceğini izlerken, kahin ertesi gün kahin gözünü kaybettiğini fark etmiş ve çok fazla yaşayamamıştı.

Günler geldi geçti. İkizler, seçim yaşına geldi. Halkın gözü önünde, ya olgunluğu, ya da çocukluğu seçecekler ki, sonraki Azizeleri belli olsun.

Telebra, çıkarlarını düşündü. Kaderine baktı. Olgunluğu seçerse nefret edileceğini ve başa kardeşinin geçeceğini gördü. Kardeşi yerine başa geçecekse, halkın gönlünü kazanmalıydı. İyi görünmeliydi. Kuzu kostümü giymeliydi. Çocukluğu seçti. Bedeni, küçüldü ve küçük bir çocuğun masumiyeti yerleşti, kurt postunun üzerine.

Yelena, halkı için düşündü, tarttı. Azizeliği o alacaksa eğer, çocukluğu bir kenara bırakmalı ve büyümeliydi. Olgunluğu seçti. Bedeni büyüdü, kıvrımları şekillendi ve haddinden fazla güzelleşti.

Halk, Yelena'yı kınadı. Olgunluğu seçmesini, art niyet olarak algıladı ve Telebra'yı yeni Azizeleri olarak seçti. Yelena ise yedi vadi tepelerine sürüldü.

Yıllar, Telebra'nın yönetimi ve Yelena'nın sürgünü ile geçti. Telebra her kararından önce muhakkak kahin gözüne bakıyor, gördüğü geleceğe göre adımını atıyordu. En büyük yasağı işliyordu. Ve Leydi Orakel, bu duruma sinirlendi. Hem kahinini öldürmüş, hem de kadim yasaları çiğnemişti. Onu cezalandırmalıydı. Telebra'ya sahte bir gelecek gösterdi. Mısır kraliçesi ve nedimelerinin, kardeşini sürgünden çıkardığını ve onu devirip, yedi vadi tepelerine sürdüklerini gördü. Gözü döndü ve büyük bir telaş kapladı. Karanlıktan yardım alarak Mısır'a gitti ve kraliçeyi, nedimelerini ve ailelerini öldürdü. Ama gözden kaçırdığı bir kişi kalmıştı. Kraliçenin sır gibi sakladığı kızı Ketherine, annesinin ve arkadaşlarının ölümüne yıkılmış ve içini büyük bir intikam hissi bürümüştü. Lakin Ketherine'nin gücü, Telebra'nınkine karşı fazla güçsüzdü. Acılı prenses, günlerce araştırma yapmış, bulduğu bütün kaynakları altına üstüne getirmişti. En sonunda ise asrın Han'ını öğrenmiş ve ondan yardım isteme kararı almıştı. Çağırma ritüellerini, yedi gün boyunca aralıksız olarak harfiyen yerine getirmiş ve içindeki intikam ateşini daha da harlamıştı. Ve yedi günün sonunda, Han, uzun bir aranın ardından, genç prensese yardım etmek için geldi ikinci dünyaya. Genç prensesin yüreğindeki ateşin denginde, Telebra'yı alt edebileceği bir güçle kuşattı bedenini. Çekirdeğini adalet ile doldurdu ve intikamı için en büyük yardımı yaptı.

Ketherine, Karma adıyla saldırdı Telebra'ya. Gerçek yüzünü gösterdi herkese ve indirdi onu tahtından. Ve Yelena'yı, sürgünden kurtarıp, hak ettiği sevgiyi ve Azize'liği verdi ona. İkinci Dünya, karanlık çağını kapattı ve aydınlık çağ bu şekilde başladı.

Yang bir kez daha kinlendi. Kıskandı ve sinirlendi. Kardeşine karşı öyle büyük bir nefret kıvılcımı yandı ki, gözü döndü ve babasının yegane düşmanı, ölüm ile anlaşma yaptı. Ve topladığı ordusu ile beraber saldırdı kardeşine.

Günler süren bir savaş başladı ikinci dünyada. Ölümler sınırı aşmış, kan tepelerden şelaleler misali akmıştı. Etraf şiddetle çarpışan iki auranın ağırlığından sarsılıyor, ordular güçlerin yoğunluğundan artık ayakta duramıyordu. Savaşta artık iki kardeşin arasında dönüyordu.

Yang kardeşine tüm gücüyle, öldüresiye saldırıyor, Ying ise sadece kendini savunuyordu. Yang'in elinde ölümün kılıcı, Ying'in elinde ise ankanın kılıcı vardı. Kılıçlar defalarca buluştu birbiri ile. Metal sesi kulakları çınlattı ve auralar yeryüzünü defalarca sarstı.

Ta ki o ana kadar...

Kılıçlar bir bütün olup, aynı anda saplandı iki kardeşe. Kanları, yılan misali kıvrılarak birleşti ve Anka'nın ateşi eşliğinde, çamurlu toprağa damladı. Kanın ardından, damladığı yerde, şiddetli hortumun, seyirci olan ruhlar ve yılanların eşliğinde bir beden, bir Titan daha doğdu.

Han'ın uzun zamandır beklediği, zamanında Leydi Orakel'in müjdelediği ve korkunç savaşın son bulma sebebi, asrın varisi, İrade...

Doğumu ile, hayat sanki bir kere daha başlamıştı ikinci dünyada. Canlılar şenlenmiş, barış şekillenmiş, seçimler çok daha kolay hale gelmişti.

Ama diğer yandan, zayıf iradelerde baş göstermiş, bazı tatsızlıklar da ısrarla devam etmişti. Ve bu durum, halkın, varise karşı kinlenmesine sebep olmuştu.

Ve diğer yandan kıskançlık, varisin doğumundan beri daha önce rastlamadığı kadar güçlü bir parçası ile karşılaştı. Ve ona ömür boyu yetecek bu parçaya öyle sıkı yapıştı ki, bir çok felaketin yegane başlangıcı oldu.

Felaketlerin en büyüğü de, varisin kaybolması oldu. Doğumuyla gelen lütufların son bulması, herkesi yıllar süren bir bataklığa atması oldu.

Kınadıkları, suçladıkları varise, artık her şeyden daha muhtaçlardı.

 

Güneş yine doğuyordu Alpia'nın üstüne. Işıklar, ülkenin tüm şehirlerini kaplıyor, sıcaklığı ile bütün vatandaşları yeni bir günü yaşamaya davet ediyordu.

Bazıları gülerek uyanıyor, gerçekliği uzak bir mutlulukla gününe başlıyordu. Bazıları, güneşi umursamıyor, tatlı uykusuna devam ediyordu. Bazıları ise uyanmanın zorunluluğu eşliğinde yatağından kalkıyor ve onu bekleyen iş hayatı için hazırlanıyordu.

 

Tüm bunların uzağında, şehrin en yüksek tepesine yerleştirilmiş, şanlı ve asil malikhanenin, geniş terasında yalnız bir beden oturuyordu. Gecenin huzurlu uykusundan yoksun kalmış, sarı saçları, dağınık bir şekilde, buz mavisi, uykusuz ve kızarık gözlerinin önüne düşüyor, görüşünü kısmen engelliyordu. O bunu umursamıyor, boş ve yorgun gözlerle, güneşin doğuşunu izliyordu. Yeni güne uyananların aksine, günlerini cem ediyordu. Çünkü onun, uykusunu kaçıran kabusları, kabusların kaynağı olan dertleri vardı.

Bir kaybı vardı...

Üç yıldır, acısına acı katan, ağır bir kayıp. Gecelerine yeni kabusunu ekleyen, uykusundan bir kez daha uzak kalmasını sağlayan bir kayıp.

Kayıpları vardı...

Sevgiyi unutturan, nefreti kazıyan, madden ve manen iz bırakan. Zihninde saklanan ve onu zaman zaman yoklayan, ağır kayıplar.

Gözleri kucağına kaydı. Sağ bacağının üstünde, iki bacağının arasından sarkan, sağ elini kaldırdı. Eli hafif bir yumruk halini aldı ve bileğini görebileceği şekilde çevirdi.

Oradaydı.

İnce, derin ve anısına rağmen parlak!

Sanki aralansa, herkese haykıracak ardında ki gerçeği. Gösterecek herkese, nasıl meydana geldiğini. Küçücük aralığında, ne büyük anılar sakladığını...

Ama onun için aralanmasına gerek yoktu. Haykırmasa da duyabiliyordu. Göstermese de görebiliyordu. Saklanan anıları, çok net görebiliyordu.

Kaşlarını çattı. Görmek istemedi o can yakan anıları ve hızla indirdi elini. Hafifçe doğruldu ve boş kahve bardağına yöneldi. Ayağa kalkmak üzereydi ki-

"Miyavv..." bacaklarına sürünen, gri, kabarık tüylü kedinin varlığı hafifçe gülümsemesine sebep olurken, bardağı yerine bırakıp, tekrar yerleşti koltuğuna.

"İyi deneme Dan..." kedinin sarı gözleri anın da ona döndü ve sanki gerçek bir insan gibi çatıldı. Kedinin gözleri parlayıp, anlının ortasından bir ışık hüzmesi süzüldüğün de, sırıtması daha da genişlemiş, daha deminki depresif halinin emaresi bile kalmamıştı.

Işık hüzmesi hızla büyüyüp, genç bir kızın şeklini aldığında, yana doğru kayıp, oturması için yer açtı. Sarı gözleri ve kumral saçları ile Danielle Bruce, asılmış suratı ile karşısında duruyordu. Kollarını bağlayıp, sağlam olan ayağı ile hızlı bir ritim tuttururken, Sam, kıkırdamasına engel olamadı. Bu genç kızı daha da sinirlendirmişti. Kollarını sertçe iki yana salıp, ayağını yere vurduğunda, kıkırdaması, kahkahaya dönüşmüştü.

"Sam!" kızın öfkeli ama sevimli çıkan sesi, daha da gülmek istemesine sebep olsa da, kahkahasını dizginlemeyi başarmış ve sol eli ile yanını pat patlamıştı. Danielle, asık suratına ve sevimli öfkesine rağmen yanına oturmuş, kollarını ise tekrar bağlamıştı. Kısa tripli bir sessizliğin ardından, Danielle merakla Sam'e dönmüş ve kucağına yerleşen kedisinin başını okşarken, her defasında sorduğu soruyu sormuştu.

"Her sabah buraya gelip ne düşünüyorsun?"

Sam'in gülümsemesi samimiyetten kopup, buruk bir hal alırken, bakışları donuklaştı ve o da her zaman verdiği cevabı verdi.

"Ben de saklı kalsa olur mu?"

Danielle kaşlarını çattı. Bakışlarını terasın muazzam manzarasına çevirdi. Her defasında bu cevabı duysa da, hala alışmakta zorluk çekiyordu. Ama onu zorlamakta içinden gelmiyordu. Merakını dizginlemek zor olsa da, konuyu değiştirmeyi başarmıştı.

Yine...

"Bari her defasında nasıl anladığını söylesen?"

Elinin altında mırlayan kedisine kısa bir bakış atarken, Sam'in kıkırdamasını tekrar duyduğun da rahat bir nefes verdi. Bu çabanın tadı bir başkaydı.

"Her seferinde itiraf edip, ardından bunu sorman sence de biraz... tuhaf değil mi?" Danielle hızla ona döndü ve kocaman açtığı sarı gözleri ile şaşkınlıkla baktı.

"Ne zaman itiraf ettim ben bunu?" Sam tek kolunu arkaya atarken, sırıtarak cevap verdi.

"Tam olarak şimdi!" Danielle afallamış bir şekilde Sam'e baktı ve ardından, minik oyununu anlayıp, omzuna, kendince sert bir yumruk geçirdi. Sam daha da kahkahalara boğulurken, tıklatma sesi ikisinin minik eğlencesini bozmuş ve bakışlarını terasın kapısına çevirmişlerdi. Baş hizmetli onlara mahcup bir şekilde gülümserken, Sam kadına güven verircesine gülümsemişti. Kadın rahat bir nefes alıp, iletmekle yükümlü olduğu haberi verdi.

"Bay ve Bayan Bruce sizi kahvaltıya bekliyor efendim..." Sam kısaca teşekkür etmiş ve hizmetlinin onları tekrar baş başa bırakmalarının ardından, Sam kahve bardağını da alarak ayağa kalkmış ve elini Danielle'e uzatmıştı. Danielle gülümseyerek Sam'in uzattığı elini tutmuş ve desteği ile ayağa kalkmıştı. Kedisi Bayan Chiris, gri tüylerini sürterek önden ilerlerken, Danielle, Sam'in koluna girmiş, zorlanan ayağına yüklenmemeye çalışarak ilerlemişti. Sam onun topallayan ayağına bakıp, sıkıntıyla iç çekerken, Danielle koluna daha da sokulmuştu.

Sam suçluluk duygusunu aşamıyordu.

Ama Danielle onu suçlamıyordu.

O günkü acı çığlıklar, Sam'in kabusların da, Danielle'in gömdüğü anısında, tekrar ve tekrar çınlıyordu. Fiziksel hasar geçici olabilirdi ama psikolojik olan kalıcıydı. En çokta Sam için...

Sanki hiç hasarı yokmuş gibi...

"Bunu aştığımızı sanıyordum, buz prens?" Danielle'in samimi gülümsemesi eşliğinde sorduğu soru ve Sam'e üç yıldır taktığı lakap, Sam'in kederli bir gülüş sunmasına neden olmuştu. Danielle onu bir çok konuda anlıyordu ama bu konuda maalesef anlamıyordu. Bazı şeyleri aşması, unutması kolay değildi. Özellikle de suçlu kendisi ise.

Özellikle de, yaptığı ilk hata değilse...

"Aşmak kolay değil Dan... Bazı izler sana sadece hatalarını yüzüne vurmaz. Kötü yaşanmışlıkları da hatırlatır..." dediğin de, Danielle ona yoğun, üzgün ve anlayışlı bir bakış atmıştı. Geçmiş, herkes için ağırdı. Ama Danielle, en çok Sam için üzülüyordu...

Üç yıldır, ablasının kaybından sonra sahip olduğu kardeşi için.

Acısını hissediyordu ve o hissetmesin istiyordu.

"Üzgünüm... Bazen kötü anıların olduğunu unutuyorum..." Sam duraksadı ve Danielle'e döndü. Boştaki eli ile yanağını kavrayıp, hafifçe okşadıktan sonra,

"Üzülme Dan, ben alışkınım. Hem... Bu konuda en son özür dilemesi gereken sensin." dedi. Ardından, Danielle hafifçe gülümsemiş ve tekrar yemek salonuna doğru ilerlemişlerdi.

Devasa kapının önüne geldiklerinde, Sam kapının kulpunu usulca kavramış ve yavaşça kapıyı açmıştı. Ardından önce Danielle'in geçmesi için müsaade etmiş, sonra da kendisi hemen ardından içeri geçmişti. Büyük yemek masasının baş ucunda oturan Bay Bruce ikisine kısa bir bakış atmış ve baş selamı ile tekrar gazetesine dönmüştü. Sağ tarafında oturan, Bayan Bruce ise ikisine gülümsemiş ve hizmetlilerine bir işaret vererek, ikisinin tabaklarını doldurtmuştu. Sam buna sadece gülümserken, Danielle, gözlerini devirmişti. Annesinin bazen fazla üstlerine titrediğini düşünüyordu. Ama Sam, bu ilgiden fazlasıyla memnundu.

Masaya yaklaşmış ve Danielle için, Bay Bruce'un solunda ki sandalyeyi çekmişti. Danielle, kısaca teşekkür edip oturduğunda ise, kendisi için, hemen yanındaki sandalyeyi çekmiş ve beklemeden oturmuştu. Önüne konan servis tabaklarına kısa bir bakış atmış ardından bakışları hala gazete okuyan Bay Bruce dönmüştü. Diğerleri gibi. O başlamadan, kimse yemeğe başlamazdı. Eski gelenekleri koruyan tek aile olmak bunu gerektirirdi.

Bay Bruce, daha fazla bekletmeden gazetesini katlamış ve yanında bekleyen kahyasına uzatmıştı. Kahya, hiç bir şey demeden gazeteyi almış ve uzaklaşmıştı. Ardından Bay Bruce, ailesinin tüm üyelerine gülümsemiş ve iki elini hafifçe havaya kaldırarak,

"Afiyet olsun." demişti. Ve böylece herkes kahvaltısına başlamıştı.

<<<

Alpia, her şeyi ile sıkıntılı bir ülkeydi. Geçmişin şanı ile övünüp, geleceğe hiçbir yatırımı olmayan ve sadece kendi çıkarlarına göre hareket eden, kibirli bir kral ve onun daha küçük bir versiyonu olan, yedi kısımlık bir konsey ile yönetiliyordu.

Ama bu yönetim, tam anlamıyla lanetliydi.

Ülkede ne adalet vardı, ne huzur, ne zenginlik, ne de sağlık. Yedi konsey lideri de, kral da işini doğru düzgün yapmıyor, kendileri altının, zenginliğin içinde yüzerken, halk acı çekiyordu. Çoğu aile karnını zar zor doyuruyor, evin babaları bir yandan, evin yarınki ekmek parasını düşünürken, bir yandan da bu ayın vergisini hesaplamaya çalışıyordu. Bir çok aile, geçim sıkıntısı yaşarken, kara para zenginler, her gününü, kendilerinden aşağıda gördükleri kişilere, zevkle zulüm ederek geçiriyorlardı.

David Rogers, bu zulmün merkezinde büyümüş ve hayatını bu zulmü bitirmeye adamıştı. Yıllarca dişini tırnağına takarak çalışmış ve birinci konseyin resmi avcılarından olmuştu. Her ne kadar imkanları hala sınırlı olsa da, amacından küçük bir kısmını gerçekleştirmeyi başarmıştı. Kimsesiz çocuklara sahip çıkabiliyor, zulme karşı olanlarla ittifak kurabiliyordu.

Albay - Resmi Avcı kartını her okuttuğunda ve albay rozetini her taktığında bu başarısını hatırlıyor ve gururlanıyordu. Nihayetinde amacına daha büyük bir hırsla ulaşmaya çalışıyordu. Çaylağının gülümseyen yüzüne kısa bir karşılık vermiş ve onun için hazırladığı şekersiz kahvesini alarak direk konuya girmişti.

"Bu gün nasıl haberlerin var Fred?" genç çaylak, siyah saçlarını karıştırarak, kırmızı gözleri ile etrafı taradı. Ardından, gergin gözleri ile uzun boylu albaya döndü. Albay konuyu anlamış olacak ki, ciddileşti ve çatılan kaşları ile odasını işaret etti. İkisi de odaya gittiğinde, albay kapıyı kapatmış üstüne iki defa kilitlemişti. Albayın koyu kırmızı gözleri, çaylağı ile buluşunca, kahvesini yudumlamadan direk masaya bırakmış ve Fred'e oturmasını işaret edip, kendisi de sandalyesine yerleşmişti. Ellerini önünde birleştirdi ve sandalyeye oturan Fred'e başlaması için işaret verdi. Fred, başlamadan önce iki defa öksürmüş, ardından elindeki parşömenleri masasına bırakarak konuya girmişti.

"Öncelikle albayım, size arama çalışması için danışmak isteyen birisi var, ama bunu zaten siz öğrenmişsinizdir... Size bir mektup göndermiş olması lazım..." dediğinde, Rogers düşünceli bir şekilde kaşlarını çatmıştı. Kuzeninin, posta kutusunu kurcalarken, ona gelmiş bir mektuptan söz ettiğini hayal meyal hatırlıyordu. Sonra bakacağını söyleyerek odasına bırakmasını istemişti. Döndüğünde mutlaka okuyacaktı.

"Evet, biliyorum..." dedi emin bir sesle. Şuanlık küçük bir yalandan zarar gelmezdi. Fred başını sallayarak asıl konuya geçti.

"... Günlerdir hepimizin başını ağrıtan şu katil, Gümüş Avcı..." Rogers sinirli bir nefes almış ve gerginlikle yerinden doğrulmuştu. Evet, bahsi geçen bu katil, gümüş avcı, sadece albayın değil, tüm ülkenin başını ağrıtıyordu. Adam ya da kadın, artık hangisi ise, ansaları sadece öldürmekle kalmıyor, bütün cinayetlerini, sanki birer sanat eseriymiş gibi süslüyordu. Ve hepsinin üzerine, kazıyarak yazdığı tek bir cümle vardı.

"Benimle güçlenecek"

Rogers bu cümlenin ardındaki anlamı da, süslü cinayetlerin neyi temsil ettiğini de çözebilmek için bir yıldır uğraşıyordu. Ama katilin, ne amacını ne de anlatmak istediği şeyi bir türlü anlamıyordu. Bakışları, sağ taraftaki, cinayet fotoğraflarıyla dolu panoya kaymıştı. Beş farklı cinayet ve ortasındaki soru işareti. Albayın sinirleri yine bozulmuştu. Ortada bir şüpheli listesi bile yoktu. Ve bu süslü cinayetlere, içten içe hayran olması, kendinden nefret etmesine sebep oluyordu.

Onun amacı, bir şeyleri düzeltmekti. Daha da kötü hale getirmek değil!

"Yeni bir cinayet mi var?" diye sordu gözlerini panodan ayırmadan. Yeni bir kafa karışıklığı istemiyordu. Ama olduysa da, neden bu kadar geç haberi olduğunu bir türlü anlamıyordu.

"Hayır... Ama bir mektup var..." dediğin de, Rogers'ın kaşları şaşkınlıkla çatılmış ve hızla Fred'e dönmüştü. İşte bunu beklemiyordu.

"Ne?" dedi sesindeki şaşkınlığı gizlemeden. Fred sıkıntılı bir nefes aldı.

"Bir mektup, dün sabah, ana binanın giriş kapısında bulduk. Özellikle birine yazılmamıştı. Bu yüzden bir kaçımız mektubu okudu. Katil tarafından yazılmıştı..." Rogers ilgiyle öne doğru eğildi. Katilin mektup yazması ve yakalanma riskine rağmen, avcılar tesisine bırakması tuhaf ama iyi bir gelişmeydi. Dikkatli incelenirse eğer, iyi bir ipucuydu.

"Mektup el yazısı ile yazılmamış. Bunu okurken fark edemedik ama incelemeye gönderdiğimizde, büyü çekirdeği ile yazıldığını öğrendik.... Çok usta bir şekilde..." Rogers'ın keyifi iyice yerine gelirken, bir yanı yapılan bu yeni büyüye hayran olmadan edemiyordu. Şahsen bu büyü ilk defa duyduğu bir büyüydü. Fred, albayın heyecanına mahcubiyetle gülümserken, devam etti. Başkalarının hevesini kırmaktan her zaman nefret ederdi.

"... Büyü çekirdeğini bulmak için derinlemesine inceleme yaptırdık ve... çıkan sonuç, aradığımız şey değildi..." Rogers'ın kaşları tekrar çatılırken, bu incelemede nasıl bir sonuç çıkacağını merak ediyordu. Yani, katilin kendisi dışında.

"Nasıl yani?" dedi gergin bir ses ile. Fred sakince devam etti. "Kağıttaki büyü çekirdeği, yani çekirdekleri... Kurbanlarına ait..."

"Ne?!" albay, anlık bir şok ve yoğun bir öfke ile bağırırken, sandalyesini devirerek hızla ayağa kalktı. Ellerini sertçe masaya vurduğunda, Fred irkilmeden edemedi. Geçmişinde bu manzaranın daha kötülerine aşina olsa da, vücudu tepki vermeden edemiyordu.

Her geçmiş bir iz bırakırdı... Onun ki hassas bir zihin, korkak bir kişilikti...

Titrek bir nefes aldı ve düz bir tonda tutmaya gayret ettiği sesi ile sinir krizi geçiren Rogers'a seslendi. Vücudu titrerken sakin kalmak çok zordu.

"Albay Rogers, lütfen sakin olun." Rogers, öfkeli bakışlarını titreyen çırağına çevirdiğinde, büyük bir pişmanlık içini kaplamış ve öfkesinin hızla azalmasına sebep olmuştu. Sertçe yutkundu ve devirdiği sandalyesini yerden kaldırdı. Oturmadan önce, mahcup bir şekilde Fred'e bakmış ve oturduktan sonra;

"Üzgünüm Fred, yanında böyle davranmak istemezdim... Bu katil ve oyunları, sinirimi iyice bozdu..." demişti. Gözlerini kapatıp, tek eliyle şakaklarını ovarken, sandalyesine iyice yayılmış ve sıkıntılı nefesler eşliğinde oflamıştı. Başı ağrıyordu ama stresten mi? Yoksa yorgunluktan mı olduğunu o da bilmiyordu. Büyük ihtimal ikisi de sebepler arasındaydı. Son bir yılını bu katili bulmaya adadığı için, haliyle gecesi gündüzüne karışmış, yorgunluğu omuzlarına, uzun süre inmemek üzere yerleşmişti.

"Sorun değil albay..." dedi Fred, sevecen bir ses ile. Titremesi hala devam etse de, sesi biraz daha rahattı. Rogers belli belirsiz gülümsedi.

"... Sizi anlıyorum albay... Başıboş ve her ne kadar itiraf etmesi zor olsa da zeki bir katille mücadele ediyorsunuz... Diğer yandan, hem halk, hem de birinci kısım konsey sizi sıkıştırıyor... Kralımız, içinde hoş şeyler yazmadığına emin olduğum mektuplar gönderiyor.... Siz de gece gündüz demeden çalışıyorsunuz. Haliyle çok yoruluyorsunuz ve tahminimce, bir saatlik uyku ile duruyorsunuz... Bunun ne kadar zor bir süreç olduğunun farkındayım ama siz de biliyorsunuz ki bu geçici bir süreç... Siz daha önce nice cinayetler çözdünüz, bunu da çözeceğinize eminim... " Rogers elini şakaklarından çekti ve gözlerini açıp, Fred'e minnettar bir bakış attı. Onun motivasyon konuşmaları her zaman hoşuna giderdi. Bu konu da çok yetenekliydi.

"Sağ ol Fred... Ama bu soruşturmayı daha fazla nasıl sürdürebilirim bilmiyorum. Baksana, bir şüpheli listem bile yok!" Fred saklamaya çalıştığı heyecanı ile yerinde doğrulurken, albay nasırlı elleri ile yüzünü bir kaç kez ovuşturdu.

"Aslında albay..." dedi Fred sesindeki hafif heyecanı bastıramayarak. Albay bunu fark etmiş ve ellerini yüzünden çekerek ilgiyle onu izlemeye başlamıştı.

"Size mektup gönderen ve arama çalışması için başvurmak isteyen genç... İki gün önce, siz izindeyken buradaydı. Cinayet panosunu büyük bir ilgiyle incelemişti. Şahsen ilk başta meraktan yaptığını sanmıştım ama dediği şey bunu düşünmemin bile hata olduğunu anlamamı sağladı... " Rogers ellerini masanın üstünde birleştirip öne doğru eğildi ve tek kaşını ilgiyle kaldırdı.

"Ne söyledi?" Fred, albayın ilgisiyle cesaretlenerek devam etti.

"Olay örgüsünü iyi ezberlemiş...dedi.." Albayın kaşları hafifçe çatılırken, kırmızı gözleri tekrar cinayet fotoğraflarıyla dolu pano ile buluştu. Ayağa kalktı ve fotoğrafları daha yakından inceledi. Bahsedilen olay örgüsünü aradı ama bulduğu tek şey özenle süslenmiş cesetlerdi.

"Nasıl bir olay örgüsü?" Fred, dudaklarını büzüp, omuzlarını silkerken,

"Bilmem... Ben de size soracaktım." dedi. Albay ona döndüğünde ise;

"Mektupta bahsedeceğini söylemişti. Okuduğunuza emin misiniz Albay?" diye devam etmişti. Albay küçük bir küfür mırıldanıp, karşı duvarda asılı duran aynaya doğru ilerledi. Tam ortasına, işaret parmağı ile üç kere vurduktan sonra sağ bileğini, vurduğu noktaya yerleştirdi ve yansımaların Titaniçe'si Delta'ya, büyüsünden küçük bir armağan verip, görmek istediği ismi fısıldadı. Onlarda haberleşme böyleydi işte. Hepsinin muhakkak yanında taşıdığı bir cep aynası olurdu. Onlarla, Titaniçe'ye büyülerinden armağan verir ve istedikleri kişiyi göstermesi için ondan yardım isterlerdi. Büyü çekirdeği de kendini yenileyen bir şey olduğu için, kimse bu armağanı vermekten gocunmazdı.

Aynanın yüzeyi, su misali dalgalanırken, Rogers, rujunu sürmek üzere olan kuzeni Bella ile göz göze geldi. Genç kız ona şaşkınlıkla bakarken, Rogers onu ilgiyle süzdü. Siyah, dar ve göğüs dekolteli kısa bir elbise giymişti. Kuzgun, gür saçlarını sıkıca toplamış ve at kuyruğu yapmıştı. Boynunda annesinden kalma bir inci kolye vardı. Makyajı ise, çok abartılıydı. Bella sertçe yutkunurken, Rogers kaşlarını çatmış ve sakin bir ses ile;

"Neye hazırlanıyorsun Bella?" diye sormuştu. Bella gerginliğini saklamaya çalışarak, düz bir ses ile cevaplamıştı.

"Selena'dan mektup geldi. Eski sınıfı, yani bizi, evinde, eski günlerin hatırına yemeğe çağırıyor... Ona hazırlanıyordum..."

"Selena Villain mı?" Bella kafasını olumlu anlamda salladı. Rogers bundan hoşlanmamıştı. Okul yıllarında, Selena Villain'nın ve onun önderliğinde tüm sınıfın, Bella'ya yaptıklarını hiç bir zaman unutmamıştı. Geceleri döktüğü gözyaşlarını, geçirdiği anksiyete krizlerini, intihar teşebbüslerini... Tüm bunlar, her ikisi içinde çok zor bir süreçti.

"Gitmek istediğine emin misin?" Bella, zoraki bir gülümseme eşliğinde başını salladı. Ve güven veren bir tonda konuştu.

"Yaşananlar geçmişte kaldı David... Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığına eminim..." Rogers derin bir nefes aldı. Kabullenmişlik ile omuzlarını düşürdü ve sadece;

"Peki..." dedi. Ardından Bella, sevecen bir ses ile;

"Sen niye aramıştın? Mesai saatinde aramazdın?" diye sordu. Rogers, kuzeninin hatırlattığı önemli detayla kaşlarını çatmış ve direkt konuya girmişti.

"Sabahki mektubu hatırlıyor musun?" Bella düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı ve hatırlamak istercesine yüzünü buruşturdu. Ardından hatırlamış olacak ki;

"Sonra okurum dediğin mektup mu?" diye sormuştu. Arkada, dönen muhabbeti sessizce dinleyen Fred, hafifçe kaşlarını çatmıştı. Mektup daha okunmamıştı bile.

"Evet o, onu bana verir misin?"

"Hani sonra okuyacaktın?"

"Bella... Lütfen." Bella oflayarak yerinden kalkmış ve kendi odasından çıkıp, Rogers'ın çalışma odasına doğru ilerlemişti. Rogers sabırla kuzenini beklerken, Fred masanın üstündeki minik yılan heykeli ile oynamaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra, Bella elinde saman kağıtlı, mavi mühürlü bir mektup zarfı ile içeri girmişti. Makyaj masasına tekrar yerleşti ve elindeki mektubu yansımanın içinden, Rogers'a gönderdi. Aynanın yüzeyi, tekrar su gibi dalgalandığında, mektubun bir kısmı, yansımadan çıkmış ama suyun içinden çıkmasına rağmen, bir damla bile ıslanmamıştı.

Titaniçe'nin hayran bırakan yeteneklerinden biriydi.

Rogers mektubu almış, Bella'ya kısaca iyi eğlenceler dileyip, konuşmayı sonlandırmıştı. Masasına tekrar yerleştiğinde, Fred hem onu, hem de elindeki mektubu ilgiyle incelemeye başlamıştı. Zarfı saman kağıdındandı. Arkasında, düzgün bir el yazısı ile albayın adı yazılıydı. Mührü ise mavi bir Blauw mührüydü. Albay mührü kırdı ve sabırsızca mektubu açtı. İçinden, simetrik bir şekilde katlanmış mektubu çıkardı ve yırtmamaya çalışarak yavaşça açtı. Nizami, düzgün el yazısı onu okumaya teşvik ederken, bu teşvike direnmedi.

×××

Sam üzerindeki tişörtünü çıkarırken, tüm kaslarının ağırdığını hissediyordu. Tüm geceyi, buz gibi hava da, her ne kadar soğuk onu etkilemese de, oturarak geçirdiği için bazı yerleri tutulmuştu. Ve bu, Sam'in yavaş hareket etmesine sebep olduğu için hoşuna gitmiyordu. Bayan Bruce ile beraber, merkez şehir, Alcina'ya gideceklerdi ve o hala hazır değildi. Kahvaltıdan kalkalı yarım saat olmasına rağmen...

Oflayarak vücudunu esnetti ve boynunu iki yana eğerek kırtlattı. Vücudu az da olsa rahatladığında, kendisi de rahat bir nefes almış ve giyinme odasına doğru ilerlemişti. Rastgele siyah bir tişört, aynı renk bir kot ceket ve kot pantolon almış ve tekrar odasına dönmüştü. Aldığı kıyafetlerini yatağına bıraktı ve çıkardığı tişörtü ile banyoya girdi. Kirli olanı sepete atıp, eşofmanı ile çamaşırını da çıkardı. Duşa kabini açtı ve sıcak suyun altına girdi. Normalde soğuk suyu tercih ederdi ama tutulan kaslarını gevşetmesi gerektiğinden bu seferlik sıcak suyla idare edecekti.

Hızlıca bir duş almış ve suyu kapatıp duşa kabinden çıkmıştı. Beline hemencecik bir havlu sarmış ve banyodan çıkmıştı. Çabucak iç çamaşırı ile kot pantolonunu giydi ve çoraplarını da ayağına geçirdi. Tişörtüne yöneldiği sırada odasının kapısı bir kaç defa tıklatıldı. Geleni tahmin ettiğinden kısaca,

"Gel," dedi ve tişörtünü başından geçirdi. Kapı açıldı ve Danielle yavaşça içeri girdi. Sam tişörtünü düzeltirken, kısaca onu süzmüş ve kapıyı kapatarak yanına gelmişti.

"Hazırlanman uz6n sürünce, yığılıp kaldığını sandım..." Sam tek kaşını kaldırarak ona baktı.

"Ne alaka?" Danielle omuzlarını silkti ve bakışlarını kaçırdı. Sam sıkıntılı bir nefes verip tişörtünü bıraktı. Tamamen Danielle'e döndü ve omuzlarını kavradı.

"Dan... O geçmişte kaldı. İyiyim ve kanlı canlı karşındayım... Artık üzülmene gerek yok." Danielle cevap vermedi. Bakışları bir süre daha parkede oyalandı.

"Ya kurtulamasaydın?" dedi bir süre sonra, dolu gözleri ve titreyen sesi eşliğinde. Sam burukça gülümsedi ve ellerini omuzlarından, yanaklarına doğru çıkardı. Yüzünü avuçlarının içine aldığında, başparmakları yanaklarını usulca okşadı.

"Ama kurtuldum Dan... Önemli olanda bu değil mi?" Danielle titreyen dudaklarını birbirine bastırmış ve akan gözyaşları içinde kollarını Sam'in boynuna dolamıştı. Sam bir eliyle Danielle'in belini kavrarken, diğeri ile saçlarını usulca okşuyordu. Başa gelen belaların bazıları, bazen sadece kişiyi etkilerdi, bazen de çevresini. Sam'in başında bir çok derdi, bir çok belası vardı. Çoğu ile kendisi baş etmiş, etkisini sadece kendisi görmüştü. Ama bir yıl öncesinde, etkilenen sadece kendisi değildi.

İkinci dünya, her şeyi ile olduğu gibi, kanseri ile de birinci dünyadan üstündü. Ve o üstün olan kanser, Sam'i bulmuş ama hasarı hepsine vermişti. En başta Danielle, bu kanserin en çok etkilediği kişiydi.

Danielle yüzünü, Sam'in omzuna gömdü ve uzun bir süre o şekilde, sessizce ağladı. Sam sesini çıkartmadı. Danielle omzunda ağlarken, sadece saçlarını okşadı. Ta ki...

"Öhöm, öhöm..." Sam bakışlarını sesin geldiği yöne çevirirken, Danielle hızla Sam'den ayrılmış ve gözyaşlarını silmeye çalışmıştı. Sam, duvardaki aynasında, gazetelerden aşina olduğu yüzü gördüğünde, kaşlarını hafifçe kaldırmıştı. Bu görüşmeyi bekliyordu tabi ama bu şekilde değil...

"Albay?" Rogers kaşlarını şaşkınlıkla çatmıştı. O mektubu yazanın bu kadar genç olmasını beklemiyordu. Şaşırmıştı.

"Bay Winner?" dedi yine de emin olmak adına. Sam gülümsemiş ve onaylarcasına başını sallamıştı. Rogers, bir gözyaşlarını silen Danielle'e, bir de onu belinden kavramış olan Sam'e baktı ve;

"Yanlış zaman da aradım sanırım?" demişti. Danielle son defa gözyaşını sildi ve Sam'e hitaben konuştu.

"Ben dışarıda bekliyorum..." ardından, ikisine de bakmadan odadan hızlıca çıkmıştı. Sam odağını tekrar albaya yöneltmiş ve aynaya doğru adım adım yaklaşmıştı. Albay hala şaşkınlıkla Sam'i süzerken, Sam konuya girmişti.

"Tahminimce, mektubum size ulaştı ve sizde okuduğunuz gibi beni aradınız..." Rogers afallayarak ona baktı. Bu zamanın gençlerinden böyle bir performans beklemezdi. Dürüst olmak gerekirse umudunu bile kesmişti. Sam'in onay istercesine ona bakması, boğazını temizleyip kısaca,

"Evet," diye cevap vermesine sebep olmuştu. Hem kendine, hem de ona hayret ediyordu. Bu kadar şaşırmasının bile anlamı yoktu oysa.

Sam usulca başını sallarken,

"Ve genç olduğumu görünce biraz şaşırdınız..." dedi. Albay sadece onayladı. Doğruya yanlış diyemezdi ya...

Emin bir ses tonu ile,

"O zaman arama sebebimi de gayet iyi biliyorsunuz Bay Winner..." dedi. Sam gülümsedi ve kollarını bağlarken, hafif eğlenen bir ses tonu ile cevap verdi.

"Biliyorum albay... Ama bu, bu şekilde konuşabileceğimiz bir konu değil... Yarım saate, iki yakınım ile beraber orada olacağım. O zaman yüz yüze, detaylı bir şekilde konuşuruz..." Albay kaşlarını kaldırdı. Bir süre, ölçüp biçercesine ona baktı. Bu çocuğa güvenebilir miydi? Gözlerinde anlamlandıramadığı bir ifade vardı ve onunla konuştukça içinde bir şeylerin gün yüzüne çıkmaya çalıştığını hissediyordu. Diğer yandan, çocuk zekiydi. Cümlelerini iyi seçiyor ve ifadelerini, mimiklerini çok iyi kullanıyordu. Bu da istemsizce ondan şüphelenmesine sebep oluyordu.

Ama bir yanı da nedensizce ona güveniyordu. Ne yapacağından pek emin değildi ama emin olmak için tek bir seçeneği vardı. Ona da seçmekten başka bir şans kalmıyordu.

Sakin bir ses tonu ile cevapladı.

"O zaman, bekliyor olacağım Bay Winner..."

Kural basitti. İstediği şekilde görüş, ilgilen ve gözetle. Bu albayın her zaman kullandığı ve faydasını fazlasıyla gördüğü bir taktikti. Ve şimdi bir kez daha kullanacaktı. Belki de katili bulmaya fazlasıyla yaklaşmıştı? Ya da çoktan bulmuştu? Emin değildi. Ama emin olduğu bir şey vardı.

Bir süre gözetimde tutacağı yeni bir isim vardı. Sonun da ilk şüphelisini listeye eklemişti.

Artık bir şeyler yolunda gidecekti. Öyle umuyordu...

Loading...
0%