Yeni Üyelik
3.
Bölüm

[Beyaz Oda] 2: Aciyi Yaşayanlar Ve Yaşatanlar

@misssea_04

Özgürlük bizim dünyamız da çok az kişi de olan bir kavramdı. Soylu ve zenginler, Kraliyet ve YK taraftarları her daim özgür ve istedikleri her şeyi yapabilme hakkına sahip olanlardı. Kimse onlara karışamaz ve onlara baş kaldıramazlardı. Alt tabakanın, düşünmeye, isyan etmeye ya da yorulmaya asla hakkı yoktu. Çünkü onlara özgürlük verilmemişti. Ve bu ülkede özgürlüğü olmayanlar her türlü haktan men edilirdi. Soyluların hizmetine zorla verilir ama onlara gönüllü denirdi. Ailem gibi, benim gibi...

Banner ailesinin, gönüllü ailesiydik biz. Annem, babam, ağabeyim ve ben. Banner ailesine hizmet etmekle görevli olduğumuzdan olsa gerek, kendi aramız da çok bir muhabbetimiz yoktu. Ne babamın anneme bir çiçek aldığına, ne annemin bize masal okuduğuna, ne de ağabeyimin ödevlerimde bana yardım ettiğine şahit olmuştum. Birbirimize karşı bir bağımız da yoktu, sevgimiz de ama benim içimde hala sevilmeyi bekleyen bir kız çocuğu vardı. Sesini kısmıştım ama o haykırmaya devam ediyordu. En derinlere gömmüştüm ama çıkmanın bir yolunu aramaya devam ediyordu...

''Jess!'' Mia... Hayatımın en büyük acısı, en net gerçeği. Hizmetiyle sorumlu olduğum Banner varisi. Her zaman olduğu gibi yine tüm evi inletiyordu. Büyük ihtimal ya sabah kahvesini bitirdiği için ya da canı sıkıldığı için beni çağırıyordu. Ya da elbiselerini giydirmem için. Çok bir önemi yoktu gerçi. Sebebi ne olursa olsun gitmek zorundaydım. Çünkü ben bir gönüllüydüm! Seçme şansım yoktu...

Sarı saçlarımı hızlıca ensemde toplayıp bileğimdeki toka ile sabitledim ve üzerimdeki gönüllü elbisesini düzeltip, Mia'nın odasına doğru yola koyuldum. Diğer aile üyelerini rahatsız etmemeye çalışsam da Mia'nın sesi evin içinde yankılandığı müddetçe bu pek mümkün değildi. Odasının kapısına ulaştığım da, öncesinde kendimi yaşanması muhtemel olan her şeye hazırlamak adına derin bir nefes aldım ve kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. Mia, beyaz geceliği ile aynanın karşısına geçmiş, siyah saçlarını şekilden şekle sokuyordu. Bu gün nasıl bir saç stili yapmak istediğine karar vermeye çalışıyordu. Tabi onu da ben yapacaktım.

''Efendim Bayan Banner...'' dedim mesafeli ve saygılı bir ses tonuyla. Bakışları boy aynasından bana döndü. Pembe gözleri beni hızlıca süzdükten sonra, bakışları tekrar kendisine odaklandı ve sıkıntılı bir şekilde oflayarak saçlarını serbest bıraktı.

''Elbiselerim hazır mı?'' dedi sert ve bıkkın sesiyle. Her zamanki sesiyle yani... Alışkındım.

''Hazır Bayan Banner...'' Bu defa vücudu ile beraber bakışları bana döndüğünde, sadece yorgun bir şekilde bakmakla yetindim. O ise kaşlarını çattı ve bıkkınlıkla gözlerini devirdi.

''Getirsene o zaman salak! İlla ben mi söyleyeceğim?!'' Yükselen sesi ile hafifçe yerimde sıçradım ve başımı hızla sallayıp giyinme odasına doğru ilerledim. Dün akşam hazırladığım siyah, saten gömlek ile siyah deri pantolonu ve topuklu botları alıp tekrar yatak odasına ilerledim. Kıyafetleri aynanın yanındaki askılığa yerleştirdim ve Mia'nın geceliğinin iplerini çözüp yavaşça üzerinden çıkardım. Saten gömleği kollarından geçirdim ve düğmelerini hızlıca ilikledim. Pantolonunu da hızlıca giydirdikten sonra ayakkabılarını alıp tek tek ayağına geçirdim. Mia yüzüme bile bakmadan makyaj masasına yerleştiğinde ben de çıkardığım geceliklere yönelmiştim ki, yine bana seslendi.

''Bırak şimdi onu, sonra yaparsın. Gel saçımı yap!'' dediği gibi, gecelikleri bir kenara bıraktım ve makyaj masasında beni bekleyen Mia'ya doğru ilerledim. Tarağını elime aldım ve taramaya başlamadan önce;

''Nasıl bir şey istersiniz Bayan Banner?'' diye sordum. Dudaklarını büzüp düşünceli bir şekilde bir süre saçlarını inceledi. Saçlarını tararken, onun karar vermesini büyük bir sabırla bekledim.

''Sıkı bir at kuyruğu olsun. Bu gün sade olmak istiyorum.'' Dediğin de onu onayladım ve saçlarını yavaşça taradıktan sonra istediği gibi at kuyruğu yapıp sıkıca topladım. Makyajını da yaptıktan sonra hafifçe geri çekildim ve bir süre aynada kendini izlemesini bekledim. Her sabah, yaptığım saç ve makyajı uzun uzun kontrol eder, beğenmezse tekrar yaptırırdı. Ama yapım esnasında asla sesini çıkarmazdı. Bu da haliyle, sinir bozucu ve yorucu oluyordu. Ama dediğim gibi, isyan edemezdim, sesimi çıkaramazdım, baş kaldıramazdım. Çünkü ben bir gönüllüydüm. Özgür değildim ve özgürlüğün hayalini bile kuramazdım. Ve bu bazen acıtıyordu.

''Aferin Jess! Sonun da tek seferde yapabilmeyi öğrenmişsin!'' sertçe yutkunup başımı eğdim ve sessizce teşekkür ettim. Teşekkür birinin canını yakar mıydı hiç? Benimkiler yakıyordu işte...

''Tamamdır. Ben kahvaltıya iniyorum! Odamı toplasan iyi edersin... Hatta bu gün giyinme odasını baştan düzenlemeni istiyorum. Bazı kırışık elbiseler gözüme çarptı... Nevresimlerimi de değiştir artık! Gece kokudan uyuyamadım... Tamam mı?''

''Elbette Bayan Banner. Başka bir arzunuz?'' burnunu hafifçe kıvırdı ve düz bir tonda,

''Yok..'' dedi. Ben de başımı sallayıp işe koyuldum. Hayatım bundan ibaretti işte. Mia Banner'ın ayak işlerini yapmak, haklı ya da haksız bir sürü hakaret işitmek, bazen dayak yemek...

Hayatımı seviyor muydum?

Hayır.

Mecbur muydum yaşamaya?

Evet.

Bitsin ister miydim?

Kesinlikle.

Umudum var mıydı?

O da sönmek üzere...

<<<

''O BİR GÖNÜLLÜ! EĞİTİMİ ZORUNLU FALAN DEĞİL!'' Mia'nın sinir krizinin ve ailesi ile tartışmasının konusu bendim. Üç saat önce, Banner ailesi kahvaltısını ben de işimin bir kısmını bitirmiştim. Bay Banner, beni önemli bir konu hakkında konuşmak için çağırmıştı. Açıkçası şaşırmıştım çünkü bu alışagelmiş bir şey değildi. Gönüllüler olarak, sadece hizmeti ile sorumlu olduğumuz kişilerle, sınırlı bir iletişimimiz olabilirdi. Yanına gittiğimde ise, bu gün, on yedi yaşımda olmam gerekçesi ile, Artlex'e gidip zorunlu eğitim kaydını yaptırmam gerektiğini söylemişti. O anki şaşkınlığım ve mutluluğumu daha yaşayamadan ise Mia bunu duymuş ve bütün evi inletmişti. Küçüklüğümden beri, benim lehime olan her şey onun zoruna giderdi. Hayatımı kurtarıp, onun kölesi olmamamdan korkuyordu. Bilmiyordu ki, hayatımda fazla bir seçeneğim yoktu...

Ya bir gönüllü olacaktım, ya da sokaklarda çürüyecektim.

Özgür olmayan her vatandaşın kaderi buydu!

''Mia! Artık zorunluluğu var diyorum! Kraliyetten emir geldi, neden anlamak istemiyorsun?'' Bay Banner, sesini sakin bir tonda tutmak için çabalıyordu. Mia'nın çoğu şeye itiraz eden bir yapısı vardı ve bu Bay Banner'ın en sevmediği şeydi. Bay Banner, Yönetim Kurulu Konseyinin ikici kısmında çalışıyordu. İkinci kısmın, yedi vekilinden biriydi. Disiplini ve itaati severdi. Sert bir yapısı vardı ama kötü bir adam değildi. Kızının ve eşinin aksine, gönüllülerine karşı sakin ve merhametliydi. Büyük ihtimal yeni emrin verilmesinde de onun katkısı vardı.

''UMRUMDA DEĞİL! ONUN SAHİBİ BENİM VE GİTMESİNE İZİN VERMİYORUM!''

''MİA YETER!'' Bay Banner'ın yükselen gür sesi ile ben de korkuyla yerimden sıçradım. Babamdan dolayı, yüksek ses beni her zaman korkutuyordu. Anneme ve bana sesini yükseltmekten asla çekinmezdi. Tamam bizi sevmiyor olabilirdi ama en azından, birazcık daha şefkatli olabilirdi. Çok bir şey istemiyordum sonuçta...

''KRALIN EMRİNE İTİRAZ EDEMEZSİN! BEN VEYA ANNEN DEĞİL KARŞINDAKİ VE İTİRAZINI DUYARSA ÖLÜMÜN KAÇINILMAZ OLUR! BUNU İSTEMİYORSAN EĞER SUS! ARTIK BİR ŞEYLERE DE İTİRAZ EDİP DURMA!'' Mia, dudaklarını birbirine bastırdı ve sakinleşmeye çalışırcasına derin nefesler aldı. İdam edilme düşüncesi onu korkutmuş olacak ki, daha fazla esip gürlemeden hızlıca salondan ayrıldı. Keşke onu susturmak benim içinde bu kadar kolay olsaydı. Bay Banner'ın derin bir nefes aldığını duydum ve bakışlarım ona yöneldi. Tek eliyle yüzünü sıvazladı ve ardından tüm odağını bana yönlendirdi.

''Mia'nın ne dediğini çok takma... dediğim gibi bu gün zorunlu eğitim için kayıt yaptırman gerek...'' bir süre duraksadı. Bakışları az önce Mia'nın çıktığı kapı da uzun uzun oyalandı ve tekrar bana döndü.

''Hatta birlikte gidelim... Mia'nın ne yapacağı belli olmaz.'' Dediğinde heyecanla gülümseyip, teşekkür ederek hızla salondan çıktım ve Mia'nın odasını atlayarak kendi odama, yani gönüllü odasına doğru ilerledim. Odama ulaşana kadar yüzümdeki gülümsemeyi bastırabildiğim kadar bastırdım. Odama ulaşıp, kapıyı açtım ve içeri girdiğim gibi hızla kapatıp sırtımı yaslayarak minik bir sevinç çığlığı attım. Bu kadar sevineceğimi bende tahmin etmemiştim ama elimde değildi işte. Yıllarca sadece, temel bilgileri öğrenme iznimiz vardı ve ben bir gün bu kalıbın dışına çıkabilmenin hayalini kurmuştum. Benim için uzak bir ihtimaldi ve şimdi de gerçekti işte! Mutluydum ve bu iyi hissettiriyordu...

Boğazımı temizleyip ellerimle kendimi hızlıca yelledikten sonra Bay Banner'ı daha fazla bekletmemek için üzerimi hızlıca değiştirdim ve gönüllü pelerinimi üstüme atıp iplerini bağlayarak odamdan çıktım. Hızlıca salona doğru ilerlerken, Mia'da odasından çıkmıştı. Beni baştan aşağı büyük bir alayla süzerken, ben pelerinimin iplerini bırakıp ellerimi önümde birleştirmiştim. Gülüşüm dışardan solsa bile, mutluluğum hala yerindeydi.

"Bakıyorum da pek heyecanlısın Jess..." cevap vermedim. Bu tonlaması alay doluydu ve moralimi bozacak bir ton şey söyleyecekti. Bana bir adım attı.

"Okuyabileceğin için mi bu kadar heyecanlısın sen?" bir adım daha. "Sence orası sana göre bir yer mi peki Jess?" bir adım daha. "Orası soylularla dolu Jess..." bir adım daha. "Özgür olanlarla dolu..." adımlarını kesti ve yüzüme doğru hafifçe eğildi.

"Orada uzun süre dayanabileceğini mi sanıyorsun? Ya da kabul göreceğini falan?" sertçe yutkundum ve bu onun gözünden kaçmadı. Alayla gülümsedi ve;

"Daha şimdiden kedi yavrusuna döndün Jess..." doğruldu ve kollarını önünde bağlayıp bana üstten bir bakış attı.

"En iyisi sen, yol yakınken dön bu işten. İyiliğin için söylüyorum... Sonra çok üzülürsün!" dedi ve salona doğru ilerledi. Sırtımı duvara yasladım ve dolan gözlerimi tutmak için yoğun bir çaba harcadım. Sonra çok üzülürsün...

Beni tehdit etmişti. Bundan vazgeçmemi istiyordu. Vazgeçmemi... yoksa orayı bana zehir edecekti. Han aşkına! Normalde bana hayatı çok mu kolaylaştırıyordu sanki?! Üzgünüm Mia ama bu sefer sana boyun eğmeyeceğim! İstediğini yap, orayı bana, burayı ettiğin gibi zehir et! Umurumda değil! Sayende, artık güçlü bir iradeye sahibim... dayana bilirim!

Kendimi hızlıca toparladım. Gözlerimi sildim ve hafifçe öksürerek boğazımı temizledim. Başlığımı da başıma geçirip salona Bay Banner'ın yanına gittim. Bana kısaca gülümseyip, hiç bir şey demeden dış kapıya doğru ilerledi. Ben de sessizce onu takip ettim ve onu bekleyen arabaya, tam yanına bindim. Sessiz ve uzun bir araba yolculuğu bizi bekliyordu.

<<<

Tahmin ettiğim gibi, sessiz ve sakin geçen araba yolculuğunun ardından, her zaman hayran kaldığım, Alpia’nın en gözde okuluna varmıştık. Artlex akademisi tüm ihtişamı ile karşımdaydı.

Ansaların yedi türünü temsil eden, yedi büyük kule ve ortasında kraliyeti temsilen konulmuş ihtişamlı bir kale vardı. Kuleler, türlerin renklerinde boyanmış ve her birinin tepesin de, o türün simgesini taşıyan birer bayrak asılmıştı. Ortadaki büyük kalede ise, biri ülkenin biri de Artlex’in olmak üzere iki bayrak asılmıştı. Küçüklüğümden beri sadece fotoğraflarını gördüğüm okul, fotoğraftaki ile tıpa tıp aynı bir şekilde karşımdaydı. Heyecanım bir kez daha baş gösterdiğinde, yüzümdeki kocaman gülümsemeye mani olamadım. Bakışlarım yanımda duran Bay Banner’a kaydı. Bana gülümseyerek bakıyordu. Bu beni anlık olarak afallatsa da, neyse ki anında toparladım.

“Bu kadar mutlu olmanı beklemiyordum Jessie…” dediğinde mahcup bir şekilde başımı öne eğdim. Elimde olan bir şey değildi.

“Bu benim hayalimdi Bay Banner…” dediğimde o da anlayışla gülümsemiş ve başını sallamıştı. “O zaman ne mutlu bana! Bir hayali yerine getirebildim…” gülümsemem daha da büyürken, içimden, Titaniçe Orakel’e, Bay Banner’ı hayatıma girdirdiği için teşekkür ettim. Size minnettarım Titaniçem

Bay Banner’ın adımları, akademinin girişine doğru ilerlediğin de, ben de onu takip ettim ve ihtişamlı akademinin, devasa kapısından içeri girdik. Heyecanım, akademinin avlusundaki heykel ve çeşmeleri görünce, sanki mümkünmüş gibi daha da körüklendi. Sakin ol Jess… Sakin ol

Gözlerim, avlunun ortasındaki en büyük heykele takıldı. Diğer heykellerin lideri gibi tam ortadaydı ve hepsinden daha büyüktü. Uzun pelerini, onu kucaklarcasına dalgalanıyordu. Başında rütbesinin tacı, yüzünde ise saygı alameti olarak, kimliğini gizleyen bir maske vardı. İki küçük yarığı andıran gözlerinden ise yakut gözleri parıldıyordu. Elinde denge ve düzenin mızrağını tutuyordu, dengeyi bozan en ufak şeyi parçalamaya hazır bir şekilde. Asrın Han’ı Edler Han… Gözlerim bu defa, Han’ın heykelinin hemen yanındaki, biraz daha küçük olan heykele kaydığında, nefesimi istemsizce tuttum ve elim benden bağımsız olarak, kalbime doğru gitti.

Etrafı yılanlarla çevrili, bir elinde ruhların zincirleri, diğerinde destansı kılıcı, yüzü gümüş bir maske ile örtülmüş, başında kırılmış tacı ile Varisin heykeli. Kayıp Varisin

Herkesin ilk başta reddettiği, nefret kustuğu, şimdi ise dönmesi için dua ettiği, her şeyden daha çok muhtaç oldukları Varis. Büyükannemin bana anlattığı, gönülden inandığı ve beni de inandırdığı Varis

Gözlerim bu defa, heykelin hemen yanındaki bedene doğru kaydı. Sarı saçları, meltemin etkisi ile hafifçe dalgalanıyordu. Tamamen siyaha bürünmüştü ve buz mavisi gözleri, donuk bir ifade ile heykele bakıyordu. Duruşu dikti ama omuzları yorgunlukla çökmüş gibiydi. Ve yüzü ifadesiz olmasına rağmen, yas tutar gibi bir hali vardı. Elimin altında, göğsümün içine sıkışmış olan kalbim, nedensizce ritmini hızlandırırken, buz mavisi gözler, izlendiğini hissetmiş gibi yavaşça bana döndü. İşte o an kalbim, sanki göğsümden fırlayıp, buz mavisi gözlerin sahibine ulaşmak istercesine ritmini arttırdı. Ben sertçe yutkunurken, onun dudakların da hafif bir tebessüm oluştu. Bu heyecanımı daha da arttırırken, Bay Banner’ın gür sesini duydum.

“Richard! Eski dostum..” hem benim hem de onun bakışları, sesin geldiği yöne doğru döndüğünde, esmer, orta yaşlı, Gelb olan bir adamın gülümseyerek Bay Banner’a doğru ilerlediğini gördüm. Arkasında da, adamın, neredeyse kopyası olan benim yaşlarımda bir kız onun peşinden geliyordu. Büyük ihtimal onun kızıydı. Bu benzerliği açıklardı. Ama gözlerimi alamadığım bedenin de buraya gelmesi şuan için anlamsızdı. Tanışıyorlar mıydı? Yoksa benim için mi geliyordu?

“Eski mi? Kırıcısın Arthur… Konseyden çıktım diye mi beni eski dostun yaptın?” Bay Banner gülümsedi. Ve başını aşk olsun dercesine hafifçe eğdi. Arkadaki kız ikisini gülümseyerek izlerken, ben buz mavisi gözleri üzerimde hissede biliyordum. Rahatsız etmiyordu ama garip hissettiriyordu. Bakışlarımı Bay Banner üzerinde sabit tutmaya çalıştım.

“O manada demediğimi sende biliyorsun Richard lütfen.” Bakışları arkadaki kıza doğru kaydı. Gülümsemesi daha da büyüdü. Ardından sevecen bir ses ile;

“Yoksa bu güzel kız Danielle mi?” dedi. Kızın gülümsemesi daha da büyüdü. Ben de istemsizce gülümsedim. Ayrıca… kız gerçekten çok güzeldi.

“Evet Arthur, bu güzel kız, benim kızım… gördüğün yakışıklı da…”

Sam mi?” diye sordu Bay Banner hevesle. Richard, sözünün kesilmesine hiç bozulmadan gururla başını salladı.

Sam… demek adı buydu….

“Evet Bay…?” dedi Sam sorarcasına. Bay Banner hevesle;

“Bana Arthur diyebilirsin evlat! Richard’dan şanını çok duydum…” dedi. Şan mı? Bu yaşında ne gibi bir şanı olabilir ki?

Sam gülümsedi.

Teşekkür ederim…” Danielle isimli kızın, gülümseyerek dirseğini, Sam’e geçirdiğini gördüm. Sam ona bıkkın bir bakış atmıştı. Gülümsemeden edemedim.

“Peki bu kız kim? Mia olduğunu sanmıyorum…” dedi Richard. Bütün bakışlar bana döndüğünde açıkçası utanmıştım. Hatta hafifçe kızardığıma bile emindim…

Bay Banner elini omzuma koydu ve gülümseyerek beni tanıttı. Aslında gönüllü kıyafetim üzerimdeydi ama…

“Bu Jessie… Gönüllülerimin küçük kızı… Artlex kaydı için burada…” Richard kaşlarını heveslere kaldırırken, ben üzerimdeki bakışların yoğunlaşması ile daha da utanmıştım. Hadi ama Jess! Utanılacak ne var sanki?

“Demek sonun da başardın ha?” dedi Richard kocaman gülümseyerek. Sanırım Bay Banner’ın çabalarından haberi vardı… Sevinmiştim.

“Evet sonun da Kralımız benimle aynı fikirde oldu…”

“Madem öyle… bende bizim gönüllülere müjdeli haberi ulaştırayım o zaman!” dediğinde nedensizce mutlu olmuştum. Demek ki Bay Banner gibileri hala vardı… Richard, Danielle’e döndü ve;

“Jane’e haber verir misin Danielle?” dedi. Kız büyük bir mutlulukla cep aynasını çıkardı ve sözü geçen gönüllüye müjdeli haberi vermek için uzaklaştı. Bakışlarımı, Danielle’in üzerinden çektiğimde tekrar buz mavisi gözlere denk geldim. Yüzü ifadesizdi ama bakışların da yoğunluk vardı. Ve bu yoğunluk kalbime hiç iyi gelmiyordu. Sanki sahibi ben değilmişim gibi, çıkıp gitmek istercesine son sürat, tüm gücü ile atıyordu. Bu iyi bir his değildi ama kötü de hissettirmiyordu. Belirsizdi ve belirsizliği pek sevmezdim. Bakışlarımı kaçırdım ve Bay Banner ile arkadaşı Richard’ın konuşmasına odaklandım.

“Siz kaydı yaptırdınız sanırım?” diye sordu Bay Banner. Richard başıyla onayladı ve;

“Evet… şimdi de önce burada bir ev alacağız sonra da Artlex ihtiyaçları için bir alışverişe çıkacağız…” dedi.

“Aslında benim başka bir işim var Richard…” Sam’in cümlesi ile hepimizin bakışı ona döndü ve benim içimde minik bir kıvılcım çaktı. Merak. Ne işi vardı ki?

Sana ne Jess! Her şeyi bilmek zorunda değilsin!

Richard kaşlarını çattı ve meraklı bir ifade ile Sam’e baktı.

“Şu… arama meselesi mi?” diye sordu ilgili bir ses tonu ile. İstemsizce daha da meraklanırken, gelecek cevabı bende bekledim.

“Evet o mesele…” dediğinde, beynimin içinde bir sürü soru, fırtınalar misali dolanıyordu. Ne araması? Birini mi arıyor? Kimi arıyor? Sevgilisi mi?

Bir dakika! Ben bunu neden sordum şimdi? Kendine gel Jess! Neyi veya kimi arıyorsa arıyor sana ne! Gerçekten utanç vericisin!

“Özel bir mesele mi?” Bay Banner, iç çatışmam ile mücadelemde bana hiç yardımcı olmuyorsunuz! Zira bu benimde sormak istediğim bir soruydu.

“Biraz...” dedi Sam durgun bir ses ile. Konu her ne ise onu baya bir yıkmış gibi duruyordu. O an ona sıkıca sarılmak, ben yanındayım demek istedim ama bunu istemem bile o an çok saçmaydı. Onu daha tanımıyordum bile!

“Anladım…” dedi Bay Banner. Ardından Richard söze girdi.

“Peki o zaman seninle sonra buluşuruz. Kişisel olanları kendin alabilirsin değil mi?” Sam gülümsedi. Çok güzel gülümsedi… Ah hadi ama Jess!

“Elbette!” dedi ve son defa bana bakıp yanımızdan ayrıldı. Gitmeseydi keşke…

“O zaman sizde kaydı yaptırın da, Artlex alışverişine birlikte çıkalım… Hatta Jessie ve Danielle beraber alışveriş yapsın… bizde seninle bir cafe de biraz vakit geçirelim. Hem sana danışmak istediğim bir konu vardı…” dediğinde, Bay Banner merakla kaşlarını çatmıştı.

“Nedir o konu?” diye sorduğunda, Richard hem beni hem de yanımıza gelen Danielle’i işaret edip;

“Özel bir konu..” demişti. Bay Banner başını sallamış ve bana dönüp;

“Hadi o zaman Jessie… Kaydını yaptıralım bir an önce.” Demişti. Başımla onayladıktan sonra, Richard ve kızı Danielle’e kısaca selam verip Bay Banner ile beraber akademinin içine girdim.

<<<

Kalenin içi de, en az dışı kadar muhteşemdi. Koridorlar, beyaz ve açık mavi tonlarında boyanmış, altın rengi detaylar ile süslenmişti. Dışarıya bakan duvarlar boydan camlarla kaplıydı ve muhteşem bir manzarası vardı. İçerisi hem ferah hem de sıcaktı. Ve yürüdükçe içime huzur doluyordu sanki…

Şimdi de, Artlex’in müdürünün odasındaydık. İçerisi, bu akademinin yegane hakimi olduğunu haykırırcasına döşenmişti. Arka da akademinin kurucusu, Orion j. Artlex’in devasa bir tablosu asılıydı. Onun etrafı ise kraliyetten gönderilmiş takdir ve yetki belgeleri ile doluydu. Masanın yanında ki duvarda ise orayı komple kaplayan bir raf ve rafı dolduran türlü kitaplarla doluydu. Onun karşı duvarında ise, bu zamana kadar gelen bütün müdür ve müdirelerin minyatür heykelleri ile doluydu. Masa da ise türlü belgeler ve kitaplar dağınık bir şekilde duruyordu. En dipte, kapıya bakan kısımda ise müdürün adı yazılıydı.

Chiristian J. Artlex – Akademi Müdürü

“Dediğim gibi Bay Artlex, Kralımızın emri ile artık gönüllülerinde Artlex eğitimi alması gerek… Bu yüzden de Jessie’yi kaydını yaptırmak için getirdim..” Bay Artlex’in safir gözleri bana döndü ve baştan aşağı süzdü. Bu beni rahatsız etse de belli etmemeye çalıştım. Pek mümkün değildi ama yine de denedim…

“Anladım Bay Banner… Eh Kralımızın emrine karşı gelemeyiz değil mi?” dedi ve gülümseyerek masanın altından kayıt defterini çıkardı. Defter kocamandı ve tahminen ejder derisi ile kaplıydı. Yapılan büyülerin kuvvetli bozulamaz olması için ya ejder kanı ya da ejder derisi kullanılırdı. Ejderhalar hem yapı hem de güç olarak fazlasıyla kuvvetli yaratıklar oldukları için yapılan büyülere de güç katarlardı. Kayıt defteri de, bir çeşit geçici bir bağlama büyüsüydü. Bir damla kan, isim ve mühür ile kaydınız bağlama büyüsü ile yapılmış oluyordu. Başta korkutucu geliyordu ama büyünün etkisi mevzun olana kadardı. O yüzden herkes rahatlıkla bu büyüyü yaptırabiliyordu. Ben de dahil. Bay Artlex defteri açtı. Aradığı sayfayı bulana kadar karıştırdı ve sonunda aradığı sayfayı bulup bakışlarını bana çevirdi.

“Kayıttan önce birkaç soru sormam lazım Queen…” gerginlikle yerimde kıpırdandığımda, gülümsemesi daha da büyümüş ve;

“Sakin ol, her öğrenciye kayıt öncesi birkaç soru sorarım. Bilgilerini öğrenmek bir nevi seviyesini ölçmek adına…” demişti. Rahat bir nefes verip ben de gülümsemiş ve başımla onaylamıştım. Pekala… okumak ve öğrenmek en büyük tutkularım arasındaydı yani… cevaplaya bilirim diye düşünüyordum. Hadi Jess! Yapabilirsin!

“Bana Ansa türlerini sayar mısın?” tamam… daha zor bekliyordum ama bu da olur. Boğazımı hafifçe temizledim ve cevap verdim.

Blauw, Cruena, Gelb, Zelena, Sivo, Lila ve Rosa..” başını salladı ve devam etti.

“Özellikleri ve yetenekleri nedir peki?”

Blauw, çoğunlukla tonu fark etmeksizin mavi gözlü ve beyaz tenli olup, suyu, karı, buzu, soğu ve eğer kanında varsa mavi ateşi kontrol edebilenlerin adıdır. Cruena, gücünün yoğunluğuna göre, koyu veya açık kırmızı göz rengi ve siyah saçlara sahip olup, ateşi, sıcaklığı ve ejderhaları kontrol edebilenlerdir. Ejder kontrolünde ustalaşırlarsa, kanatları çıkabilir. Gelb, sarı gözlü olup, güneş ışıklarını kontrol edebilenlerdir. Elementleri ateştir ve bu yüzden ateşi de kontrol edebilirler. Zelena, yeşil gözlü, beyaz tenli olup, toprak ve doğaya ait olan her şeyi kontrol edebilenlerdir. Sivo, gri gözlü olup, havayı ve hava olaylarını kontrol edenlerdir. Kanatları yoktur ama uçabilirler. Lila, mor gözlü olup ve beyaz tenli olup, zamanı kontrol edebilenlerdir. Elementleri değişkendir. Yani burcuna göredir. Rosa, pembe gözlü olup, zihin, düşünceler ve duyguları kontrol edenlerdir. Onlarında elementleri değişkendir.” Bay Artlex tekrar başını salladı.

“Türler isimlerini ve güçlerini nereden alıyor peki?” pekala, işte bu biraz zordu. Ama yine de cevaplayabilirdim. Evet. Hadi Jess… efsaneyi hatırlıyorsun!

Kadim yediden, Evren’in kardeşleri ve şimdiki Titanlar’ın atalarından. Blauw, Okyanus, Yaşam ve Ölüm’ün annesi ve suların ilk Titaniçesidir. Suların bilinen bütün Titan ve Titaniçelerinin atasıdır. Asırlar önce ortadan kaybolmuş ve bir daha görülmemiştir. Cruena, Ateş elementinin atası, aynı zamanda ilk ejderdir. Gelb, bilinen ilk ışıktır ve somut bir formu yoktur. O yüzden, kimse tarafından görülmez. Zelena, diğer adıyla doğa ana, bütün elementlerin ve yaşam kaynaklarının annesidir. İlk anne ve kardeşlerinin içinde en büyüktür. Bakıldığı zaman, içlerinde en güçlü ve kadim olan o dur. Sivo, göğün bizzat kendisidir ve Zelena’nın kocasıdır. Elementlerin babasıdır ve aynı zamanda Titan ve Titaniçelerin fiilleri ile mesuldür. Lila, zamanın Titaniçesi ve kendinden sonraki Titaniçenin yani Delta’nın atasıdır. Kendisi bizzat zamanın akışı olduğu için, somut versiyonu ile çok gözükmez. Rosa, zihinlerin ve duyguların ilk Titaniçesi, Amrahine’nin atasıdır. Hepsi güçlerini Ansalara, Doğa Ana Zelena’nın tavsiyesi ile vermiştir. Doğa Ana yedi çocuk doğurmuş ve hepsini kardeşlerine bağlamıştır. Kardeşleri de, güçlerini ölümsüzleştirmek için bu fikri seve seve kabul etmiştir.” Bay Artlex gülümsedi ve onaylarcasına başını salladı.

“Güzel… gayet bilgilisin Bayan Queen.” Dediğinde utançla gülümsedim ve teşekkür ettim. Dediğim gibi okumak ve öğrenmek hobilerim arasındaydı. Bildiğimi gizlemeyi de sevmezdim.

“Bay Winner kadar olmasa da, bilgi hazinenin geniş olduğuna eminim…” kaşlarım hafifçe çatılırken, aklımdaki soruyu, kısmen, Bay Banner dile getirmişti.

“Winner? Sam Winner mı?” Bay Artlex, Zelena mührü ve kalemi eline alırken onaylarcasına başını salladı. Adını duyduğum gibi aklıma ilk olarak buz mavisi gözleri gelmişti. Kalbim yine ritmini bozarken, elim bir kez daha göğsüme yerleşti. Sakin ol kalbimKorktuğunda bile böyle hızlı atmazsın sen!

“Açıkçası beni baya şaşırttı. Çok fazla bilinmeyen detaylara bile hakimdi… bu kadar geniş bilgiye hangi kaynaktan ulaştığını sordum ama söylemedi…” kaşları düşünceli bir ifade ile çatılırken, benim de içimde ufak bir şüphe baş göstermişti. Ama üzerinde çok durmadım. Yasa dışı bir iş yapacak birine benzemiyordu.

“Neyse…” dedi Bay Artlex, daldığı düşüncelerden hızla çıkarken. Kalem ile mührü bana uzattı ve kayıt defterini önüme bıraktı.

“İsmini yaz ve sonra mührü vur, ardından kanından bir damla mührün ortasına damlat…” dediklerini tek tek yaptım ve kanı damlattıktan sonra defterin içinde, yeşil bir ışık belirdi. Aynı anda da ben kalbimde sıkı bir düğüm hissettim. Sanki bir el tarafından kalbime, kolay kolay çözülmeyecek bir düğüm atılmıştı. Ne hissedilmeyecek kadar hafif, ne de yük olacak kadar ağırdı. Ama oradaydı işte… Şuandan itibaren seninleyim diyordu. Elimi kalbime götürdüğümde Bay Artlex bana gülümsemişti.

“İlk kaydın olduğu için garipsemen normal… Her kayıtta yani bağlama büyüsünde o düğüm atılır Bayan Queen. Varlığını hissedersin ama bunun dışında sana bir zararı olmaz. Tabi büyüyü bozmaya çalışmadığın müddetçe…” son söylediği içimi biraz ürpertse de, gülümsedim ve başımı usulca salladım. Ama sonra beni geren asıl şeyi fark ettim. Bu hissi, ilk yaşayışım değildi. Bu düğümlenme, bu gün ikinci defa olmuştu. Akademiye gelmeden kısa bir süre önce

Bay Artlex ve Bay Banner ayağa kalktığın da ben de yavaşça oturduğum koltuktan ayaklandım. Ama içimdeki gerginlik beni rahat bırakmıyordu. Bay Artlex, elini tokalaşmak için Bay Banner’a uzattığın da, ben kendimi rahatlatmakla meşguldüm. Bay Banner ile tokalaştıktan sonra elini bana uzattı ve gülümseyerek;

“Hayırlı olsun Bayan Queen..” dedi. Elini sıktım ve hafif bir tebessüm ile teşekkür ettim. Akademiden ayrıldığımız sırada ise, düğüm olayını çok düşünmemeye çalıştım. Küçük bir sanrı olmasını umuyordum…

Umarım öyledir!

<<<

Bir çarşıya hayran olacağım hiç aklıma gelmezdi. Geven caddesi, gerçekten bahsettikleri kadar büyüleyiciydi. Türlü türlü dükkanlar, kafeler ve restoranlar sıra sıra dizilmiş ve müşterilerini bekliyorlardı. Her birinde ayrı bir yoğunluk vardı ama bu ne izdihama ne de kavgaya sebep oluyordu. Ben doğduğum günden beri, Banner malikanesinin, gönüllüler katında kaldığım ve ihtiyaç alışverişi hariç çıkamadığım için bu çarşıyı sadece hayal ederdim. Ve şimdi buradaydım…

Bu çok güzel bir duyguydu!

“Israr etme Arthur! Benden Jessie’ye Artlex hediyesi bu!” Evet… Richard ve Bay Banner, yaklaşık on dakikadır, benim alışveriş masraflarımı kimin ödeyeceğini tartışıyorlardı. Keşke param olsaydı da, bu tartışmaya son verebilseydim ama gönüllülerin maaş olarak aldıkları tek şey, kalabilecek bir yerden ibaretti. Eh en azından bunu vermişlerdi.

Bay Banner’ın sıkıntıyla ofladığını duydum. Hemen ardından ise;

“Bir şartla kabul ederim Richard!” demişti.

“Nedir o şart?”

“Sizin gönüllünüzün masraflarını da ben karşılayacağım!” dediğinde kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Danielle’in bana sokulması ile hafifçe irkildim ama çaktırmamaya çalıştım.

“Bence makul bir teklif oldu… sen ne dersin?” bir süre benimle konuştuğunu anlamadığım için anlamsızca göz kırpıştırdım ve en sonunda sorabileceğim en saçma soruyu sordum.

“Kim?” sarı gözlerini bana çevirdi ve;

“Burada ikimizden başka biri mi var güzelim? Tabi ki sen!” dedi. Güzelim mi? Pekala… bunlar alışık olmadığım şeylerdi… yani şaşırmam normal. Değil mi?

“Kusura bakmayın… alışık değilim de… yani fikrimin sorulmasına falan!” dediğimde gülümsemiş ve bir elini omzuma yerleştirmişti.

“Mia’nın hizmetindeydin değil mi?” dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. Nereden anlamıştı? Yüzümdeki şaşkınlığı görünce kıkırdamış ve sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi;

“Tahmin etmesi zor değil şekerim… o cadı küçükken de ayrı bir ruh hastasıydı. Benimde az psikolojimi bozmadı şahsen!” demişti. Şaşkınlığım daha da artarken, dudaklarım da benden bağımsız bir tebessüm oluştu. Tam o sırada da, Bay Banner bana seslendi.

“Jessie!” bakışlarım anında ona döndüğünde, yüzünde zafer kazanmış gibi bir ifade vardı. Richard ise ifadesizdi. Boğazımı temizledim ve;

“Buyurun Bay Banner…” dedim. Bana tebessüm etti ve;

“Danielle ile birlikte alışverişinizi yaparken bizde, Madam Hawking’in restoranın da özel bir konu hakkında konuşacağız. Ayrıca anlaşmamızı yaptık, masraflarını Richard ödeyecek..” dedi. Benim bakışlarım mahcup bir şekilde ona döndüğünde o sadece gülümsemişti. Ve cevap vermeme fırsat kalmadan, Danielle beni kolumdan tutup;

“Tamamdır! Teşekkürler baba!” diyerek beni çarşının içine sürüklemişti. O son sürat ilerlerken ben zar zor ona yetişmeye çalışıyordum. Pekala. Anladığım ve şahit olduğum üzere, Danielle’in sosyalleşmek ile hiç bir sorunu yoktu ama bu yine de biraz fazla değil miydi? Yani tamam benim de kendisine kanım ısınmıştı ama onu kolundan tutup sürekleyecek cesaretim hala yoktu. Belki de gönüllü olduğum için öyle hissediyordum bilmiyorum. Ama tuhaf bir durumdu. Danielle duraksamadan beni sürükleyerek ilk olarak, Madam Martin isimli bir kıyafet mağazasına soktu. İçerisi kesinlikle beni aşan bir sürü kıyafetle doluydu. Her biri, birbirinden nadir kumaşlarla dikilmişti ve hepsi de pahalı olduğunu adeta haykırıyordu. Bazıları altın işlemelerle, özenle süslenmiş ve mağazanın vitrinine yerleştirilmişti. Ama bunlardan ziyade beni mutlu eden kısmı, içerisinin Blauw büyüleri ile ferahlatılmış olmasıydı. Çünkü dışarısı alev alev yanıyordu.

Mademoiselle…” Şaşkınlıkla Danielle’e baktım. Fransızca mı konuşmuştu o? Ama Fransız aksanı hiç yoktu. Fransız asıllı olamazdı… Benzemiyordu zaten. Merakıma yenik düşerek sordum.

“Siz Fransız asıllı mısınız?” bakışları tekrar bana döndü ve hafifçe kıkırdadı.

“Maalesef… İspanyol asıllıyız. Fransızca da çok bilmiyorum zaten, Sam lütfedip öğretmiyor. Ondan duyduklarımı kullanıyorum sadece…” dediğinde kaşlarım hayretle yukarı kalkmıştı. Demek, Sam Fransız asıllıydı… İstemsizce Sam’i akıcı bir şekilde Fransızca konuşurken hayal ettim. Kalbim yine ritmini bozmaya başlayınca gözlerimi kapatıp başımı hızla iki yana salladım. Cidden saçmalamaya başlamıştım artık!

Mademoiselle Bruce! Accueillir!” orta yaşlarda, siyah saçlı, mavi gözlü, uzun boylu bir kadın, Fransızca konuşarak bize doğru yaklaştığında, sadece Bruce kelimesini anlayabilmiştim. Danielle’in soyadını yani. Kadın bize gülümseyerek bakarken, Danielle’de aynı şekilde gülümsemiş ve;

“Hoş bulduk Madam!” demişti. Kadının gözleri beni es geçip, arkamda birini ararcasına uzun uzun oyalandı. Ardından aradığını bulamamış olacak ki, sorgular bir ifade ile tekrar Dainielle’e döndü.

Mösyö Winner yok mu?” diye sordu, yoğun Fransız aksanının hakim olduğu sesi ile. İçten içe yüzümü buruşturmak istesem de kendime hakim oldum.

“Maalesef Madam, onun ilgilenmesi gereken daha önemli bir işi var. O yüzden şimdilik gelemeyecek. Şuanlık ben ve arkadaşım Jessie varız…” Danielle’in son cümlesi ile afalladım. Arkadaşım mı demişti o? Benim için? Arkadaş? Gözlerim istemsizce dolarken, içimde yeşeren mutlulukla kocaman gülümsedim. Sanırım Danielle, bundan sonra benim için bambaşka birisi olacaktı.

Madam Martin tek kaşını kaldırıp beni baştan aşağı süzdü. Ardından duymaya en çok alıştığım ses tonu ile;

Arkadaş mı? Madam o bir gönüllü…” dedi. Gülümsemem yavaşça solarken, başımı yere eğdim. Eh… dünya bir kişi ile değişmiyordu.

“Hayır, o benim arkadaşım madam! Ve bir adı var! Hitap şeklinize dikkat etmenizi tavsiye ederim… Tıpkı Sam’in yanın da yaptığınız gibi…” dediğinde, gözlerim bir kez daha Danielle’i buldu. Son cümlesini bariz bir imayla söylemişti. Bu beni hem şaşırtmış hem de meraklandırmıştı. Sam’i içten içe daha da iyi tanımak istiyordum. Ayrıca… Danielle’in beni savunması da çok hoşuma gitmişti. Sanırım bu günü hayatımın, her açıdan en mutlu günü ilan ediceğim!

Gözlerim bu defa Madam Martin’e kaydığın da kadının sertçe yutkunduğunu gördüm. Bu beni daha da meraklandırırken, madam daha önceki küçümseyen ses tonunun aksine, zoraki bir sevecenlikle bana döndü ve yapmacık bir gülümseme ile;

“Az önceki tavrım için üzgünüm madam… beni affedin lütfen..” dedi. Ben gözlerimi kırpıştırırken, cevap bekleyen bu kadına öylece baka kaldım. Yani… ne diyebilirdim ki? Boğazımı temizledim ve nazik bir ses ile;

“Şey… sorun değilmadam..” dedim sadece. Cidden… özür alışık olduğum bir şey değildi. Özelliklede zorla olanı. Neyseki madam buna çok takılmadı ve tekrar Danielle’e döndü.

“Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu, yoğun Fransız aksanı olan, gergin sesi ile. Açıkçası bu gerginliğinin sebebini anlamamıştım ama tahminim, Sam’den yanaydı. Ondan sonra böyle olmuştu. Ama diğer yandan, madam onu seviyordu. Gerçi.. sevgi bazen korkuyu engellemezdi… Sanırım merakım daha da körüklenmişti.

“Artlex forması almaya geldik madam…” Danielle’in cümlesi, kadını daha da afallatsa da, bu defa hiçbir tepki vermemişti. Başını salladı ve gülümseyerek;

“Bu taraftan…” dedi. İşaret ettiği kemerli bölmeden girdik ve ortada, yerden birkaç santim yüksekte, yuvarlak bir standın olduğu, etrafı kumaşlar ve dikiş malzemeleri ile dolu bir odaya girdik. Dikim odasına gelmiştik. Az önce içeride gördüğümüz bütün kıyafetlerin ve daha fazlasının tasarlanıp dikildiği yerdi burası. İçim heyecanla dolmuştu o an. Hayatım da ilk defa bana, kendime ait bir eşyam olacaktı. Zira ömrüm, Mia’nın eski paçavraları ile geçmişti. Her konu da

“Artlex için formaları özel dikim yapıyoruz. Kraliyet ne hikmetse bu konu da oldukça hassas.. o yüzden madam ölçünüzü alabilmem için sizi şöyle alabilir miyim?” Danielle’e hitaben konuşmuş olsa bile, Danielle bana dönmüş ve;

“İlk sen aldırmak ister misin?” diye sormuştu. Gülümsedim ve küçük bir çocuk gibi hevesle başımı salladım. Bana gülümsemiş ve eliyle standı işaret etmişti. Adımlarımı bekletmeden o tarafa doğru yönlendirdim ve hızlıca standa çıktım. Danielle bana gururla bakarken, Madam bıkkın bir nefes alıp gözlerini devirmişti. Hayır… moralimi bozamazsın!

“Pelerinini çıkarman gerek…” dedi, Fransız aksanının yoğun olduğu küçümser bir ses ile. Danielle çattığı kaşları ile ona dönerken, ben üzerimdeki gönüllü pelerinini çıkardım. Elimde pelerin ile öylece beklerken Danielle elini uzatmış ve;

“Ver ben tutayım..” demişti. İlk itiraz etsem de, beni dinlememiş ve pelerini elimden almıştı. Madam bu duruma tepkisiz kalmış ve elindeki mezura ile bana doğru yaklaşmıştı. Sessiz ve hızlı bir şekilde ölçümü alırken, gözlerim onun her hareketini takip ediyordu. İstemsizce geriliyordum…

“Hazır ölçüsünü almışken Madam, günlük kıyafetlerde dikerseniz sevinirim..” Danielle’in dediği şey ile gözlerim kocaman açıldı. Hızla ona döndüğümde bana bakmıyor, delici bakışları ile Madam Martin’i süzüyordu. Bu beni daha da afallatmıştı. Madam Martin ölçümü bitirdiğinde hızla doğruldu ve Danielle’e zoraki bir gülümseme ile karşılık verdi.

“Elbette Madam… nasıl isterseniz..” Ardından Danielle, ölçüsü için standa çıktı ve onun ölçüleri de alındıktan sonra Madam Martin;

“Formalarınız ve madamın günlük kıyafetleri ile beraber ertesi gün evinize ulaşır Madam… Borcunuz toplamda 120.000 alye tuttu Madam…” dedi. Danielle başını salladı ve çantasından deri bir banka kesesi çıkardı. Kesenin içine elini daldırıp bir süre kurcaladıktan sonra, içinden tam 120.000 alye çıkardı ve Madam Martin’e uzattı. Tahminimce, elindeki kese ülkenin asillerine ait merkezi banka Confianza’dan verilmiş ejder derili alışveriş kesesiydi. Ve hiç şüphesiz ki en güvenlisiydi. Ejder derisinin etkisi malumdu ve bankanın da yüksek güvenlikleri, kendilerine ait koruma ve yanıltma büyüleri vardı. Ama dediğim gibi, asillere özeldi. Yani benim gibi gönüllülere ve alt makamlı kişilere, normal güvenlikli bir halk bankası ve ucuz derili alışveriş kesesi verilirdi. Yani evet, biz gönüllülerin formalite icabı birer banka hesabı var ama dediğim gibi, formalite icabı… İçinde ise zaten hiç para yok!

Madam Martin, parayı aldı ve bu sefer gerçek bir gülümseme ile adeta şakıdı.

“İyi günlerde kullanın Madam! Yine beklerim..” bu sefer yapmacık bir şekilde gülümseyen Danielle’di. Hızlıca;

¡No creo que me corra nunca, falso!” dedi ve beni kolumdan tutup sürükleyerek dükkandan çıkardı. Sanırım az önce İspanyolca konuşmuştu. Çünkü Madam Martin de ardımızdan afallamış bir şekilde bakıyordu. Danielle ise biz dükkandan hızla uzaklaşırken, söylenmeye devam ediyordu.

“Şey… Danielle?” dedim kısık sesimle. Bana bakmadan cevapladı.

“Efendim?” yutkundum.

“Az önce ne dedin acaba?” duraksadı. Bir süre bekledi. Ardından yürümeye devam ederken sorumu cevapladı.

“Bir daha gelmeyeceğimi söyledim…” sesi sakindi. Bu diğer soruyu sorabileceğim anlamına geliyordu.

“Gerçekten bana günlük yeni kıyafetler mi diktiriyorsun?” gülümsedi.

“Babam ödüyor…” dedi hızlıca. Derin bir nefes verdim.

“Danielle… biz daha yeni tanıştık… yani beni çok tanımıyorsun bile. Sence de bu biraz fazla olmadı mı? Yani baban sorun etmez mi?” durdu. Bu sefer bütün vücudu ile bana döndü.

“Yeni tanışmış olabiliriz ama arkadaşız ve ben arkadaşlarıma hediye almayı severim. Elbette kendi paramla olsa daha iyi ama hesabımı kullanım iznim henüz yok. Ayrıca… babam bunu sorun etseydi eğer, okul masraflarını karşılamazdı… o yüzden dert etme ve tadını çıkar!” dedi ve tekrar gülümseyip önüne döndü. Gerçekten tuhaf bir kızdı. Tuhaf ama güzel

Bu defa, ikinci dünyanın en bilinen kütüphanesi Boris Aile Mirası’na gittik. İçimde tekrar büyük bir heyecan baş göstermişti. Boris ailesinin, her ülkede en az 80 tane olan kütüphaneleri herkes tarafından bilinen bir yerdi. Özelliklede kitap aşıkları için. Yani benim gibileri için. Çünkü her tür kitaba ve kitaplarla ilgili bütün büyülere ve canlılara sahiptiler. Mesela ülkeye giriş izni olan tek dış tür, Gusano’lar…

Rivayetlere göre Gusano’lar, Titaniçe Ejix’in, bilgeliğe ve öğrenmeye olan aşkından doğmuş, yetmiş bin peri kızıydı. Boyları, iki yaşındaki bir çocuk kadardı ve tenleri de ya bebe mavisi yada bebe pembesiydi. Saçları kısa ve koyu bir mor rengindeydi. Gözleri sürekli renk değiştiriyordu ve normal canlıların üç katı hızlıydılar. Her türlü kitaba ve içindeki yazanlara sahiptiler. Tabi onları daha önce hiç görmemiştim. Bunlar sadece okuyup öğrendiğim bilgilerdi ve tabi ki de sınırlıydı. Ve şimdi onları canlı olarak görecektim!

Danielle cam kapıyı iterek açtı ve beni de peşinden sürükleyerek içeri girdi. İçerisi ise akla hayale sığmayacak cinstendi. Dışardan ortalama bir büyüklükte dursa da, içerisi yirmi dükkana daha ev sahipliği yapabilecek cinstendi. Bunun için büyülenmişti. Ve içerisi tamamen camdan yapılmıştı. Blauw büyüleri sayesinde de, adeta bir buz sarayını andırıyordu. Tabi etrafımızda olan uzun ve geniş kütüphaneleri saymazsak. Ve içlerindeki türlere ayrılmış binlerce kitabı. Ve şuan ortasın da olan beni

Ahh… galiba heyecandan öleceğim! Ya da mutluluktanikisi de olabilir.

Kitaplarım olacaktı! Bu gerçek beni öldürecekti!

Ciao Signor Boris!” artık Danielle’in farklı bir dil konuşmasına şaşırmıyordum. Büyük ihtimal İtalyanca dersleri falan görmüştü. Ya da sadece nasıl selam vereceğini biliyordu. Ben orta yaşlarda veya daha yaşlı birini beklerken, rafların arasından, beni afallatacak derece de genç ve yakışıklı biri çıkmıştı. Kahverengi dağınık saçları ve koyu yeşil gözleri ile bize ilgiyle bakıyordu. Üzerinde kot bir takım vardı ve dolgun dudakları anlık olarak hafifçe kıvrılmıştı. Ama dediğim gibi, anlık olarak…

Adımlarını bize doğru yönelttiğinde başımı hızla iki yana salladım ve bakışlarımı kitaplara odakladım. Neden gerildim ki ben şimdi?

Ciao le signore! Size nasıl yardımcı olabilirim?” ses tonu neden beni kendine bakmaya zorluyordu? Ya da bana ne oluyordu? Off Jess… gördüğün her erkekten etkilenecek misin?!

“Artlex, hazırlık sınıfı için ders kitabı alacaktık...” Danielle çantasından bir parşömen parçası çıkardı ve alınacak kitapları okumaya başladı.

Dış Türler Nelerdir? – Önemli Ansalar Ve Faliyetleri – Orakel’in Çocukları – Efsaneler Ve Kehanetler – Savunma Sanatı ve… Alpia Tarihi..” Boris onaylayan bir ses çıkardı ve ardından;

Joe!” diye bağırdığını duydum. Sonrasında, rafların arasından, parlak mavi bir ışık patladı ve içinden mavi tenli bir Gusano çıktı. Bir dakika! Gusano mu? Gözlerim büyük bir şokla açılmış, aval aval Gusano2ya bakarken, yan tarafımdan bir kıkırdama sesi işittim. Bakışlarım istemsizce sesin geldiği yöne kaydığında, Boris ile göz göze geldik. Bana gülüyordu. Şaşkınlığıma.

“Evet Bay Boris! Nasıl yardımcı olabilirim acaba?” Gusano’nun hızlı ve tiz sesiyle sorduğu sorunun ardından, Boris, bakışlarını üzerimden çekmeden cevapladı sorusunu.

“Hanımefendiler için, ikişer tane Artlex, hazırlık kitapları getirir misin?” Danielle boğazını temizledi ve;

“Şey Bay Boris… aslında üçer tane… Sam, şuan da başka bir işi olduğu için gelemedi de…” dedi. Boris kafasını onaylar şekilde salladı ve daha deminki ricasını düzeltti. Benim de o an yine aklıma Sam gelmişti. Danielle hatırlatmasaydı ben onu unutmuştum… ama o unutulacak birisi miydi? Sanmıyorum… Ben daha fazlasıyım diye adeta haykırırken, unutulacağını hiç sanmıyorum.

Tamamdır! Hemen hallediyorum…” Gusano hızlıca rafların arasına daldı ve saliselik bir hızla, elinde bir sürü kitap yığını ile tekrar geldi. Elinde ki kitapları hiç zorlanmadan taşıyordu ve bu beni hayran bırakıyordu. Biraz da imreniyordum tabi…

Her gün kıyafet yığınlarını taşımak bile belimi ağrıtıyordu. Ve Mia’nın da hiç acıması yoktu. Sırf canı istedi diye o kıyafetleri bana günde on defa yıkattırıp, ardından ütületiyordu. Ki büyük ihtimal, bu günün sonunda da aynı kader beni bekliyordu. Kızgın olduğunu da düşünürsek…

Ah.. vücudum şimdiden çökmüştü!

“Kasaya götürebilirsin Joe..” dedi Boris nazik bir ses ile. Ardından bize döndü ve;

“Başka bir şey istemediğinize emin misiniz?” diye sordu gülümseyerek. Ben bakışlarımı ona çevirmezken, Danielle sevecen bir ses ile;

“Teşekkür ederiz Bay Boris ama-“ diyordı ki duraksadı. Ben merakla ona döndüğüm de ise, sol taraftaki bir rafa, ışıldayan gözlerle baktığını gördüm. Dikkatli baktığım da, N.J. Brown’ın yazdığı, Çember serisi olduğunu fark ettim. Çember, ikinci dünyanın yegane hakimleri, Titanlar ve Ruhların içinde olduğu, asrın hanı tarafından kurulmuş bir topluluktu. Tabi ki gözlerden uzaktı. Biz sadece var olduklarını bilirdik o kadar. Sanırım Danielle’in onlara inancı ve hayranlığı büyüktü. Kitaplara ışıldayan gözler ve açık bir ağızla bakmasının başka bir açılaması yoksa eğer.

“Oradaki… Çember serisi mi?” dedi kısık ve hayran bir ses ile. Boris’in bakışları, Danielle’in işaret ettiği yere doğru kaydı ve onaylayarak başını salladı. Danielle hızla oraya doğru ilerlediğin de, Boris ile baş başa kalmıştım. Ve bu beni daha da germişti. Özelliklede onun bakışlarını üzerimde hissederken.

“Siz de başka bir kitap ister misiniz signora?” dediğinde zorla da olsa bakışlarım ona çevirdim. Bakışlarında anlayamadığım bir yoğunluk vardı. Sertçe yutkundum.

“Hayır teşekkür ederim…” dedim güçlükle çıkardığım sesim ile. Bana doğru bir adım attığın da ben de aynı şekilde bir adım gerilemiş ve gerginlikle ona bakmıştım. Amacı neydi bilmiyordum… ama beni artık rahatsız etmeye başlamıştı. Hızla yanından geçip, Danielle’e ulaştım ve omzuna hafifçe dokunup, ilgisini kendi üzerime çektim. Sarı gözleri şaşkınlıkla bana döndüğünde nazikçe gülümsedim ve;

“Ben dışarıda bekliyorum…” dedim. Afallayarak başını salladı ve ben de daha fazla uzatmadan dükkandan dışarı çıktım. Gözlerden uzak bir köşeye geçip derin bir nefes aldım ve iki elimi kullanarak kendimi yelledim. Belki de fazla abarttım, belki de sadece samimi olmaya çalışıyordu… ama elimde değildi işte. Beni korkutmuştu. Bana babamı hatırlatmıştı. Her gün annemin üzerine giden babamı…

Ve bu hiçte iyi hissettirmiyordu.

Tekrar derin bir nefes aldım ve bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Gözlerim mavinin tonlarını taşıyan gökyüzünde uzun uzun oyalanırken, devasa pamukları andıran bulutlar, bana büyükannemi ve onun anlattığı hikayeleri hatırlatmıştı. İstemsizce gülümsedim.

“Bulutlar, gökyüzünün gözleridir Jess..” demişti, rahatsız yatakta uzanıp, uyumak için savaş veren altı yaşındaki bana. O günüm yine Mia’nın zorbalıkları ve zulümleri ile geçmişti. Yorulmuştum ve açtım ama yememe kimse izin vermemişti. Vücudumdaki yaralarda fazlası ile acıdığı için uyuyamıyordum. Sessizce ağladığım o sırada da, büyükannem odaya, elinde bir bardak sıcak süt ile girmiş ve saçlarımı okşayarak bana teselli vermişti. Ben sütü içtikten sonra da bu sözü söylemiş ve ardından da her zaman hayran kaldığım o hikayelerinden birini anlatmaya başlamıştı. “Rivayete göre güzel kızım, gökyüzü, gök ana, iki dünyanın da asıl annesiydi… ikisini de eşit bir şekilde sever, aynı anda gözetir ve sahip çıkardı… “ saçlarımı yavaşça okşamaya devam etti. Ben bu defa gözlerimi zar zor açık tutmaya çalışırken, o da hikayesine devam etti. “Sisli, yumuşak bakan gözleri, bizim yeryüzünden izlediğimiz bulutlardı ve o gözler hem çocuklarını hem de bizleri her daim seyir ediyordu… ve bil ki güzel kızım… ne zaman o bulutlar kararırsa, gök ana bir şeye sinirlenmiş demektir… ve ne zaman yağmur tüm şiddeti ile yağarsa, o zaman gök ana hem çok üzgündür hem de çok fazla öfkelidir…” ve o gece de şiddetli bir fırtına vardı. Cama çarpan damlaları ve hışırdayan yaprak seslerini hiç unutmamıştım.

Tıpkı naif ve bilgeli, pamuk yürekli büyükannem gibi..

<<<

Avcıların tesisine ulaştığında, Sam aklını hala toparlayamamıştı. Düşüncelerini bir araya getirmeye çalıştığı her an, aklına, Artlex’te gördüğü kız geliyordu ve bu onun bütün çabasını, yıkım güllesi gibi dağıtıyordu. Bundan hoşlanmamıştı. O kızda tanıdık bir şeyler vardı ama ne olduğunu anlayamıyordu. Ve Sam anlayamadığı şeylerden hoşlanmazdı. Sıkıntılı bir nefes verdi ve tesisten içeri girdi. Etraftaki, işçi arılar misali vızır vızır çalışan avcılar ona göz ucuyla bakmış ve daha fazla oyalanmadan işlerine tekrar odaklanmışlardı. Bu tablo onu güldürmüştü. Eh… onun ardından değişen çok şey vardı. Adımlarını, daha önce gittiği odaya doğru yönlendirdiğinde, elinde birkaç parşömen yığını ile odaya ilerleyen, ondan yaşça büyük ama buradaki çevresine nazaran genç, siyah saçlı zayıf bir çocuk gördü. Dikkatli bakınca çocuğu tanımıştı. Geçen geldiğinde onunla ilgilenen, albayın çaylağı Fred Carson’dı. Adımlarını hızlandırdı ve odaya girmeden önce ona yetişti.

“Bay Carson!” Fred başını parşömenlerden kaldırdı ve sesin sahibine baktığında, onu anında tanıdı. Yüzünde beliren gülümseme ile Sam, bu katilin yakalanmasın da ne kadar hevesli olduklarını bir kez daha anlamıştı. Onları suçlayamazdı. Çünkü o da bu konuda fazlası ile hevesliydi. Yoluna çıkan engelleri sevmezdi.

“Bay Winner! Hoş geldiniz, Albay Rogers’da sizi bekliyordu. Buyurun geçelim isterseniz…” Sam sadece başını salladı ve Fred’in önderliğinde, albayın odasına girdiler. Fred yavaşça odaya girdiğin de, Sam de onu takip etmiş ve daha önce geldiği ofise kısaca göz gezdirip Fred’e yetişmişti. Albay başını hala uğraştığı evraklardan kaldırmamıştı.

“Albay…” diye yavaşça seslendi Fred. Ama Albay yine başını kaldırmamıştı. İşine fazlası ile odaklanmış gibi bir hali vardı.

“Önemli değilse eğer sonra gel Fred…” dedi hızlıca. Sam yan bir gülüş sergiledi. Dışardan izlemek ne kadar da eğlenceliydi böyle… O’nu şimdi daha iyi anlıyordu. Fred, tedirgin bir ses ile devam etmişti.

“Şey… Albay aslında önemli… yani Bay Winner-“ Albay hızla başını kaldırdı ve Fred’in arkasında dikilen Sam ile afalladı. Hızla ayağa kalktı ve;

“Bay Winner… hoş geldiniz!” dedi elini uzatarak. Sam elini sıktı ve başını hafifçe eğerek;

“Hoş bulduk Albay…” diye karşılık verdi. Albay, oturmasını işaret ederek, kendi koltuğuna yerleşti ve Fred’e dönüp;

“Bize içecek bir şeyler getirir misin Fred?” dedi. Sam sesini çıkarmadı. Albayın heyecan yaptığını görebiliyordu. Bozmak istememişti. Fred başıyla onayladı ve elindekileri albayın masasına bırakıp odadan çıktı. İkisi oda da yalnız kaldıklarında ise, önce kısa bir sessizlik olmuş ardından da albay boğazını temizleyip, söze ilk olarak girmişti.

“Evet Bay Winner, benimle konuşmak istediğiniz konu nedir?” Sam başını salladı ve arkasındaki cinayet panosuna kısa bir bakış attı.

İçimden bir ses, benim şahsi meselemden ziyade, cinayet hakkında gerçekleşecek konuşmalarımız ile daha çok ilgilendiğinizi söylüyor Albay…” dediğinde Albay bir anlığına afallamış ve sonrasında da hafifçe yutkunup;

“İç sesinizin haklı olduğunu reddetmeyeceğim..” demişti. Kabul, Sam’in bu kadar açık sözlü olmasını da, iyi bir gözlemci olmasını da beklemiyordu. Bakalım onu daha ne kadar şaşırtacaktı. Sam hafifçe gülümsedi ve bakışları tekrar cinayet panosunu bulurken söze girdi.

“Panoya bir daha bakın albay… özellikle de cinayet fotoğraflarına ve aralarındaki tarihlere… bir şeylerin tanıdık geleceğine eminim…” albayın kaşları hafifçe çatılırken, bakışları cinayet panosuna yöneldi. Cinayet fotoğraflarını uzun uzun inceledi, aralarındaki tarihlere göz gezdirdi ama ona başarısızlığından başka hiçbir şey sunmadı. Bu onu bir kez daha sinirlendirirken, tekrar Sam’in sesini duydu.

“Olmadı mı? Tamam… o zaman şöyle yapalım…” dedi Sam, sandalyesini, panonun olduğu tarafa doğru çevirerek. Albay, Sam’in her hareketini izlerken, Sam eliyle panoyu işaret etmiş ve;

İlk cinayete bakın albay… ne görüyorsunuz?” demişti yumuşak bir ses ile. Albay, ilk cinayete baktı. Bir kadın ve bir erkek vardı. İkisine de eski kıyafetler giydirilmişti. Gözleri açıktı ve doğal olarak boş bakıyordu. Kadının elinde, kanlı bir bıçak vardı. Amaçladığı şeyi yerine getirememiş gibi zayıf ve korkuyla tutuyordu, yani… tutturulmuştu. Adamın ise göğsünde derin bir yara vardı. Kan oluk oluk akıyordu ve gözlerine sahte birer gözyaşı eklenmişti. Kadının, bıçağı tutan eline yapışmıştı. Sanki bir ihanetin ortaya çıkması gibiydi…

“İhanet…”diye mırıldandı albay, hafif şaşkın bir ses ile. Sam devam etti.

“Peki neyin ihaneti?” Albay duraksadı. Düşündü ve tahminini söyledi.

Aşk… evlilik?” Sam etkilenmiş gibi başını salladı. “Kısmen…” dediğinde albay ona döndü. Anlamamış gibi kaşlarını çattı.

Tam olarak ne olduğunu anlatır mısınız Bay Winner?” dedi sabırsız bir ses ile. “Sabırlı olun albay… sizi oyalamak gibi bir niyetim yok.” Dedi Sam sakin ve düz bir ses ile. Albay yerinde rahatsızca kıpırdandı ve onaylayarak başını salladı. Sam tekrar panoyu işaret etti. “Şimdi… küçük iken size anlatılan efsaneleri de gözden geçirerek, fotoğrafa tekrar bakın albay…” albay ikisi arasındaki alakayı anlamasa da dediğini yaptı ve annesinden dinlediği tüm efsaneleri hatırlamaya çalışarak resme tekrar baktı. Ardından, bir efsane aklına düştü ve resimdeki anlamı o an fark etti. Hızla yerinden doğrulduğun da, Sam hafifçe kıkırdamıştı. Eğlendiğini reddetmiyordu.

“Sanırım buldunuz albay…” dedi eğlenen bir ses ile. Albay ona döndü. Bakışları pano ile Sam’in arasında gidip geliyordu. Bir yanı çocuğu takdir ediyor bir yanı ise böylesine basit bir detayı fark edemediği için kendini suçluyordu. Resim yani cinayet, bariz bir şekilde Işık’ın ihanetini anlatıyordu. Ve o bunu anlayamamıştı. Sam ona göstermese, büyük ihtimal hala anlayamayacaktı. Kendine kızmaması için hiçbir sebep yoktu. Ve Sam’e içten içe hayran olmaya başlamıştı. Han aşkına! Çocuk Artlex’e bile bu yıl başlayacaktı ama onun bir yıldır çözemediği şeyi çözmüştü. Kendinden utanıyordu.

“Sen…” dedi eli yavaşça panoya doğru yükselirken. “Bunu… resimleri görür görmez mi anladın?” Sam kaşlarını kaldırdı ve omzunu silkti.

“Görür görmez diyemem…” dedi Sam düşünceli bir ses ile. Albayın onu süzmesi, rahatsız edici olsa da, belli etmemiş ve devam etmişti. “Birkaç saniye incelemem gerekti tabi..” dediğinde albay gözlerini kırpıştırdı. Karşısında resmen, doğal bir yetenek ve bir dahi vardı. Bunu kullanmalıydı

Bakışları tekrar panoya yöneldi. “Peki…” dedi hayranlığını gizleyemediği bir ses ile. “Kaçırdığım başka bir detay var mı?” Sam arkasına yaslandı ve sağ kaşını hafifçe kaşırken;

Cinayet aralıkları albay….” Dedi. Albay kaşlarını çattı. “İyi de… cinayetler arasında düzenli bir aralık yok!” dedi sıkıntılı bir ses ile. “İlki ile ikincisi arasın da bir gün var sadece…” dediğinde Sam derin bir nefes alıp gözlerini kapatmıştı. Albaydan daha iyi bir performans bekliyordu. “Dikkatli olun albay… ihanetten sonra ne oldu?” Albay duraksadı. Efsaneyi kısaca içinden tekrarladı ve Sam’in istediği cevabı verdi. “Ying ve Yang doğdu…” Sam pozisyonunu hiç bozmadan devam etti. “Peki ne zaman oldu?” albay yeni yeni aydınlanmış gibiydi. “Bir gün sonra…” Sam gözlerini açtı ve tüm ciddiyeti ile albaya baktı. “Kraliçeler… ne zaman seçiliyor?”

“Beş yıl sonra…”

“İkinci cinayet ile üçüncü arasında ne kadar vakit var?” albay panoya baktı. “Beş gün…” dedi yavaşça. Sam tek kaşını hafifçe kaldırdı ve beklentiyle ona baktı. Albay sonunda anlamış olacak ki, gözlerinde büyük bir parıltıyla Sam’e döndü. Sam gözlerini devirmemek için zor duruyordu. Evet… albay onu gerçekten hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama şimdilik bir önemi yoktu tabi… Bulması gereken bir kaybı vardı!

“Yani… yıllar yerine günleri kullanarak, efsaneleri kendince, yeniden canlandırıyor…” Sam ifadesizce albayın olayı çözmesini izlerken, içeceklerin nerede kaldığını merak ediyordu. Boğazı kurumuştu.

“Bu durumda sonraki cinayet… “ Sam sonunda dayanamamış olacaktı ki, sakin bir şekilde;

İki gün sonra…”diye tamamladı albayın sözünü. Albayın bakışları ona döndüğünde, ne tepki vereceğini bilemiyordu. Uzun bir sessizlik çöktü odaya. İkisi de konuşmadı. Albay şokunu atlatmaya çalışırken, Sam onu sessizce izledi. Boğazı ise hala kuruydu ve bu onu rahatsız ediyordu. Tam o sırada kapı çaldı ve albay hafifçe irkilerek düşüncelerinden sıyrıldı.

“Gel..” dedi düz sesi ile. Kapı yavaşça açıldı ve Fred elinde tepsiyle içeri girdi. Tepsideki bir bardak su Sam’i gülümsetmişti.

Mükemmel…

“İçecekleri getirdim albay..” dedi Fred uyuşuk bir ses ile. Albay başını sallamış ve yerine tekrar otururken, Fred’in içecekleri dağıtmasını izlemişti. Sam’in suyu mutlulukla almasını biraz garipsese bile çaktırmamış ve çayından bir yudum alıp söze girmişti.

“O zaman Bay Winner… benim ilgilendiğim kısmı çözdüysek eğer…” Sam aldığı yudumu yarıda bırakıp ona baktı. Albay devam etti. “Sizin… şahsi meselenizle ilgilenebiliriz…” Sam bardağı bıraktı ve hafifçe gülümsedi.

Memnun olurum albay..” dediğinde sesinde anlayamadığı bir ton vardı. Bu onu rahatsız etse de çaktırmamaya özen gösterdi.

“O zaman… size nasıl yardımcı olabilirim Bay Winner?” Sam duraksadı. Bakışları donuklaştı ve sıkıntılı bir nefesin ardından albayın sorusunu cevapladı.

Kız kardeşimi bulmanızı istiyorum albay… üç yıldır aradığım kız kardeşimi bulmanızı istiyorum…”

Loading...
0%