@mmsyazar
|
Orta Kıta, hüzünlü bir akşam vaktinin başında göğün gözyaşlarına maruz kalacaktı. Ama bunlar saydam değil bembeyaz şeklinde yavaş yavaş kararlı bir o kadar da inançtı şeylerdi. Umutsuzca gelecek olan o soğuğun efendisini izlemeye başladı. Kendisi bu zamanları çok önceden çok sefer tecrübe etmişti. Canlılığını kaybetmek üzere olan bütün Orta Kıta canlıları kendilerine biçilmiş bir yazgının son aşamasındalardı. Hepsi farkındaydı aslında olacakları, yaşanacakları bir bir hissetmişlerdi. Bir kargaşa hakimdi. Bu diğerlerine hiç mi hiç benzemiyordu. Yorgun, umutsuz, çaresiz onlarca canlı Orta Kıta'da koşuşmaya başladı. Yüreklerinin en ücra köşelerinde onları bekleyen her neyse işte ondan kaçmaya çalışıyorlardı. Bu onunla yaptıkları ilk savaş değildi.
Ve son da olmayacaktı. T.S.S (Tengri Savaşlarından Sonra) 102 Öküz Yılının ilk karları yeni bir yurt arayışına girmiş göçebe halk gibi aşağıda hiç de yabancı olmadıkları Ötüken Ormanına iniyorlardı. Uzun süren kargaşa yerini bir şaşkınlığa bıraktı. Kefenlerini yanlarında getiren yüzlerce kar tanesi yerdeki yorgun ağaçların dallarına indi. Bu ne kadar bilindik bir şey olsa da onları huzursuz etmeye yetiyordu. Başlarına gelecek belanın ilk ışıkları görünmüştü bir kere.
Hepsi bu ilk akın bittiğinde sonrakine boyun eğip ölüme gülücük atacaklarını biliyorlardı. Bunu bilen koca Ötüken Ormanının Kayın Ağaçları tepkisiz kalarak diğer genç Kayın Ağaçlarını tedirgin etmek istemiyorlardı. Yere düşen her göçebe kar tanesi yerde koloni oluşturuyordu. Gençliğini her an özleyen sapsarı çimler, zihinlerine söz geçiremeyip yukarıdaki bozguncu yüreği kapkara olmuş vicdansız bulutların yaramaz çocuklarını görmezden geldiler. Ve bu onların sonu oldu. Her an her fırsatını bulduklarında gençlik özlemi çeken sarı çimler artık tamamen üzerleri beyaz ölü toprakla örtülmüştü.
Son nefeslerini alan bazı kurumuş ağaçlar düşen ilk tanelerle içten içe kırılıp yerdeki yüzlerce ölü çimlerin üzerine düşüyordu. Onlar artık Orta Kıta'da yaşamıyorlardı. Onları yıllarca kurutan soğuk değildi de ona karşı bu zamana dek kimsenin ayaklanmış olmamasıydı. Kalplerini kıran da buydu. Bu durum onları tamamen Orta Kıta'dan silmeye yetti. Genç Kayın Ağaçlarının pek de umurunda değildi. Bunun güzel bir şey olduğunu ve onlara esenlik getireceğini düşünüyorlardı. Fakat işler hiç de öyle değildi.
Karla oyun olmazdı. Yükseklerde taht kurmuş Güneşi karanlığın zindanına koymuş vicdansız bulutlar var ki işte onları asla hafife alınmazdı. Kurduğu oyunları düşündüğü planları bir bir işlemeye başladığında anlayacaklardı bu sadece yüz boyamaydı. Yaşını almış Kayın Ağaçları damarlarındaki dolaşan suyu bir anlığına dışarıya bırakmak istediler. Anca bunu yapabilirlerdi. Sessizce ağlamak. Çaresizce hayıflanmak. Bunun ötesinde başka bir şey yapamazlardı. Ama işin sonunda onu da yapamadılar.
Uzun kıvrımlı kollarını ele geçiren ilk akıncı grup diğer birliği beklemeye başladı. Üzerlerindeki yük sadece biriken karlar değildi. Yıllarca yan yana oldukları kalpleri kurumuş koca Kayın Ağaçlarının son kışını geçirmiş olmasıydı. Bir başka Koca Kayın Ağacının solunda kalan dertlerle yıllarca boğuşan dalı son yağan karlara daha fazla dayanamadı. Onun bu kargaşadan beslenip göz açıp kapayana kadar ortaya çıkacağını unutmuşlardı. Yine yapmıştı yapacağını.
Her olayın baş kahramanıydı sanki. Gözleri yoktu ama çok iyi görüyordu. Ağzı yoktu ama çok iyi konuşuyordu. Bir cismi yoktu ama değdiği her zayıf canlının yüreğini ağzına getirirdi. Zar zor ayakta duran dalı yine O, büyük gövdeden ayrılmasına sebep olmuştu. Yere düşerken bile huzurla düşmesine izin vermedi. Havada yere düşen yaşlı dalın sağından girdi solundan girdi onu huzursuz ederek yere inmesini sağladı. Rüzgar'ın zayıfları ezdiğini her canlı bilirdi.
Fakat bu kez çok ileriye gitmişti. Haddinden fazla işlere bulaşmıştı. Düştüğü yer Ötüken Ormanının Büyük Han yoluydu. O bir gizli ajandı. Her geçenin her şeyini biliyordu. "Yerin kulağı var derler ya!" işte tam olarak buydu. Yerin çok kulağı vardı. Bu yolun başı Gün Hanlığından başlar Dağ Hanlığında biterdi. Üzerinden geçen herkesin gizli sırlarını en ince ayrıntısına kadar bilirdi. Kendini pek iyi gizlemeyi başarıyordu. Ama ne kadar kendini gizlese de o da yorulmuştu bu amansız susup dinlemekten. Bildiklerinin bilmediklerinden fazla oluşu onu yaşlı, bunamış, yorulmuş haline denk görüntüsü her halinden anlaşılıyordu.
Şimdi karizmasına bir yenisi daha eklenmişti. O yaşlı görüntüsünün gerçekçi olması için her yerine karlar düşüyordu. Kulaklarının iyi duymasını yavaşlatıyor muydu? Bilinmez. Ama neticede Orta Kıta'da Taptuk Ata'dan daha çok şey bilen Büyük Han Yolu'nun ta kendisiydi. Kırılan dal parçasının sesi Han yolunun sağ tarafındaki sık ağaçların altında oturan dört askerin dikkatini çekmeye yetti. Başlarını bir anda gelen ses doğru çevirip beklediler.
İçlerindeki en genç olan asker sesi işitir işitmez bir anda kılıcına davranıp ayağa fırladı. Kalbinin atışlarını hissedip daha fazla heyecanlandı. Gözlerinin içinde telaş hareketlerine yansımıştı. Korkusu artık kontrol edilmeyecek boyuta ulaştı. Telaşlı bir biçimde başını bir sağa bir sola çevirip duruyordu. Tam önünde oturan siyah uzun sakallı ve kapkara kaşlarıyla elindeki geyik etini yiyen asker, istifini bozmadan;
- "Otur yerine Aytar!" dedi gözlerini ona doğru kaldırıp baktığında Asker başı Berkit.
- "Ohhh bir an Mankurt geldi zannettim. Yoksa korkulacak bir şey yok yani." Dedi halen daha etrafına bakınarak yere oturan Aytar.
- "Korkmakta haklı Berkit. O bir Mankurt." Dedi önlerindeki ateşe bir odun atarken Bora.
- "Korkulacak bir şey yok. Mankurtlarda ölür. Unuttun mu?" dedi son bir ısırık aldıktan sonra asker başı Berkit. Bir anda konuşulan konudan rahatsız olan Aytar;
- "Ne yani ben mi korktum. Sizi şakacı Ay Hanlığı askerleri siziii. Ben korkar mıyım yahu." Dedi konuşmasını bitirdikten hemen sonra o Koca Kayın ağacının diğer dalı da "Çat" edip yere düştü.
- "NOLUYOO LANN!" Dedi ve tekrardan kılıcına sarılıp ayağa kalktı Aytar. Bunu duyan diğer üç asker kahkaha atıp gülmeye başladılar. Ağzında geyik etinin parçası varken kahkaha atan Asker Başı Berkit az kalsın boğuluyordu. Midesine indirmek istediği eti zar zor soluna tükürerek çıkardı. Sağ tarafında ağzına kadar dolu olan kımıza doğru uzandı. Kaldırdığı gibi bir içişte hepsini bitirdi.
- "Şimdi otur. Ben kalk diyene kadar da kalkma çocuk." Dedi kımızın hepsini içtikten sonra Berkit. Onun arkasında Kayın ağaçlarının dallarına çıkan diğer askere bağırdı;
- "Hızlı ol biraz Ediz." Dedi bağırarak.
- "Ya biz delirdik mi? Biz askeriz ya! Şu uğraştığımız işlere bak. Baykuş besliyoruz." Dedi sitemli bir şekilde Ediz. Onun bu çıkışması Aytar'ın çok hoşuna gitti.
- "Hahaha doğru söylüyor. Komutanım biz niye Baykuş besliyoruz? Gerçekten soruyorum." Dedi gülümsemesini bozmadan alaya alır gibi Aytar.
- "Bilmediğiniz çok şey var çocuklar. Onlar sıradan bir baykuş değiller." Dedi ağzını bir mendille silen Asker Başı Berkit.
- "Tengriler aşkına. Onlar sıradan bildiğimiz zararsız baykuşlar komutanım." Dedi başını hafif kendi sağına kaldırıp alaya almasını sürdüren Aytar. Onun bu şekilde konuşmasına dayanamayan Bora;
- "Uluğ Böke Şaman'ı tanıyor musun çocuk?" diye ona doğru sert bakışlarını dikerek soran Bora.
- "Haa evet ya onu kim tanımaz. Şamanların en büyüğü." Dedi geyik etine uzanırken Aytar.
- "İşte o beslediğimiz baykuşlar onun." Dedi kararlı bir o kadarda ciddi bir şekilde konuşarak Bora.
- "Eeee yani? Diye saçma bir soru daha sormadan söyleyeyim. O beslediğimiz baykuşlarla ruhsal iletişime geçip onların gözleriyle etrafa bakıyor. Yani Gün Hanlığında olsa Ker Ormanındaki bir baykuştan orayı izleyebiliyor." Dedi elindeki geyik etini bitiren Asker Başı Berkit.
- "Aaaaaaa gerçekten mi? Ne yani şuan bizi mi izliyor?" dedi etrafındaki ağaçların dallarına doğru bakmaya çalışan Aytar.
- "Haha hayır salak. Bizi izlemesin diye besliyoruz ya." Dedi başını hafifçe bir sağa bir sola sallayan Berkit.
- "Aaaa onları zehirliyoruz. Ya şimdi sağımıza solumuza ölü bedenleri düşecek ya." Dedi tedirginliği artan Aytar.
- "Ya sen nasıl bir çocuksun ya... Hahaha onları öldürmüyoruz. Kör ediyoruz." Dedi solunda duran Aytar'a doğru bakıp gülen Bora.
- "Nasıl ya? Onu nasıl yapıyoruz." Dedi içi parçalanmış bir şekilde konuşan Aytar.
- "Solucanlarla. Şaman Toygar'ın bize verdiği solucanları yiyen Baykuşlar kör oluyor." Dedi ciddi bir şekilde konuşan Asker Başı Berkit.
- "Vayy bee biraz üzüldüm ama Uluğ Böke görmemeli." Dedi eğilip bir geyikten bir parça et daha koparan Aytar.
- "Tama bitti. Bütün ağaçların üzerine bıraktım Komutanım." Dedi sesinden ne kadar sinirli olduğu anlaşılan Ediz.
- "Tamam in aşağıya." Dedi Berkit.
- "Bir haftadır buradayız. Halen daha Mankurtla karşılaşmadık. Öldü mü acaba?" dedi meraklı bir şekilde ağaçtan inen Ediz. Uzun boylu, kahverengi gözlü ve hafif kirli sakalı vardı. Uzun düz saçlarını arkadan bağlamıştı. Sırtında uzun bir yay ve sağ bacağında asılı torbanın içinde onlarca ok bulunuyordu.
- "Gelecek Ediz. Sabırlı ol." Dedi kımızına uzanan Berkit.
- "Ya geçen gün buradan geçen Tiginçe Asena'ydı değil mi komutanım?" dedi gözleri büyümüş bir şekilde konuşan Aytar.
- "Evet de ne yapacaksın sen Tiginçe Asena'yı?" dedi ona karşılık veren Berkit.
- "Çok güzel be. Harbiden ha. Bir kez tanışsak o da beni unutmaz. Baksana komutanım bana hangi kız hayır diyebilir." Dedi göğsünü hafif yukarıya kaldırarak konuşan Aytar.
- "Ya gerçekten sen kaçığın tekisin Aytar. O bir Han kızı sen ise basit, sıradan bir askersin. HAHAHAHA" dedi ayakta ateşin önünde bekleyen Ediz. Diğer ikisi de onun bu konuşması karşısında kendilerini tutamadılar. Kahkahaları Ötüken Ormanında yankılanmaya başladı.
- "Fazla kaçırdın sen yine kımızı. Hayal görüyo..." dedi konuşmasını yarıda kesen Berkit. Oturdukları yerin karşısındaki Büyük Han Yolundan toynak sesleri gelmeye başladı. Sesler giderek artarak çoğalıyordu. Bir anda sesleri işiten Asker Başı Berkit hızla ayağa kalktı.
- "Çabuk torbayı getirin!" dedi ve hızla patikaya koşmaya başladı.
- "Komutanım ya o değilse?" dedi kuşkulu bir şekilde Ediz.
- "Bu kadar tok bir toynak sesini sadece bir Tulpar yapar. Hadi çabuk hazırlanın." Dedi arkasını dönmeden koşan Berkit. Aytar aniden arkasındaki ağaçta asılı olan torbaya doğru hızlı bir şekilde gitti. Eline aldığı torbayla birlikte o da Büyük Han yoluna doğru koşmaya başladı. Yola adım attıktan sonra havanın kararmaya başladığını gördü. Ötüken Ormanının sık örtüsü dışarıdaki havanın rengini, şeklini, durumunu gizlemeye yeterdi. Uzun yaşlı Kayın Ağaçları bunun sorumlularıydı. Dördü birden yan yana sıralanmış vaziyette karşıdan gelen kişiye bakıyorlardı. Aytar'ın getirdiği torbayı eline alan Berkit birkaç adım atarak ileriye doğru yürüdü. O hariç diğerleri korkudan ellerini kılıçlarının kabzalarını tutmuş vaziyette bekliyorlardı. Karşıdan hızla gelen Tulpar arkasında yeni yağan karları da getiriyordu.
Küçük bir fırtına çıkarmaya yetti. Biraz daha yaklaştığında karşısında elinde torba olan Berkit'i görüp yularını hızla çekti. Kara Tulpar zor da olsa durmuştu. Onun durmasıyla birlikte Aytar'ın içini kara bulutlar sardı. İçindeki korku giderek artmaya başladı. Elleri ve bacakları soğuktan değil de karşısında bir mankurt olduğu içindi. Mankurt'u gören diğer iki asker şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Onları bu kadar şaşırtan şey Kara Tulpar'ın sağında ve solundan ıslık oklarının sayısının sayılmayacak kadar çok olmasıydı.
- "Siz kimsiniz?" dedi atını biraz daha öne doğru getiren Alaçebi.
- "Bizi Vezir Kunanbay gönderdi Alaçebi. Sana bir şey vermemiz emredildi." Dedi başını yukarıya kaldıran Asker Başı Berkit.
- "Ben de ona bir şey vermek için gidiyordum. Niye bu kadar acele etti ki?" dedi Kara Tulpar'dan aşağıya doğru inen Alaçebi.
- "O kadar bilgimiz yok. Bize sadece bu söylendi." Dedi elindeki torbayı Alaçebi'ye uzatan Berkit.
- "Bakalım neymiş bu?" dedi ona uzatılan torbayı alırken Alaçebi. Onun torbayı aldığını gören Ediz elini kılıcından çekip sağında duran oklardan birini tutmaya başladı. Torbayı alır almaz içindekini dışarıya çıkardı. Çıplak elleriyle tuttuğu şey bir kilinin kalbiydi.
- "Bu neden kapkara lannn!" dedi elinden yere atmaya çalışan Alaçebi. İki eliyle yere atmak istediği kara yada taşı elinden düşmedi. Başını kaldırdığında hepsi gözlerini kapatmış bir şekilde duruyorlardı. Elinden düşmeyen kilinin kara kalbinden iki tane ker kırkayağın çıkıp Alaçebi'nin avuçlarından içeriye girdiler. Alaçebi'nin sağ kolunda ve sol kolunda kemikleri yiyerek ilerliyorlardı.
- "AAAAAAAA...AAAAAA...." dedi bağırıyordu Alaçebi. Acıyı ilklerine kadar hissediyordu. Gözlerinin içinden dışarıya doğru kara bir kan geldi. Burnundan ve kulaklarından da çıkmaya başladı. Elinde tuttuğu kara yada taşıyla birlikte dizlerinin üzerine düştü. İki ker kırkayaklar omuzlarından geçerek beyine doğru gitmeye başladılar.
Beyninin içinde tam tur atarak bütün her şeyi yiyip göğüs kafesine doğru ilerlediler. Alaçebi'nin yüzü yumuşak ve esnek bir hal aldı. Canı çekilen Alaçebi kendi sağına doğru düştü. Düşerken elindeki kara yada taşını da birlikte götürdü. İki Ker Kırkayaklar göğüs kafesini yiyip iki bacağa doğru gidiyorlardı.
- "Açın gözlerinizi. Ediz sıra sende." Dedi ayakta yerde can çekişen Alaçebi'ye bakan Berkit. Onun komutuyla eline aldığı beş oku yaya koyup hızla fırlattı. Yerdeki Alaçebi'ye odaklanan yaralı Kara Tulpar ona doğru gelen zehirli okları fark etmedi. Beş okun tamamı başına girdi. Yarısına kadar giren bütün oklar onu yere sermeye yetti. Büyük bedeni yere sakin bir şekilde yığıldı. Üzerindeki beyaz örtüyle örtülen kilin yere doğru yuvarlandı.
- "Ahhh aman bee." Dedi gözlerini açtığında yerdeki Alaçebi'yi gören Aytar. Der demez arkasını dönüp kusmaya başladı. Ker Kırkayaklar Alaçebi'nin ayaklarının da ki kemikleri yedikten sonra hızla geriye dönüp iç organlarını yediler. En sona bıraktıkları kalbi yemeye çalıştıkları esnada birbirlerinin kuyruklarından yemeye başlayıp ikisi de yok oldular. Alaçebi esnek bir vücuda sahip olup yerde yatıyordu. Kırkayakların Kara Kilin Kalbinden çıktıkları gibi yere gömüldü.
- "Alın bunu ata koyun. Tulpar'ı bağlayıp iki atla çekeceğiz. Kilini de benim atıma koyun. Gidiyoruz." Dedi yerdeki torbayı aldığı esnada Berkit.
- "Nereye götürüyoruz bunları?" dedi yayını boynuna asan Ediz.
- "Adak Ormanına." Dedi ve arkalarından gelen bir çok atın toynak sesleri duyuldu. Atların fazlalığını anlayan Berkit;
- "Çabuk saklanın! Ediz oklarını Tulpardan alllll." Dedi ve hızla kamp yaptıkları yere doğru koşmaya başladı. Çıktıkları gibi o sık Ötüken Ormanına tekrardan girdiler. Ediz'in boyunu dahi aşan küçük Kayın ağaçları yoldan geçen birinin iç kesimlerde ne o olduğunu merak edip bakmasını engelliyordu. En son Ediz koşarak gelip yanlarında durup Büyük Han yoluna doğru bakmaya başladı. Sesler giderek yakınlaşıyordu. Bazı baykuşlar zehirli solucanları yiyip kör oldukları için sesi duyup geldikleri anda başlarını ağaçların dallarına çarpıp sağa sola düşüyorlardı. Seslerin artık kulaklarının dibinden geldiklerini hisseden askerler heyecandan yerinde duramıyorlardı.
- "Eğilin." Dedi sessiz bir şekilde Berkit. Diğer üçü biraz daha eğilip önde gelen dört askeri gördüler. Ellerinde siyah zeminin üzerine işlenmiş kartal motifli bayrakları taşıyorlardı. Ortalarında ise savaş börkünü ve kıyafetlerini giyinmiş şekilde atını süren Komutan Boyga göründü. Önlerinde ölen Alaçebi'yi gören Komutan Boyga;
- "DURUN!" diye bağırdı ve atının yularını çekip durdurdu. Ani bir şekilde duran atlar biraz zor da olsa durabildiler.
- "Vezirim." Dedi sakin ve meraklı bir şekilde Komutan Boyga. Onların arkalarındaki büyük Kağan arabasının kapısı hafiften açıldı. Yeşil cübbesini ve gözlüğünü düzelterek aşağıya indi. Sağ elinde tuttuğu bastonunu yerde huzurlu bir şekilde ölen yeni karların üzerine basarak yürüdü. Hafif adımlarla olan bitine biliyormuş gibi bayrak tutan askerin yanından geçti. Vezir Kunanbay'ın geldiğini gören askerler başlarını aşağıya doğru eğdi.
Biraz daha ilerleyip biraz bekledi. Sağındaki ve solundaki uzun Kayın ağaçlarına doğru baktı. Sağ elinde tuttuğu bastonunu koltuğunun altına koydu. Bunları yaparken çok sakin ve net bir şekilde hareket ediyordu. Arkasındaki beş asker onun burada olmasıyla içlerindeki heyecan yerini güvene bırakıyordu. Ona karşı hissettikleri duygularda hep bir karmaşa yaşarlardı. Vezir Kunanbay'dan korktukları kadar ona o kadar hayranlıkta duyarlardı.
- "Buraya gel Boyga." Dedi gözlüklerini cübbesinin içine koyduğu anda Vezir Kunanbay. Yıllardır bu anı bekliyormuş gibi heyecanlanan Komutan Boyga aceleci bir tavırla atından inip hızla Vezir Kunanbay'ın yanına geldi.
- "Burada bekle hareket etme." Dedi arkasını dönmeden konuşan Vezir Kunanbay. Olduğu yerde hareketsiz bir şekilde bekliyordu. Bir metre önünde yerde yatan Alaçebi'ye doğru baktı. Eldivenlerini sakin bir şekilde çıkarıp cübbesinin içine koydu. İleriye doğru adımlamaya başladı.
- "Durduğun yerde kaç ayak izi var?" dedi başını Alaçebi'ye doğru çevirip balan Vezir Kunanbay.
- "Dört." Dedi net bir şekilde. Alaçebi'nin yanına kadar geldi. Yere doğru sakin bir şekilde eğilip başına doğru baktı. Gözleri, burnu ve kulaklarından halen daha yere kanlar akıyordu. Gözlerinin içi kıpkırmızı kesilmişti. Sağ elini bir yumruk yaptı. Kel olan Alaçebi'nin başından yavaş yavaş bastırmaya başladı. Eli sanki bir süngerin içine giriyormuş gibi esnemeye başladı. Başına doğru yaptığı bu hamle onun gözlerinden dışarıya daha çok kanın çıkmasına sebep oldu.
Ayağa kalkıp arkasını döndü. Komutan Boyga ile arasındaki mesafenin kısa olduğunu görüp arkasını döndü. İki metre geride yatan Kara Tulpar ve yanındaki kiline doğru yürüdü. Kara Tulpar'ın yanına kadar gelip başına doğru eğildi. Tulparlara karşı olan hayranlığı onu derinden de olsa üzmüştü. Başını yere doğru eğdi. Bir anlığına da olsa kendini kötü hissetti. Sol elini anlına doğru götürüp sağdan sola doğru sürdü. Onun zihin sözlüğünde sevginin tek bir karşılığı vardı.
Bir an onu düşündü. Kendi zihin sözlüğünde sadece Tulparlara karşı bir sevgi yazıyordu. Onun haricinde kimseye sevgi beslemezdi. Kara Tulpar'ın başına doğru sağ elini götürdü. Halen daha sıcaktı. Başından yere doğru kanlar durmadan akıyordu. Elini kaldırdığında avucunun içi tamamen kan oldu. Vücuduna saplanan sekiz tane ıslık oku olduğunu gördü. Ayağa doğru kalktı. Gözlerinden bir iki damla yerdeki karlara doğru aktı.
Yüzündeki sinir ifadesini hüznünün önüne geçti. Ayağa kalktığı gibi Komutan Boyga 'ya doğru baktı. Onun bu bakışları Komutan Boyga'nın hemen başını yere eğmesiyle sonuçlandı. Onun başını yere eğmesiyle arkasında dört askerde Komutan Boyga gibi başlarını eğdiler. Onların hepsinin başlarını eğdiğini gören Vezir Kunanbay başını yere doğru eğdi. Yerde bir çift ayak izinin önce gelip sonra sola doğru gittiğini gördü.
Sola doğru adımlarını attı. Ötüken Ormanının içine doğru girip kayboluyordu. Adımlarını her attığında yerde noktalar halinde kan izlerini gördü. Artık kan izlerini takip etmeye başladı. Sağ elinde kanlar yere doğru belli başlı damlalar halinde düşüyordu. Bunu gören Komutan Boyga hızla cebindeki mendili çıkarıp ona doğru yürümeye başladı.
- "Oradan ayrılma." Dedi sakin bir emir veren Vezir Kunanbay. Gittiği gibi durdu ve mendilini tekradan cebine koydu. Önündeki uzun çalıların ortasındaki çalıların yere yattığını gördü. Ağır ağır yağan karların üzerinde o kan damlaları birbirlerini takip ediyordu. Başını hafif bir şekilde kaldırdı. Sağ elini cübbesinin içine atıp yürümesini sürdürdü. İçinden çıkardığı gözlüğünü taktı. Bir iki metre geçtikten sonra karşısında halen daha yanan bir ateş gördü. Bulunduğu yerdeki açıklıkta kimse yoktu. Bastonunu sağına doğru getirdi. Sol eliyle gözlüğünü düzelttikten sonra;
- "Çıkın..." dedi tonunu iyi ayarlayarak konuşan Vezir Kunanbay. Yerdeki yanan ateşe doğru baktığı anda önündeki ağaçların arkasından dört asker çıkmaya başladı. Önde yavaş ve biraz korkmuş şekilde çıkan Berkit başını yere doğru eğerek Vezir Kunanbay'ın önüne kadar geldi. Diğerleri sağına ve soluna geçerek beklemeye başladılar. Hepsi ellerini önüne getirmiş ve başlarını yere doğru eğmiş vaziyette bekliyorlardı. Üzerlerindeki kılıçları ve okları ağaçların arkasına bırakıp gelmişlerdi. Başını ağır bir şekilde kaldırdığında;
- "Tulpar'ı kim öldürdü?" dedi bir öncekinin tonunda konuşarak Vezir Kunanbay. Dördü birden korkudan konuşamayacak şekilde duruyorlardı. Bir süre bekledikten sonra Ediz konuşmaya başladı;
- "Ben efendim." Dedi konuşurken titreyen sesi hemen duyuldu.
- "Biliyor musun evlat. Küçükken beni kaçıran yolkesenlerin elinden Taptuk Ata'nın sarı tulparı kurtarmıştı. Ve sen şimdi bir Tulpar öldürdün." Dedi ona doğru yavaş adımlarla yürüdü. Sağ elinden yere doğru Kara Tulpar'ın kanı halen daha damlıyordu. Ediz'in önüne kadar geldi. Sağ elinde tuttuğu bastonunu sol eline geçirdi. Bir anda kaldırdığı elini Ediz'in yüzüne indirdi. Tokatın etkisiyle kendi sağına doğru başını gitti. Yüzünün sol tarafı tamamen kan oldu. Başını tekrardan Vezir Kunanbay'ın önüne doğru getirdiğinde;
- "Özür dileri..." dedi ve son kelimeleri konuşacak sesi kalmamıştı. Sol elinde tuttuğu bastonun başından tutup içindeki uzun, ince, kara kılıcını direk Ediz'in boynuna doğru götürüp başını kesti ve bedeninden ayırdı. Ediz'in soluna doğru başı yuvarlandı. Bedeninden yukarıya doğru kıpkırmızı kanlar fışkırarak başının düştüğü tarafa doğru yığıldı. Diğer üçü bu olaydan sonra iki adım geriye doğru attılar. Başını kaldıran Aytar gördüğü vahşet karşısında daha fazla dayanamadı ve bayılıp yere yığıldı. Sağ elinde tuttuğu kılıcını sol elindeki bastonunun içine soktu. Sola doğru dönüp;
- "Ben size Mankurt'u öldüreceksiniz dedim. Tulpar'ı demedim. Bir daha ki sefere kim hata yaptı diye bakmam. Hepinizin derisini soyarım." Dedi o sessiz ve deprem etkisi yapan konuşmasını sürdüren Vezir Kunanbay. Ediz'in başı kesildiğinde yanında duran Asker Başı Berkit 'in sol tarafı sıçrayan kanlarla boyanmıştı.
Vezir Kunanbay'ın gitmesini bekledikten sonra başını kaldırıp yüzünün sol tarafını temizledi. Büyük Han Yoluna doğru adımlarını attı. Bastonu ve sağ eli tümüyle kan olmuştu. Yeşil cübbesinin göğüs tarafında yoğun olmasa da kümelenmiş damlalarla doluydu. Ayakta durduğu yerde bekleyen komutan Boyga Vezir Kunanbay'ın geldiğini görüp meraklı bakışlarla ona bakıyordu.
- "Şimdi mendili ver evlat." Dedi sakin konuşmasını sürdüren Vezir Kunanbay. Bastonun dışından akan kanları ve elini temizledi.
- "Efendim cübbeniz kan olmuş." Dedi korksa da çıkmıştı artık ağzından Komutan Boyga'nın.
- "Diğer cübbemi getirsinler." Dedi durağanlığı devam eden Vezir Kunanbay. Bir anda arkasını dönen Komutan Boyga dört askerden birine sadece bir bakış atması onu yerinden hareketlenmesine sebep oldu. Aşağıya doğru inerken yularındaki deliğe bayrağı bırakıp hızla kıyafet almak için Büyük Arabanın arkasındaki küçük arabaya gitti. İçinde yeşil, ütülü, temiz yeşil cübbeyi alıp hızla geldi. Koşarak geldiği için Vezir Kunanbay'ın üzerindeki kanlı cübbeyi çıkardığını görmedi.
Hemen Komutan Boyga'nın yanına gelip arkasını döndü. Onların önündeki üç askerde başlarını yere doğru eğip bekleyeme başladılar. Büyük Kağan Arabasının kapısı açıldı. Aşağıya doğru inen Kağan Ay Han'dı. Uzunca boyu ve sert bir görüntüsüyle aşağıya indi. Başında çift boynuzlu altın tacını düzelterek ilerledi. Onun indiğini gören askerler başlarını tekrardan aşağıya doğru eğdiler.
- "Tengri Ülgen aşkına. Neler olmuş burada böyle?" dedi birkaç adım atarak yerde yatan Alaçebi'ye doğru yaklaşan Kağan Ay Han. Üzerindeki cübbesini değiştiren Vezir Kunanbay pis olanını askere verip Kağan Ay Han 'ın yanına doğru yürüdü.
- "Alaçebi mi bu?" dedi düşünceli bir şekilde konuşarak Kağan Ay Han.
- "Evet Kağanım." Dedi ona Alaçebi'ye bakarak konuşan Vezir Kunanbay.
- "Kim buna cesaret eder Vezir?" dedi başını ona doğru çevirdiği anda Kağan Ay Han.
- "Birilerinin canını sıktığı ortada. Ben araştırırım Kağanım. Siz geçin ben geliyorum." Dedi. Başını bir sağa bir sola sallayarak olayın şokunu atlatmaya çalıştı. Arkasını dönüp Büyük Kağan Arabasına doğru yürüdü. Kapıyı Vezir Kunanbay'ın kanlı cübbesini götürüp bırakıp dönen asker açtı.
- "Bu ormanda bir tane daha Mankurt var. Eğer onunla karşılaşırsak. Onun burada öldüğünden bahsetmiyorsun. Alaçebi Adak Ormanı'nda öldü. Sen sadece bunu biliyorsun Boyga." Dedi ağzına doğru eğilen Komutan Boyga'nın kulağına sessizce anlatan Vezir Kunanbay.
- "Emredersiniz efendim." Dedi ve başını kaldırıp arkasını döndü. Hızla atına doğru gidip üstüne oturdu. Diğer asker kapının önünde Vezir Kunanbay'ı bekliyordu. Onun geldiğini görüp kapıyı açmak istedi. O tam açacakken Vezir Kunanbay onu yanına çağırdı. Koşarak gelen bayrak tutan askere doğru;
- "Mankurt'u taşıyıp yolun kenarına bırakın. Tulpar'ı ve Kilin'i arkadaki arabaya koyun." Dedi ve yanından geçerek Büyük Kağan arabasına doğru bindi.
ON SAAT ÖNCE
Orta Kıta'nın orta bölümündeki duygusal yıpranma henüz başlamamıştı. Her şey sanki hiçbir zaman değişmeyecekmiş gibi herkes tarafından kabul görmüştü. Gökyüzünün beyaz ve siyah renklerinin savaşı yeryüzündeki ahaliyi kandırmıştı. Ama buna sadece geyikler aldanmadı. Su içerken, koşarken, yürürken her ne yaparlarsa yapsınlar havanın gidişatından hep haberdar olurlardı.
Orta Kıta'nın baktığı gökyüzü birkaç dakika sonra başlayacak savaşla kendini hissettirecekti. Bunu anlayan geyikler hızla kaçışmaya başladılar. Diğer canlılar onların bu aceleci tavrını anlamayıp işlerine geri döndüler. Gökyüzünün siyah orduları beyaz ordularından daha fazla hale geldi. Giderek hızını artıran siyah ordular beyazlarla karşılaşıp ellerinden geleni ardına koymayacakları hal ve hareketlerinden anlaşılıyordu. Savaş artık kaçınılmazdı.
Bir süre geçtikten sonra artık sadece siyah ordular gökyüzünün tek hâkimi konumuna geldiler. Yeryüzünün bilge canlıları bu duruma içten içte kırgınlık duydular. Ama onlarda artık bu duruma alışmak zorundalardı. Eğer sessiz ve sakince yerlerinde dururlarsa tehlikeden uzak duracaklardı. Savaş o kadar gürültülü bir şekilde çıkmıştı ki? Önce beyaz ışıklar yayıldı Orta Kıta'nın her yerine sonra ise siyah orduların en güçlü silahı devreye girdi.
Onun devreye girmesiyle adeta gök yarıldı. Göğün yüreği parçalanmıştı artık. Işığın pek etkisi yok gibiydi. Ama sesin etkisi diğer yeryüzü canlılarını dahi kaçırmaya, korkutmaya yetiyordu. Sesler giderek yavaşlamaya ve bir süre geçtikten sonra artık tamamen duyulmamaya başlandı. Beyaz orduların hepsi yok edilmişti. Sesin azalmasıyla birlikte zıplayarak giden ceylanlar bir garip hissederek yavaşlayıp iyice durdular. Bir anlığına hepsi susmuştu. Kargaşa, gürültü, koşuşturma, bağrışma yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı.
Bir süre geçtikten sonra Gökyüzünün siyah ve beyaz orduların savaşında yaralanan yüzlerce askerleri yere inmeye başladı. Ceylanlar üzerlerine doğru inen bu küçük savaşçılardan tekrar kaçmaya başladılar. Koşarken daha fazla ıslanıyorlardı. Ay Hanlığının büyük surlarının etrafından kaçarak kendilerini bu gün sığınacakları bir yer bulmak için soluksuzca koştular. O kadar fazla yaralı damla vardı ki birbirlerini göremiyorlardı. Yoğun bir şekilde yağan yağmur Tigin Tümer'in kaldığı odanın camına doğru hızlı hızlı çarparak son nefeslerini verdiler.
Masasının başında Taptuk Ata'nın yazdığı Ana Dünya İlk Çağ İki kitabını okuyordu. Her okuduğu sayfayı çevirdiğinde nefes alış verişi dahi değişiyordu. Kitabın yanında defterine okuduğu yerlerin önemli olanlarını yazıyordu. Geceden beridir okuduğu için gözleri kıpkırmızı kesilmişti. Bir ara dalar gibi olup tekrardan uyandı. Onu uyandıran ise kapısının bir kezliğine çalınması oldu. Başını birden kapıya doğru çevirip;
- "Girinnn" dedi Tigin Tümer. Kapı yavaşça açıldı. İçeriye doğru adımlarını atmadan gelenin kim olduğunu biliyordu. Bir anda uykusunu unutmuştu. Heyecanlı bir şekilde kapının önünde ona doğru bakan Annesi Alangoya Hatun'a bakıyordu. Kıvırcık saçlarını başının arkasından bağlamış şekilde içeriye girdi. Başının üzerinde küçük bir Kartal Motifli tacı duruyordu. Kapının önünde biraz bekledi ve sinirli tavrı hemen dikkat çekti.
- "Uyumadın değil mi oğlum?" dedi kapıda durup ciddi bir tavırla Alangoya Hatun.
- "Taptuk Ata çok güzel kitaplar yazmış Anne. Nasıl yatabilirim sen söyle?" dedi hafifçe gülümseyerek konuşan Tigin Tümer. Onun gülümsemesi Alangoya Hatun'un ruh halini değiştirmeye yetmişti. O da başını hafif sallayarak kabullenilmiş çaresizlik görüntüsü verip kapıyı kapattı.
- "Hiçbir şey de yemedin tabi." Dedi elindeki kahvaltı tabağını getiren Alangoya Hatun.
- "Çok teşekkür ederim Anne. Sen de olmasan beni kim düşünür?" dedi tabağı alırken gözlerinde ışıkla beraber Tigin Tümer.
- "Ne okuyorsun bakalım. Biraz da bana okur musun?" dedi kıvırcık saçlarını okşadığı sırada Alangoya Hatun. Masanın önündeki iki sandalyeden sağındaki durana oturdu.
- "Ana Dünya- İlk Çağ kitabının ikincisini okuyorum. On beşinci bölümü biraz okudum. Ama şimdi baştan alıp okuyayım." Dedi sözünü bitirip başlayacaktı ki Alangoya Hatun söze girdi;
- "Demek Çölig halkını okuyorsun. Ünlü Kağan Katili Yazgan Kağan'ın oğlu Tingiz Tigin'i asması bölümünü okuyorsun." Dedi kımızından biraz içip masaya koyarken Alangoya Hatun.
- "Aaa evet Annee. Tabiki okudun değil mi?" dedi ve okumaya başladı;
- "T.S.Ö (Tengri Savaşlarından Önce) 10 Maymun Yılının sabah saatlerinde güneş kendini hissettirmeye başladı. Yüce Oğuz Kağan otağında oturuyordu. Şimdilerde Dağ Hanlığının yakınlarında yüz çadıra yakın hanenin içinde bulunduğu yerde oturuyorduk. Yüce Oğuz Kağan'ın bulunduğu otağda bir hareketlenme oldu. Dışarıda bekleyen askerlerden biri içeriye doğru girdi.
- "Kağan'ım Komutan Uzun Kutadgu geldi." Dedi ve başını eğerek dışarıya doğru çıktı. Dışarıya doğru çıkarken yünden üzeri nakışlarla örülü bezi açtı. İçeriye doğru eğilerek Komutan Uzun Kutadgu girdi. Çok uzun olduğu için baya eğilerek geçti kapıdan. Belini yukarıya doğru kaldırdığında üzerindeki beyaz komutan elbisesini iyice düzelti. Arkasındaki büyük kalın yayı ve sağ ayağından aşağıya uzanan ok çantasında onlarca ucu demirden okları vardı. Başını yukarıya doğru kaldırdı.
- "Tengri Ülgen'in kudreti üzerinize olsun Kağan'ım." Dedi ve başını eğerek bir süre durdu. Birbirlerinin tam tersi yöne bakan ve ikisinin de belinde birleşen altından çift başlı at motifli bir tahta Oğuz Kağan oturuyordu. Onun gözlerine bakmak dahi heybetinden bir sille yemekle eşdeğerdi. Sol kolunu dizine sağ elini yumruk yapmış ve dizinin üstüne dik bir şekilde tutarak oturuyordu.
Sağ tarafında saçları bir ay gibi parlak bembeyaz tenin aklığı kıskandıracak boyutta olan Yarsub Hatun oturuyordu. Sol tarafında güneş gibi parlak saçları ve masmavi gözleriyle Gökkal Hatun oturuyordu. Onların önlerinde sağlı ve sollu dizilmiş Oğuz Kağan'ın oğulları yerde oturuyorlardı. Bense Oğuz Kağan'ın hemen arkasında ayakta bekliyordum. En büyükleri Dağ Han on yaşındaydı. Kutadgu'nun içeriye girmesiyle birlikte bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibi bana bakıp kafasını salladı.
- "Söyle komutan." Dedi gür ve tınılarını fevkalade bir şekilde kullanarak konuşan Oğuz Kağan.
- "İtbaraklar Ker Ormanının sınırında bekliyorlar Kağan'ım. Hiç bu kadar sınıra gelmemişlerdi. Hiçbir şey yapmadan bekliyorlar. Ne yapmamızı emredersiniz?" dedi konuşurken gözlerini hiç ayırmadan Komutan Kutadgu.
- "Barak'ı gördün mü?" dedi hafifçe ayağa kalkan Oğuz Kağan.
- "Evet Kağan'ım. Büyük Ak Dağ patikasının ortasında büyük kara domuzuna binmiş şekilde Dağ Settine bakıyor." Dedi Oğuz Kağan'ın kalktığını gördükten sonra bir iki adım geri attığında Komutan Kutadgu. Onun ayağa kalkmasıyla Büyük Kağan Otağında oturan herkes ayağa kalktı. Ben olan biteni sabırsızlıkla bekliyordum. Komutan Uzun Kutadgu'nun yanına kadar yürüdü. Onun geldiği gören Komutan Kutadgu tekrar bir iki adım geriye doğru gitti. Arkasını dönmeden bana doğru soru sordu.
- "Sen ne diyorsun bu işe Taptuk?" dedi. Ben Çift başlı at tahtının arkasından onun önüne doğru yürüdüm.
- "Bence biz de beklemeliyiz Kağan'ım. İlk kez bu kadar cesaretli gördüm onları. Birileri onlara yardım ediyor gibi. Belki de değildir. Ama ne olursa olsun beklemek bizi daha avantajlı konuma getirir." Dedim. Beni dikkatli bir şekilde dinledikten sonra arkasını döndü. Bana baktığı an sanki zaman duruyordu. Hayat daha fazla cesaret edip ilerlemiyordu. Nefesler anlamını yitiriyordu. Damarlarımda akan kan yerini bir hiçliğe bırakıyordu.
- "Biraz daha bekleyin komutan. Şimdi çıkabilirsin." Dedi ve tahtına doğru ilerledi. Birkaç adım atmıştı ki içeriye doğru uzun boylu hafif sakallı Uluğ Böke Şaman girdi. Üzerinde yeşil aşağıya kadar uzanan cüppe ve göğsünde demirden bir boyunluk takıyordu. Boyunluğunun içinde çoğunluğu Tengri Ülgen motifleri vardı. Kafasını tamamen örten şapkasının üzerinde kartal tüylerinden dört tane yukarıya doğru kalkmıştı.
Onun arkasından altı tane Şaman Öğrenci içeriye doğru girdiler. Üzerlerinde beyaz cübbe yere kadar uzanıyordu. Sağ ellerinde yüzük ay gibi parıldamasını sürdürdü. Hepsi yirmi yaşındaydı. Uluğ Şaman'ın yaşayan son öğrencileriydi. Dört yıl önce Boşgurarvış Şamanlık Okulunda bir gece baskınında İtbarakların lideri Barak Okulu ele geçirdi. İçindeki onlarca genç şamanı öldürdü. Uluğ Böke Şaman yanına aldığı altı genç Şamanla birlikte oradan kaçtı." Dedi ve bir anlığına duraksadı Tigin Tümer.
- "Anne Boşgurarvış Şamanlık Okulunu hiç duymadım. Orası neresi?" dedi başını Alangoya Hatun'a çeviren Tigin Tümer.
- "Yalnız Kale'yi duydun değil mi?" dedi başını yere doğru eğerek Alangoya Hatun.
- "Evet Anne duydum. Aaaa yoksa orası eskiden Şaman okulu muydu?" Dedi şaşkınlıktan gözleri büyüyen Tigin Tümer.
- "Evet oğlum... Orada yaşanan vahşeti unutmak için Yalnız Kale'nin adını dahi söylemiyoruz. Barak'ın sinsice bir gece vakti saldırması ve onlarca şamanın öldürülmesini hazmedemiyoruz." Dedi ve başı eğik konuşmasını bitiren Alangoya Hatun. Annesinin üzgün ve kederli hali onu da üzmüştü. Ve hiç konuşmadan tekrar okumaya başladı.
- "Uluğ Böke Şaman içeri girer girmez karşısındaki kendisinden biraz kısa Komutan Kutadgu'ya selam vererek Oğuz Kağan'ın yanına doğru yürüdü. Tahtına doğru gelip oturdu. Uluğ Böke Şaman başını hafifçe eğip; "Kağan'ım Ker Ormanındaki baykuşlarım sayesinde oradan size bilgiler getirdim. Yüzlerce İtbarak kımıldamadan bekliyorlar. Ak Dağın sağından ve solundan yeni İtbaraklar gelmeye başladı." Dedi bir süre başını eğik durumda tutup son sözlerinde başını kaldıran Uluğ Böke şaman.
- "Biliyorum Şamanım biliyorum. Ama bekleyeceğiz. Çocuklar dışarıya çıkın." Dedi sert bir ses tonuyla Oğuz Kağan. Önünde oturan altı oğlu ve kapının girişinde bekleyen altı genç şaman dışarıya doğru çıktılar. Onların çıkmasıyla kapıda bekleyen bekçi askerlerden biri tekrardan içeriye girdi.
- "Kağan'ım Çölig halkından biri sizi görmek istiyor." Dedi ve onayı alır almaz bezi kaldırdı. İçeriye doğru orta boylarda kumral renkli ve saçları çok kısa kesilmiş bir Çölig halkından kadın içeriye doğru girdi. Yüzüne örtüğü krem rengi cübbesinin başlığını çıkardı. Çölig halkının adetlerinden ilki saçlarını uzatmıyor olmalarıydı. Çok kısa bir şekilde keserlerdi. Eğer uzun saçlı bir Çölig halkından biri varsa onun Tengri tarafından lanetlendiğine inanılırdı. Akıldan almış saçlara vermiş derlerdi. Birkaç adım daha attıktan sonra durdu. Başını yere doğru eğdikten sonra beline taktığı haber kağıdını çıkardı. Ve okumaya başladı;
- "Yüceler yücesi, kağanların kağanı, Ay ve Güneş'in yeryüzündeki sahibi, Ana Dünya'nın en şerefli insanı, Tengrilerin kutu bahşettiği Ulu Oğuz Kağan. Ben Tingiz Tigin. Kurultayda suçlu bulundum. Ve bugün Çölig Sarayının meydanında ceza olarak asılacağım. Benim suçsuz olduğumu sende biliyorsun. Senden yardım istiyorum. Beni gelip kurtarır mısın?" diye tane tane okudu. O her okuduğunda biz de meraklı bir şekilde onu dinliyorduk. Oğuz Kağan dikkatli bir şekilde dinledikten sonra ayağa kalktı.
- "Taptuk hazırlan gidiyoruz." Dedi ve Kağan Otağından dışarıya doğru çıktı. Benim adımı her andığında içimde bazı duygular yer değiştiriyor gibi hissediyordum. Aniden ben de arkasından gittim." Dedi ve devamını okuyacakken kapı çaldı. Alangoya Hatun kapıya doğru bakarak;
- "Girin." Dedi. Kapı yavaşça aralandı. Elinde bir at sütü dolu bardakla içeriye Şaman Toygar girdi.
- "Kağançem, Tiginim gününüz aydın olsun." Dedi ve adımlarını masaya doğru attı.
- "Sütünüzü getirdim Tiginim. Bir saate Tigin Şenliğine gidiyoruz Kağançem. Herkes hazırlansın dedi Kağan'ım." Dedi ve elindeki at sütünü masaya koyup geldiği gibi dışarıya çıktı. Kapıyı hafifçe kapatıp arkasını döndü. Sağına doğru koridor boyunca yürüdü. Biraz yürüdükten sonra sağından aşağıya doğru inen merdivenlere girdi.
Adımlarını yavaş yavaş atarak bir kat aşağıya girdi. Sağına doğru döndüğünde bir iki adım atıp Vezir Kunanbay'ın kapısının önünde durdu. Üstünü başını sağ eliyle düzeltti. Sonra elini yukarıya doğru kaldırıp yüzünü gözünü temizledi. Derin bir oh çektikten sonra kapıyı çalmak için elini kaldırdı. Tam vuracakken;
- "Gel Şaman." Dedi Vezir Kunanbay. Sesi duyduğu gibi kapıyı açtı. Yüzünde yerine oturmamış birkaç tane taşlar hale beynini huzursuz etmeye yetiyordu. İçeriye doğru adımını attı. Sağından ve solundan başlayarak karşıdaki cama kadar kütüphane vardı. İçindeki kitapların bazıları çok eskiydi. Kütüphaneye sığmayan eski kitapları yere koyup bir sütün oluşturmuştu. İçeriye girdiğinde arkasını dönmüş meydana bakan Vezir Kunanbay'ı gördü. Birkaç adım attıktan sonra masanın üzerindeki beş altı kitabın açık olduğunu gördü. Tam ortalarında sarı bir kâğıt duruyordu.
- "Efendim. O kâğıt sizin avdayken kalkanınıza atılan oktaki kâğıt değil mi? Çözdünüz mü yoksa?" dedi ve biraz daha masaya yaklaşan Şaman Toygar.
- "Kimin attığını halen daha bulamadınız değil mi?" dedi Şaman Toygar. Masanın sağından sandalyenin yanına kadar geldi. Sarı kâğıdın üzerine işlenmiş altmış Kadim dil kelimesini gördü.
𐰀 𐰀 𐰴 𐰀 𐰴 𐰴 𐱃 𐰴 𐰀 𐰼 𐰃 𐱅 𐰃 𐰣 𐰖 𐰲 𐰉 𐰀 𐰉 𐰖 𐰔 𐱅 𐰤 𐰉 𐰺 𐰾 𐰃 𐰆 𐰣 𐰀 𐰣 𐰆 𐰞 𐰀 𐰑 𐰀 𐰀 𐰀 𐰣 𐰲 𐰃 𐰓 𐰑 𐰀 𐰃 𐰉 𐰤 𐰀 𐰃 𐰣 𐰖 𐰀 𐰍 𐰀 𐰢 𐰃 𐰽 𐰺 𐰀 𐰔
- "Evet bu tam bir Çölig bulmacası." Dedi meraklı ve bir o kadar da heyecanlı bir şekilde Şaman Toygar. Ve arkasını dönüp ekledi;
- "Ama Tengri Savaşlarında Çölig kıtası Orta Kıta'dan ayrıldı. Ve hepsi öldü Efendim." Dedi. Arkasını dönmüş ve dışarıya bakan Vezir Kunanbay'a doğru bir süre konuşmadan bekledi. Onun aksine Vezir Kunanbay başını biraz aşağıya doğru eğdi. Düşünceleri onu oldukça yormuştu. Beyninin içindeki karmaşa giderek artıyordu. Bir çok soru ve cevabı bir yerlerde saklı gibiydi.
Bu onun hiç istemeyeceği bir durumdu. Sağ elinde tuttuğu bastona doğru baktı. Derin bir oh çekti. Uzun zaman sonra hiç bu kadar kendini kötü hissetmemişti. O da farkındaydı olan biten şeylerin imkansıza yakın olduğunu. Yavaş ve kararlı bir şekilde arkasını döndü. Tam karşısında ayakta meraklı gözlerle ona bakan Şaman Toygar'a baktı.
- "Dediklerinin hepsi doğru. Ama demek ki halen daha yaşayan varmış. Ve bunlar Çölig Hanedanlığından kişiler. Bu gördüğün bulmaca yirmi yaşına basmış Çölig Hanedanlığı Tiginlerine çözdürülürdü. Başarılı olanlar geleceğin kağanı olarak görülürdü. Yani bu bulmacayı sıradan biri hazırlayamaz." Dedi Vezir Kunanbay. Bastonunu öne doğru attığını gören Şaman Toygar kendi sağına doğru birkaç adım geriye attı. Masanın yanında ayakta beklemeye başladı. Adımlarını atarak masanın ortasına kadar geldi. Sandalyeyi kendi sağına doğru sürükledi. Bastonu masaya dayadı. İki eliyle birlikte ortada duran Çölig Bulmacasına doğru baktı.
- "Bu nasıl mümkün olur efendim. Eğer Çölig Halkından biri yaşıyor olsaydı biz bilirdik. Orta Kıta'da ne olursa önce bizim haberimiz olur." Dedi ve ellerini bağlayıp Vezir Kunanbay'a doğru baktı.
- "Demek ki her şeyden haberimiz yokmuş. Başarısız olduk Şaman." Dedi ve sağ elini sağında duran büyük kitabı kaldırdı. Altındaki kâğıdı çıkarıp Çölig Bulmacasının yanına bıraktı. Şaman Toygar gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.
- "Çözmüşsünüz. Hem de bir günde. Çölig bulmacasını bir günde... Nasıl?" dedi bağladığı ellerini heyecandan açıp masaya yaklaşan Şaman Toygar.
- "Altmış harfi bulmaca en zor bulmacaları değildir. Ama yine de zaman alır. Küçükken Taptuk Ata beni kurtardığında beş yıla kadar onun yanında kaldım. Bana bir gün elli harfi Çölig bulmacası çözdürdü. Altı saatte bulmuştum. Yarın ise altmış harfi Çölig Bulmacası çözdürdü. O benim üç günümü almıştı. On beş yaşındaydım. Ama sonunda bulmuştum. Bunu nasıl bulduysam." Dedi ve başını önüne çevirerek altındaki kâğıdı gösterdi Vezir Kunanbay.
- "Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır bu imkânsız Efendim bu imkânsız. Ne yani bu bulmacada yazan şey..." dedi ve devamını getiremedi. Eğildiği gibi bir anda doğruldu. Konuşmasını yarıda kesmesinden şüphelenen Vezir Kunanbay başını kaldırdığı gibi aniden doğruldu. Gözleri bir anda kapkara kesildi. Burnundan siyah bir sıvı akmaya başladı.
- "Ne görüyorsun Şamannn. Balbalın önünde kim var Şamannnn!!" Dedi ve bastonunu alıp iki eliyle tutup yere vurmaya başlayan Vezir Kunanbay.
- "Kara Şaman.. Kara Şamannn....." dedi burnu ve gözleri kapkara olan Şaman Toygar.
- "KENDİNE GELLL!!" diye bağırdı Vezir Kunanbay. Sesinin gürlüğü onu transtan çıkarmaya yetti. Masanın yanındaki peçeteden birini aldı. Burnunu iyice sildi.
- "Üstün hep kan oldu Şaman. Bu halde gitme dikkat çekersin. Pencereden de gidemezsin halk çok bir gören olur." Dedi ve arkasını dönüp önündeki sandalyeyi kenara sürükledi. Karşısındaki kitaplığa doğru yürüdü. Uluğ Böke Şaman'ın Gizli Geçitler kitabını kendine doğru çekti. Çektiği gibi o sıradaki bütün kitaplar birbirlerinin içine girmeye başladı. En sağ da ve en sol da tek bir kitap halinde iki kitap oluştu. Kitapların birbirlerinin içine girmesiyle arkalarındaki duvarda şekiller görülmeye başladı. Simsiyah duvarda Siyah Balbal'ın yüz hatlarını barındıran bir balbal taşı daha göründü.
- "Çabuk ol Şaman." Dedi ve kenara çekildi Vezir Kunanbay. Bir anda beyaz kartal donuna girdi ve karşısındaki siyah balbala doğru uçup içine girdi. Onun duvardan geçmesiyle birlikte iç içe geçmiş bütün kitaplar eski halini almaya başladı. Arkasını dönerek masanın üzerindeki her şeyi toparladı. Bastonu alıp hızla kapıya doğru yöneldi. Kapıyı hızla açıp dışarıya doğru çıktı. Sol elindeki anahtarla kapıyı kilitledi. Sağına doğru döndüğünü anda cübbesinin içinden çıkardığı gözlüğünü taktı.
Solundan aşağıya inen merdivenleri indi. Bir kat aşağıya doğru indiğinde karşısındaki mahzenlere giden merdivenlere girdi. Yine yalnız kalmıştı. Yalnız kalmak ona acı veren bir dürtüyü harekete geçiriyordu. Kendi ve zekâsı arasındaki savaş onu yıprattıkça yıpratıyordu. Beyninin içindeki oyunlar, sorular, karmaşıklık bir türlü onun yakasını bırakmıyordu. Zihninde dolaşan tilkilerden nefret ediyordu. Ama kendisi de farkındaydı. Bu durum yalnız kaldıkça devam edecekti. Son birkaç merdivenine indikten sonra karşısındaki zindan kapısına doğru yürüdü. Önünde bekleyen asker onu gördükten sonra direk kapıyı açıp başını öne eğdi.
İçeriye doğru adım attığı gibi o ağır kokuyu hissedip ilkildi. İlk bu kadar sessizdi zindan. Pek alışık değildi bu duruma. Etrafındaki hücrelerde kimseler yoktu. Bastonundan çıkan ses bir süre yankılanıp tekrar duruyordu. Karşısındaki asker onun zindana girdiğini gördüğü gibi kapıyı çoktan açmıştı. Başını öne eğip geçmesini bekledi.
- "Bütün hücreleri temizleyin. Misafirlerimiz olacak." Dedi ve yanından geçip dönen merdivene girdi. Asker bu emiri sadece başını sallayarak onayladı. Kapı her zamanki gibi yaşlılığının getirdiği bir dışavurum yaparak inleyerek kapandı. Adımlarını her attığında düşüncelerinin içinde kaybolmaya tekrar başladı.
Her indiği merdivende her anı yaşıyor gibiydi. Kendine artık söz geçiremez durumda buluyordu. Bastonu her yere vurduğunda geçmişteki unutmak istediği bir olayı zihin sözlüğünden siliyordu. Son merdiveni de inip büyük kapıya doğru yürüdü. Bastonunu koltuk altına koyarak kapıyı yavaş yavaş açtı. Kapıyı tamamen açtığında karşısındaki iki şaman onu bekliyordu.
- "Ne işin var burada Kara Şaman?" dedi bastonunu iki eliyle tutarak ayakta duran Vezir Kunanbay. Onun konuşmasıyla birlikte Şaman Toygar Vezir Kunanbay'ın yanına doğru geldi. Arlarında dört metreye yakın bir mesafe vardı. Baştan ayağa simsiyah ve sağ omzunun yanına bir ruh kılıcı durur vaziyette Vezir Kunanbay'a doğru konuşmaya başladı Kara Şaman;
- "Bu ne hoş karşılama böyle Vezir. Özlemedin mi beni yoksa?" dedi bir iki adım daha atarak duran Kara Şaman.
- "Ne işin var burada Kara Şaman?" dedi sesinin tonunu biraz daha artırarak ikinci kere soran Vezir Kunanbay. Sesinin tonunu beğenmeyen Ruh Kılıcı ona doğru havada süzülerek gelmeye başladı. Bunu gören Şaman Toygar iki elini birden öne getirerek bir kez şıklattı. Sağ elinde ucunda yeşil yada taşı olan bir tokmak ve sol elinde bir davul oluştu.
- "Heyyy buraya kavga etmeye gelmedim." Dedi ve başını Ruh Kılıcına doğru çevirip;" (𐰆𐰭𐰀) (Unga) hayır." Dedi Ruh Kılıcı olduğu yerde kaldı.
- "Ötüken Ormanındaki diğer Kara Şamandan dünden beri haber alamıyorum. Benimle iletişim kurmuyor." Dedi boğuk ve ağır bir ses tonunla konuşan Kara Şaman.
- "Ruhsal anlamda nasıl iletişim kuramazsın?" dedi meraklı bir şekilde Şaman Toygar.
- "Bunun tek bir açıklaması var Kara Şaman. Ölmüş olabilir." Dedi Vezir Kunanbay.
- "Hahaha bu imkânsız Vezir imkânsız. Orta Kıtada onu öldürecek bir canlı yoktur bilmez misin?" dedi gülmesini sürdüren Kara Şaman.
- "Öldüğünden şüphelenmesen bana değil Ötüken Ormanına giderdin Kara Şaman öyle değil mi?" dedi kararlı ve bir o kadar kendinden emin bir şekilde Vezir Kunanbay. Vezir Kunanbay'ın bu konuşmasını işittikten sonra hafifçe gülümseye başladı Şaman Toygar. - "Ee..e..eee...ee evet şüphelerim var.
Sana Yada Taşı getirdim. Ötüken Ormanın da ne olmuş bana göstermen lazım." Dedi Kara Şaman. Sağ elini siyah cübbesinin içine soktu. İçinden beş tane simsiyah küçük topları çıkardı. Yukarıya doğru kaldırıp yere doğru attı. Havada parçalanıp yere doğru beş adet Kilin'in Yada Taşlı kalpleri yere doğru düştü. Şaman Toygar yere düşen Yada Taşlarından birini eline aldı.
Sol elinde tuttuğu Yada Taşını sağ eliyle ovalamaya başladı. Bunu yaparken Kadim dille ilgili büyü yapmaya başladı;" (𐰇𐱅𐰜𐰀𐰤 𐰖𐰃𐱁 𐰋𐰇𐰼𐱅𐰃𐰨𐰃𐰘𐰀) Ötüken yış börtinçiye" Ötüken Ormanının gözleri." Diye birkaç kere tekrarladı. Sağ elini kaldırdığında Şaman Toygar'ın ne görmek isteğini anlayan Yada Taşı bir gün önce olan biteni göstermeye başladı.
- "Bakın Kara Şaman. Karşısındaki kim?" dedi Şaman Toygar ve karşısındakini görür görmez bir anda Vezir Kunanbay'a doğru baktı.
- "Alabörü nasıl olur ne işi var onun orada." Dedi meraklı bir şekilde Vezir Kunanbay'a bakan Şaman Toygar.
- "Vayyy Ayaz'da oradaymış." Dedi.
- "Hayır imkânsız. Bunu asla yapamaz. Yıldırımı nasıl kontrol eder Vezirim." Diye halen daha şaşkınlığını gizleyemeden konuşuyordu Şaman Toygar.
- "Sonunda bunu da başardı." Dedi pür dikkat olanları izleyen Vezir Kunanbay.
- "Evet burası biraz üzücü. Sen bakmasan daha iyi olur Kara Şaman." Dedi Şaman Toygar.
- "Senin sonun olacağım Mankurt." Dedi ve arkasını dönenerek yürümeye başlayan Kara Şaman.
- "Nereye gidiyorsun sen? Bak görüyor musun? Ruh Kılıcını onun olmuş. Ruh Kılıcı bile olmayan Alabörü sizden birini öldürmüş. Şimdi daha güçlü." Dedi Kara Şaman'a doğru bakan Vezir Kunanbay.
- "Ne diyorsun LAN SEN! BENDEN BİR PARÇA ALDI O ŞEREFSİZ. ŞİMDİ BEN DE ONDAN BİR PARÇA ALACAĞIM." Dedi ve arkasını dönmeden Vezir Kunanbay tekrar konuştu;
- "Hiçbir yere gitmiyorsun!" dedi hafif sesini yükselten Vezir Kunanbay.
- "SEN KİMSİN Kİ BANA EMİR VERİYORSUN LAN!" dedi ona doğru yürüyen Kara Şaman.
- "Birincisi kabalıktan hoşlanmam ikincisi ses tonuna dikkat et üçüncüsü onu bulduğun zaman ölen sen olursun. Alabörü Orta Kıta'daki en güçlü savaşçı. Onun neler yapabildiğini bilmiyorsun. Sen onu bana bırak şimdi git Ak Orman'dan ayrılma!" dedi ve arkasını dönüp içeriye doğru girdi.
- "Senin de sıran gelecek Vezir duydun mu beni? Senin de sıran gelecek." Dedi Kara Şaman ve sesi giderek alçaldı.
- "İsterseniz şuan öldürürüm onu Vezirim." Dedi sert bir tonda Şaman Toygar.
- "O artık bir ölü. Ölüleri öldüremezsin Toygar." Dedi Vezir Kunanbay ve dönen merdivene doğru yürümeye başladı. Vezir Kunanbay'ın bu konuşması onun yine gülümsemesine sebep oldu. |
0% |