@mmsyazar
|
Kış Orta Kıta'nın kuzey bölümünü tamamen istila etmişti. Ağaçların tepelerine özenle yuva yapan kuşlar gibi kararlı bir şekilde dallarına konuyorlardı. Rüzgâr ve kardeşi fırtına beyaz karın hükümdarlığını sona erdiren düşmanlarıydı. Haber vermeden gelen misafir gibi aniden ortaya çıkıyor ve karı bir oyana bir buyana dağıtıyordu. Belirli aralıklarla kurt ulumaları kara bir kışın kapıda olduğunu anlatıyor gibiydi. Yeryüzünü tamamen ele geçiren kar bu sefer yukarıdaki bütün ağaçların üzerinde hakimiyet kuruyorlardı.
Bazen göz gözü görmez şiddetinde yağarken bazen kendini unutturtmayı da biliyordu. Dağ Hanlığına giden uzun patikanın üzerini tamamen istilacı karlar tarafından ele geçirilmişti. Yolun uzunluğunu ve karmaşıklığını sadece kenarlarındaki uzun Akçaçamların olmasıyla bir nebze hatırlatıyordu kendini. Ağaçların arasından" hışırt hışırt" diye sesler gelmekteydi. Ağaçların birbirlerine sık olması gelen sesin neye benzediğini gölgede bırakıyordu. Patikanın sağ tarafında kalan kısmında sesler bir kesilip bir anlığına hızlanıyordu. Artık ağaçlar onu saklamayı bırakmış gibiydi.
Bir Akçaçamın yanında ayakta bekleyen siyah bir kurt göründü. Sesin kaynağı kafasını aşağı doğru eğmiş vücüdü yerdeki karla aynı doğrultuda karşısında ki patikada ayakta bekleyen birine doğru bakıyordu. Baştan aşağı siyah giyinimli normal insan boyunda ve yüzünde şahin portreli bir maske tutuyordu. Kafasını sesin geldiği yere doğru çevirince beyazların hâkim olduğu topraklarda tek karanlığı simgeler şeklinde ona bakan kızıl gözlü büyük bir siyah kurdun kendisine baktığını gördü. Kurt hafif adımlarla ona gelmeye başladı. Adımlarını o kadar narin bir şekilde atıyordu ki yerdeki kar bozulmuyordu. Kendisine doğru gelen kurda doğru ayaklarını çevirdi ve bekler biçimde kurda bakıyordu. Sol ayağını biraz öne çıkardı ve sağ ayağını destek alır gibi geriye attı. Artık her şey hazırdı sadece kurdun ona karşı saldırmasını bekliyordu.
Tek bir ağaç kalmıştı aralarında sırtının yanını ağaca sürterek ilerledi. Patikaya bir adım kalmıştı iyice yaklaştı. Arka ayaklarından güç almak için iyice birbirlerine yakınlaştırdı. Bu tam bir avlanma pozisyonuydu bir kurt için.Nefes alırken ve verirken çok asil bir ses çıkarıyordu. Ses aslında dışarıya yoğun bir buhar olarak dönüyordu. Dişlerini göstermeye başladı. Karalı bir şekilde hırlamaya başladı. Dişlerinin arasından salyalar karların üzerine düşüyordu. Maskeli adam onun kendisine karşı yaptığı bu hareketlere hiçbir şey yapmıyordu. Beklemesini sürdüren adam bir adım geriye çekildi. Bunu gören kurt ileriye doğru atlamaya başladı. Havada asılı kalır gibi üç metreye kadar zıpladı. Sağ eliyle beline astığı küçük bıçaklardan bir tanesini çıkarıp havada kendisine doğru gelen kurdun kafasına fırlattı.
Havadayken kafasına giren bıçak onu hayattan kopararak yere indirdi. Attıktan sonra sola doğru dönen maskeli adam önünden geçen kurdun düşüşünü izledi. Yere doğru boylu boyunca uzanan kurt heybetini tamamen yitirmişti. Kafasından aşağı doğru akan kırmızı kan bir daire oluşturuyordu. Yanına doğru eğildi bıçağı girdiği yerden çıkardı. Kurdun postunda kan olan bıçağı temizledi ve belindeki yere tekrar soktu.
Belinde on tane bu bıçaktan vardı. Patikanın Ötüken Ormanında kalan kısmında bir at arabasının geldiğini işitti. İki tane at olduğunu hemen anladı. Karşısında sadece bir at arabası değil bir kar yumağı da geliyor gibiydi. At arabası iyice maskeli adamın önüne kadar geldi. Ayakta bir şey yapmadan kendisine gelen arabaya bakıyordu. "Hoooopppppp yavaşşşş "dedi at arabasını süren iki adamdan biri. Atlar zor bela da olsa durmayı bildi. Ayaklarından maskeli adama doğru birkaç kar topluluğu üzerine doğru serpildi.
"Sende kimsin be adam!" dedi arabayı süren adam. Sözlerine devam etti; bana bak eğer sen bir yolkesensen buradan sana ekmek çıkmaz akıllı ol!" dedi kararlı ve ciddi bir ses tonuyla adam. At arabasının üzerinde bekleyen iki adama doğru yaklaştı bunu gören adamlar kılıçlarının kabzasını tuttular ve ona karşı bir savunma için hazır bekliyorlardı." Heyy sana diyorum yaklaşma ve önümüzden çekil bu sana son ikazımız." dedi adamlardan biri. İyice yanlarına gelen maskeli adam kafasını kaldırarak sözlerine başladı; "Beni Dağ hanlığına gizlice sokacaksınız, yoksa şurada yerde ölü olarak yatan kurt gibi olur sonunuz. "Dedi maskeli adam, sesinin tonunu çok iyi bir şekilde ayarlayarak. Bir anda birbirlerine doğru baktılar, şaşkınlıkla karışık bir anlığına ikisine birden korku da sarmayı başladı zihinlerini. "Hey sakin ol! bize zarar vermeyeceksen seni gizlice sokabiliriz ama bir şartımız var?" dedi sözcüklerini korkutarak çıkardı ağzından adam. "Neymiş o?" dedi maskeli adam.
"Yerde yatan kurdu eğer bize verirsen bizde onu satacak birini buluruz. Çok iyi para eder." dedi çekinerek konuşmasını sürdürdü. "İnin alın ne yaparsanız yapın beni ilgilendirmez." dedi ve at abrasının arkasına doğru yürüdü. Arabanın arka kapısından içeriye doğru baktı; odun hayvanlar için biraz ot ve kış meyveleri vardı. Atlayarak içine bindi sonuna kadar yürüdü ve yatma pozisyonu aldı. İki adam attan indiler ikisi de ellerine kılıçlarını almış vaziyette yürüyorlardı. Kurdun yanına geldiklerinde onun ne kadar büyük olduğunu o an daha yakından şahit oldular ve içleri kıpır kıpır oldu. Birbirlerine bakarak biraz daha yaklaştılar bir boz ayının boyutunda büyük bir siyah kurt önlerinde ölü bir şekilde yatıyordu. Korkularını yenmek için sadece birbirlerine yakın durmuyorlar birde kılıçlarını tutuyorlardı." Hey bana bak ! bu bizi nereden tanıyor lan?" diye sordu adam.
" Bilmiyorum ama yüzünde ki maskeyi gördün mü Şahin kafası var mı ? Gün hanlığı ongunu bu onlardan biri mi acaba ?" dedi diğeri. " Kesinlikle kardeşim." dedi ve eğilip kafasına doğru temkinli bir şekilde baktı. Yanında adam ayağının ucuyla dokundu ama kurt çoktan ölmüştü. Kafasının otrtasından açılan yaraya baktı. " Nasıl öldürmeyi başardı bunu ya?" diye kendi kendine konuştu. İkisi birden sırtlarına aldılar ve arabanın arkasına geçerek onu bıraktılar. Arabanın başına geçip atlara görevlerini söyler şekilde kırbacı yapıştırdılar. Atlar bu acının getrimiş olduğu emirle hızla koşmaya başladılar. Ötüken ormanından çıktılar.
Karşılarında gördükleri dağ setti onları bir kez daha heyecanlanmalarına sebebiyet vermişti. Ucu bucağı gözükmeyen set Dağ Hanlığı duvarlarının iki katı yüksekliğindeydi. Dağ hanlığına giden yol tamamen beyazlarla örtülmüştü. Karın başkenti gibiydi Dağ Hanlığı Orta Kıta'nın. İkisinin de gözlerinden başka heryeri sarılmıştı. Kirpikleri bir zaman sonra iyice donmuş ve kapatmaya çalıştıkları zaman uzun bir süre açamıyorlardı. Büyük kara atlar arabanın hükümdarları gibi hızla çekmeye devam ediyorlardı. Üzerlerine yağan kar onları pek sevmiyor gibi görünüyor ve hemen sırtlarından yere kardeşlerinin dibine düşüyordu.
Yoğun bir şekilde yağmasını sürdüren kar bazı yerlerde arabanın hızlı gitmesine mani oluyordu. Dağ hanlığına doğru yaklaştıkları ve içindeki en yüksek yapıyı han odasının tepesini görüyorlardı. Hanlığın içindeki hanelerinin dumanları hapishaneden kaçan suçlular gibi hanlığının içini terk ediyorlardı. Hanlığının büyük kapısının önüne yaklaştılar. Hanlığının duvarlarının üzerinde sadece okçu askerlerin bekledi bilinen bir gerçekti. Kapının üzerinde iki asker ve önlerinde ki büyük davulla kimin gelip gelmediğini hanlığının içinde ki diğer hanelere bildiriyordu. At arabasını yavaşlattılar ve iyice kapının önüne geldiler.
İçlerinden biri konuşmak istedi fakat sesi pek çıkmadı. Soğuğun getrimiş olduğu psikolojik bir duraksamadan başka bir şey değildi. Bunu anlayan diğeri kafasını kaldırdığı anda tanınmıştı. Sağ tarafta duran haberci asker davula bir kez vurdu. Bu sesten sonra kapı açılmaya başladı. Kapının önündeki yığılmış kar kapıyı çeken askerleri de zor duruma düşürüyordu. Dört kişinin çektiği kapı sonunda açılmıştı. Her hanlıkta olduğu gibi Dağ Hanlığında da bir kapı bekçisi vardı. İçeriye gelmesini el hareketi ile gösteren bekçi arabanın içeriye gelmesini bekledi.
-"Hoş geldiniz ikizler , bu soğukta dışarıda olmak cesaret ister. Hırlısı var hırsızı var ." dedi bu konuşmasını yaparken arabanın yanından arkasına doğru gitti. İkizlerin birbirlerine inceden bir bakış atmaları tedirgin hallerini belli ediyordu. Sözler bu sefer dilden değil gözlerden başlıyordu. İkisinin de gözlerindeki korku yüreklerine darbe olarak geri döndü. Kısık ve birazda telaşlı bir sesle konuşmaya başladı.
-" Her zaman ki şeyler asker ,yani satılacak şeyler .. Eee neredesin duyuyor musun beni?
- Hey burada ne var ! siz ne haltlar karıştırıyorsunuz lan. Buraya gelin" dedi bekçi asker sözlerindeki dehşet ikizlerin kalbini durduracak kadar heybetliydi. İkisi de birbirlerine tekrardan bakıp kafalarını hafifçe sağa sola sallayıp korkularını belli ediyorlardı. Arabandan inerek arka tarafa doğru adımlarını attılar. Bekçi askerin yanına geldiklerinde biri diğerinin arkasında kalmıştı. Kafasını aşağıya eğerek yürüyordu. Asker bir anda önlerine doğru çıkınca o da kafasını kaldırıp kendine geldi. İkisi birden korkudan titriyorlardı. Soğuk ve puslu havanın getirdiği bu dayanılmaz soğuğu unutmuş gibilerdi.
-" Bu nedir lan ? " diye tekrarladı sorusunu bekçi asker. Önde giden kafasını arabanın arkasına doğru eğdi. Boylu boyunca uzanmış kapkara olan kurda baktı. İçinde ki alevler yerini ortamında getirdiği soğukluğa bıraktı. Derin bir nefes alıp gözlerini kapatıp açtı.
-" Ya sen onu mu soruyorsun asker. Biz gelirken Ötüken ormanında ölü bir şekilde bulduk. Bizde para eder diye getirdik." Dedi sözlerini önceden hazırlamış gibi ikizlerden biri. Yanına doğru hafifçe yaklaştı burnundan soluyordu artık. Sağ eliyle ikizlerin önde duranının omzuna dayadı.
" Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan. Kara bir kurt öldürmek suçtur. Ve bunu sizin öldürmediğinizi varsayarsak ki bir de Ötüken ormanında sadece Alasığın ve Gökbörü öldürülmesine izin verilmiştir. Bunu başka bir yerde buldunuz ve şimdi siz bana burada hikâye anlatıyorsunuz. Bana bakın lan arabayı içeriye doğru alın başında bekleyin bunları Dağ Han'a götürecem." Dedi bekçi asker. Konuşmasını yaparken sadece bağırmıyor bir de yüreklerine korku salıyordu. İkizler bu konuşmadan sonra cesaretlenip konuşmaya başladılar." Yapma bekçi asker gel kendi aramızda halledelim. "İyice yanına doğru eğildi. Artık askerin kulağının dibindeydi. Sözlerini bazen asker bile anlamıyordu , o kadar sessiz konuşuyordu." Senin de bizim gibi akçeye ihtiyacın var. Gel sen buna bir şey yapma bizde seni görürüz. Hem bir kara kurt bin akçe eder bunu sen de bilirsin.
" Dedi ve kendini geri çekip arkada ondan boy olarak daha kısa olan ikizine bakarak kafasını salladı, tekrardan askere döndü. Askerin neler düşündüğünü ve ne karar vereceğini düşünmeye başladı. Soğuğun bünyede bıraktığı yakıcı his ellerine kadar nüfuz etmişti. İki elini bir araya getirerek sıvazlamaya başladı. Ellerini birbirine sürterek hem ısınmaya hem de düşünmeye çalışıyordu." Durun!" diye bağırdı bekçi asker diğer askerlere. "Yarısını alırım." Dedi ve ekledi." Eğer cezalandırılmak istemiyorsan yarısını alırım diğer yarısı da sizin olur." Dedi kısık kısık konuşarak bekçi asker. Sinirlerine hâkim olmaya çalışan öndeki ikiz bir şey dememek için kendini frenledi. "Peki öyle olsun "dedi yüzünde sinirli bir ifade bırakarak ikizlerden biri. Arkalarını döndüler arabanın üzerine çıkıp atın eyerini bir kez vurup uzaklaştılar.
Araba pazar meydanından geçerken kalabalığın ortasında kaldı ve ilerlemesini kesti. Arabayı durduran ikizlerden biri arkasına doğru eğilip;" Artık inebilirsin efendim geldik" dedi. Halen daha korkuyorlardı. Biri konuşurken diğeri kılıcının kabzasını tutuyordu. En arkaya doğru yerde yatan maskeli adam ayağa kalktı. Adımlarının seslerini ikizlerde duydu. Bu sesleri işiten ikizler otomatik bir şekilde önlerine döndüler. Aracın arkasından indi. Yüzündeki şahin ongunu dikkatli bakıldığında kendini belli etse de gizlemeyi başarıyor gibiydi. Kafasına geçirdiği kıyafetinin uzun şapkasıyla kalabalığa karıştı.
Pazar meydanı uzun ve sağa sola ayrılmış her biri bir şeyler satan pazarcılarla doluydu. Havanın soğukluğunu bu kalabalık sayesinde az da olsa kırılmıştı. Meydanın sonu Dağ Han 'lığının sarayına yerini bırakıyordu. Ortadaki büyük çeşme artık donmuştu. Önünde çocuklar birbirlerine kar atarak bu günlerin tadını çıkarıyorlardı. Pazar meydanının sonunda büyükçe bir ateş ve onun önünde ise diğer çocuklar sohbet ediyorlardı. Sohbet ettikleri yerin tam ortasında ise büyükçe bir divan vardı. Üzerinde yünden bir minder ve arkalığı ahşaptı. Onun önünden ilerlemesini sürdürdü. Son pazarcının oradan geçerken duraksadı.
Soluna doğru baktı. Uzun ama iki insanın geçebileceği bir koridor gördü. Koridorun tam ucunda ise koç başı bulunuyordu. O koridora doğru girdi. Kendini içeriye doğru attığında havanın orada daha sıcak olduğunu hissetti. Adımlama seslerinin hafifçe yankılandığını duydu. Koridorun içinden bir koridor daha olduğunu hatırladı. Kafasını oraya doğru çevirdiğinde seslerin artık iyice belirginleştiğini anladı. Koridorda artık sadece kendisi yoktu. Üzerinde Tengri Ülgen ve kızları motifli yeşil bir cüppe giyiyordu.
Başında koyun yününden yapılmış bir börk bu soğuk havalarda kalkan gibi görünüyordu. Yürümesini sürdürürken ellerini cüppeden çıkardı. İkisini bir araya getirdiğinde baş parmağında ise Uçkuş ongunlu bir yüzük takılıydı. Bu onun Dağ Hanlığının veziri olduğunu belirlerdi." Hoş geldiniz efendim." Dedi kafasını aşağı doğru eğerek Vezir Baymünke. "Bakıyorum da iyice dağlı olmuşsun. Onlar gibi kokuşmuş birer yaratığa dönüşmüşsün." Dedi sesinin ritmi vurgulayıcı biçimde çıkan maskeli adam. "Nasıl emrettiyseniz öyle efendim." Dedi gülümsemesiyle birlikte Vezir Baymünke. Ve ekledi;
- "O gün geldi mi efendim?" diye meraklı ve bir o kadar heyecanlı şekilde sordu.
- "Geldi vezir. Onun en mutlu olduğu gün geldi. Sonunda bir tane daha ama akıllı bir tigin verdi Tengriler. Ama bu onun en acı günü olacak. Tiginine doyamadan bir pislik gibi geberip gidecek Dağ Han. Şimdi bunu al şenlik sırasında herkesin gözü önünde ölmesini istiyorum. Kendini gizle ver başkası götürsün sakın deşifre olma." Dedi maskeli adam.
- "Emredersiniz efendim. Peki sonra yanınıza gelebilir miyim?"
- "Hayır. Burada kalıp deli tigini tahta geçireceksin. Onu avucunun içinde tutup ne yapması gerekirse onu yaptıracaksın. Şu anlık bu kadar bilgi yeter. Elindeki şişenin hepsini dökmeyi unutma sakın. Şimdi kaybol buradan." Dedi maskeli adam. Vezir arkasını dönüp koridorda biraz ilerledikten sonra sola doğru dönüp kayboldu. Geldiğindeki gibi yankılar artık yavaş yavaş kayboluyordu. Seslerin tamamen ortadan kalmasıyla birlikte arkasına doğru dönüp koridordan çıktı. Kalabalık gittikçe artmıştı. Olağan üstü bir ses cümbüşünün içinde buldu kendini. Soluna doğru bakarak çıktı.
Sağından gelen çocuğu göremedi. Ona çarpan çocuk kafasını kaldırdığı anda korktu. Ve kendini geriye doğru atarak karların içine düştü. Ayakta hiçbir şey olmamış gibi bekleyen maskeli adam umursamadan yürüdü. Çocuk yerinden kalkar kalkmaz karşıda divanın üzerinde oturan sağ elinde kendi boyu kadar kalın, ucu sekiz dala ayrılmış ve aşağı sarkmış vaziyette duran asasıyla, beyaz sakalları göğsüne kadar uzanan kişiye doğru "Taptuk Ataaaaa!" diye bağırarak koştu. Kafasıyla arkasına bakarak koşan çocuk Taptuk Ata'nın yanına gelip durdu ve oturdu. Nefes nefese kalan çocuk kafasını biraz aşağıda tutarak sakinleşmeye çalıştı. Birkaç defa daha hızlı hızlı nefes alıp verdikten sonra düzenli hale geldi. Yüzü tamamen kıpkırmızı olmuştu. Yanakları kar yağacak zamanda gökyüzünün allığı gibi parlıyordu. Kara gözleriyle ve kara kaşlarıyla tam bir Dağ'lı çocuğunu betimliyordu.
- "Söyle bakalımmm Bolgan Efendi seni bu kadar telaşlandıran şey ne?" dedi naif ve tok sesiyle Taptuk Ata.
- "Size doğru gelirken birine çarptım ve bir de baktım ki şahin yüzlü bir insan gördüm Taptuk Ata." Dedi sesinin titremesine engel olamadan Bolgan.
- "Şahin yüzlü mü? Yani şimdi aramızda insan vücuduyla gezen bir şahin mi var?" dedi gülümseyerek. Ve ekledi; "Ben öyle bir yaratık tanımıyorum onun için korkma olur mu? Yanlış görmüş olabilirsin." Dedi ve konuşmasının verdiği sıcaklık Bolgan'ın rahatlamasına sebep oldu. Diğer çocuklarda meraklı gözlerle izledikleri bu konuşmanın sonunda rahatladılar. İçlerinden biri ayağa kalkarak heyecanlı bir biçimde sorusunu hazırladı ve sordu;" Taptuk Ata bugün bize hangi hikâyeyi anlatacaksın?" dedi konuşurken peltek konuşan Bumin.
- "Madem bugün kuş görmüş Bolgan bize de kuşların en mühimi olan Tuğrul kuşunun hikayesini anlatmak düşer." Dedi Taptuk Ata.
- "Yıllar yılları kovaladığı eski zamanlarda Ana Dünya'nın huzurlu ve mutlu olduğu günlerde Tengri Erliğ, yeraltının azılı, kötü, acımasız Tengrisi yeryüzüne çıkar. Bu gelişi daha önceki gelişinden farklıdır. Bu sefer yeryüzünün tek hâkimi olmak ister. Sol elinde kalkanı sağ elinde ise ucunda Üçgen formunda büyük Yada taşı olan asasıyla görülür. Gittiği her yerde ölüm götürür. Bütün beylikler yanar ve küller içinde kalır. Tengri Ülgen gök diyardan gelerek onunla savaşmaya başlar.
Tengri Erliğ Gök diyardaki Asar halkını yerinden, bütün asar ülkesini ise yerle bir eder. Orada bulunan gök halkı asarlılar tek boynuzlu kilinlere binerek yeryüzüne inerler. Gök yaratığı olduğu için kutsaldır. Onun için Kilinlerin neden öldürülmesi yasak canlı olduğunu da anlamış oldunuz değil mi çocuklar. Bu savaş sonunda ise Erliğ elindeki asasını kaybeder. Savaşta yenilen Erliğ Han yeraltına hapsedilir. Asar halkı ise Ergenekon Dağına sığınırlar. Orada yıllarca yaşarlar. O kadar uzun yıllar kalırlar ki onlardan birini bile kimse göremez ve unutulurlar.
Ergenekon dağına sığınan Asar halkı dağa ihanet ederek dağı eritmeye başlarlar. Okçuluklarıyla bilinen beyaz saçlı, güneş sarısı gözleri olan asar halkı erittikleri demirlerden ise oklar yaparlar. İçten içe eriyen dağ onları oraya hapseder ve kapısını sonsuza kadar kapatır. Ve bir gün Tuğrul kuşu ortaya çıkıverir. Onları Ergenekon dağından çıkarır. Asar halkı onun gelişiyle tekrardan o eski şatafatlı günlerine dönmüş olurlar." Dedi Taptuk Ata. Tam bir şey söyleyecekti ki arkadan bir ses geldi." En önemli yeri unuttun gibi Taptuk Atam; Eğer Tuğrul kuşu gelirse Kalgançı çağ geldi demektir." dedi uzun boylu, kızıl saçları örgülü, beyaz yüzlü, arkasında iki kılıcı ve kabzaları kafasının hemen arkasında görünen tiginçe Asena.
- "Tiginçem. Burada olduğunuzu bilmiyordum "dedi ayağa kalkarak Taptuk Ata.
- "Senin hikayelerinle büyüdük. Küçükken en çok da Asar halkını merak ederdim. Yarısı kaybolmuş yarısı ölmüş olsada sonuçta yaşayan tek Asarlı Deniz Han'ın eşi Selenge Hatun. Keşke kaybolanların hepsi Ergenekon Dağında yaşıyor olsalardı. Hikayelerde kalmasalardı. " Dedi üzgün bir biçimde Tiginçe Asena.
- "Evet Kalgançı çağ onunla geleceğine inanılır. Eğer o gelirse demek ki kıyamet çağı gelmiştir." dedi kendinden emin ve ritmini bozmadan Taptuk Ata.
- "Nereye gidiyorsunuz Tiginçem? diye sordu.
- "Kış kapıda ve son bir kez ava çıkıyorum. Bir Alasığın yakalayıp akşam şölende herkese sürpriz yapmak istiyorum."
- "Size Umay Ana'nın yardımlarını diliyorum. Umarım yakalarsınız." Dedi ve başını hafif bir şekilde eğdi Taptuk Ata. O da kafasını hafifi eğerek ona olan saygısını yineledi. Arkasında bekleyen kara atına bindi. Saçlarının kızıllığı onun Dağ Hanlığının soyundan geldiğini belli ederdi. Her Dağ Hanlığı çocuğu kızıl saçlı olarak doğardı. Dağ Han'ın en büyük kızı olan Asena savaşçılığı ile bilinirdi. Genç yaşta çıktığı av gezisinde kaybolmuştu ve bulduklarında ise başında bir Yelbeğen ölü olarak yatıyordu. O olaydan sonra onun namını duymayan kalmamıştı. Her yıl birkaç kere ava çıkıp bir hafta iki hafta gelmezdi.
Yanındaki en güvendiği 4 askerini de alıp uzaklaştı. Dağ Hanlığının kapısında bekleyen haberci bekçiler önlerinde duran davullara aynı ritimde vurarak durdular. Tekrardan aynı ritmi sağlayarak ikinci kere vurdular. Sesleri işiten Taptuk ata biraz ilerledikten sonra Pazar meydanının ortasını açan halkı izledi. Halk kendi kendilerine sağa yada sola doğru gidiyorlardı. Büyük kapılar açıldı. İçeriye öncü birlik ve ellerinde Sungur kuşu bulunan bayrakları tutuyorlardı. Halk bağırmaya başladı. Sesleri uzaktan hiçbir şeye benzemiyordu. Önlerindeki öncü birlik atlarıyla birlikte Pazar meydanının ortasına kadar geldi. Atların ayakları yarısına kadar karlarla kapalıydı. Uzun yoldan geldikleri askerlerin üzerinde ki kıyafetlerin ön tarafı tamamen donmuş karlarla kendini belli ediyordu.
Öncü birliğin ortasında duran kafasındaki ağır bakır işlemeli bir başlık giyinmesiyle onun bir komutan olduğu anlaşılır gibiydi. Taptuk Ata'nın yanına kadar geldiler. On taraftaki asker yavaşladı atalarının yularlarını çekerek durdurdular. "Tengri Ülgen'in selamları senin üzerine olsun Taptuk ata "dedi dışarıdaki soğuğun bünyede bıraktığı yorgunlukla komutan Algan.
-"Senin de üzerine olsun komutan Algan. "dedi elindeki asayı iki eliyle tutan Taptuk Ata. Ve ekledi "Hoş geldiniz şenliğe Gök Hanlığı." Dedi biraz fazla sesi çıkmıştı. Bu durum ortada ki büyük arabanın içinde seslerin yükselmesine sebep oldu. Kapısı güçlükle de olsa açıldı. İçeriden biraz şişman ellerinde mavi eldivenleriyle ve sağ tarafının belinde takılı olan kılıcıyla birlikte Gök Han'ın veziri indi. Yüzündeki sivilceler köse olan yüzünde kendini hemen belli ediyordu. Zor da olsa indi ve kapının önünde duran askerin yüzüne vurdu. " Seni zavallı pislik.
Bir dahakine önümde eğileceksin ben de üzerine basıp inecem. Duydun mu lan beni . Ayakkabılarım senin yüzünden çamur oldu." Dedi Vezir Artuk bağırarak konuşsa bile sesi oldukça tiz ve rahatsız ediciydi. Kafasını bir sağa bir sola sallayarak öfkeli bir şekilde Taptuk Ata'nın yanına kadar geldi. "Ooo bakın buralarda kim varmış. Her şeyin bilgisini kafasında tutan Taptuk Ata. "Dedi biraz alaya alarak. Taptuk ata hafif bir gülümsemesiyle ona doğru giderek cevap verdi. "Bakın burada kimler varmış. Kendini herkesten üstün gören şımarık Vezir Artuk" dedi kaşlarını biraz çatarak Taptuk Ata. Bu konuşma şekli Vezir Artuk 'un canını bir hayli sıkmıştı. Sinir ve öfke yüklü bir şekilde üzerine doğru gelmeye başladı. "Sen ne zannediyorsun lan kendini ben Gök Hanlığının veziriyim. Tek bir kelamımla alırım..." dedi ve arkadan oldukça kaba ve sert bir ses yükseldi.
"Devamını getirirsen Vezir bugün kellenle birlikte kendini Tamagda bulursun!" dedi Gök Han. Uzun boylu , yüzünün sol kaşından çenesine kadar açılmış ve kabuk bağlamış yarasıyla dikkat çekiyordu. T.S' de İtbaraklarla olan 2.gun savaşlarında ağır bir şekilde yaralanmıştı. Yem yeşil gözleri ve uzun bükümlü bıyığıyla karizmasına bir anlam katıyordu. Gök Han'ın tek silahı ise arkasında uzunca iki ucunda keskin bir mızrak duruyordu. Kafasında uzun boyuna bir uzunluk daha katan deriden bir börk takıyordu. Mızrağın hemen yanında ise Urung Ayığ Toyon tarafından dövülen üzerinde Tengri Ülgen'in sembolleri ve büyükçe sungur kuşunun kanatları ile donatılmış bir kalkan vardı.
Vezirin yanına kadar geldi. Onun arabadan inmesiyle birlikte orada ki herkes saygıdan ötürü kafalarını biraz aşağı doğru eğiyordu. Pazar meydanında olağanüstü şekilde yükselen bağrışmalar yerini sessizliğe ve bütün gözler Gök Han'ın üzerine çevrilmişti. " Taptuk Ata'm" dedi hafifçe eğilerek elini sıktı. Elleri o kadar büyüktü ki Taptuk Ata'nın elleri içinde kayboluyordu. " Hoş geldiniz Han'ım. Şerefler getirdiniz soğuk Hanlığa." Dedi kafasını kaldırarak Taptuk ata. İkisi birden gülümseyerek arkalarını dönüp Dağ Hanlığının kapısına doğru yürümeye başladılar, özlem giderecekleri her hallerinden belliydi.
-" Kaç yıl oldu Atam görüşmeyeli. " dedi gülümsemesini devam ettirerek Gök Han.
-" Uzun yıllar oldu Hanım. En son deli tigin Orta kıtaya geldiği an ki şenlikte görüşmüştük." Dedi kafasını hafif kaldırarak Taptuk ata.
- "Ama hiç değişmemişsin, halen daha Babam Oğuz Kağanın yanındaki yoldaşı Taptuk gibisin. Hiç mi yaslanmaz bir adam." dedi
-" Evet sizde o küçük, uzun boylu, yeşil gözlü , her şeye itiraz eden Gök han gibisiniz. Ama siz biraz büyümüşsünüz." Dedi ve ekledi" Yollar nasıl hanım kolay gelebildiniz mi?" diye sordu Taptuk ata Gök Hanı durdurarak.
- "Yollarda sıkıntı olmadı ama Ötüken ormanından geçerken çok pis bir koku dikkatimizi çekti. Atlar hareket bile etmediler. Huysuzlanmaya başlayan atları duyunca konvoyu durdurdum. Aşağı iner inmez mide bulandırıcı şekilde yoğun ve acı bir koku işittim. Kar o kadar çok yağmıştı ki Akçaçamların çeyreğine kadar geliyordu. Kokuya doğru gittim. Atim gittikçe huysuzlandı. Ve geniş bur araziye denk geldim. Biliyorsun Ötüken ormanında geniş bur araziye rastlamak zordur. Ama kokunun geldiği yer tam olarak orasıydı. Yerde çok sayıda kan izleri vardı. Ama bu kan izleri karaydı.
" dedi devam edecekken Taptuk Ata araya girdi." Kara bir kan mıydı?" dedi meraklı bir şekilde. "Evet atam bende senin gibi şaşırdım. Yerde bir kaç hayvanın ayak izleri vardı. Ama o kadar çok iz vardı ki bir şey anlaşılmıyordu. Biraz ilerledikten sonra ayağım kaydı. Düşecek gibi olsam da düşmeden toparladım. Yerdeki biriken karları temizledim ve uzunca masmavi bir şekilde buz yağını gördüm. Bu zamanda yağan kar o şekilde bir buz yapamaz. Hem yapsa bile beyaz buz olur. Evet bir mankurtun işi olduğunu anladım ama kara bir kan neydi onu anlayamadım.
Sonra biraz daha gidince tam karşı tarafta kara karların olduğu yere gittim. Tamamen kapkara yuvarlak ve içinden böceklerin halen daha çıktığı yerde burası. Anlam veremiyordum ki arkamı döndüm ilerledim ve karşı ağacın yanında üzerine yağan karlarla örtülü bir tepecik gördüm. Ellerimle kazdıktan sonra ... evet o bir Ker Ateş yılanıydı atam. Kafasından girmiş bir ok ile ölmüştü. Onun hemen yanında ise yerden bir metre yüksekliğinde yine mavi bir buz vardı. Hemen konvoya döndüm ve geldik. Ötüken ormanın da bir ..."
Söylemeyin efendim burada olmaz şenlikten sonra Kağana söyleyin bu çok ciddi bir durum" diyerek araya girdi Taptuk ata. Artık ikisi de durumun ciddiyetinden olacak ki asla konuşmadan sarayın kapısına kadar vardılar. Arkalarından çok naif bir şekilde ses geldi. Bu sesi duyan kim olursa olsun meraklı ve yüzünde gülümsemesiyle dönüp bakardı. "Taptuk Ataaaa ben geldimmm heyyy beni görmeden mi gireceksin iceriyeee" dedi Gök Hanlığının en küçük tigini. Sekiz yaşında yeşil gözlü yüzü bir ay kadar parlak sekiz yaşında olmasına rağmen uzun sayılacak şekilde koşmaya başladı.
Taptuk ata elindeki asasını bıraktı. Asa kendi başına ayakta duruyordu. Eğildi ve onu kucakladı. Havaya kaldırdığında ise tigin, elleriyle Taptuk Atanın sakallarıyla oynamaya başladı. " Sensiz nasıl gidebilirim he efendi tigin. Gök Hanlığının genç varisi seni. Söyle bakalım ilk avında hangi hayvanı vurdun?" dedi gözlerinin içi gülerek Taptuk ata." Hımmm şimdi şöyle olduuu sıcak bir gündü. Abimle gitmiştik. O tabi benden tecrübeli olduğu için bir geyik avladı. Ama ben daha güçlü olduğum için çok hızlı olan bir tavşanı avladım, yaaa sende inanamadın değil mi?." Dedi hava atarak ve sevinçli bir şekilde Tigin Beyrek." Tam bir Gök Hanlığının savaşçı cesur yiğit bir eri karşımda duruyor. Çok heyecanlandım şimdi bak. Küçük avcı seni." Dedi ve onu yere bıraktığında içeriye doğru koştu.
Uzun büyük ve kapının sağına ve soluna kanatlarını açmış motifleri vardı. Kapı açıldığı gibi kanatları da ayrıldı. İçeriden çok güzel yemek kokuları dışarıya özgürlüğünü kazanmış mahkûm gibi dağıldı. " Sizi görmek ne büyüleyici bir şeydir Taptuk Ata "dedi Barla Hatun ellerinde ki yeşil örgülü eldivenlerini çıkararak. "O şeref bana ait hanımefendi. Yıllar geçmiş olsa da güzelliğiniz hep baki kalacak." Dedi saygılı ve naif bir şekilde Taptuk Ata. Beline kadar uzanan sarı saçları biraz dağınık bir şekilde esmeye devam ediyordu.
Hafif kıvrımlı burnu ve gözlerinin maviliği onun güzelliğine biçimsel bir ritim katıyordu. Üzerinde mavi tonlarında uzun bir kıyafeti ve belindeki kemere bağlı kabzası işlemeli bir hançer takılıydı. "Biz gelirken Tiginçe Asena gidiyordu. Bu soğukta ne işi olur dışarıda Taptuk Ata?" diye sordu Barla Hatun. Cevap vermeye hazırlanıyordu ki Gök Han; "Nereye olacak avlanmaya gidiyor. Onun bu sevdası asla bitmeyecek." dedi arkasını dönüp saraya giderken Gök Han.
Konvoyun içindeki herkes saraya doğru girdi. Gök Hanlığının bütün üyeleri, hizmetçileri, askerleri saraydan içeriye doğru adımlarını attılar. Taptuk Ata havada bekleyen asasını eline aldı. Ateşin etrafında bekleyen çocukların yanına geldi. Yürüyüşü ağır ve kararlıydı. Üzerindeki uzun siyah cüppe yere kadar uzanıyordu. Onun gittiği yerin arkasından yere sürterek gidiyordu. Kaşlarının beyazlığı yağan kardan değildi yaşlılığındandı. Ama bu yılın çetin bir kış getireceğini anlayacak kadar yaşlanmıştı. Çocukların hepsinin yüzü domates gibi kızarmış Taptuk Ata'yı bekliyorlardı. İçlerindeki en meraklı olan çocuk Bumin'di.
Küçükken kendisini kaçırmaya gelen Albısı gördükten sonra peltek ve az da olsa kekeme kalmıştı." Taptuk Ata Babam dün bize Mankurtların tehlikeli olduğunu ve uğursuz yaratıklar olduğunu söyledi. Ama dedem ise onların kutlu savaşçılar olduğundan bahsetti. Ben şimdi hangisine inanacam." dedi bazı kelimeleri çıkarmakta zorlanan Bumin. Ağır adımlarıyla ateşin yanından geçerek yerine oturdu. Gün öğle vaktine geliyordu. Orta kıtada kış geldiğinde en çok Dağ Hanlığı halkı şaşırmazdı. Onlar bu durumu yıllarca yaşıyorlardı. Her dağ hanlığı bireyi sert ve geçimsiz olarak tasvir edilmekteydi.
Onların bu kadar geçimsiz ve sorunlu bireyler olması yaşadıkları bu zor iklimle bir yılın yedi ayı soğukta geçirmelerindendi. Halen daha yağan bu sonu kesilmeyen kar taneleri Dağ Hanlığının üzerine bir gelincik çiziyordu. Bazı yerlerdeki azgın kar taneleri rüzgarla kavga ederken ortaya dayanılması güç bir toz bulutu çıkıyordu. İnsanlar artık bu kara alıştıklarından bazıları ellerinde eldiven dahi yoktu. Büyük Dağ Hanlığı içindeki elli hane de yedi ay boyunca soba yakmak ve bu kışla baş etmek zorunda kalıyordu. Sadece Dağ Setti bekçilerinin Dağ Hanlığı kişilerinden seçilmesi de buna bir işaretti.
Sağ elini sakalına doğru götürdü. Beyaz uzun tel tel olan sakalının üstünden başlayarak aşağıya doğru çekerek indi. Sol elindeki asayı divanın yanına bıraktı. Tek başına duruyordu. Kafasını kaldırdı ve Bumin'e bakarak kelimelerini seçtikten sonra konuşmaya başladı." Bak efendi Bumin, Mankurtlar dedenin dediği gibi kutlu canlılardır. Ve onlara Tengri Erliğin yeryüzündeki elleri denilir. Biliyor musun?" diye sordu.
-"Evet biliyorum Taptuk Ata. Dedem bir keresinde anlatmıştı.
-"Evet yavrucum kısacası Mankurtlar Orta Kıta için çok kıymetlidirler."
- "Peki Mankurtları anlatacak mısın?"
- "Sadece Bumin mi istiyor anlatma mı? "Dedi Taptuk Ata sevinçli bir şekilde. Bu sorusunun üzerine orada bulunan diğer çocuklarda bağırmaya başladılar. "Evet, evet, evet anlatmanı istiyoruz "diye hepsi tek bir ağızdan bağırıyorlardı.
- "Peki peki tamam. Anlatıyorum sizi yaramaz Dağlı ufacıklar. Yıllar yılları kovaladığı eski zamanlarda Tengri savaşları henüz yokken. Beylikler ve onların başlarında acımasız beyler varmış. Bu beyler kendilerinin istedikleri her şeyin olmasını isterlermiş. Çok zalim çok gaddar çok kötü insanlarmış. Bu insanlar belirli bir zaman geçtikten sonra artık isteklerini karşılayacak köle bulamıyorlarmış. Gelen köleler hemen kaçıp gidermiş. Buna çok öfkelenen bütün beyler bir araya gelerek bir karar vermişler. Bu kararda ise şöyle denilmekteymiş." Bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve bizden ayrılıp, açmak istemeyen köleler yaratmak istiyoruz" demişler.
Hepsi köylerle bir on on beş kişilik askerler göndermişler. Bu askerler köylerdeki annesiz, babasız, evsiz çocukları toplamışlar. Bu çocukları beylerin huzuruna getirip onların kabul edilmelerini oylamışlar. Bu oylama bitince çocukları dışarıya çıkarırlar. Onların saçlarını kesip üzerine ıslak deve derisi geçirirler. Güneşin olduğu yerde bekletirler. Kafalarındaki ıslak deri kurudukça gerilir. Ve gerilen deri kafasını sıkar. Saçları çıkacakken içeriye doğru çıkmaya başlar. Bu çocukları birer köleye dönüşmesini sağlarlar. Beyler bu olaydan sonra artık iyice bu işin güzel olduğunu her denilenin yapıldığını görürler. Artık çocukları evlerinde kaçırmaya başlarlar. Yıllarca bu işkence devam eder. Takî Tengri Savaşları ortaya çıkınca bu işkence son bulur. Savaş sona ermek üzereyken bir mankurt Ötüken Ormanında kaybolur. Döner döner ama yolu bulamaz. Orada yığılıp kalır. Ve kendisini bir dişi Alabörü ağzıyla Uluğ Böke Şamana getirir.
Hastalanmış ve zihni yerinde olmayan Mankurtu yatağa uzatır. Yukarıdan yorgan yastık almaya gittiği sırada mankurt uyanır. Çok susuz kaldığı için kalkıp Şamanın ocağında kaynayan yeşil mavi karışımı iksirden bir kaşık içer. İçtikten sonra kaşık yere düşer ve tekrar bayılır. Şaman yukarıdan aşağı indiğinde onu yerde bulur. Ve ona seslenir. Mankurt uyanır uyanmaz kendisine doğru gelen şamana sol eliyle karşı koyar. Sol elinden bir buz ışını çıkar ve Uluğ böke şamanın karın bölgesindeki kalkanına isabet eder. Şaman kendini yerde bulur ve yaralanır.
Bir süre yerde kaldıktan sonra kafasını kaldırır ve ne görsün. Ürüng Ayığ Toyon onun başında ve kel kafasına kadim dille ilgili bir şeyler yazarken görür. Bu büyü onu kendine getirir. Her şeyi düşünebilmesi doğru şeyler yapabilmesi yerine gelir. Ama duyguları ve hissizleşmesi onda sonsuza kadar kalır. İşi biten Ürüng Ayığ Toyon kalkar ve Şamanı yerden kaldırır. Onun artık "Tengri Ülgen'in yeryüzün de ki elleridir" der ve ekler "Dışarıda Ürüng Ayığ Toyon 'un atı Tulparı yerde yatan Mankurtta verir. İşte bu yüzündendir ki Mankurtlar Tulpar'a binerler. Ve giderken baş parmağındaki içi yada taşı iksiri dolu bir şekilde Şaman verir. "Bunu uyandığında parmağına sok ve çevir, bas sonra geri çekil. Ama bunu yaparken evin dışında ol der. Bunun üzerine Mankurtlar savaşçı huzuru koruyan ve Orta Kıtanın muhafızları olurlar.
- "Vayyyy beee Mankurtlar demek böyle köle olmaktan kurtuldular. Ben de mankurt olmak istiyorum Taptuk Ataaa" dedi kafasını iyice yukarı kaldırarak Bumin.
- "Hayır benim küçük oğlum. Mankurt olmak zordur hem sana göre değil." Dedi ve ayağı kalkarak "Bugünlük bu kadar hikâye yeter herkes evlerine "dedi. Ayağa kalktığında İliklerine kadar işleyen soğukla yüz yüze gelmiş kadar olmuştu. Adımlarını attı. Karşıda içerisinde büyük bir soba bulunan, Pazar yerinin hemen yanında KımızHane'ye doğru yürümeye başladı. Yolun sol tarafından iki adamın birbirlerini kovaladıklarını gördü. Biraz ilerledikten sonra durdu. Öndeki adam diğer adama göre nispeten kısaydı. Ve arkadaki adam bağırıyordu." Hani bin demiştin laaaann iki yüz elliye zor aldıııı adamm. Gel kaçmaaa başımızı belaya soktunnn!" diye bağırarak Taptuk Ata'nın yanından geçtiler. Sağa doğru biraz daha baktıktan sonra Hana doğru yürürken içinden geçirdi. "Ötüken Ormanında bir Kara Şaman demek." Dedi düşünceli bir biçimde içeriye girdi. |
0% |