32. Bölüm

-31-

Mizginsain98
mizginsain98

Merhabalar. mutlu yıllar dilerim...

.....................

.......................

.............................

 

 

Sen bilsen yeter...

Ölüyorum.

 

Karakoldan çıktığında bir an afallamıştı. Levent’inde bu akşam kahvede olacağını hatırlamıştı. Bunun üzerine birkaç dakika araçların yanında konuşmuşlar. Ne yapacaklarına bir türlü karar verememişlerdi.

"Hayır salak olmasan bir numara falan alırdın." Hilale bulduğu her fırsatta hakaret eden Arslan bu anı kaçırmamıştı.

"Bak yemin ederim zaten gerginim. Senide bir gererim, buradan merkeze kadar araçsız gidersin."

"Ya tamam. Yeter artık. Nöbetçi asker sesleniyor." İsmail herkesin dikkatini bahçedeki kapının tarafına çevirdiğinde, nöbetçilerin yanındaki küçük çocuk onlara el sallamıştı.

"Bu velet kim?" Muhammed kıstığı gözlerle çocuğu süzerken Hilal göz devirmişti.

"Hayranım. Ağayla sevgili olduğumdan beri hayranlarım oldu. İmza falan istiyorlar." Hepsi göz devirdiğinde sinirle soludu. "Kim olacak geri zekâlı gidip öğrenmedikten sonra nasıl bileceksin." Yaslandığı araçtan doğrulup hepsi birlikte kapıya ilerlemişti.

"Kimsin la velet?" Soru arkalardan gelmişti. Hepsi konuşan Yalçına döndüklerinde onun sırıtan yüz ifadesiyle karşılaşmışlardı.

"Öküz insan. Davar, insan gibi konuşsana." Yıldırım Yalçının koluna sinirle yumruk atarken çocuğa gülümseyerek yaklaştı. "Ne oldu lan velet?" Bu kez onunda gülümseyerek aynı hareketi yapması Arslan ve Hilalin bağırmasına neden olmuştu.

"Ulan iki tane eşek gibi adamsınız. Ama geri zekâlı gibi davranıyorsunuz." Arslan sinirle onları azarlarken Hilal çocuğun yanında eğilmiş onunla aynı boya gelmeye çalışmıştı.

"Selam yakışıklı. Neden geldin?" Küçük çocuğun göz devirerek omuz silkmesi hepsini şaşkınlığa uğratmıştı.

"Ben senin yakışıklın değilim. Çok konuşuyorsunuz siz." Hepsinin birbirlerinde dolanan şaşkınlıkla açılan gözleri İsmail konuştuktan sonra kahkaha atmaları yüzünden kısılmıştı.

"Velede bak hemen çözdü bizi." Yüksek sesle kahkaha attıkları için çocuğun kulaklarını kapatmasına sebep olmuşlardı.

"Yeter... Susun" Onun çığlık atarak konuşması hepsinin sesini kesmişti. "Amcam dedi zaten dikkat et." Hilal ne ara çöktüğü yerden kalktığını bilmese de tekrar çocuğun önünde aynı hizada çöktü.

"Tamam susalım ama sende bize ismini ve neden geldiğini söyle artık."

"Sussaydınız zaten söyleyecektim." Yıldırım çocuğa ilerlerken Nurullah ona kollarını dolamış hareket etmesini engellemişti.

"Lan saçmalama çocukla çocuk mu olacaksın?"

"Velede bak laf sokup duruyor. Geniş gördü herhalde deliği soktukça sokuyor." Yıldırım sinirle çocuğa bakarak konuşurken Dudak büzen çocuk onu daha fazla sinirlendirmekten başka bir işe yaramamıştı.

"Hilal kim?" Kadın önünde çöktüğü çocuğun gözlerinin önünde parmağını kaldırdı. "Sen misin o?" Dudaklarını büzen çocuk omuz silkmiş konuşmaya devam etmişti. "Amcam dedi ki: Git o komutan kadınla konuş gelsin artık. Akşam ağamızla konuşacağız. Kahvenin arkasında kalan çardağın orada seni bekliyorlar." Çocuk onların bir şey demesine fırsat vermeden hızla dönmüş koşarak uzaklaşmıştı.

"Ben bu veledi bir daha gördüğümde bir silkeyim ya." Yıldırım çocuğun arkasından öfkeyle söylenmeye devam ederken Hilal göz devirmişti.

"Salak salak konuşma. Küçücük çocukla baş edemedin ya hemen silkeceksin." Sinirle adama söylense de bakışları yerde takılı kalmıştı. "Neden kahvenin arkası? Neden çardak?" Onun mırıltıyla söylenmesini hepsi duymuştu.

"Bir şeyden şüphelendin." Arslan onun kolunu tutup bakışlarını yerden kaldırmasına sebep olmuştu.

"Evet. Kalabalık bir yer yerine bir çardak ve belki de kapalı, tek çıkışı olan küçük bir yer." Hepsi ciddiyetle kadının etrafında toplanırken, Arslan dudak büzerek onlardan uzaklaştı.

“Ben abimle yani Binbaşı ile konuşmaya gidiyorum.” Göz deviren kadını gördüğünde ona öfkeyle baktı. “Ne lan ne? Gidelim istersen yem atılmış kafese kendi ayaklarımızla girelim istersen.” Tekrar göz deviren kadına hızla yaklaştı. “Anlat geri zekalı nasıl bir planın var?” Onun gitmeden onu hemen anlayarak geri gelmesi kadını mutlu etmişti.

“Şimdi canımım Yüzbaşıcım. Ufacık bir fikrim var.” Aralarından birkaçının göz devirdiğini görse bile konuşmaya devam etti. “Şimdi zaten hep beraber gideceğiz. Yani planım şu beni bekliyorlar zaten ben önden gideyim telefonu açacağım ve birinizle iletişimde olacağım. Baktık bir sorun var yakında olduğunuz için yardıma gelirsiniz. Onlarca kişiyle nereye gidiyoruz? Hem dikkat çekeriz hem de karakolu savunmasız bırakırız.” Hepsinin düşünmesine sebep olunca mantıklı konuştuğuna karar vermişti. Eğer zaten dediği şeyler saçma olsaydı düşünme zahmetine girmeden ona hakaret ederlerdi. Bu kez onları düşündürdüğü için gururlanmıştı.

“Bunun için yolda daha ayrıntılı konuşuruz. Ama sen ne olursa olsun şikâyet ettiğini duymayayım. Yelek giyeceksin. Nurullah koş getir.” Emir alan Nurullah koşarak mühimmat odasına giderken Hilal göz devirmişti.

“Sana giy desek kıyameti koparırdın. Ama söz konusu zavallı Hilal olunca yağdır emrini paşam yağdır. Elime düştüğünde ben seni göreceğim.” Göz deviren adam onu daha fazla öfkelendirse de daha fazla konuşmadı. Kendine hâkim olmak için hızla yanlarından uzaklaşmış koşarak giden çocuğun gittiği yöne bakmıştı. “Ulan yine nasıl bir bokun içindeyim acaba?” Nurullah’ın ona uzattığı yeleği eline alıp araca ilerledi. “E prensesler gidelim mi? Yoksa beş çayınız bitmedi mi hala?” Neden bu kadar sert bir şekilde bağırdığını bilmese de buna en fazla etkisi olan şeyin elindeki yelek olduğundan emindi. Onu tutmak bile nefesini daraltmaya yetmişti.

“Bağırma çingene geldik.” Arslan en yakında olan araca ilerlerken aklına gelenle dönüp hepsine bakmıştı. “Ulan sikeyim böyle işi altı kişi aynı araçta mı olacağız?” Hilal aracına ilerlerken Arslan’ın dediği şeyleri duymuş ve keyifle ona hitaben bağırmıştı.

“Sen seversin Arslancım. Olmadı kucak kucağa oturun anca sığarsınız. Malumun altı tane öküzsünüz.” Dişlerinin beyazlığını göstererek adamı sinir edecek derece sırıtıyordu.

“Kızım bak git. Yemin ederim gün yüzü görmeyen götümle döverim seni.”

“Aa kıyamam aç bahçede arada, o zaman hava da alır. Gün yüzü de görür. Götünün içinde kalmasın. Malum sonra şişer bir tarafın. Gerçi daha ne kadar şişecekse, maşallah.” Koşarak araca bindiğinde onun aracına yaklaşan adamı görmüştü. Camını açıp el sallamıştı. “Hadi selametle. Girişte görüşürüz.” Arslan giderek ona yaklaşmıştı. Sesini kısarak son kelimelerini söylemiş ardından gaza yüklenmişti. “O koca götlü Yüzbaşım. Aman dikkat, lazım o bize.” Aracın sesini bile bastıran bir çığlık duymuştu. “Kuduruk…” Hızını kesmeden aracı gideceği yere kadar sürdü. Arada ona yetişen aracın selektör yapmasına korna çalarak karşılık vermişti. Sonunda köye yaklaştıklarında aralarına daha fazla mesafe koymuşlardı. Hilal onlardan birkaç dakika daha erken gelmişti. Telefonunu çıkarıp son aramalarda ki kişiyi aramıştı. Saniyeler sonra açılan telefondan ilk duyduğu gevşek bir ağızla edilen hitaptı.

“Buyurun komutanım…” Muhammed üzerinde olmayan üniformanın verdiği rahatlıkla konuşuyordu ki. Yanında ki Arslan’dan aldığı ters bakış onu kendine getirmişti. “Emredin Yüzbaşım?” Sesi olması gerektiği tonda çıktığında telefonun diğer ucunda ki kadın gülümsedi.

“Ben geldim. Telefonu kapatma, içeri giriyorum.” Onay beklemeden cebine koyduğu telefonla ilerlemişti.

“Komutanım? Hay Allah’ım ya. Yüzbaşım benim şarjım yok ki. Beni neden aradı?” Arslan duyduğu şeyden sonra sinirle kapatmıştı gözlerini. “Vallahi söylemeye fırsat vermedi. Ben sizi arar sandım. En fazla beş dakika sonra kapanır bu telefon.” Muhammed’in kurduğu her kelime sonrası daha sert nefes alan Arslan başını kaldırıp ‘sabır’ diledi.

“Ulan ben size ne diyeyim artık? Hızlı ol sende Nurullah. Hemen varalım yakınlarda olalım. Ses duyacak yakınlıkta olmamız bile yeterli.” Aracı daha hızlı sürmeye başlayan Nurullah gaza yüklendikçe arkadan kulağının dibinde hatim indiren adam yüzünden iyice gerilmişti.

“Ulan Yalçın defol git dibimden. Bak sanki ölüme gidiyoruz. Ne yapıyorsun lan?”

“Ne yapayım lan? Senin sürdüğün araç ölüm makinesi gibi. Sen niye direksiyona geçtiysen.” Dediği şeyler Nurullah’ı mutlu etse bile daha fazla konuşmadılar şu an konu onlar değildi. Şu an tek konuları onları beklemeden ne olacağını bile bilmedikleri bir yere giden kadına yetişmekti.

“Selamın aleyküm.” Telefondan gelen ses kadının çardağa girdiğinin işareti olmuştu. Çok geçmeden konuma gelen araç durmadan kapılar açılmıştı. Arslan herkesi çardağın etrafını saracak şekilde dağıttı. Hepsi en ufak bir işaret ve ses beklerken Arslan yanında duran Muhammed ile telefonu dinlemeye devam ediyordu. “Sağ olun çay alırım.” Hilal sorulan soruya en kolay olacak şeyin yanıtını vermişti.

“Nasılsınız Komutan Hanım?” Arslan göz devirmişti. Her an kapanacak bir telefonla bir şeyler duymaya çalışıyorlardı. Ve bu insanlar oyalanıp duruyordu. Konunun tam olarak nasıl ilerleyeceğini bilse daha rahat hissedecekti. Ama hala bir adım atılmamıştı ve telefonun şarjı gibi sabrının tükendiğini hissediyordu.

“İyiyim sizler nasılsınız?” Adamın sakin cevabını duymuştu.

“Bizlerde iyiyiz. Malum seni çağırdık ağamız için. Kıymetlimizdir o bizim.” Arslan rahat bir nefes alırken konunun sadece ağaya olan sevgiden dolayı bir uyarı olacağına emin olmuştu. “Bilirsin anası ve babası yoktur.” Telefon kapanmıştı. Daha fazla bir şey duymamışlardı. Arslan öfkeyle, telefonu tutarken ona gülümseyen adama baktı.

“Şarja neden takmıyorsun sen bu lanet şeyi?”

“Valla komutanım çocuklarla bir akım denedik. Öyle uğraşırken şarj bitti aniden çıkınca hiç takamadım.” Ona gözlerini deviren Arslan sakin kalmaya çalıştı. İçeride neler olduğunu bilmiyordu. Zorlukla bir nefes alsa bile zorlanıyordu. Tüm askerlerinde göz gezdirince kendi içinde hissettiği kötü hissin aynısını onların gözlerinde görüyordu. Hepsi korkuyordu aynı onun gibi. Dakikalar geçiyordu ve duydukları hiçbir şey olmadığı gibi çardağa giren ya da çıkan kimse de yoktu.

-PAM-

Duyulan hepsinin telaşa kapılmasına neden olurken çardaktan koşarak çıkan üç kişi sonrası hepsi telaşa kapılmıştı.

“Muhammed, Nurullah, İsmail ve Yalçın koşanların peşinden gidin.” Arslan vücudunda ki tüm kanın çekildiğini hissediyordu. Az önce duyduğu şey kesinlikle bir silah sesiydi. Yanına gelen Yıldırım onun ağır adımlarla ilerlediğini fark edince korkuyla koşarak ilerlemiş çardağa girmişti.

“SİKTİR… HAYIR LAN HAYIR…” Arslan zorlukla çardağa girdiğinde kalbinin durduğu hissetmişti. Yıldırım telefonuna sarılırken Arslan yerde kanlar içinde yatan kadına yaklaştı. Gözleri kapalıydı. Arkadan bağıran Yıldırımı arka planda duyarken kulaklarına baskı yapan şeyin ne olduğunun bilmiyordu.

“HİLAL…” Ses alamamıştı. Zorlukla yutkunup tekrar seslendi. “Hilal yüzbaşı hemen cevap ver.” Ne dediğinin bile farkında değildi. “HİLAL…” Ses alamıyordu. Ona cevap verecek kadın şu an derin bir uykuya dalmıştı.

“Yüzbaşım ambulans ne zaman gelir bilmiyorum. Biz götürelim.” Yıldırımın teklifi kulaklarına yapan baskıyı yok etmişti.

“Hemen. Hemen gidelim.” Yerde yatan kadını hızla kollarına almıştı. Kollarının arasında ki beden de hissettiği ilk şey kadının çelik yeleği giymemiş olmasıydı. Öfkeyle kapanan gözlerinden hissettiği acı yüzünden birkaç damla yaş akmıştı.

“Çocuklara sonra haber vereceğim. Binbaşıyı aradım. Ekip yolluyor ve kendisi de geliyor.” Adam başını sallasa bile Yıldırım’ın dediği hiçbir şeyi anlamamıştı. Kolların aldığı kadınla beraber koşarken etrafta ki insanların hayret dolu bakışlarını birkaç saniye görmüştü.

“Aracı getir hemen. Hilal sol cebine koyuyor hep anahtarı.” Yıldırım hızla kadının cebinden çıkardığı anahtarla ters yöne park edilmiş aracı çevirmişti. Araçtan inip ikisinin binmesine yardım ettikten sonra hızla aracı sürmeye devam etmişti.

“Arslan… Hainler…” Gözlerinin beyazı görünen kadın zorlukla konuştuğunda Arslan onu sakinleştirmek için saçlarını okşamaya başlamıştı.

“Şşşhh sakin ol. Lütfen sus ve kendini yorma.” Zaten konuşmakta zorlanan kadın bu teklifi bir lütuf olarak kabul etmişti. “Yıldırım daha hızlı.” Başını çevirdiğinde kadının gözleri tekrar kapanmıştı. “Daha hızlı oğlum daha hızlı. Bu kızı da kaybedemem.” Yıldırım sınırlarını zorlarken merkezde olmanın verdiği rahatlıkla hastaneye hızla varmışlardı. Acil kapısına vardığında hızla araçtan inen Yıldırım sedye için bağırmıştı. Arslan’ın olduğu kapıyı açıp onların inmesine yardım ederken hastane içinden çıkanlar hızla yaralı kadını sedyeye yatırmış ve aynı hızla hastane koridorunda ilerlemeye başlamışlardı. Onların ardında kalan ikili ne yapacaklarını bilememişlerdi. Birbirlerinin yüzüne bakarken Yıldırım’ın çalan telefonu onları kendine getirmişti.

“Alo?”

“Neredesiniz? Hilal yüzbaşı açmıyor telefonunu.” Nurullah’ın sitemli sesi onu beyninden vurulmuşa çevirmişti. Kimseye söylememişlerdi.

“Hastanedeyiz.”

“Neden? Kim vurulmuş?” Nurullah sakin bir şekilde sorduğu sorunun ardından aldığı cevapla telefonu aniden kapatmıştı.

“Hilal Yüzbaşı vuruldu.” Suratına kapanan telefona diyecek hiçbir şeyi yoktu. Dakikalar sonra hepsinin burada olacaklarını biliyordu.

“Komutan?” Yanına gelen adama baktı.

“Seni tanıyorum. Ama ismin nedir?” Yanına yaklaşan adama bakan Arslan hala ne yapacağını bilmiyordu. Üstü başı kan içindeydi. Ellerini kaldıracak dermanı yoktu.

“Kado derler bana. Levent ağamızın yanındayım.” İkinci duyduğu isim adamın gözlerinin öfkeyle dönmesine neden olmuştu.

“Ağan ellerimde geberecek.” Kado duyduğu şeyden sonra ne diyeceğini bilememişti. Şaşkınlıkla karşısında ki komutana yaklaşıp soru sorarcasına baktı. “Onun yüzünden Hilal vuruldu.” Duyduğu şeyden sonra gözleri korkuyla açılan Kado başını olumsuzlukla sallıyordu.

“Ağam bunu öğrenirse ölür.”

“Ölsün ya da ölmesin. Benim ellerimde ölecek. O kıza bir şey olursa ağan mezarını hazır etsin.” Kado konuşan adamı daha fazla dinlemedi. Koşarak oradan uzaklaşırken ağasına ulaşmaya çalışıyordu. Ama telefon açılmıyordu sonuna kadar çalan telefonu defalarca arasa bile açılmamıştı. Koşmayı bırakıp rehberden bulduğu ilk ev çalışanını aradı.

“Ağam evde midir?”

“Yok kahveye gitti. Telefonunu evde bırakıyor bilirsin. Çalışma odasından sesi geliyor sen mi ararsın?” Mırıltısının sebebi küfürleriydi. Daha fazla konuşma olmadan telefonu kapatıp koşmaya tekrar başlarken yolu karıştırıp durduğunu fark etti. Durduğunda derin bir nefes alıp kahvede olabilecek ilk kişiyi aradı. Çok geçmeden telefon açılmıştı. Aradığı kişi ağanın hala gelmediğini söylediğinde bu kez daha büyük bir küfür etmişti.

“Ulan istemesem günde elli kere neredeyim diye beni arayan adama ulaşamıyorum. Delireceğim.” Tekrar bu kez daha sakin olmaya çalışarak tekrar koşmaya başladı. Kahvenin duvarlarını dakikalar sonra gördüğünde haberi ağasına nasıl vereceğini bilmediği için durdu. “Ben bunu ağama nasıl derim?” Gözleri etrafta dönse bile aklına hiçbir fikir gelmiyordu. Ve dakikalardır aynı yerde duruyordu. Bu haberi adama geç verdiği her dakika kendisi için kötülük yaptığının farkındaydı. Ne diyeceğine hala karar vermemiş olsa da her şeyi akışına bırakarak tekrar koşmaya devam etti.

Vardığında beklemeden kapıdan girdi. Ağası tüm köylülerle oturmuş önünde ki dosyadan çıkardığı her şeyi okuyordu. Daha yeni geldiğini anlamıştı. Ama geldiği gibi gitmesi gerektiğini ona söylemesi gerekiyordu.

“Ağam…” Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki herkes hemen ona dönmüştü. Levent oturduğu sandalyeden kalkmış ona seslenen adama çattığı kaşlarıyla bakıyordu. Onun bir şey demesine fırsat vermeden aynı tonda ve yüksek sesle tekrar bağırdı. “Yüzbaşı vurulmuş.” Levent’in sendelediğini gördü ona koştu.

“Hilal mi?” Başını sallayan adamı gören Levent gözlerinin karardığını hissettiğin de önünde ki masaya tutundu. “Hilal mi?” Tekrar sordu. Cevap almadan hemen sonra tekrar ve tekrar sordu. Her seferinde sallanan bir kafa gördü. Dolan gözlerine lanetler etti. Hilali vurulmuştu ve yapabildiği tek şey ağlamaktı. İstese bile tutamadı kendini. Koca koca adamların ortasında kalmıştı. Tutamadı kendini acıyla ağladı. Karaağaç köyünün ağası Levent Şahin Koru ilk kez herkesin gözü önünde ağladı. Sevdiği kadın için ulu orta ağladı. Haykıra haykıra ağladı. Çektiği acıdan çok kadının çektiği acı için ağladı. Hilali vurulmuştu. Hilali acı çekmişti ve çekiyordu. Ona seslenen adamı duysa bile ona tepki veremiyordu. Aklı sadece tek kişideydi. Telefonunu çıkardı. Hala inanmıyordu. En son konuştuğu isme ulaşmak için isminin üzerine bastı. Ama sonsuz gibi gelen sürede o telefona karşılık alamadı. Gözyaşları ona her dakika daha fazla zorluk çıkarsa da umursamadı ağlamaya devam ederken akan her yaşının kendi yolunu bulduğundan habersiz o kişiyi defalarca aradı. Ama hiçbir şekilde bir cevap alamadı. “Açmıyor ki.” Zorlukla nefes alırken arada dediği kelime yanında omzunu tutan adamın acıyla yüzünü buruşturmasına neden olmuştu.

“Ağam… Hastanede.” Başını sallayan adam ona bakmak istemiyordu. “Gidelim mi?” Az önce olumsuzca başını sallayan adam bu kez düşürdüğü omuzlarıyla her şeyi kabullenmiş gibi sadece bir kere salladı başını. Kado hızla hareket edip onu kolundan çekiştirerek aracına doğru götürdü. Adamın hale tepkisiz olduğunu fark ettiğinde cebinden çıkardığı anahtarı alıp adamı ön koltuğa oturtup kendisi de hızla şoför koltuğuna geçmişti. “Ağam gidene kadar biraz kendinize gelin.” Adamın başını sağa sola salladığını fark ettiğinde derin bir nefes alıp hızla geri bıraktı. “Komutanlardan biri sizi suçlu görüyor. Yine de hemen oraya gidelim mi?” Kaşlarını çatan adama bakıp dudaklarını buruşturdu. “Sizin yüzünüzden olduğunun söyledi.” Mümkünmüş gibi kaşları daha fazla çatılan adam onunla konuşan adama baktı sonunda.

“Beni mi?” Başını sallayan adama omuz silkti. “Umurumda değil. Karımın yanında olmalıyım.” Kado adamın kullandığı hitap yüzünden şaşırsa bile susup aracı çalıştırdı. Koştuğu yolları hızla araçla dakikalar içinde gelmişti. Levent araç durduğu gibi araçtan inmişti. Yüzünde hala kurumayan yaşlarla ilerlemiş bahçede duran askerlere yaklaşmıştı. “Hilal?” Hepsi ona dönerken çoğunun gözünde nefret görmüştü. Yanına yaklaşan Muhammed acıyarak bakan kişilerden biriydi. “Hilal nasıl?” Başını sallayan Muhammed onu kolundan tutup diğerlerinin yanından uzaklaştırdı.

“Önce biraz uzaklaşalım bizimkiler seni şu an görmese daha iyi.” Umursamasa bile burası kavga ve tartışma için uygun bir yer olmadığına karar vermiş susup adamı takip etmişti. Aracına yaklaşıp hala kolunu tutan adama dikti meraklı ve korku dolu bakışlarını. “Hilal hakkında hala bilgi verilmedi. Vuruldu. Köylüler tarafından olabilir. Bizde tam olarak bilmiyoruz olaylar biraz karışık. Ama onu vuran ve kaçan kişiler yakalandı şu an karakolda sorgudalar zaten.” Başını sallayan adama daha fazla verecek bilgisi yoktu. “Bizimkiler şu an sizi görmezse daha iyi.” Kaşlarını çatan adama bunu demek istemese bile emir almıştı.

“Bu imkânsız onun yanından ayrılmam. O benim.” Omuz silken Muhammed ikna etmek için uğraşacak halde değildi. Kavga etmeleri belki daha iyidir diye düşünüp başını sallayıp geldiği yere geri ilerledi. Levent yanına gelen adama dönüp hırıltılı sesiyle konuştu.

“Kado gerekirse evimi sat. Ama bunun arkasında kim varsa bana hemen bul. En geç yarına kadar onun boynuna dolanmalı ellerim.” Başını sallayan adam kısa bir konuşma sonrası aracı alıp uzaklaşmıştı hastaneden. Levent bahçede oturanlara bakıp onlara hak verse bile onu dinlemeden yargılamaları onu sinirlendirmişti. Emin adımlarla ilerleyip hastaneye girdi. “Hemşire?” Yanından geçen kadına seslendiğinde ona dönmesiyle hiç beklemeden konuştu. “Buraya gelen vurulmuş asker kadın. Nerede ve durumu nasıl?” Dudak büzen kadın eliyle koridorun sonunu işaret etmişti.

“Doktorumuz odada onunla konuşun isterseniz. Ama iyi bir şeyler diyeceğini sanmam.”

“O ne demek?” Kadına doğru bağırdığında koridorda ki herkes onlara dönmüştü.

“Çok kan kaybetmiş. Doktorla konuşmanız daha iyi. Size daha fazla bilgi verecektir.” Öfkeyle gözlerini kapatan adam hızlı adımlarla işaret edilen odaya ilerledi. Kapıya bir kere sert bir şekilde vurmuştu. İçeriden aldığı onayla beklemeden hızla kapını kolunu indirip içeri girmiş kapıyı da aynı hızla kapatmıştı.

“Buyurun?” Doktorun sorduğu soruya hemen cevap vermişti.

“Bugün gelen Yüzbaşı kadın?” Kaşlarını çatan doktor soru sormaya hazır halde konuştu.

“Kimsiniz?” Doktorun masasının önünde dururken derin bir nefes aldı.

“Sevgilisiyim. Benim köyümde olan karakolda görev yapıyor kendisi.” Başını sallayan adam cevap vermek için acele etmedi.

“Peki neden geldiniz?” Sabırla derin bir nefes alan Levent sakin olmaya çalıştı.

“Durumu nasıl?” Dudaklarını sıkan doktor masaya doğru eğildi.

“Pek iyi olduğu söylenemez. Darp edilmiş hem de dakikalar içinde ciddi bir şekilde. Üzerinde kullanılan cismin biz metal olduğunu düşünüyoruz. Ama yarası daha ağır tabi ki. Bize bir mermi dendi ama sırtından ve göğüs kafesinin altından olmak üzere iki adet mermi çıkarıldı. Kan kaybından söz etmeme gerek yoktur. Hızlı şekilde mermileri çıkarıp temizledik. Ama daha bitmeyen testleri var.” Her duyduğu adamın canını yaksa bile derin bir nefes alıp adamın konuşmasını kesmemeye çalıştı.

“Ne gerekiyor?”

“Sizden bir şey gerekmiyor. Aslında göğsünde ki yara fark edildiği için ilk yardım oldukça iyi olmuş. Ama sırtında kürek kemiğinin altına denk gelen için aynı şeyi söylemek imkânsız. Tek iyi düşünmemizi sağlayan şey sol değil de sağ kürek kemiğine denk gelmesi. Aynı mermi sol taraftan edilseydi ki. Büyük ihtimal hedef oydu. Yüzbaşı çoktan ölmüştü.” Aklı iyice karışan Levent yüzünü sıvazlarken doktorun yüzüne baka kaldı. “Şimdilik diyecek başka bir şey yok. İyi olacağına inanıyoruz.” Başını sallayıp odanın içinde dolandı.

“Görme şansım var mı?”

“Maalesef.” Doktora bakışında hem öfke vardı hem de çaresizlik. Daha fazla konuşmadı. Konuşmaya hali de yoktu zaten.

“Peki teşekkür ederim.” Daha fazla durmadan odadan çıktı. Dışarıda bekleyen askerlerle konuşmak istese bile bundan vazgeçti. Sızlayan burnunun hemen ardından tekrar gözleri dolmuştu. “Canın çok yanmış sevgilim.” Nereye ilerlediğini bile bilmese de durmadan adım atmaya devam etti. Önüne geldiği kapıdan çıktığında kendini küçük bir bahçede bulmuştu. Hava tamamen kararmıştı. Yürüdüğü süre boyunca kendini tutmuştu. Bahçede sadece kendisinin olduğunu fark ettiğinde göz yaşları bir saniye daha beklemedi. Elleri başının etrafına dolanırken sesine hâkim olamadı. Hayatında belki de ilk kez sesli bir şekilde bağırarak ağlıyordu. Zorlukla nefes almaya çalışırken dizlerinin üstüne düştü. “Canına kurban olduğum kadının canını yakmışlar.” O kadar zavallı bir ses çıkmıştı ki ondan yanında biri olsa bile duyamazdı.

Dakikalarca orada dizlerinin üstünde kaldı. Kimse onu aramadı. Nasıl diye bakmadı. Kimse onu ve sevdiği için çektiği acıyı umursamadı. Ama o kadının çektiği acı için yedi köyü yakacak haldeydi.

&&&

“Gidecek mi?” Levent’in sesi koridorda yankılandığında herkes ona dönmüştü. Arslan sinirle nefes alsa bile oturduğu yerden doğrulmadı. Binbaşından aldığı kesin emir yüzünden Levent’e bir adım bile yaklaşma şansı yoktu. Bunun öfkesini her şeyi yetiştiren Muhammed’den sonra çıkarmak için aklında tuttu.

“Gitmek zorunda. İstanbul’a gidecek oradan Antalya’ya sevk edilecek. İyileştiği zaman gelme şansı var.”

“Şansı var mı? Bu demek oluyor ki. Gelmeyebilir.” Öfkeyle sağ gözünü sıvazlarken, oturanlara baktı. “Gideceğini söylüyor.”

“Gitmeli çünkü. Daha iyi bir tedavi ve iyileşme süreci için gitmeli.” Nurullah olmaması için ne kadar dua etse de buna mecburlardı.

“Levent, susmalısın doktor bunu söyledi.” Yıldırım sakinlikle konuştu. İçi ne kadar savaş alanı gibi olsa bile sakin kalmak için elinden geleni yapıyordu.

“Tamam. Bende gideceğim onunla.” İlk göz deviren Arslan olmuştu. İlk kez konuşmak için oturduğu yerden kalkıp adama yaklaştı.

“Bak bana sikik beyinli. Zaten seni öldürmemek için zor duruyorum. Benim ayarlarımla daha fazla oynama. O gidiyor, sen kalıyorsun. Burada bokları temizlemek için burada kalacaksın.” Hala neden hedef olduğunu bilmese bile, susup onlara sırtını döndü.

“O giderse ben…” Bu kez Yalçın öfkeyle oturduğu yerden kalkmıştı. Ona kimse engel olmadı. Levent’i yakasından tuttuğunda hepsi sadece izledi.

“O giderse sadece kendisini senin gibi bir pislikten kurtarmış olur. Şimdi o boktan ağzını kapat. Sana fikrini soran da olmadı zaten. Gidecek ve isterse gelecek. Ama ümitlenme. Sizin hikayeniz bu kadardı. Ailesi ile birleştiği andan itibaren o kadının dönüşü yok.” Levent yakalarına dolanan ellere baktı. O kadar sıkı ve öfkeyle kavranmıştı ki kurtulmak için boğuşmaları şarttı. Bu durumdayken o şekilde bir fiziksel temasa girişmek istemiyordu.

“Kavga edecek miyiz?” Yalçın duyduğu soru karşısında afallasa bile bu birkaç saniye sürdü. “Etmeyeceksek. Yakalarımı bırakta gideyim. Bunu yapan şerefsizleri bulup, karımın peşinden gideceğim.” Bakışları saniyeler sonra bırakılan yakasına kaydı. “İstediğiniz kadar beni suçlayın. Neden suçlandığımı bile bilmiyorken sizinle kavga edecek değilim. Ama bunun sorumlularının boynunu kırdıktan sonra tekrar görüşelim askerler.” Daha fazla konuşmadı. Sesi sonlara doğru öfkeyle yükselmişti. Konuşmaya devam ederse öfkesi yüzünden birine zarar verecek haldeydi üstelik. Acısı bir yana bunların yaptıkları bir yanaydı üstelik.

Telefonunu çıkardığında ilk aradığı kişiden almayı umduğu bilgileri alamamıştı. Hastanenin bahçesine çıktığı anda ardından bağıran Muhammed’e döndü.

“Bekle konuşmalıyız.” Başını sallayıp onun yaklaşması için bekledi. O yanına vardıktan sonra koşerlerden birinde boş duran banka oturdular.

“Ne konuşacağız?” Yanında oturan adamın sıkıntıyla aldığı nefesi hissetti. “Muhammed ne oldu?”

“Sana anlatmam yanlış ama senin yalancı olmadığını biliyorum. Çektiğin acının farkındayım. Hilal yüzbaşının vurulmasından neden sorumlu tutulduğunu bilmen lazım.” Başını hevesle sallayan Levent ses çıkarmadan onun devam etmesini bekledi. “Bugün olan her şey senin yüzündendi. Seni korumak isteyen sözde birkaç köylün karakola gelip yüzbaşı ile tartışmıştı. O ise başına daha fazla bela almak istemedi ve onlarla buluşmak için söz vererek onları gönderdi. Tabi hiçbirinden senin haberin olmamalıydı, Öyle bir şart koymuş bu gelenler.” Kaşları çatılan levent sinirle kıpıdandı yerinde. “Aslında bunlardan bizimde haberimiz yoktu. Kendisi onlarla buluşmak için tek başına gizli bir şekilde gidecekti neyse ki yakalandı ve bizde onunla gittik. Ama birkaç aksilik yüzünden ona yetişemedik.” Levent onun söyleyecek başka bir şeyi olmadığını anlayınca bu kez konuştu.

“Ne alaka ya? Bunu hiçbir köylüm yapmaz ki. Neden benden gizledi ona anlatırdım.” Yerinden öfkeyle kalktı.

“Şartları buydu zaten.”

“Ne şartı Allah aşkına. Resmen oynamışlar bu kadar açık bir şeyi nasıl görmez ve siz göremezsiniz. Tuzak olduğu bu kadar belliyken nasıl gidersiniz? Nasıl onu tek bıraktınız?”

“Bize hesap soracak kişi sen değilsin Ağa.”

“Değilim biliyorum. Ama durup bir düşünün. Bu yaptığınız resmen bir intihar. Ve sonucunda acı çeken benim kadınım.” Sert konuşuyordu. Sesinin tonuna dikkat etmiyordu. Karşıdan üzerine öfkeyle gelen Arslan’ı gördüğünde yüzüne de aynı hızla bir yumruk inmişti.

“Kimsin lan sen şerefsiz.” Geri sendeleyip banka düşen Levent kendine gelemeden Arslan onu yakalarından tutup sarsmaya başlamıştı. “Sana kim bizi yargılama hakkı verdi lan?” Bir kolunu tekrar kaldırıp Levent’in sol yanağına yeni bir yumruk daha atmıştı.

“Komutanım uzaklaşmanız lazım.” Muhammed omuzlarından çekse bile kazık gibi sert duran adamı hareket ettirememişti.

“Siktiğiminin efendisi birde bizi yargılıyor.” Muhammed yanına gelen güvenlik sayesinde Arslan’ı geri çekerken düştüğü banktan kalkan Levent ona öfkeyle baktı.

“Bu siktiğinin adamı o kadını tek başına sokmazdı öyle bir yere. Beynin çalışmıyor madem çalışana sor.” Hastanenin bahçesinde birbirlerinin üzerine yürürlerken aralarına giren herkes onların öfkesinden nasibini alıyordu.

“Sende var mı şerefsiz herif?”

“O piçleri bulup boyunlarını kırdığımda anlarsın.” Sinirle duyduğu şeye gülen Arslan koluna yapışan Muhammed’e öfkeyle baktı.

“Biz bulduk o piçleri merak etme.” Bu kez Levent onun tavrına güldü.

“Bulduğun o asalak tetikçiler sana istediğin şeyi verecek mi sanıyorsun?” Öfkeyle nefes alan Arslan konuşmadı. “Biraz mantıklı düşün Yüzbaşı. Köpekler konuşur mu?” Sinirle solumaya devam eden Arslan istemese bile ona hak vermeye başlıyordu.

“Kapa çeneni.” Başka diyecek bir şeyi yoktu. Dün olanlardan beri ne düşündüğünü bile bilmiyordu. Sabah olmuştu ama onlar hala dündeydi. Dün sabah yedikleri yemek ve uyudukları uykuyla durmuşlardı. Ve içinde en başından beri Levent’i suçlayan ses onun mantıklı düşünmesini engellemişti.

“Akıllı olmamız lazım Yüzbaşı. Birleşmemiz lazım.” Artık birbirlerinin üstüne atlamadıkları için herkes onları serbest bırakmış yanlarından ayrılmıştı. “Bunu asıl yaptıranları bulmalıyız.” Başını sallayan Arslan bu adamın kendisiyle aynı durumda olduğundan emindi. Ama kendisinden daha mantıklı konuşması onu içten içe yaralamıştı.

“Haklısın. Acım yüzünden öfkemle sana saldırdım. Ama benden daha dirayetli olman takdire değer.” Omuz silken adam karşısında ki ikiliye yaklaştı.

“İnanın bana. Çektiğim acıyı tarif edecek gücüm de kelimem de yok. Ama şimdi peşini bırakırsam onlar her kimse bir daha asla bulamam.” Ona hak verdiler.

“Şimdi ağa git ve kendine gel. Dünden beri ne yemek yedik ne dinlendik. Karanlık çökmeden burada buluşalım.” Levent başını sallayıp başka bir şey söylemeden oradan ayrıldı. Dün getirilen aracına bindiğinde gideceği yeri elbette biliyordu. Hızla ama dikkatle sürdü. Gün bitmeden her şeyi öğrenme niyetindeydi. Dinlenmek biran bile aklına gelmemişti. Arslan dediği halde o fikri anında silmişti. Karakola yaklaşınca aracını ilerde bırakıp hızlı adımlarla ismini yazdırıp içeri girdi. Bunu her seferinde yapsa bile bu kez acelesi yüzünden sinir olmuştu bunu yapmaya.

“Kolay gelsin. Binbaşı Metin ile konuşmam lazım.” Adam cebinden çıkardığı telsizle ilerleyip köşede konuşmuş birkaç dakika sonra geri gelmişti.

“Sizi kapıdan alacakmış.” Başını sallayıp selam veren Levent hızla ilerlemişti. Birkaç adım sonra kapıda beliren adamı görmüştü. Daha fazla hızlanıp koşar adım ona ulaştı.

“İyi günler Komutan.” Başını sallayan Binbaşı uzatılan eli tutup sıktı.

“Seni daha beklemiyordum.” Rahatsız bir yarım gülüş atıp başını salladı.

“Bana kalsa kapının önünden ayrılmam ama ne görmeme izin veriyorlar ne başka bir şey.”

“Biliyorum Arslan ile konuştum. Eve gittiğini söylediler bana gerçi.” Koridorda durmuşlardı. Etrafta kimse yoktu.

“Gidemem. Bu yapılanı ortaya çıkarmadan yemek yemeyi geçtim su içemem.” Başını onu onaylamadığını belli ederek sallayan Metin Binbaşı adam bir şey söylemek istediğinde onun acı dolu tebessümü yüzünden susmuştu. “Yanlış yapıyorum elbette farkındayım. Ama beni anlayın Binbaşı. O uğruna kurban olacağım kadın… O kadar çok acı çekmiş ki.” Sesinin titrediğini fark edince sustu.

“Sorgu hala devam ediyor. Bunun için geldin değil mi?” Başını sallayan adama anlayışla bakıp onunla beraber sorgu odası olarak kullandıkları odaya ilerlediler.

“Dünden beri hala devam mı ediyorsunuz?” Başını sıkıntıyla sallarken derin bir alan Binbaşı ona kısa bir bakış attı.

“Lanet olası şerefsizler konuşmuyorlar. Aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar.” Kaşları çatılan Levent ona sorgulayıcı bir bakış attı.

“Neyi tekrar edip duruyorlar?” Ona bakmayan adama sorduğu soru saniyeler geçse bile cevaplanmadı.

“Neyse söylemem en iyisi. Hilale yaptıkları her şeyi ayrıntılı olarak anlatıp duruyorlar başka bir şey yok.” Dişleri birbirine geçen adam kayan gözbebeklerini, sinirle genişleyen burnunu hissetmişti.

“Duymam lazım.” Yüzünü buruşturan Binbaşı birkaç saniye düşündükten sonra dakikalardır önünde durdukları kapıyı açtı. İçeriye ilk Levent girmiş ardından gelen Metin Binbaşı kapıyı kapattık adamın yanında durdu.

“Yine mi?” Oda da duran kişi dünden beri aynı kişiyi görmekten sıkılmış gibi göz devirdi. Onun bu hareketi arkasında duran askerin onu saçlarından tutup önünde ki masaya kafasını geçirmesi sayesinde bozulmuştu.

“O gözlerini götüne sokarım.” Asker lafını bitirdikten sonra elini doladığı saçlardan çekip, komutanına selam verdi.

“Sen çık asker.” Tekrar selam verip çıktı odadan. “İşte dediklerine göre sorumlu olan köpek bu. Her şey için aranan başları.” Başını sallayan Levent adamın yüzünden oluşan morluklardan bile bu adamın bu köyden olmadığını anlamıştı.

“Bu adam bu köyde yaşamıyor.” Başını onu onaylayarak sallayan Binbaşı köşede ki çekmeceli masanın üstünde ki dosyayı aldı.

“Bu piçler zaten Türk bile değil.” Dosyaya bakması için ona uzattı. “Kayıtları ülkede yok. Doğrusu üzerlerinde kimlikte yok. Kaçak göçmen olduklarını savunuyorlar. Ama nereden geldiklerini ne hikmetse onlarda bilmiyor ve bu yaptıkları onlar için bir oyunmuş.” Duyduğu son cümle yüzünden başını hızla baktığı dosyadan kaldıran Levent. Önce Binbaşına ardından onları izleyip göz deviren adama baktı.

“Oyun mu?” Başını öfkeyle salladı Komutan.

“Bu şerefsiz çok konuşuyor ama dediği şeylerin çoğu bomboş şeyler. Laf kalabalığı yapıp oyalanıyor sadece. Yediği dayaktan da pek keyif alıyor yedi ceddini siktiğim.” Başını sallayan Levent zaten böyle olacağını biliyordu.

“Telefon çıktı mı üstlerinden?”

“Evet ama yakalanınca yok etmek için önce yere atmış ardından telefonu kurşunlamış piç.” Masada oturan adamın kahkahası ikisinin de dikkatini o yöne çevirmelerine neden olmuştu.

“Ya bak cidden size söyleyecek kadar aptal değilim. Ama bak yeni biri gelmiş baştan başlayayım mı?” Onların cevap vermelerini bekledi. Ama ikisinden de ses almayınca gülümseyerek konuşmaya devam etti. “Bak insanları kandırmak çok kolaydır. Hele bir insan korkuyorsa. Sizin askeriniz de korkuyordu. Neden bilmem ama bu karakolun önüne geldiğim de onunla ilk konuştuğumda bunu hemen anladım. Korkan biri her zaman en kolay lokmadır. Bu oyunun hilesi, zayıfı hedef al oyunu kazan. O çardağa geldiğinde çok özgüvenliydi anlam veremedim ama pekte umursamadım. Çay ikram ettik seve seve kabul etti. Ama içmedi saygısız kadın işte. Ne yapalım kızdırdı bizi. Normalde kemikleri kırılana kadar dövme niyetimiz yoktu. Vurup gidecektik ama yetmedi bize.” Öne doğru eğilip yeni gelen adama dikti gözlerini. “İnşaat demirini bilir misin?” Öfkeyle gözleri kapanan Levent cevap vermedi. “Heh işte onunla yaptık.” Gözleri açılan Levent. Başını önce komutana çevirdi o omuz silkip odadan çıktı. Levent ona minnetle bakmıştı. Adama döndüğünde onun sırıtarak ona baktığını gördü.

“Şimdi o demiri sana sokup sokup çıkaracağım. Parmaklarını tek tek kırıp götüne sokacağım. Ölmek ne demek sana her saniye hissettireceğim. Senden isim almak gibi bir niyetim yok. Ben zaten kimin yaptığını öğrendim. Ama sen öleceksin.” Bildiği hakkında yalan söylese bile dediği diğer her kelimeden emindi. Kollarını sıvazlarken Adama yaklaşmıştı. Hiç beklemedi kafasını iki eliyle kavrayıp önünde ki masaya defalarca vurdu. O kadar öfkeyle vuruyordu ki. İçinde ki öfke daha da harlanıyordu. “Ulan kerhane dölü senin buradan sadece cenazen çıkacak.” Adamın kafasını bıraktığında masanın her yerine kan bulaşmıştı bile. Zorlukla kafasını sabitleyen adam gözlerini Levent’e dikerken onun öfkeli yüzüne kahkaha atmıştı. Yüzü gerilen Levent kapıyı açıp ona uzatılan levyeyi aldı. “Bununla idare edeceksin artık.” Arkada bağlı ellerine vurmaya başlarken adam çığlık atmaya başlamıştı. “Acıyor mu orospu çocuğu? Hah? Sikini bile bununla dümdüz edeceğim bekle sen.” Durmadan adamın her santimine levyeyle vurdu. Yorulmadı. Vurdukça iyi hissediyordu. Kadınının ne halde olduğunu bilmiyordu. Görseydi belkide bu adamı çoktan öldürmüştü.

Akşama kadar, Arslan’ın buluşmak için söylediği vakte kadar o odada kaldı Levent. Kimse gitmedi yanına. Kapıya bile vurmadılar. Karakolda tek tek üç adamın acı dolu çığlıkları yankılandı. İlk başta küstah kahkahaları duyulan adamlar Levent işine başlayınca acıyla bağırıp yardım için çığlık atmışlardı. İşleri olmayan tüm askerler kantinde oturmuş sigara içerken hastaneden de haber bekliyordu. Bir köşede oturan Binbaşı Metin ve Onbaşı Mustafa sıkıntıyla oturmuş bekliyorlardı. Albay karakolda değildi. Bu Levent için bir şans olmuştu. Bu sayede Binbaşı ona bu şansı vermişti. Sesler kesildikten birkaç dakika sonra Levent kantin kapısında belirmişti. Binbaşı ve Onbaşı ağır hareketlerle doğrulmuştu. Levent onların yanına geldiğinde hala derin nefesler alıyordu.

“Ortalık biraz kirlendi. Kusura bakmayın.” Başını sallayan ikili ona oturması için boş sandalyeyi göstermişti. Kolunda ki saate baktığında daha vaktinin olduğuna karar verip oturdu. Bu halde hastaneye gitmeyi bırakmış yola çıkmak bile istemiyordu. Önüne bırakılan çay için tepki vermedi. İçeride ki adamın dediği aklına gelince önündeki çaya öfkeyle baktı. Binbaşı fark ettiğinde çayı almaları için işaret vermişti.

“Herkes hala her şeyi bilmiyor.” Başını sallayan Levent bu kez önüne bırakılan bir bardak suyu tek seferde içti. “Nasılsın?” Başını sağa sola sallayan adam bardağı masaya bıraktı.

“Bok gibi. İçimde öfke dinmiyor. Çünkü buna asıl sebep olanlara da aynısını yapmazsam asla rahat edemem.” Kantinde ki herkes başını sallarken bu kez Onbaşı konuştu.

“Yüzbaşı Hilal gerçekten buradan gidecek mi?” Levent ona öfkeyle baktı ama aradan onu çıkarıp dövmek istiyordu ama sonra derin bir nefes alıp bıraktı. “Ekibi burada o orada olursa ne olur tahmin bile etmek istemiyorum.” Arkadan gelen bir kıkırtı herkesi o yöne çevirmişti.

“Bizi burada yerler ki. Hilal komutanım onları dize getiriyordu. O burada olmazsa biz bittik.” Birkaç kıkırtı ve gülümseme daha oluşurken Levent dolan gözlerini başını sallayarak yok etmeye çalıştı.

“Gelmeme ihtimali yüksekmiş.” Söylediği şey hepsini susturmuştu. “Mümkün mü?” Binbaşı başını eğip adama bakmadı.

“Mümkün. Hilalin babası zaten onun asker olmasına karşıydı bu bahane ile tüm ilişiği kesilebilir. Hatta zorla emekli bile edilebilir.” Başını geriye atan Levent ne yapacağına saniyeler içinde karar vermişti.

“O zaman her şey çözülünce yanına gitmem lazım. Onu bırakamam.” Başını sallayan Binbaşı onun kararlığından etkilense bile başka tepki vermemişti. “Şimdi hastaneye gideceğim. Lütfen bir şey öğrenirseniz bana haber verin.” Başını sallayan komutana selam verip çıktı karakoldan. Aracına yaklaştığında yanında duran kadını gördüğünde bir küfür mırıldanmıştı.

“Ağam. Komutan nasıl?” Kaşlarını çatan adam ona soru dolu gözleriyle baktı.

“Sana kim söyledi Nihal?” Tüm köyün bildiğini bile bilmiyordu.

“Herkes biliyor.” Dedi kadın hafif bir tınıyla. Bu adamı öfkelendirmişti. Bu onu neden öfkelendirmişti kendisinin de bir fikri yoktu.

“İyi. Yarın taburcu olacak.” Karşısında ki kadının yükselen kaşlarını gördüğünde tüm gün içinde olan kötü his biranda anlam kazanmıştı. “Neden şaşırdın?” Kadın hafifçe gülümsedi.

“Şaşırmadım. Sadece durumu çok kötü dediler. Nasıl hemen yarın taburcu oluyor?” Ona birkaç adımla daha fazla yaklaşan Levent öfkeli gözlerini kadının yüzüne dikti.

“Kim dedi?”

“Köylüler…” Başını ona inanmadığını belli edecek şekilde salladı.

“Bunun altından umarım ablan çıkmaz. Ya da sen.” Başını hızla sallamaya başlayan kadın onu inkâr etti.

“Ne demek biz? Neden bunu yapalım?” Öfkeyle boyunu kütleten Levent ona bakmak bile istemiyordu ama her hareketine bakmak zorundaydı.

“Sence Nihal? Seninle evlenmem için yapılan onca şey. Ablanın neler yaptığı belli bile değil.” Omuz silken kadın adamdan uzaklaştı.

“Yıldırım nerede?” Hızla kaşları çatılan Levent ona bakarken dudakları hissettiği bulantıyla seğirmişti. “Telefonlarımı açmıyor.” Onunla daha fazla muhatap olmamak için hızla aracına binip uzaklaştı oradan. Aklı ya ona oyun oynuyordu. Ya da düşünceleri ilk kez bu kadar mantıklı davranıyordu.

“Ya gerçekten altından yengem çıkarsa? Onu elimden kim kurtaracak?” Öfkeyle söylenmeye devam ederken aracıda sınırında kullanıyordu. “Hilal’im. Haziran zambağım. Kokunu nasıl özledim.” Onu hayal ederken hastaneye vardığını bile fark etmemişti. Bahçede onu bekleyen ekibi gördüğünde araçtan inmiş başı ile kısa bir selam vermişti.

“Karakola gitmişsin?” Arslan hemen sorusunu yöneltirken Levent ona bakıp göz devirdi.

“Evet.” Başını sallayan adam ona yaklaştı.

“Eline sağlık. Orada değildim yoksa o piçlerde kırılmadık kemik kalmamıştı.” Başını sallayan Levent bu tarz konuşmalara maruz kalmak istemiyordu. Planları ne ise o lanet şeye hemen başlamak niyetindeydi.

“Başlayalım mı?” Etrafındakiler başını sallarken o ekibe baktığında derin bir nefes almıştı. Hilal gidiyor ve bu adamlarla kalıyordu. Sızlayan burnunu ovalayıp başını salladı. “Hilali görmeme izin verirler mi?” Yalçın yaklaştı adama.

“Bir kişi izni verdi doktor. Bu şansı sana bıraktık.” Onlara sıktığı dudaklarıyla hafifçe gülümseyip minnetini gösterdi.

“Gidiyorum o zaman.” Başını sallayan ekibe baktıktan sonra hastaneye ilerlemişti.

………………

………………………..

……………………………

Bölüm : 31.12.2024 19:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...