@mmsyazar
|
Orta Kıta kendini ısıtacak şeyler aramaya koyulmuştu bile. O da biliyordu uzun sürecek kışın ayak seslerini. Güneşin aylarca süren saltanatını bitirmeye gelecekti. Kış esintisinin yeryüzünde cirit oynamasının O'da farkındaydı. Ne de olsa artık hükmü yok sayılıyordu. Karşısında öyle bir güç vardı ki Güneş dahi boyun eğip Orta Kıta'dan ayrılmayı planlıyordu. Her şeyini almıştı; Işınlarını, sıcaklığını, ışıltısını koymuştu bavuluna bekliyordu kovulacağı günü.
İstenmediğini anladığı bu son günlerde yüzünü asmış önüne geçen bir buluttan korkup Orta Kıta'ya darılmıştı. Hele de Ker Ormanının soğukluğunu karını alıp sıcak bölgelere götüren Kış rüzgarına kafayı takmıştı. Orta Kıta'nın kuzey bölümü henüz karla tanışmamıştı. Ama Ker Ormanının soğukla alakalı her şeyini Dağ Hanlığından başlayarak diğer hanlıklara ulaştırmayı da çok severdi. Sadece üzülen Güneş değildi. Her zaman ona büyük saygı duyan ve belki de tapınacak kadar çok seven ağaçlarda karamsarlıklarını yere döktükleri yapraklardan belli ediyorlardı.
Çocukları gibi sevdikleri yapraklarını yürekleri kan ağlayarak vedalaşıyorlardı. Yerde yüzlerce ölü yaprak acımasız rüzgarla vatanlarını terk ediyorlardı. Elinden bir şey gelmeyen güneş zamanının dolduğunu anlayıp her fırsatta bir bulutun arkasına saklanıyordu. O bile korkuyorsa diğerleri ne yapacaktı. Orta Kıta'nın en acımasız en ürkütücü en korkulan düşmanın kokusu yayılmasını günler geçtikçe arttırmaya devam ediyordu. O kadar sinsiydi ki aylardır önce kardeşi gökleri kızdırıp şimşek çaktırdı. Sonra ise yüreklere korku salınan ortamda hemen gelip ölümün efendisi olduğunu gösterirdi.
Öyle de yapacaktı. Söz artık soğuğun efendisi karındı. Orta Kıta'ya ne zaman kış gelse en son Gün Hanlığı ve Deniz Hanlığı payına düşeni alırdı. Gün Hanlığının havası halen daha parçalı bulutluydu tıpkı insanı gibi. Oraya yakın bir bölgede bulunan Yıldız Hanlığından başlayarak Gün Hanlığından geçip denize dökülen Koşabulak Nehri kendini pek iyi hissetmiyordu. O da farkındaydı aylar sonra öleceğini ve sonra aylar sonra tekrardan şarıl şarıl çoşkulu bir şekilde bağıracağını biliyordu. Ama ne olursa olsun o da diğer canlılar gibi sakindi, üzgündü, yorgundu artık. Kendine verecek cevaplar yoktu sorular çoktu. Kendini kandırmak istedi birkaç kere hızlı hızlı o ilkbaharın ortalarındaki gibi ama olmadı yapamadı. Kendini kandırmak onu da üzmüştü. Elinden ne gelirdi artık son bir şarkı kalmıştı çalacak olan. Sakin bir şekilde kaçınılmaz sona o da yaklaşıyordu.
Her Orta Kıta canlısı gibi. O yaşlı Koşabulak Nehri bir yılın daha sonuna geldiğini ve sonraki yılın ortalarında gözünü açacağını hissediyordu. Durgun bir hali vardı yanına gelen onlarca kırmızı benekli mavi gözlü geyikler ondan korkmuyorlardı. Ürkek tavırları artık tamamen ortadan kaybolmuştu. Hepsi birden gelen sesle korktular. O naif bir şekilde Nehir suyunu içen onlarca geyik kafalarını aniden gelen sese doğru çevirdiler. Nehir yatağı boyunca uzun yeşil doğaya küsmüş çam ağaçlarıyla doluydu. Onları taşıyan hafif tepeliğin üzerinde nizami bir şekilde sıralanmışlardı.
Dalları kopmuş bazı çam ağaçlarının arkasından bir tane atlı göründü. Hepsi artık ona doğru bakıyorlardı. Sesin kaynağı oydu. Atını biraz daha sürdükten sonra bir çam ağacının yanından geçerek Nehir yatağına doğru atını sürdü. Çam ağaçlarının arasından çıkmasıyla birlikte orada bulunan geyiklerinin hepsi kaçmaya başladı. Yavaş adımlarla nehre yaklaşan kara at biraz daha geldikten sonra durdu. Atın üzerinde etrafa bakan bir maskeli adam göründü. Baştan ayağı simsiyah şekilde bir cüppe giyinmişti. Cübbenin başlığını burnuna kadar getirmişti. Yüzünde Uçkuş motifli bir maske takıyordu. Uçkuş motifinin gagasına kadar örtülü olan başlığını hafifçe başının arkasından geriye doğru çekti. Yüzündeki maske artık daha da belirgin olmaya başladı.
Ellerinin ikisinde de siyah eldivenler vardı. Başının ortasına gelen başlığı iyice geriye doğru itti. Başını sağa sola çevirdi ve kimseler yoktu. Aşağıya doğru atından inerken bir anda ormanın içinden sesler ona doğru gelmeye başladı. Sesi duyduktan sonra aniden aşağıya indi. Sağ elini belinden cübbenin içine soktu ve dışarıya doğru cübbeyi açtı. Sıralı şekilde on tane küçük bıçaklar belinde takılıydı. Kara atını siper alarak sesin ona doğru gelmesini bekledi.
Bir atın hızlı bir şekilde nehir yatağına doğru koştuğunu iyice duyabiliyordu. Sağ elini belinde takılı olan bir bıçağın soğuk başlığını tuttu. Bıçakların sap kısımları dahi demirdendi. Biraz uzun olan sap kısmının sonunda büyük bir halka vardı. Halkanın ortasına geçirdiği parmaklarıyla beklemesini sürdürdü. Uzun çamlarının yanında geçen at ortaya çıkmıştı. Dalları kopan çamın yanından geçerken sol kolunu biraz sürterek;
" Ahhh" dedi çok kısa süren bir acıydı bu. Sağ eliyle sol kolunu tutarak kara atın yanına kadar geldi. Atından bir süre inmedi. Kolunda açılan yaraya doğru baktı. Kara atın arkasına saklanan maskeli adam bir iki adım atarak atın üzerindeki adama yaklaştı. Maskeli adamı gören adam bir anda yere doğru atlayarak kolundaki yarayı dahi unutup; "Efendimm..." dedi başını biraz eğerek.
- "Kaldır başını Vezir Hülagü." Dedi boğuk sesiyle konuşmasına başlayan Maskeli adam. Başını yavaşça kaldıran Vezir Hülagü gülümseyerek cevapladı.
- "Hoş geldiniz Gün Hanlığına efendim." Dedi ellerini önünde bağlamış şekilde duran Vezir Hülagü. Diğer Hanlıkların vezirlerinden daha uzundu. Yüzünde kıl çıkmazdı. Uzun ve kemikli burnu onun en belirgin özelliğiydi. Sağ elinin baş parmağında parlak bir şahin ongunlu yüzük takılıydı. Saçlarını pek uzattığını kimseler görmemişti. Maskeli adamdan daha uzun bir görünüme sahip olduğu için atından iner inmez geriye doğru adım atmıştı. Üzerindeki yeşil vezirlik cübbesi yere kadar uzanıyordu.
- "Zamanı geldi." Dedi anlaşılmaz sesiyle tekradan konuştu Maskeli adam.
- "Tengri Erliğin gazapları üzerlerine olsun o zaman Efendim." Dedi gülümseyerek Vezir Hülagü.
- "Yarım Tigin halen daha kâbus görüyor mu?" dedi gözlerini kırpamadan pür dikkatli bir şekilde sorarak Maskeli adam.
- "Sayeniz de efendim." Dedi gülümsemesini halen daha sürdürüyordu Vezir Hülagü.
- "Peki kâbus gördükten sonra yine Mankurt Ata'ya mı gidiyor?"
- "Evet Efendim. Verdiğiniz şişe bitmek üzere. Aslında beni onun için çağırdığınızı zannetmiştim."
- "Hem onun için hem de artık közlenmiş ateşi harlamanın vakti geldi. 1 ay sonra Dağ Han yeni doğan tigini için şenlik düzenleyecek. Aradaki düşmanlıktan ötürü Gün Han hayatta gitmez. Sana vereceğim bu kâbus büyüsü iksirini Tigin Şenliğinin gecesinde suyuna kat ve içir. Bak bu kırmızı şişeyi kullanacaksın. Hafta da bir verdiğin yeşil şişe onu delirtsin diye veriyorsun. Sakın karıştırma." Dedi elini bıçakların takılı olduğu kemere uzatarak Maskeli adam. Kemerde duran kırmızı şişeyi çıkardı. Elini uzatan Vezir Hülagü'ye verdi.
- "Sadece bir damla fazlası onu öldürür. Onun yavaş yavaş delirerek ölmesini istiyorum. Dikkatli ol!" dedi ve atına doğru yürümeye başladı.
- "Başka bir isteğiniz var mı efendim?" dedi meraklı bakan gözleriyle birlikte Vezir Hülagü. Kara atın yanına giden Maskeli adam eyerin içine elini sokarak yirmiden fazla okları eline aldı. Arkasını döndüğünde ona doğru bakan Vezir Hülagü şaşkınlığını gizleyemedi.
- "Efendim o Dağ Hanlığı okları." Dedi şaşkınlığını sürdürerek Vezir Hülagü. Okların baş kısmında üç tane farklı yönlere bakan Uçkuş tüyü vardı. Maskeli adamın elinde duran oklar artık Vezir Hülagü'ye geçmişti.
- "Peki bunlar ne için efendim?" dedi halen oklara bakıyordu.
- "Sen suyuna döktüğün bu iksirle Yarım Tigin o gece uyuduğunda rüyasında en çok korktuğu şeyi görecek. O kabusla uyanıp sabah Mankurt Ata'ya gitmek isteyecek. Sen bunu doğru yaparsan Dağ Han'ın öldüğü gece o da kâbus görüp sabah yolda bu oklarla saldırıya uğrayacak." Dedi Maskeli adam. Duydukları karşısında şaşkınlığı on kat artmıştı. Oklara bakmaktan vazgeçti ve başını kaldırdığında ona hayranlıkla bakmaya başladı.
- "Çok zekice Efendim." Dedi başını biraz eğdikten sonra Vezir Hülagü.
- "Unutma Tigin Şenliği gecesi kırmızı şişeyi kullanacaksın. Sabah ise en güvendiğin adamlara bu okları ver. Yarım Tigin'i yaralasınlar gerisini öldürsünler. Bütün ölen Gün Han askerlerinin üzerinde bu oklar olmalı duydun mu? Sen de onlar çıktıktan kısa bir süre sonra askerlerini al ve arkalarından git.
Dağ Hanlığı oklarını verdiğin askerleri ise sen öldüreceksin. Gün Han ve Yarım Tigin kesin soracaklar sana neden geldin arkamızdan diye? Sen de" Sizi merak ettim Tiginim. Durumunuz pek iyi görünmüyordu filan dersin". Artık orası sen de. Ama Yarım Tigin'i sen kurtaracaksın. Bunun sayesinde hem şahitler ortadan kalkacak hem de sen bir kahraman olacaksın. Sana daha çok güvenecekler Hülagü." Dedi ve arkasını döndü Nehirden su içen Kara atına doğru atladı.
- "Zekice..." dedi tekrardan ama bu kez içinden söylemişti Vezir Hülagü.
- "Peki Dağ Han kesin ölecek mi Efendim?" dedi atına binen maskeli adama bakarak.
- "Abin başarırsa evet." Dedi Maskeli adam. O sözcüklerini bitirmeden havadan bir Uçkuş'un sesini duydular. İkisi de birbirlerine doğru bakıp;
- "Hemen Hanlığa git Yarım tigin uyanmıştır." Dedi ve atının karına doğru vurarak hızla ilerledi Maskeli adam. Uzun çamların üzerinde kanat çırparak sanki buranın kontrolü ben de havasını vererek uçmasını sürdürdü Uçkuş. Karşıdaki Gün Hanlığının haberci kulesine yaklaştı. Kulenin on tane penceresi vardı. Onlardan birine doğru süzülerek içeriye girdi. Ayaklarının birinde kâğıda sarılmış bir not vardı. İçeriye girdiğinde onlarca Şahin kuşunun kafeslenmiş şekilde ona baktıklarını gördü.
Yuvarlak odanın kapısı hafifçe aralandı. İçeriye uzun boylu beyaz cübbe ve üzerinde Tengri Ülgen'in ve kızlarının motifleri işlenmiş uzun beyaz bir kıyafet giyinen Şaman Göktalay girdi. Saçları kısa ve kahverengiydi. Sakalı veya bıyığı yoktu. Sağ elinin baş parmağında beyaz bir yüzük ile içeriye girdi. O yüzük sayesinde tokmağını ve davulunu çağırabiliyordu. Pencerenin eşiğinde duran Uçkuş'a doğru yaklaştı." Uzun zaman oldu seni görmeyeli." dedi Uçkuş'a yaklaşırken Şaman Göktalay.
Ellerine aldığı kuşun ayağındaki kâğıdı çekip aldı. Sol eliyle bıraktığı Uçkuş kanatlarını çırparak Dağ Han 'lığına doğru gitti. Eline aldığı kâğıt yeşil renkteydi. Her Hanlığın ongun kuşları onların sadece simgesini değil iletişim kurabilmelerini de sağlıyordu. Hepsinin renkleri farklıydı. Kâğıdın hangi renk olduğuna bakan kuşlar nereye gideceklerini bilirlerdi. Gün Hanlığının rengi ise yeşildi. Bu rengi gören diğer Hanlıkların ongun kuşları Gün Hanlığına doğru uçardı.
Elindeki kâğıdı açmadan kapıdan çıktı. Uzun koridordan geçerek merdivenlere ulaştı. Aşağıya doğru adımlarını yavaş bir şekilde attı. İlk kata indikten sonra diğer aşağıya inen merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenler bitince zemin katın koridoruna girdi. Sağ tarafta Oğuz Kağan'ın tablosu tam karşısında Tengri Ülgen'in tablosu vardı. Başını kaldırmış vaziyette taht salonuna doğru ilerledi. Gümüş ve tahtın arkasında Şahin kuşunun kanatlarını açmış vaziyette duran işlemesi vardı. Tahtın yanına kadar geldiğinde başını yere doğru eğdi.
Tahtın üzerinde oturan Gün Han tüm ihtişamıyla kımızını içiyordu. Gözleri hafif çekikti. Diğer Hanlar gibi o da iki metrenin üstündeydi. Tahta oturduğu zaman bile bazılarından daha uzun görünüyordu. Saçları uzun ve örgülü biçimde sırtına kadar geliyordu. Sakalları da uzun ve iki parçaya ayrılmış şekilde örgü motifiyle göğsüne kadar uzanıyordu. Başında gümüşten Şahin Kuşu motifli tacını takmıştı. Tahtın yanında ona dayanarak duran iki ucu da kılıç olan uzun ikiz kılıçları duruyordu.
İkisi bir arada durduğu için baya uzun görünürdü. Yanında içeriye giren Şaman Göktalay'a doğru bakan Gün Han'ın eşi Irmak Hatun duruyordu. Kağan Ay Han'ın eşi Alangoya Hatun'un kız kardeşiydi. Birbirlerine çok benziyorlardı. Sert bakışlarını ve otoriter bir şekilde oturmasını ondan almış gibiydi.
- "Hangi kuş?" dedi heybetli sesini kullanan nadir Hanlardandı Gün Han.
- "Uçkuş Han'ım." Dedi biraz çekinerek Şaman Göktalay. Hafif çekik gözleriyle Şaman Göktalay'a doğru sert bir bakış attı. Kaşlarını yay gibi gerip gözlerinden kara bir ok Şaman Göktalay'ın yüreğine korku olarak düşmüştü.
- "Sen ne dediğinin farkında mısın lan?" dedi Gün Han. Bu ses büyük salonda birkaç kere yankılandı. Tahtan kalkmamıştı ama bir anda doğrularak çıkmıştı bu ulu sözcükler ağzından ve ekledi;
- "Dağ Han hangi yüzle bize haberci kuş gönderir." Dedi bu bir öncekilerden daha yüksek çıkmıştı. Elindeki kağıtla kalakalan Şaman Göktalay korkudan titremeye başladı.
- "Hem çocuğumu katledecekler hem de bize kuş mu gönderecekler." Dedi Irmak hatun ayağa kalkarak söze girdi. Eşine nazaran daha zarif ve kibar bir konuşmaydı.
- "Oku!" dedi Gün Han. Bu sözleri işitir işitmez Dağ Han 'lığı mührünü kopararak küçük kâğıdı okumaya başladı;
- "Tengri Ülgen'in kudreti, asaleti, yardımları siz Gün Han'ın üzerine olsun. 1 Ay sonra yapacağımız Tigin Şenliğine davetlisiniz. Tengriçe Umay yoldaşınız olsun." Diye tane tane okudu Şaman Göktalay. Gün Han'ın korkutucu sesi onda etki bırakmaya devam ediyordu. Okurken elleri ve sesi titriyordu. Cümleleri bitirdiğinde az da olsa rahatladı.
- "Bu cüret lan! Sen kendini NE ZANNEDİYORSUN DAĞ HAANN!" HEM ÇOCUĞUMU ÖLDÜRECEKSİNİZ HEM DE BENİ YENİ DOĞMUŞ ÇOCUĞUNUN ŞENLİĞİNE DAVET EDECEKSİN!" dedi son söylediklerini bağırarak söylediği için dışarıda bekleyen mızraklı Gün Hanlığı askerleri hızla kapıyı açıp içeriye doğru baktılar. Gözlerindeki korku anbeyan görünüyordu. Gün Hanlığında bir müddet yankılanmıştı. Saray Kapısının önünde oynayan çocuklar bile korkudan oyunları bırakıp evlerine kaçtılar.
Yanında duran Irmak Hatun eşine alıştığı için sadece gözlerini biraz kısarak bu etkileyici sesin etkisini azaltmaya çalıştı. Karşısında ayakta bekleyen Şaman Göktalay bir kez olsun yutkundu. Gözleri büyümüştü. Kendi Han'ını hiç bu kadar heybetli bir şekilde görmemişti. Nutku tutuldu dondu kaldı bir süre. Kendine gelmesine yardımcı olan açık kapıdan girip;" Baba Babaa ne oldu?" diyen Tigin İlber'in sesi olmuştu. Yirmi altı yaşına daha yeni basmıştı. Babası gibi uzundu. Saçlarının uzunluğu babasını geçmişti. Örgülü biçimde arkasında sallanıyordu. Gün Han'ın heybetli sesini duyar duymaz hızla koşarak gelmişti. Üzerinde kutlu Tigin kıyafeti ve başında börkü vardı. Solak olduğu için kılıcı sağ tarafının belinde asılıydı.
- "Ayağa kalkarak sinirlenen Gün Han tahta geri oturarak Tigin İlber'e bakarak sorusunu cevapladı;
- "Dağ Hanlığından bir kuş gelmiş oğlum. Bizi beş ay önce doğan Tigin'in bir ay sonraki şenliğine davet etmişler." Dedi halen daha sinirliydi ama oğluna bağırmadan anlatmıştı.
- "Bu nasıl bir yüzsüzlük ya. Ne zannediyorlar bunlar kendilerini Baba. Hem abimi öldürecek o Deli Tigin hem de onun kardeşinin şenliğine davet edecekler. Hepsini o gün öldürecektik. Sen buna izin vermedi Baba." Dedi Tigin İlber. Son söyledikleri başında ateşi tüten Gün Han'ı iyice sinirlendirmişti.
- "Bana BAK OĞLUM. SÖZLERİNE DİKKAT ET. EN DOĞRUSUNU BEN BİLİRİM. SİZİN HADDİNİZE Mİ BENİ ELEŞTİRMEK." Dedi bu daha çok etki bırakmıştı orada bulunanlara. Ayakta korkudan dolayı kalbi yerinden çıkacak olan Şaman Göktalay "hemen bitsin de gideyim" diye içinden Tengri Ülgen'e dua etmeye başladı.
- "Abime neden bağırıyorsun Baba." Dedi tekerlekli sandalyede gelen Yarım Tigin Evren. Doğduğunda sol ayağı sağ ayağından kısa doğmuştu. Ama babasının çekik gözlerini ve annesinin sert bakışlarını almıştı. Arkasında iki metre boyunda bir kadın vardı. Başının üzerinde derin kabuk bağlamış yaraları olan kel bir kadındı. Üzerinde Gün Han'lığının asker kıyafetleri arkasında beline kadar uzanan kara bir kılıcı kınında duruyordu. Tekerlekli arabayı süre süre tahtın yanına kadar getirmişti.
- "Bir konuda ayrılığa düştük oğlum sen takma kafana." Dedi çok sakin ve o tok sesiyle birlikte Gün Han. Ve ekledi;
- "Nereye gidiyorsun böyle Batbold." Dedi arkasındaki uzun kadına bakarak.
- "Mankurt Ata'ya." Dedi kısa ve öz konuşarak Batbold. Onun çok fazla konuştuğunu kimse duymamıştı. Her soruya net bir cevap verip kestirip atardı. Simsiyah gözleri ve esmer teni onu korkutucu derecede gözler önüne seriyordu.
- "Yine mi rüya gördün evlat?" dedi Gün Han
- "Evet baba. Sadece onun yanında iyi hissediyorum kendimi. Müsaade verirsen gidebilir miyiz?" dedi kibar bir tavırla Yarım Tigin.
- "Erken dönün. Dikkat edin. Batbold onu koru!" dedi son dediği çok net ve etkili bir emirdi.
- "Dikkatli olun oğlum." Dedi Irmak Hatun zarif bir şekilde gülerek. Tekerlekli sandalyeyi ona özel yapılmış rampa yoluna sürdü. Uzun boyu onun şanlı bir yürüyüş yapmasına neden oluyordu. Ayağını her yere bastığında ağır ve tok bir ses büyük salonda yankılanıyordu. Rampadan indiler karşısında ayakta bekleyen Tigin İlber ona doğru yaklaştı ve başını iki elinin içine alıp;" Dikkat et tamam mı kardeşim. Seni çok seviyorum." Dedi ve iki yanağından da öperek kenara çekildi. Saray kapısını kapatan iki mızraklı asker Yarım Tigin'in geldiğini görüp kapıyı açtılar. Tekerlekli sandalyeyi dışarıya doğru süren Batbold kapıyı geçmişti.
Kapıyı tekrardan kapattılar. Kapının yüzeyi saf altından ve iki yana kanatlarını açmış şahin motifleriyle süslendirilmişti. Biraz bekledikten sonra küçük bir atlı arabası Yarım Tigin'e doğru yaklaştı. Kapının önünden sur kapısı görünüyordu. Gün Han'lığı evleri iki tarafa dağılmış ve Saray Kapısının önündeki yol onları ayırmıştı. Tekerlekli sandalyeden ellerini çekti. Atları süren iki asker biri aşağıya indi. Batbold'u ne zaman görse nutku tutuluyordu. Şaşkınlıkla bu uzun ve korkutucu kadına baktığı için ürperiyordu. Arabanın kapısını açtı ve bekleyeme başladı.
Eğilip Yarım Tigin'in kollarından tutup havaya kaldırdı. Ne zaman onu bu kadar yükseğe kaldırsa hep gülerdi ve hoşuna giderdi. Bu seferde aynısı olmuştu. O kadar yükseğe çıktığında ki mutlulukla;" Demek sen böyle görüyorsunnn." Dedi gülerek Batbold'a. Onun bu sevinçle çıkan sözcüklerine karşılık olarak sadece başını sallamakla yetindi. Arkasını döndü arabanın kapısına doğru adımlarını atıp içeriye oturttu. Aşağıya indi ve arabanın arkasındaki geniş yere kaldırdığı gibi uzun kollarıyla tekerlekli sandalyeyi bıraktı. Kapıyı tutan askerin önüne geldi. Asker ne yapacağını şaşırdı bir anlığına etrafına bakmaya başladı.
- "Mankurt Ata'ya" dedi aynı ses tonuyla Batbold. Sesin kalınlığını duyar duymaz hemen kapıyı bırakıp atın başına geçti. Atları tutan askerler yularlarını kaldırıp vurmaya başladılar. Pazar yoluna doğru atları sürdüler. İki tarafa da onlarca açılan dükkanlar halen daha satış yapıyordu. Orta büyük yolun olduğu kalabalık arabanın gelmesiyle açıldı. Surun önünde bekleyen sur bekçileri hepsi de bir seksenin üstünde boynalarına sahip askerlerdi. Orta Kıta'nın en iyi ordusu Gün Hanlığındaydı.
Kapıya doğru iki asker koştu ve hemen sur kapısını açtılar. Surun kapısının açıldığını gören iki askerde tekradan yularları vurarak atları harekete geçirdiler. Dışarıya çıktıklarında karşılarında beş tane özel eğitimli ve bellerine kadar örgülü saçlarıyla Gün Hanlığı askerleri bekliyordu. Yarım Tigin ne zaman dışarıya çıkacak olsa onlar her zaman surun dışında beklerlerdi. Kuzey yolundan bir atlının geldiğini duyan askerlerin hepsi oraya doğru kafalarını çevirmişlerdi. İyice yaklaşan kişi Vezir Hülagü'ydü.
Hızla dört nala gelen Vezir Hülagü arabayı görünce yavaşladı. Onu gören askerlerin hepsi başlarını eğmişlerdi. Atını durdurdu ve atından indi. Arabanın kapısına doğru yürüdü. Üstündeki kıyafetlerini iyice bir sirkeledi ve kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz içeride iki büklüm oturan Batbold'la göz göze geldi. Bir anda içinde bir korku yayıldı. Onunla ne zaman göz göze gelse her zaman aynısı oluyordu.
- "Hayy Tengriler aşkına..." dedi Batbold'a baktığı anda Vezir Hülagü. Ve ekledi;
- "Yine rüya mı gördünüz küçük Tiginim." Dedi Yarım Tigin'e bakarak.
- "Evet Hülagü." Dedi kısa ve öz konuşmuştu.
- "Bakıyorum da Batbold'un yanında kala kala siz de az konuşmaya başlamışsınız hahaha." Dedi ve başını Batbold'a çevirdiğinde onun sinirli bir şekilde ona baktığını gördü. Arabaya bindiğinde çıkardığı kılıcının kabzasını tuttuğunu görmesi bir anda gülmesini susturdu.
- "Yaa tamam tamam şakaydıı şakaa." Dedi biraz geriye doğru giderek Vezir Hülagü. Bu konuşmaların hoşuna gitmesiyle Yarım Tigin gülmeye başladı. Onun kahkahasını işiten askerlerde hafifçe gülümsediler.
- "Dikkatli olun Tiginim." Dedi ve kapıyı kapattı. Atların üzerinde olan askerlerin üçü arabanın arkasına diğerleri ise arabanın yanına geçerek konvoy oluşturdular. Mankurt Kalesinin güney yolundan girdiler.
- "Biliyor musun Batbold Babam birkaç gündür çok sinirli. Abimin ölümünü halen daha atlatamadı." Dedi biraz üzülerek konuşan Yarım Tigin.
- "Çok üzgün Gün Han." Dedi o boğuk sesiyle Batbold.
- "Yanlış hatırlamıyorsam o avda sen de vardın. Hiçbir şey mi hatırlamıyorsun?" dedi meraklı gözlerle Yarım Tigin.
- "Hatırlamıyorum." Dedi başını yere eğerek ve ekledi;
- "Başımm... başımmm... ağrıyorduu..." dedi ilk kez iki kere üst üste konuşmuştu. Bu konuşması Yarım Tigin'ini de şaşırtmıştı.
- "Evet başın ağrıyordu. Yani başına vurdular onun için bir şey hatırlamıyorsun. Evettt tabikii." Dedi Arabanın küçük pencerisinden dışarıya bakarken düşünceli bir tavırla Yarım Tigin.
- "Eveettt. Evetttt. Vurdular..." dedi sağ elini başına vurmaya başlayan Batbold.
- "Hayırr bunu yapmanı istemiyorum. Sakinleş Batbold. Sakinleşşş." Dedi onu rahatlatmaya çalışır şekilde Yarım Tigin. Son konuşmaları onu sakinleştirmişti. Artık elini başına vurmuyordu.
- "Artık bir şey sormayacağım sakinleş dostumm.." dedi bu yıl on altı yaşına girecek olan Yarım Tigin. Yaşından daha olgun davranıyordu. Odasında iki yüzden fazla kitap okumasıyla bilinirdi. Çok bilgili ve zekiydi. Bunu her yönden göstermeyi çok severdi. Bazen bazı kişilere ise aptal gibi davrandığı da olmuştu. Araba giderek yavaşlamaya başladı." Daha gelmedik." Dedi meraklı bir şekilde Batbold'a bakan Yarım Tigin. Arabanın yanındaki iki askerde giderek yavaşlayıp ağır adımlarla atlarını sürmeye başladılar.
- "Sizinle yolculuk yapmak bir şereftir efendim." Dedi bağırarak kapının yanına kara Tulpar'ıyla yanaşan Mankurt'a.
- "Aaaa sen misin Börübarsss." Dedi yüzündeki gülücüklerle Yarım Tigin.
- "Benim Gün Hanlığının en karizmatik Tigini." Dedi Börübars. Arabanın içinden onu görmek istedi fakat bir anlığına ayaklarına baktığında içinden hiç gitmeyen o karamsarlık duygusu yeniden depreşti.
- "Batbold beni kapının penceresine götürür müsün?" dedi sevinciyle karışık karamsar ruh haliyle birlikte Yarım Tigin. Arabanın içinde uzun boyundan ötürü eğilerek duran Batbold uzanarak Yarım Tigin'i kucağına aldı ve pencereye getirdi.
- "Göz bandından başka var mı? Çünkü benden daha karizmatiksin şuan." Dedi kollarını pencereye dayayarak Yarım Tigin.
- "Bir tane var ama sizinle aynı ölçüde karizmatik olalım diye takıyorum." Dedi sol elini beline koyup sağ eliyle yuları tutan Börübars.
- "Peki Tulpar beni kabul eder mi üstünde?" dedi atın gözlerine bakarak hafif başını eğmiş vaziyette Yarım Tigin. Bu sesi duyan kara Tulpar birkaç kere kişnedi.
- "Bakın o dünden razı Tiginim." Dedi ve ekledi Börübars;" Arabayı durdurun!" diye bağırdı. Arabayı süren atlı askerler ağır ağır giden arabayı durdurdular. Geriye doğru çekildi ve kapının kolunu aşağıya doğru indirdi. Batbold'un kucağında aşağıya doğru ikisi de çıktılar. Kara Tulpar'ın yanına geldiğinde ondan uzun duruyordu. Kollarından tuttuğu Yarım Tigin'i kaldırıp Kara Tulpar'ın üzerine yerleştirdi. Börübars'ın önüne doğru oturdu. Kalbinin atışları hızlanmıştı. Orta Kıta'nın en büyük atının üzerindeydi. Birkaç defa ata binmişti ama şuan içinde kelebekler uçuşuyordu.
- "Siz bizi takip edersiniz Batbold." Dedi sakin bir tavırla Börübars. Onun bu sözlerine karşılık başını önüne eğdi.
- "Evet Tiginim. Koşmaya başlayalım mı?" dedi önünde oturan Yarım Tigin'e doğru.
- "Hadi hadiii ne duruyoruz." Dedi mutluluktan uçarcasına Yarım Tigin. Yuları tutan Yarım Tigin yavaşça çok canını yakmadan bir kere vurdu. Bu vuruş onu ancak kaşındırmaya yeterdi. Derileri çok kalın olduğu için yularları onları acıtmazdı. Bir anda koşmaya başlayan Tulpar onu heyecanlandırmaya yetmişti.
Arkasından omuzlarına kadar gelen örgülü saçları bir sağa bir sola sallanıyordu. Hızını alamayan Tulpar onun mutluluğuna bir mutluluk katmak için kanatalarını açtı. Bir anda kanatlarını açması onu başka bir evrende yolculuğa çıkartmıştı. Yüreği ağzına geliyordu. Gözleri büyümüştü. Kan dolaşımı inanılmaz derecede nabzını yükseltiyordu. Kanatlarını iyice açtı ve hızlı giden ayaklarını daha da hızlı giderek kanatlarını çırptı.
- "Havalanıyoruzzzz. OLUMMM ÇOKK İYİİ LANNN." Dedi son söylediği kelimeler bağırarak çıkmıştı ağzından. Havalandıkça etrafına bakıp tüylerini diken diken yapan bir his kaplıyordu vücudunu.
- "Hahahah evet Tiginimm." Dedi arkasından bağırarak Börübars. O kadar yükselmişti ki Tulpar ağaçların arkasında ki Mankurt Kalesi göründü.
- "MANKURTTT....ATAAAAAAA... BENN GELİYORUM" diye bağırıyordu gökyüzünden Yarım Tigin. Kanatlarını her çırptığında daha fazla mutlu oluyordu. En sevdiği şeylerden biriydi gökyüzüne uzanmak ve eliyle o maviliğe değinmek. Mankurt kalesine doğru yaklaştılar. Yukarıdan aşağıya doğru süzülmeye başladı Kara Tulpar. Kanatlarını iyice kendine doğru çekti. Bu onun daha hızlı bir şekilde yere inmesine sebebiyet verirdi.
Yere yaklaştıkça kanatlarını tekrardan açıp içini hava doldurdu. Bunun birlikte çok narin bir inişle Mankurt Kalesinin demir kapısının önünde bir daha adım atarak durdular. Kapı iki taratanda çekilerek açıldı. İçeriden uzun beyaz sakallı, yüzünde kırışıklar olan sağ elinin bütün parmaklarında beş yüzük ve hepsi dolu Mankurt Ata göründü. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Kafasındaki runik harfler diğerlerinden farklıydı. Sarı renkte yazılmıştı.
- "Yaaa bu Tulpar bir manyakkk Taptuk Ata. Ya havada bir süzülüşü varrr.." dedi ve elleriyle Tulparın kafasını okşamaya başladı; "Aferinnn oğlumaa oyyy aferinnn." Dedi gözlerinin içi parlayarak konuşan Yarım Tigin.
- "Yalnız o bir dişi Efendi Tigin. HAHA" dedi Mankurt Ata kuvvetli ses tonuyla konuşarak.
- "HAHAHAHA" diyerek haykırarak güldü Börübars.
- "Aaaaa öyle mii? Özür dilerimm... Aferinn kızıma aferinnn...hhahaha" diyerek oradakileri daha çok güldürmüştü. Kendisi de bu olay karşısında dayanamayarak gülmeye başladı.
- "Hoş geldiniz Tiginim." Dedi naif ve kibar ses tonuyla Alabörü.
- "AAAAA Alabörüüüü. Sen ne ara geldinnn. Çokk özledimm seniii." Dedi şaşkınlığından dolayı sevinciyle karışık ağlayarak. Onun ağlamasına dayanmayan Alabörü Mankurt Ata'nın yanından geçerek Börübars'ın kucağından Yarım Tigin'i aldı. Onu almasıyla boynuna sarılıp bir süre durdu.
- "Senin geldiğini bilmiyordum. Eğer bilseydim daha erken gelirdim." Dedi hafif ağlamaklı bir şekilde. Kuzey yolundan araba göründü. Atlıların önde gelmesiyle Mankurt Kalesine doğru araba yanaştı. Kapıyı açarak Batbold zor da olsa indi. Arabanın arkasına doğru ilerledi ve Tekerlekli sandalyeye uzanarak aldı. Alabörü'nün kucağında duran Yarım Tigin'in önüne getirdi. Alabörü onun geldiğini görüp yavaşça tekerlekli sandalyeye bıraktı.
- "Hadi içeriye çocuklar." Dedi Mankurt Ata. Börübars hariç hepsi içeriye doğru girdiler. Kara Tulpar'a doğru giderken kuzey yolunun üstünden uçan başka bir kara Tulpar'ın geldiğini gördü. Alçalarak aşağıya inen Alaçebi'ydi. Artık tamamen aşağıdaydı. Atından iner inmez; "Ne zaman emekli olacaksın Börübars. Dedi ve alaya alarak demir kapıya doğru yaklaştı. Yanından geçerken kolunu tutup kendine çevirdi.
- "Bana bak evlat seni Vezir Kunanbay'ın yanında gördüm. Ne işler karıştırıyorsun o tilkiyle." Dedi kızgın bir ifadeyle sormuştu Börübars.
- "Çek elini kolumdan ne yapıyorsun sen. Sana hesap mı vereceğim." Dedi ve kolunu çekerek içeriye girdi. İçeriye girdiğinde Alabörü'nün sürdüğü tekerlekli sandalyeyi gördü,
- "Oooo Yarım Tiginn Hoş geldinnn." Dedi bağırarak Alaçebi. Bu onu yaralayan bir ok gibi canını yakmıştı Yarım Tigin'in. Lafı duyan Alabörü tekerlekli sandalyeyi sürmeyi bıraktı. Sinirlendiğinde şişen damarı tekradan şişmişti. Gözlerinin içi öfkeyle doldu.
- "Siz gidin Tiginim ben de birazdan geliyorum." Dedi Alabörü. Mankurt Ata'nın yanından geçerken o da kafasını sallıyordu. Mankurt Ata tekerlekli sandalyeyi içeriye doğru sürdü. Kapıların kapanmasını bekleyen Alabörü doğruca yüzünü gözünü yıkayan Alaçebi'ye doğru bakıyordu. Kapının kapanma sesiyle birlikte ona doğru yürüdü. Sağ elinde beş yüzük tamamen doluydu. Sol kolu ise siyah şimşek dövmesi gibi sönük duruyordu. İki gözünün de farklı olması sinirini aynı göstermeye engel olamamıştı.
- "Oooo meşhur Mankurtt Alabö...." Dedi son kelimesini söyleyememişti. Hızla gelen Alabörü buna fırsat vermemişti. Bir anda sağdan karnına doğru sert bir yumruk yemişti. Bunun etkisiyle geriye doğru düştü. Kalktığında bir anlığına arkasındaki kılıcına davranmaya kalkıştı.
- "Çıkarsana lan.. ÇIKARSANA LAN." Dedi bağırarak Alaçebi'ye doğru Alabörü. Ona doğru adımlarını attı. Geriye doğru giden Alaçebi Mankurt Kalesi'nin surlarına doğru sırtını dayadı. Onunla burun buruna gelmişti Alabörü. Gözlerinin farklı renkte olmasını o anda daha iyi kavramıştı. Ama öfkesi aynıydı.
- "Bir daha o çocuğa Yarım Tigin dersen. Seni çıplak ellerimle ikiye bölerim. "Dedi iki gözü de büyümüştü. Öfkesinden payını alan Alaçebi başını eğdi. Bir süre daha baktıktan sonra içeriye doğru yöneldi. Kapıyı açtı ve içeride ondan fazla başka Mankurtlar kımız içiyorlardı. Ortadaki masanın yanında üzgün duran Yarım Tigin'in yanına doğru yürüdü.
- "Size bir sürprizim var Efendi Tigin. Bana bakın." Dedi Alabörü. Dalgın ve kırgın bakan gözlerini başıyla birlikte havaya kaldırdı.
- "Aaaaa bir Yelbeğen dişiii." Dedi o üzgün hali bir anda ortadan kaybolmuştu. Başında bekleyen Batbold yüzündeki ifadeyi değiştirmeden ayakta bekliyordu.
- "Çok teşekkür ederim. Ama bir dakika sen bir üç başlı Yelbeğen mi öldürdün?" dedi gözleri hafiften büyümüştü Yarım Tigin'in.
- "Hayır bunun dört başı vardı." Dedi Alabörü elinde kımızı içtikten sonra.
- "Aaaaa daha zorlu diye okumuştum. Vay bee çok büyük ama bu diş." Dedi ve arkasından Mankurt Ata yanına doğru gelerek oturdu.
- "Dün gece hangi rüyayı gördünüz Tiginim."
- "Sangal ejderini gördüm üzerinde ise Barak vardı." Dedi sakin bir tavırla Yarım Tigin. Bir anda orada bulunanlar işleri bırakıp onun yanına geldiler. Şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu.
- "Bu imkânsız Tiginim. T. S'de Sangal öldü. Hem de onu Bükrek öldürdü." Dedi kendinden emin bir şekilde Mankurt Ata.
- "Onu da gördüm. Ama ağzından kan akıyordu." Dedi sözlerine devam eden Yarım Tigin.
- "Hayır bu imkânsız." Dedi ona doğru bakan Alabörü.
- "Nerede gördünüz Tiginim?" diye meraklı bir şekilde sordu Mankurt Ata.
- "Karanlıktı çok karanlık bilmiyorum neresiydi." Dedi ve Alabörü'ye doğru bakarak;
- "Hemen Tigin'i Gün Hanlığına götür. Sonra da yada taşını Taptuk Ata'ya sormak için Dağ Hanlığına git." Dedi çömeldiği yerden kalkarak Mankurt Ata. |
0% |