Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.BÖLÜM: ESİR OLMAK.

@mk.meraal

1.BÖLÜM: ESİR OLMAK.

Sınıfın kapısını yavaşça açtım. Elimde tuttuğum kitaplarla birlikte içeri girdim. Sabahın erken saatleriydi; güneş henüz tam olarak doğmamıştı ama sınıfa dolan loş ışık, dersin başlayacağının habercisiydi. Sınıfta, sıraların üzerine eğilmiş birkaç öğrenci fısıldaşıyordu. Birkaç tanesi, pencerenin kenarına oturmuş, dışarıya dalmıştı. O an, her şey ne kadar huzurlu görünüyordu. Savaşın fırtınası bu sınıfa ulaşmamış gibiydi, en azından şimdilik.

Sıramın yanındaki sandalyeye oturdum. Derin bir nefes aldım ve gözlerimle öğrencilerimi taradım. Hepsi de masum, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Kim bilir, onların akıllarında neler dönüyordu? Acaba, savaşı hissedebiliyorlar mıydı? Ya da belki sadece sıradan bir günde, sıradan bir ders bekliyorlardı. Oysa, dünyanın ağırlığı omuzlarımdaydı.

İçimde büyüyen bir korku vardı, her geçen gün biraz daha büyüyen. Savaşın kapımıza dayanmakta olduğunu hissediyordum. Sınıfta oturan bu çocukların güvenliği, geleceği, bana bağlıydı. Ama ya onları koruyamazsam? Bu düşünce, her an zihnimin köşesinde pusuya yatmış gibiydi. Gözlerimi kapatıp bu karanlık düşüncelerden sıyrılmaya çalıştım.

Kendime gelmeliydim. Bugün, Atatürk’ün hayatını anlatacaktım. Bu çocuklar, onun hikayesinden güç almalıydı. Belki de, onların zihnine ektiğim bu tohumlar, bir gün onları daha güçlü bireyler yapacaktı. Her ne olursa olsun, onlara ilham vermeliydim. Tıpkı Atatürk'ün bize ilham verdiği gibi.

Ders kitabımı açtım, ama bu kuru sayfalar yetmeyecekti. Onlara gerçek bir hikaye anlatmalıydım; canlandırarak, yaşatarak. Derin bir nefes aldım ve sözlerime başladım:

“Çocuklar,” dedim, gözlerim sınıfın etrafında dolanırken, “Bugün sizlere çok özel birinden bahsedeceğim. Mustafa Kemal Atatürk. Hepinizin bildiği gibi, onun sayesinde bugün burada, özgür bir ülkede ders görebiliyoruz. Ama onun da bir çocukluğu, gençliği vardı. O da sizin gibi bir öğrenciydi bir zamanlar.”

Çocuklar, bir anda pür dikkat kesildiler. Gözlerinde beliren o merak dolu bakışlar, bana cesaret verdi. Onları bu hikâyeye çekmeliydim.

“Mustafa Kemal, 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Bey ve annesi Zübeyde Hanım, ona büyük umutlar bağlamışlardı. Mustafa, çocukken çok akıllı ve çalışkan bir öğrenciydi. Ama onun çocukluğu, sizin çocukluğunuzdan biraz farklıydı.”

Derin bir nefes aldım, bir an duraksadım. Onların dikkatini çekmek için en iyi anı bekliyordum.

“Babasını çok küçük yaşta kaybetti Mustafa,” diye devam ettim. “Bu onun için büyük bir yıkım olmuştu. Fakat bu kayıp, onu daha da güçlü biri yaptı. Babasız büyümek zorunda kaldı ama annesi Zübeyde Hanım ona hem anne hem de baba oldu.”

Bu noktada içimde bir titreme hissettim. Sanki kendi içimde bir yerlerde, Mustafa Kemal’in yaşadığı o duyguları anlamaya başlıyordum. Yalnızlık, kayıp, ama aynı zamanda güç. Çocukların gözlerindeki ifadeler de değişmeye başlamıştı. Onlar da bu hikâyeye bağlanıyordu.

Bir öğrenci, çekingen bir şekilde elini kaldırdı. “Öğretmenim,” dedi. “Mustafa Kemal hiç korkmuş mudur? Yani, savaşlardan önce?”

Bu soru beni derinden vurdu. Evet, elbette korkmuş olmalıydı. Ama Mustafa Kemal, korkularının onu durdurmasına izin vermemişti. Bir an düşündüm, nasıl bir cevap verebilirdim? Sonra, içtenlikle konuşmaya başladım.

“Hepimiz korkarız,” dedim, gözlerimi öğrencilerime sabitleyerek. “Ama Mustafa Kemal, korkularının onu yönlendirmesine izin vermemiştir. Korku, onun için bir engel değil, bir motivasyon olmuştur. Her savaşın, her mücadelenin başında belki de içindeki o korkuyu hissetmiştir. Ama cesur olan kişi, korkularını yok eden değil, onlara rağmen hareket eden kişidir. Mustafa Kemal de tam olarak bunu yapmıştır.”

İçimdeki sesi dinliyordum. Bu çocuklara ne kadarını anlatmalıydım? Onları korkutmadan, savaşın ne olduğunu, mücadeleyi anlatmalıydım. Atatürk’ün gücünden, kararlılığından ilham almalıydılar, ama aynı zamanda insanlığını da görmeliydiler. Kendi içimde hissettiğim savaşla yüzleşirken, onlara bu cesareti aktarmalıydım.

O sırada yine o patlama sesi, aklımın bir köşesine yerleşti. Savaş... Her an gelebilirdi. Bu çocukları koruyamazsam ne yapardım? Ama şimdi odaklanmalıydım, geçmişin gücünden beslenmeliydim. Kendi içimdeki savaşı, dışarıda yaklaşan fırtınayla dengelemeliydim.

 

Öğrencilerimin gözlerinde umut arıyordum. Mustafa Kemal’in hikayesi, onları aydınlatmalıydı. Bu çocuklar, belki de bir gün Atatürk gibi büyük liderler olacaktı. Ama önce bu fırtınadan sağ çıkmalıydılar. Onların gözlerinde geleceği görüyordum. Bu savaşın onları mahvetmesine izin vermemeliydim.

“Çocuklar,” dedim, biraz daha sakin ama bir o kadar da derin bir ses tonuyla. “Mustafa Kemal, Selanik’te bir askeri okulda eğitim aldı. O, her zaman ileriye bakmayı bilen, cesur bir gençti. Öğrendiği her şeyi, bir gün bu ülkeyi kurtarmak için kullanacağını biliyordu. Tıpkı sizin gibi... Siz de öğrenmeye devam ettikçe, bir gün bu ülkeye hizmet edeceksiniz. Kim bilir, belki içinizden biri bir gün bu ülkenin lideri olacak.”

Gözlerimde bir umut parıltısı vardı. Onların geleceği, sadece benim ellerimde değildi, kendi ellerindeydi de. Onlara bunu hatırlatmalıydım. Cesaretleri, bilgiyle beslendikçe güçlenecekti. Ve belki de bir gün, şu an hissettiğim bu korku, yerini gurura bırakacaktı.

Sınıfın içindeki sessizlik derinleşmişti. Atatürk’ün çocukluğundan bahsederken, sadece öğrencilerin değil, kendi içimde de bir şeyler değişiyordu. O cesur ve kararlı liderin adımlarını düşündükçe, kendi korkularımla yüzleşmeye çalışıyordum. Ancak zihnimde daima aynı düşünce dönüp duruyordu: Ya başaramazsam?

Bir an gözlerim daldı. Oysa bugün sadece tarih anlatmalıydım, bu çocukların zihnine tohumlar ekmeliydim. Fakat içimdeki bu savaş düşüncesi, sürekli geri dönüyordu. Ne zaman başlayacaktı? Biz hazır mıydık? Hazırlıklı olsak bile, savaş gerçekten ne getirecekti?

 

Elimdeki kalemi farkında olmadan sıramın üzerine bırakmıştım. Derin bir nefes aldım. Mustafa Kemal’i düşündüm; o genç yaştaki kayıplarını. Babasının ölümünü, ailesine olan bağlılığını, Selanik’in o karmaşık sokaklarında büyürken içindeki o sessiz ama kararlı iradeyi. Onunla empati kurmak istiyordum, ama kendimi onun kadar güçlü hissedemiyordum. Sınıftaki çocuklara dönüp baktım. Onlar da bir gün böyle mi hissedecekti? İçimde bir korku vardı, ama aynı zamanda bu korkuyu yönetmenin bir yolunu bulmalıydım. Tıpkı Mustafa Kemal’in yaptığı gibi.

Bir öğrenci daha elini kaldırdı. Zayıf ama cesur bir sesle, “Atatürk, savaşlardan önce hiç şüphe duymuş mu? Ya başaramazsa diye korkmuş mu?” diye sordu.

İçimden geçen o büyük soruyu, şimdi bir çocuk bana yöneltmişti. Şüphesiz ki Atatürk de bu soruyu kendi kendine defalarca sormuş olmalıydı. Başarmak, başarısızlık, korku ve cesaret arasında ince bir çizgi vardı. Bu çizgide yürüyen liderlerin sırtında taşıdığı yük, göründüğünden çok daha ağırdı. Ve bunu en iyi ben biliyordum.

Derin bir nefes aldım. Sözlerimi dikkatle seçerek, “Şüphesiz,” dedim, “her lider zaman zaman şüphe duyar. Çünkü başarmak, büyük bir sorumluluk gerektirir. Fakat Atatürk, asla bu şüphelerin onu durdurmasına izin vermemiştir. O, her adımında geleceği düşünmüş ve ülkesini kurtarma kararlılığını korumuştur. Şüpheler vardı, elbette... Ama onun inancı, bu şüpheleri yenmenin yolunu bulmuştu.”

Öğrencinin gözlerinde bir ışık belirdi. O anda sınıftaki tüm çocukların yüzüne baktım. Her birinin gözlerinde farklı bir anlam vardı; korku, merak, umut… Hepsi aynı hikâyeye farklı bir pencereden bakıyordu. Ve belki de bu an, onların zihninde büyük bir iz bırakacaktı.

Konuşmama devam ettim, ama sözlerim artık sınıfa değil, sanki kendi içimeydi. “Atatürk,” diye başladım, gözlerim hafifçe kısılarak, “her zaman ileriye bakmayı bilmiştir. En zorlu savaşlarda bile, sadece o anı değil, geleceği de düşünmüştür. Onun liderliği, sadece askeri stratejilerle değil, aynı zamanda insanlara verdiği umutla da güçlenmiştir. Bizim için en büyük mirası, bu umudu kaybetmemek olmuştur.”

Bu sözler bir anda sınıfın içinde yankılandı. Ama aslında kendi içimde de yankılanıyordu. İçimde kopan o fırtınayı bir nebze olsun dindirmiş gibiydim. Kendi korkularımın da Atatürk’ün korkularına benzer olduğunu fark ettim. Ama onunla aramızdaki en büyük fark, korkularına rağmen yoluna devam edebilmesiydi.

Bir an için düşüncelerim derinleşti. Mustafa Kemal’in bir askeri öğrenci olarak başladığı yolda, nasıl bu kadar büyük bir lider haline geldiğini hayal ettim. Savaş meydanlarında verdiği kararlar, aldığı riskler... Selanik’in o dar sokaklarından, cephelerin çetin şartlarına nasıl uzanmıştı? Her adımda yeni bir zorlukla yüzleşmişti, ama asla geri çekilmemişti.

O sırada aklıma, cephedeki o soğuk sabahlardan biri geldi. Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda... Düşman ordularının karşısında dimdik duran bir adam. Ve o adamın içindeki şüpheler... Kendi iç sesini dinlediğinde ne düşünmüş olabilirdi? 'Ya başaramazsam?' O da bu soruyu kendine defalarca sormuş olmalıydı. Ama asla bu şüphelerin onu durdurmasına izin vermemişti.

Tam o sırada, sınıftaki sessizlik yeniden bozuldu. Bir başka öğrenci, çekingen bir şekilde elini kaldırdı. “Atatürk’ün en zor kararı ne olmuş olabilir, öğretmenim?” diye sordu.

Bu soru beni biraz düşündürdü. Atatürk’ün aldığı her kararın ne kadar zor olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Ama belki de en zor karar, en başta ülkeyi kurtarmaya karar vermekti. Ona verilen mirasın, aslında parçalanmış bir ülke olduğunu bilerek yola çıkmak...

“Bence,” dedim yavaşça, “en zor kararı, ülkeyi kurtarmak için tüm riskleri göze almak olmuştur. Çünkü o, her zaman başarısızlık ihtimalini de görüyordu. Ama yine de, halkına olan inancı onu ileriye taşıdı. En zor anlarda bile geri adım atmadı. Çünkü o, sadece bir asker değildi. O, aynı zamanda halkın umuduydu.”

Öğrencilerim dikkatle dinliyordu. Gözlerinde yeni bir anlayış beliriyordu. Mustafa Kemal, sadece bir kahraman değil, aynı zamanda bir insandı. Onun da korkuları, şüpheleri vardı. Ama o, bu duygularla başa çıkmayı başarmıştı.

İçimdeki huzursuzluk bir nebze olsun azaldı. Öğrencilere bu gerçekleri anlatmak, kendi korkularımla yüzleşmek anlamına geliyordu. Ve bu hikayeyi anlatmaya devam ettikçe, sadece onlara değil, kendime de umut veriyordum.

Sınıfta her şey, normal bir dersin akışı içinde ilerliyordu. Çocuklar merakla Atatürk’ün zorluklarını dinliyor, ben ise içimdeki karmaşayı yavaş yavaş dizginliyordum. Zihnimdeki düşünceler bir an için berraklaşmış, Mustafa Kemal'in adımlarıyla kendi yolumda yürüyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Ama o huzurlu an, aniden yerini derin bir sessizliğe ve ardından gelen dehşete bıraktı.

Kapının yavaşça açıldığını duydum. Önce sıradan bir ses sandım. Belki de kapıda gecikmiş bir öğrenci vardı. Ama kapının açılmasıyla birlikte gelen karanlık bir gölge, sınıfa yayıldı. Bir an için gözlerim kısıldı, o gölgenin kime ait olduğunu anlayabilmek için... Ama anlamaya fırsat bulamadan, kapı hızla vuruldu. Sınıfa giren adamın gözlerinde karanlık, acımasız bir bakış vardı.

Adamın arkasından birkaç asker daha içeri girdi. Silahlarla donanmışlardı, hepsinin yüzleri maskeyle kapalıydı. Kalbim, göğsümde hızla çarpmaya başladı. Sınıfın içinde bir anda sessizlik çöktü. Öğrenciler, ne olduğunu anlamadan bir korku dalgasına kapıldılar.

Bir an için donup kaldım. Bu bir rüya olmalıydı, bir kâbus... Ama değildi. Gerçekti.

İçimde bir şeyler kırılmaya başladı. Ayağa kalkmak istedim, ama bacaklarım yerinden kıpırdamıyordu. Derin bir nefes aldım. “Ne istiyorsunuz?” diyebildim sonunda, sesim titrek ama cesurdu. Gözlerimi askerlerin soğuk gözlerine diktim.

Bir an için bana bakan liderleri, sessizce bir işaret verdi. Sanki aralarında anlaşmış gibiydiler. Ardından o an geldi… İçlerinden biri, aniden tabancasını çıkardı ve en öndeki öğrenciyi hedef aldı. Her şey o kadar hızlı oldu ki... Silahın patlamasıyla birlikte, küçük bir kız çığlık atmaya bile fırsat bulamadan yere yığıldı. Gözlerimde dehşet büyüdü. Birkaç saniye önce hayat dolu olan o gözler, şimdi cansızdı.

Sınıfın içinde çığlıklar yankılandı. Çocuklar birer birer sandalyelerinden kalkıp kaçmaya çalıştılar, ama askerler onları tek tek yakalıyor, silah sesleri arka arkaya yankılanıyordu. Her bir kurşun, sınıfın içindeki masum ruhları bir bir alıp götürüyordu.

“Kalkın!” diye bağırdım, ama boğazımdan çıkan ses güçsüzdü. Çocukların gözlerindeki korkuyu gördükçe içimdeki çaresizlik büyüyordu. Onları korumam gerekiyordu. Ama ne yapabilirdim?

Askerlerden biri bana doğru yaklaştı. Gözlerim, yüzümde biriken terle bulanmıştı. Bir şey söylemek istedim, ama kelimeler dudaklarımın arasından kaçtı. Bir adım geri çekildim, ama asker hızla kolumdan tuttu ve beni yere doğru itti. Sertçe yere düştüm, başım sıramın kenarına çarptı. Kafamda zonklayan bir acı hissettim. Gözlerim karardı, ama hala canlıydım. Çevremde olup biten her şeyi, bulanık da olsa görebiliyordum.

Sınıf, bir katliam alanına dönüşmüştü. Küçük bedenler birer birer yere düşüyordu. O masum çocukların çığlıkları, yürek parçalayan bir senfoni gibi sınıfın içinde yankılanıyordu. Her şeyin bu kadar hızla kontrolümden çıkması, akıl almazdı. Nefes almak zorlaşıyordu. Kalbim, bedenime ihanet ediyormuş gibi hızla çarpıyordu. O an, Atatürk'ün de böylesine bir dehşeti yaşadığını düşündüm. Belki de savaş meydanlarında benzer bir korku hissetmişti. Ama onun aksine, ben hareket edemiyordum.

Birden bir çift el beni yerden kaldırdı. Nefesimi toparlamaya çalışırken, askerlerin beni dışarı sürüklediğini fark ettim. Kaçmaya çalışmak, onlara karşı koymak istedim, ama gücüm yoktu. Silahların namluları soğuktu, bedenimse taşınacak kadar hafif gelmişti onlara. Ellerimle havada çırpındım, ama hiçbir şey fark etmiyordu.

 

Beni koridora sürüklediler. Çocukların çığlıkları, artık sınıfın dışından da duyuluyordu. Koridorun karanlığına doğru çekildikçe, her şey daha da bulanıklaştı. Kafam zonkluyordu, gözlerimde karanlık lekeler dans ediyordu.

Sınıfın kapısından çıkarken, son bir kez ardıma baktım. Küçük bedenler, kanla lekelenmiş sıraların arasında yatıyordu. O an gözlerimden yaşlar süzüldü, ama içimdeki korku, tüm duygularımı bastırıyordu.

Askerler beni okulun arka çıkışına kadar sürüklediler. Nereye götürüldüğümü bilmiyordum. Bilmek istiyordum, ama bu sorunun cevabı beni korkutuyordu. Dışarı çıktığımızda soğuk gece rüzgarı yüzüme çarptı. Karanlığın içinde, sessizlik daha da derinleşmişti. Artık sadece çığlıkların yankısı kalmıştı geriye.

Beni bir araca bindirdiler. Aracın kapıları kapandığında, karanlığın içinde yalnız kaldım. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kalbim hızla atıyordu, nefes almakta zorlanıyordum. Ama bir yandan da hayatta kalmanın yolunu düşünmek zorundaydım. Beni neden kaçırmışlardı? Nereye götürüyorlardı?

Bu sorular zihnimde dönüp dururken, içimdeki çaresizlik hissi büyüyordu. Ama tıpkı Atatürk gibi, bu karanlıktan bir çıkış yolu bulmalıydım. Yaşamak, mücadele etmek için bir sebep bulmalıydım.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alırken, içimdeki ateş bir kez daha alevlendi. Hayatta kalmak zorundaydım, bu karanlığa karşı mücadele etmeliydim. Ama nasıl? Bir plan yapmam gerekiyordu. Zihnim, her geçen gün biraz daha aydınlanıyordu. Her şeyin bir zamanı olduğunu biliyordum, acele etmemeliydim.

Bir gün, gidecek bir yol bulduğumda, bu adamın gözlerinde göreceğim korku ve çaresizlik, bana hayat vermek için yetecekti. Dışarıdaki askerlerin nöbetleri, her ne kadar sıkı olsa da, onlara karşı bir şeyler yapabilmek için sabırsızlanıyordum.

O gün, yanımda getirdiği ekmek ve suyun yanı sıra, komutan bana bir soru sordu. “Bilmiyor musun, bu durumda olanların sayısı?” diye sordu. Gözlerim ona dikilmişti. Her an her şey değişebilirdi.

“Çocuklarımı öldürüp buraya getirdin, sana ne olduğunu düşünmüyorum,” diye karşılık verdim, ama içimdeki korkuyu bastırmak için sesimi sıkı sıkıya kontrol ettim. "Sadece bekliyorsun, değil mi? Ya da belki de bir planın yok."

O an, gülümsemek zorunda kaldım. Gözlerindeki öfkeyi ve düşmanca tavrı görmek, içimde bir cesaret uyandırdı. Onun gibi birine karşı koyabilmek, hayatta kalma arzumu daha da güçlendiriyordu.

“Hayatımda gördüğüm en güçlü olanın, ne kadar zayıf olduğunu görmeyi bekliyorum,” diye ekledi. “Belki bir gün, korkunun bile sana hizmet edeceğini anlayacaksın.”

Kendimden emin bir tavırla başımı salladım. “Ben korkmam,” dedim. “Sadece ne olursa olsun yaşamak istiyorum. Beni burada tutarak beni kıracağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.”

Bir süreliğine bakışlarımız kesişti. O an, belki de içinde bir parça insanlık barındırdığını düşündüm. Ama bu his çok kısa sürdü; ardından yüzündeki sert ifade geri döndü.

“İyilikte yok burada. Çocuklar birer engel.” Sonra kapıyı çarparak çıktı gitti. Sadece arkamda yankılanan soğuk sesi kaldı. İçimden “Hepimiz düşmanız,” dediği o söz, zihnime takılmıştı.

Düşüncelerim karanlık bir ormana doğru yol alıyordu. Dışarıdaki dünya ne kadar kanlıydı? Bu soruya yanıt ararken, günlerin geçişi çok zor geliyordu. Ama bir şekilde, kalbimdeki ateşi her gün yeniden yakıyordum.

Her gün sabahları, hücremdeki nemli duvarların soğukluğuyla uyanıyordum. Yalnızdım, ama içimdeki sevgi, umudum ve intikam arzum hayatta kalmam için beni itiyordu. Özellikle o çocukların anıları... Onlar için savaşmalıydım.

Bir gün, kapım aniden açıldı. İçeri giren askerlerin sayısı daha fazlaydı. Birkaç dakika içinde hücremin içinde dört kişi belirdi. "Hadi çık!" diye bağırdı biri, sesindeki emir ve sertlik, beni yine korkunun pençesine soktu. "Çıkmak zorundasın, başka seçeneğin yok."

Beni zorla dışarı çıkardılar. Merdivenleri indirdikçe, başımın dönmesine neden olan bir karmaşa hissettim. Zihin gözümde canlanan, kaybettiklerim ve yaşadıklarım çerçevesinde dolaşıyordu. Koridorun sonuna geldiğimizde, içeride başka bir grup vardı. Her biri silahlarla donanmış, soğuk bakışlarla beni izliyorlardı.

Bir an için kalbim durdu. Beni nereye götürüyorlardı? Ancak merakım, korkumun üstesinden geliyordu. Merakla ilerledim, ama bir an için içimde bir ürperti belirdi. Korkuyla karışık bir cesaretle, etrafa bakındım.

 

Hızla yürüdükleri sırada, kapının ardındaki sesler daha da yükselmeye başladı. Kafamda yankılanan sesler, daha önce gördüğüm çocukların haykırışları gibi geliyordu. Sanki onlara karşı bir sorumluluğum varmış gibi hissediyordum.

Bir anda, gözlerim önünde bir masa belirdi. Masanın etrafında oturan askerler, toplanmış bir şekilde konuşuyorlardı. Sanki bir plan yapıyorlardı. İçimden bir şeylerin döndüğünü hissettim. Hemen arka plana doğru çekildim, masanın arkasında gizlenmeye çalıştım. İçimden “Onları durdurmalıyım,” diye geçirdim.

Dikkatlice kulak kabarttım. “Bugün bir grup daha göndereceğiz,” dedi komutan, sesinde bir kararlılık vardı. “Çocuklar için bir mesaj bırakacağız. Onlar bunu öğrenmeliler.”

Bu, içimdeki öfkeyi daha da artırdı. Beni buraya getiren adam, bu korkunç planın parçasıydı. O an, karanlık planlarının bir parçası olmayı kabul etmeyeceğimi bir kez daha anladım.

Yavaşça geri çekilirken, masanın altında bıraktıkları bir kalemi gördüm. Aklıma bir plan geldi. O an karar vermem gerekiyordu.

Bir fırsat bulmalıydım, ancak bu fırsatın gelmesi için cesaret ve hazırlık gerekiyordu. Kendimle yüzleşmeliydim. Çocuklarım için, onların anısını yaşatmak ve bu savaşı bitirmek için bir yol bulmalıydım.

Hücreme geri dönerken, kafamda oluşan düşünceler ve hayallerle doluydum. Her ne olursa olsun, savaşı kaybetmeyecektim. Bu savaş, sadece kendim için değil, onlara olan vefa borcum için de olacaktı.

 

Kendime söz verdim: İntikamımı alacak ve bu karanlığı durduracaktım.

Loading...
0%