Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2: ELMADAKİ ISIRIK

@monafesa

 

 

 

DEMRE EROĞLU

 

 

6 Yıl Önce, 21 Kasım 2016

 

 

Basmane, İzmir

 

Bugün ölümle tanıştım.

 

Bana ne anlatmak istediğini anlamaya çalıştım; fakat yapamadım, sanırım gerisinde bıraktığı o sessizlikte sağırlaştım. Sonra sıcak bedeninden yeni çıkmış ruhun kokusuyla tanıştım. Derler ki, bu kokunun ağırlığı yirmi bir gram. Öyleyse bir ömrün içine sığdırdığı binbir endişe, sevinç ve hüzün, yalnızca yirmi bir gramlık bir ruhun kalıntısıydı. Peki ama niye geride bırakılmanın yükünden hiç bahsedilmezdi?

 

Zaten hep talihsiz biriydim. Her gün aynı saatte uyanır, aynı kahvaltıyı yapar; aynı aksiliklere sinirlenir, aynı koridorları arşınlardım. Durağan, ufuksuz denize terk edilmiş, bir yerlere varabilme arzusu gütmeyen metruk bir tekne gibiydim.

 

O gün de yine aynı sabaha, aynı otel odalarına uyanmıştım. Basık duvarların insanın üzerine yüklenen boğuculuğu nefes almayı epey zorlaştırırdı. Her sabah koridorları havalandırmama rağmen küf kokusu hep olurdu. Üstelik son zamanlarda tuhaf bir çürük kokusuna da rastlamak mümkündü. Ama amcam bunu bir sorun olarak görmüyor; insanların sırf kokusu için otelinde kalmaktan vazgeçeceğine inanmıyordu.

 

Merdivenleri, gürültülü adımlarla ikişer ikişer inerken elimdeki nemli bezi omzumun üzerine attım. Grileşmiş fayansların üzerine zıplayınca zemin ayaklarımın altından kaydı. Bir an düşecek gibi büküldüm; Hasan amcanın beni kameradan izlediğini düşününce, kendi kendime güldüm. Otelde bozuk olmayan tek kamera, mutfak merdivenlerinin tepesinde durandı; bunu herkes bilirdi.

 

Otelin en aşağı katında bulunan yemekhane, bana hep ufak bir kutuyu andırırdı; içerde sadece birkaç masa ve paslı sandalye dururdu. Duvarlara sinmiş olan yağ kokusu, bu penceresiz katta geçen her dakikanın katlanılmaz bir hâl almasına neden olurdu. Bulaşıkhaneye açılan aralık kapıdan süzülürken, yine elimi burnuma örtmüştüm.

 

Tezgahın arkasında beliren Osman amca alayla güldü. "Üç senedir şurada bulaşık yıkıyorsun ama hâlâ kokusuna alışamadın mı?" Kırçıllı saçları yine yana yatırılarak taranmıştı. Beline sardığı kirli önlüğün kuşağına düğüm atmakla uğraşıyordu. Üstü silik kan lekeleriyle doluydu.

 

"Bu kokuya insan nasıl alışır ki, Osman amca?"

 

Tabakların bir dağ gibi istiflendiği lavabonun kenarındaki kasaya sokularak, en kırmızısından bir elma seçmeye koyuldum. Bir yandan da nakış işler gibi kelimeleri kullanarak ince ince serzenişler dikiyordum. "Havalandırması bile bozuk, baksana. Amcama o kadar söyledim, tamir ettirmiyor. Bu havalandırmaları tamir ettirmek kendisinden masraflı, diyor. O zaman sen de yenisini al, bu kadar basit. Hem sen nasıl alışabiliyorsun?"

 

Tekrar güldü, ardından üzerini silkeledi ve kanlı önlüğünü düzeltti. Tezgahın başına geçip sırtını bana dönerken, vakur bir edayla sorumu yanıtladı. "İnsan her kokuya, her koşula, kısaca her yere alışır. Zaten varoluşun kaidesi budur."

 

Zaten ile başlayan cümleleri sevmezdim; bilip de kanıksayamadığın hazin bir hakikatin altını çizmek gibi hissettirirdi bana. Bir şeyin altını çizmekse, onu bulunduğu yere kazımak demekti; artık kolay kolay unutulmaz, silinemezdi.

 

Sonunda en kırmızı elmalardan birini seçip, ısırırken, "Ama ben alışmak istemiyorum. Alışırsam daha iyisini arzulama gereksinimi duymam," diye mırıldandım. Kalçamı, ıslak olduğunu unutarak bulaşık tezgahına yaslamıştım.

 

Ufacık mutfaktaki suskunluğu bileyen tek gürültü, Osman amcanın soğanları doğrayan bıçağıydı. Zihnimdeki anaforlara kapılmış elmamı yerken, beş adım ötemdeki duvarı tırmanan hamam böceğini seyrediyordum. Gülünç bir durumdu, böyle bir yerde yaşamaya bile alışmıştım aslında.

 

Beni zihnimden çekip çıkardı. "Daha çok gençsin, on sekiz yıllık tecrübesiz bir hayat seninki." Bıçağı kesme tahtasına sürterek doğradığı soğanları uca iteklemiş, yenilerine uzanmıştı. Yüzüm buruşurken, nemli gözlerim kırpıştı. "Zamanla alıştığın yerlere bazen kendin bile şaşırıyorsun."

 

Haklıydı. Bundan altı sene sonra ben de hiç olmadık bir yere alışacak, şaşıracaktım. Henüz farkında değildim.

 

Tadı iyice yavanlaşan elmayı çiğnemesi gitgide zorlaşmıştı. Böcek artık yoktu, gitmişti. Yaşaran gözlerimi koluma silerken pantolonumdaki ıslaklığı sezerek kendi kendime söylendim. Hızlıca doğrulup kenarda beni bekleyen tepsiye uzandım; yarısı yenmiş elmayı tabağın kıyısına bıraktım. Diğerini de cebime sıkıştırmıştım.

 

Derin sohbetimizin doğurduğu sığ karamsarlıkları dağıtmak istercesine, "Belli ki alıştıklarının arasında soğanlar da var. Benim gözler mahvoldu, bir de sana bak," diye sızlanarak, onu güldürdüm.

 

"Bir an önce gitsem iyi olur, Cemre açlıktan bayılıyordur kesin." Merdivenleri tırmanmaya başladım.

 

Henüz lobiye varmışken, resepsiyonda duran Hasan amcanın, "Aman dikkat et, düşme," diyen muzip sesini duydum. Az önceki sendeleyişime atıfta bulunduğunu anlayarak, güldüm. Telaşlı adımlarla üç kat daha tırmanıp, koridorun sonundaki odaya vardığımda nefes nefese kalmıştım. Ayağımın ucuyla kapıyı tekmelerken, omzumu duvara yaslamış, soluklanmaya çalışıyordum.

 

"Sonunda gelebildin, abla," Henüz önünü iliklemediği gömleği eteğinin içine sokmaya çalışan Cemre, hızla odaya geri döndü. "Çok geç kaldım, hemen bir şeyler atıştırayım çıkacağım."

 

İki adımlık odada panikle koşuştururken, bir yandan da saçını toplamakla uğraşıyordu. Hiçbir zaman okula geç kalmazdı; bu yüzden böyle anlarda yüzeye çıkan ani öfkesi, dayanaksız ve kısa süreliydi. Gülerek, Cemre'nin sebep olduğu telaş rüzgarlarının arasından süzüldüm ve üstü ders kitaplarıyla dolu ahşap masaya yanaştım.

 

Yemekhaneden ödünç alabilmek uğruna iki hafta boyunca amcama yalvardığım masanın bir bacağı daha kısa çıktığı için, üzerine bırakılan her yükle hafifçe sarsılırdı. Ben mi talihsiz bir seçim yapmıştım, yoksa amcam mı atıl durumdaki malını paylaşmakta zorlanarak bize kusurlu olanı vermişti, henüz çözememiştim.

 

Elimdeki tepsiyi kitapların üstüne bırakınca, yarısı yenmiş olan elma sağa sola sallandı ve oradaki varlığını daha da göze soktu. Gömleğini ilikleyerek yanıma gelirken, çoktan söylenmeye başlamıştı.

 

"Abla sadece bir tane meyve hakkımız var ve sen onu ısırarak mı yedin? Çok düşüncesizsin. Üstelik çürük olanı seçmişsin!" İki engin denizi andıran mavi gözlerini belertmiş, dudağını hoşnutsuzca kıvırmıştı. Yaşına göre taşıması zor bir kınayışla bakıyordu.

 

"Sen amcama ne bakıyorsun? Bir hakkımız falan yok," Kolundan tutup sofraya oturttum; yemekhaneden yalnızca bir tane sandalye alabildiğimiz için, masayı yatağın baş ucuna koymuştuk. Böylece ikimiz de aynı anda sofraya oturabiliyorduk. "Osman amca hiçbir şey demiyor. Kaç defa söyleyeceğim, gidip istediğini alabilirsin mutfaktan. Hasan amca görmesin yeter, o bazen amcama şikayet ediyor. Nedenini hâlâ anlayabilmiş değilim. Ama ben ne fark ettim, biliyor musun?" Hızlıca zeytinlerden birini ağzına attı. İri gözleri, sorduğum soruyla birlikte kısılmıştı. "O da mutfaktan bir şeyler aşırıyor. Kamera kayıtlarının başında oturan kendisi diye kimsenin onu göremeyeceğini zannediyor. Ama ben görüyorum. Zaten amcama sadece o kamerayı tamir ettirmesi de bu yüzden. Mutfağa girip çıkanları takip ediyor," Hasan amcanın, etrafta kimse yokken meyveleri yeleğinin cebine sıkıştırdığı o anlar zihnime dolunca, hınzırca güldüm. "O yüzden ben de onu amcama şikayet ediyorum."

 

Cemre de benimle birlikte kıkırdarken, açtığı çilek reçelini tablo boyar gibi itinayla ekmeğine sürüyordu. Öfkesi dinmiş, gerginliği tek nefesle üflenen bir mum gibi sönmüştü.

 

"Şu otelde topu topu dört kişi çalışıyoruz zaten, ne var sanki birbirimizin arkasını kollasak? Her neyse, sen seviyorsun diye peyniri fazla aldım, bak. İyice doyur karnını."

 

Bir süre ikimiz de konuşmadık. Yanlışlıkla söylediğim son cümle, odaya ince bir hüzün sokmuştu; ne zaman ona abladan ziyade anne gibi davransam, hep böyle olurdu. Ardından uzun bir sessizlik çökerdi tepemize. Ama bu sefer öyle olmamıştı; derin bir nefesle omuzlarını dikleştiren Cemre, yüzüme bakmaktan sakınarak söze girdi.

 

"Abla, üniversite sınavına bir sene kaldı. Elimden geldiğince çalışıyorum, biliyorsun. Birkaç sene daha sık dişini, avukat olup bizi buradan kurtaracağım," Taşıdığı yoğun umuttan ötürü yorulmuş bir sese rağmen, inatla sözüne devam etti. "Sonra benim için harcadığın paraların hepsini sana geri öderim, sen de üniversite okursun. Hem belki prestijli mesleklerimiz olursa annem bizimle görüşmeyi kabul eder."

 

İçimde bir yer tutuştu; usul usul yandı. Az önce çiğneyip yuttuğum kuru ekmek boğazıma oturmuştu. Ama uzun süre içimdeki yangınlarda kavrulma lüksüm olmadığını biliyordum. Yaşadığımız şartların gerçeklik kırbacı sırtımıza indiği an aramızdan birinin çabuk toparlanması, diğerini de dağıldığı yerden toplaması gerekiyordu; nitekim bu kişi her zaman bendim. Bu yüzden kedere bulanamaz, istediğim kadar yanamazdım.

 

"Boş ver şimdi sen anneyi, derse geç kalıyorsun," Dibimize çöken hüznü savuşturur gibi, hızlıca konuyu değiştirdim. Amacımı anlamıştı; çabamı gölgelemeyerek ayaklandı. Sessizce kenarda asılı duran montunu üzerine giydi, sarı atkısını boynuna doladı. Çantasını sırtına geçirip gitmeye hazırlanırken birden ona seslenince duraksadı.

 

Üstünde hiçbir çürük olmayan kırmızı elmayı cebimden çıkarıp ona uzattım. "Yanına al bunu, acıktığın zaman yersin."

 

Bir süre ifadesizce elmaya baktı. Sertçe burnundan üflediği nefes göğüs kafesini söndürmüş, küçültmüştü. Elmayı elimden aldı, ardından tek kelime etmeden çıkıp gitti.

 

Bu onu son görüşüm oldu.

 

𓄅

 

Akşam güneşi yerini kadife bir karanlığa devretmeye hazırlanıyordu. Tren garından yükselen rayların gürültüsü, birkaç sokak ötedeki Basmane kavşağının hiçbir zaman eksik olmayan korna furyasıyla baskılanıyordu. Elimdeki bezi omzuma atıp, kapanmamakta ısrar eden kapıyı hırsla kendime çektim. Bu otelde tuttuğun her şeyin elinde kalıyor oluşu çok can sıkıcıydı.

 

"Demre, hadi güzelim oyalanma, daha bir ton iş var," Amcamın ikazıyla sıçrayarak arkamı döndüm. Merdivenlerin tepesinde durmuş, bana bakıyordu. "Bak altıncı odaya yeni rezervasyon yapıldı. Temizlendi mi orası? Dördüncü odadaki adam da birkaç saate çıkış yapacakmış. Orayı da temizle," Dönüp gidecekken duraksadı, gözleri tekrar beni buldu. Gergin olduğu zamanlarda yaptığı gibi, ensesini kaşıdı. "Hava çoktan karardı, iki saate bulaşıkların başına geçmen lazım. Farkındasın, değil mi?"

 

Her akşam yaptığımız konuşmanın bir benzerini daha yaşıyor olmanın bezginliğiyle, "Kış vakti hava erken kararıyor amca, biliyorsun. Bütün odalar bitti, altıncı odada da pek bir şey kalmadı, hallederim şimdi," dedim.

 

Annemin gamsızlığını aldığıma dair sesli sitemlerde bulunmaktan çekinmeyerek, duvarın ardında kayboldu. Haklıydı; anneme Cemre'den daha çok benziyordum. Ancak bu övünebileceğim bir şey değildi.

 

Aniden üst kattan gelen düşme sesiyle irkilerek tavana baktım. Aceleci ve sert adımlar atıldı; sanki arbede yaşanıyordu. Beklenmedik bir hızla tüm bu ses furyası dindi. Şaşırarak, kulak kabarttım. İkinci katta yalnızca dört numaralı oda doluydu; üç gün önce otele giriş yapmış olan yaşlı adam, çok sessiz biriydi. Odasını temizlememi istemez, hiç ortalıkta görünmezdi; varlığıyla yokluğu birdi.

 

Bir süre daha sessizliği dinledikten sonra, demir tırabzanları sile sile yukarıya tırmandım. Merdivenin ağzına vardığımda siluetimi hisseden kattaki tüm ışıklar yandı ve etraf çelimsiz, sarı bir huzmeyle doldu. Hiç ses yoktu; koridorun kıyısında kalan dört numaranın kapısıysa, sımsıkı kapalıydı. Keza aralıktan göründüğü kadarıyla oda da karanlığa gömülüydü. Omuz silkerek, diğer tarafa, altıncı odaya doğru yürüdüm. Cebimden çıkardığım halkayı kurcalıyor, üstünde altı yazan etiketli anahtarı arıyordum. Birkaç saniyelik hareketsizliğimin bedelini de karanlığa gömülerek ödüyor; durmadan kolumu kaldırıp gülünç bir şekilde sallamak zorunda kalıyordum. Uzun uğraşlar sonucu kapıyı açmayı başarıp, aralık bıraktım.

 

İçerisi temiz ve düzgündü; çarşaflar değiştirilmişti. Odaya, benim izlerimi taşıyan bir düzen hakimdi. Birkaç gün önce temizlemiş olmama rağmen, amcamdan azar işitme kaygısı güderek tekrar etrafın tozunu almaya karar verdim. Lavaboya girmiş elimdeki bezi yıkarken, yanımdaki duvara inen darbeyle istemsizce irkildim. Birisi kesik kesik inliyordu.

 

Bezi sıkıp bir kenara bıraktım, ıslak ellerimi üzerime silerek kuruladım. Nereden geliyordu bu gürültüler? Aniden hoyratça açılan bir kapıyı, gitgide bulunduğum odaya yaklaşan telaşlı adımlar takip etti. Henüz ben dışarı çıkamadan, ahşap kapı geriye doğru savruldu ve dördüncü odada kalan yaşlı adamın korku dolu suratı belirdi. Günlerdir çıkarmadığı kıyafetler hâlâ üstündeydi; ayaklarıysa çıplaktı. Nefes nefeseydi.

 

Ürkerek geriye kaçıldım; tek bir kelime dahi etmeden kapıyı aceleyle arkasından örttü ve bir süre sırtı bana dönük, öylece bekledi. Gürültülü bir şekilde soluklanıyordu.

 

Şaşırarak sordum. "Beyefendi, ne oluyor?"

 

Yaşından hiç beklemediğim ürkütücü bir çeviklikle bana döndü. Birden eliyle ağzımı örttü. Aynı anda mengene gibi kolumu yakalamıştı. Korkuyla sıçradım. Belermiş siyah gözleri ve inip kalkan göğsüyle, kan dondurucu bir hâli vardı.

 

"Lütfen, sus, sakın bağırma," diye fısıldadı, yalvarırcasına. Panikle elinden kurtulmaya çalıştım; korkuttuğunu fark edip telaşla bıraktı. Hezeyan dolu fısıldamaları sürüyordu. "Lütfen sus, geliyorlar. Öldürecekler beni ufacık bir hata yüzünden. Yemini bozdum, konuşan dilsizler," Ufacık kelimesinin üstüne abartıyla yüklenmiş, sesini inceltmişti. Adeta kedi miyavlaması gibi konuşuyordu. "Konuşan Dilsizler yeminini bozdum. Her şeyi mahvettim," Hissettiğim şaşkınlık öylesine ağırdı ki beni odanın ortasına mıhlamıştı. Adamın çaresizliği ve kelimesiz yakarışları bana da bulaştı; soluklarım üst üste bindi. "Beni öldürmeye geliyorlar, biliyorum. Her şeyi mahvettim."

 

"Amca, neler diyorsun? Kim," Sesim kelimeleri taşıyamıyordu. "Kim geliyor? Neden seni öldürsünler? Polis... Polisi arayacağım ben." Panikle üstümü yoklayınca, telefonu yanıma almadığımı hatırladım.

 

Birden bacaklarımın bağı çözüldü; kendimi kapıya atılırken buldum. Adamın hasta olduğuna inanmıştım ve bu beni daha çok korkutmuştu. Fakat ben daha çıkmaya yeltenmeden, sertçe dirseğimi yakaladı ve karşı koyamayacağım bir güçle beni lavaboya sürükledi.

 

"Ne yapıyorsun? Bırak beni," Öfkeyle bağırınca tekrar ağzımı örttü. Sırtım soğuk duvara çarpınca daha çok paniklemiştim. Boğuk çığlıklar atarken can havliyle küvetin perdesini çekiştirdim. Adamın ne dediğini anlamak çok zordu; hâlâ marazi bir panikle mırıldanıyordu.

 

"Geliyorlar, öldürecekler beni," dediği an, duvarın ardından birtakım sesler yükselmeye başladı. Gerçekten de merdivenleri tırmanan birileri vardı; resmen zemini çiğniyorlardı. Birkaç dakika içerisinde burada olacakları gerçeğiyle sarsılan yaşlı adam sonunda beni bıraktı. Aralık dudaklarından ızdırap dolu bir inilti dökülmüştü. "Yapamadım, beceremedim," Umarsızca sakallarını yoluyordu. Telaşlı dudaklarından, anlamsız kelimeler döküldü.

 

"Per aspera ad astra."

 

"Neler oluyor, hiçbir şey anlayamıyorum..."

 

Sesimi duyamayacak kadar histerikti. Birden parmağındaki yüzüğü çıkarıp, almamak için çaba göstersem de zorla elime tutuşturdu; ardından girişinin epey aksine, dalgası dinmiş deniz gibi durağan, lavabodan ayrıldı. Çıkarıp attığı bir giysi gibi gerisinde bıraktığı korku, benimle birlikte kalmıştı. Üstelik kapı üzerime örtülmüştü; afallayarak avucumdaki yüzüğe baktım.

 

Henüz zihnimi derleyemeden, dış kapı sertçe açıldı; anlamsız mırıltılar yükseldi. Kapı aralığına vuran iki gölgenin içeriye süzülüşünü seyrettim. Sırtımı soğuk duvardan ayıramıyor, parmağımı dahi oynatamıyordum. Yaşlı adamın iç burkan ağlayışını, yere devrilen eşyaların gürültüsü takip etti. Bir şeyler kırılıyordu.

 

Genç bir adamın sesi duyuldu. "Kiminle konuşuyordun biz gelmeden önce?"

 

Ansızın göğsüm sıkıştı. Küçücük tuvalette saklanabileceğim tek yer olan küvete girip, çekiştirmelerimden ötürü kornişi kopmuş perdenin ardına gizledim. Neler oluyordu? Nasıl bir âna tanık oluyorum ben? Korku içinde çöktüm, içime kapandım. Adamın yalvarışlarını dinlemek resmen eziyet vericiydi.

 

"Lavaboyu kontrol et."

 

Adamın verdiği emirle birlikte aniden biri lavaboya daldı. Hızla ellerimi ağzıma örttüm. Kapının açılışıyla tekleyen kalbimin acısı, göğüs kafesime yayılmıştı. Perdenin arkasında iri bir karartı vardı. Soluklarım öylesine barizdi ki aynı odada bulunduğum birisi tarafından duyulmaması olanaksızdı; oradaki varlığımı sezmişti. Girişinin aksine hareketleri yavaşlamıştı; usulca sokuluyordu. Siyah deri bir eldiven perdenin ucunu tutarak, yavaşça kenara kaydırdı.

 

Gözlerimiz kesiştiğinde sanki zaman durmuştu.

 

Bu onu gördüğüm ilk andı.

 

Yüzü siyah bir maskenin ardına gizlenmişti. Koyu saçları alnına dökülüyordu. Sol gözü kördü. Neredeyse beyaza yakın bir maviydi, diğeriyse koyu bir siyahtı. Baştan aşağı kapkara giyinmişti; öyle ki eldivenleri deri ceketiyle bir bütün gibi duruyordu. Kaçma güdümü yerle yeksan edecek denli yapılı ve uzundu; elinden kurtulmamın hiç imkanı yoktu.

 

Ancak tuhaf bir şekilde, beni bulmuş olmasına rağmen ne kımıldıyordu ne de konuşuyordu. Yalnızca izliyordu; gözlerinde apaçık endişe vardı. Saatler gibi gelen eziyet dolu birkaç saniyenin sonunda, yavaşça elini kaldırdı. İşaret parmağını maskenin üzerine yerleştirmişti.

 

Sessiz ol.

 

Henüz hiçbir tepki veremeden perdeyi geri bıraktı ve kapıyı ardından kapatarak geldiği hızla lavaboyu terk etti. Üzerine ışık devrilen bir gölge gibi yok olmuştu.

 

"Temiz, kimse yok."

 

Kısa, ağır bir sessizlik oldu.

 

"Kiminle konuşuyordun öyleyse? Polisi mi aradın lan yoksa?"

 

Yaşlı adamın içinde temizlikçi kelimesinin de geçtiği birtakım sözler mırıldandığını işittim. Hemen ardından boğuk sesler yükseldi. Tuhaf bir debelenme gürültüsü vardı; bir müddet sonra bunun boğulma çırpınışları olduğunu anladım. Sanki zihnim ve bedenim birbirinden kopmuştu; hiçbir tepki veremiyordum.

 

Saatler gibi gelen birkaç dakikanın ardından, her şey sustu. Odada birkaç adım atıldı. Aynı adamın, "Çabuk ol," diyen telaşı duyuldu. Sıra dışı bir sürtmenin ardından birkaç derin nefes verildi. Sonra apar topar birbirine karışan adımlara, çarparak kapanan kapı eşlik etti.

 

Geriye yalnızca sessizliğin gürültüsü kalmıştı. Ama ben yine de kımıldayamadım. Dakikalar boyu bekledim. Sonunda odada kimsenin kalmadığından ikna olunca, yavaşça küvetin içinden çıktım. Resmen bacaklarım titriyordu. Kapıya sokularak kulak kabartmıştım fakat hiçbir hareketlilik duyamıyordum. Götürmüşler miydi adamı?

 

Ürkerek kapıyı açtım, görebildiğim kadarıyla içeriye göz gezdirdim; gerçekten de kimse yoktu. Bir an önce buradan çıkma güdüsüyle kendimi apar topar dışarıya attım. Sendelemiş, iki elle duvara tutunmuştum. Tam arkamı dönmüş gidecekken, odanın köşesinde bir şeyin sallandığını fark ettim.

 

Afallayarak duraksadım.

 

Dalgaların kıyıya vurması gibi suratımdaki tüm duygular silinip gitmişti. Karşımdaki manzara, ömrüm boyunca unutamayacağım bir iz gibi, usul usul zihnime alazlandı. Boynuna dolanmış kısa bir iple dolabın tepesinden sarkan yaşlı adam, mosmor kesilmiş suratıyla yeri izliyordu. Yaşamın son demlerinde hissettiği çaresizlikler yüzündeki kırışıklıklara dolmuştu. Hiçbir uzvu kımıldamıyordu. Başı hafifçe önüne düşmüştü; dağınık saçları verdiği mücadelenin izlerini taşıyordu.

 

Tökezleyerek odadan çıktım.

 

Bir müddet kapının önünde soluklandım. Başım dönüyor, midem kaynıyordu. Duvara yaslandım. Sonra koşar adımlarla merdivenin kıyısına vardım ancak inemedim. Yanlış yöne sapmış gibi, üst kata çıkan basamaklara yöneldim ama hayır, yanlış yöne sapmamıştım. Nereye gidecektim? Sensörlü ışıkları söndürecek denli uzun bir süre, öylece dikildim. Karanlığa bulandığım an, bir itkiyle sıçrayarak öne atıldım; koşar adımlarla merdivenleri inerken son dört basamakta takıldım, yüzüstü yuvarlandım. Canım acısa da geri kalktım.

 

Lobiye vardığımda Hasan amcayı aradım ancak bulamadım. Hiç kimse yoktu ortalıkta; en ufacık bir ses dahi duyulmuyordu. Birilerini bulma umuduyla kendi etrafımda birkaç sefer döndüm. Basık duvarların üstüme üstüme geldiğini fark ettiğim an kendimi Basmane sokaklarına attım. Soluklandım, zihnimi toparlamaya çalıştım. Başaramayınca, hiç düşünmeden yürüdüm. Issız sokakları aşarak, caddeye çıktım. Onlarca arabanın geçtiği büyük bir kavşaktan karşıya koştum; birkaç sefer ezilme tehlikesi atlattım. Arkamdan çalan korna ve hakaretlerin gürültüsüyle korkarak, yeniden koşmaya başladım.

 

Sonunda durulduğumda, denizin yalnızca birkaç adım ötesindeydim. Nefeslerim üst üste binmiş, boğazım kor gibi yanmıştı. Kıyıya vuran hırçın dalgalar, tutup içine çekmek istercesine bacaklarıma uzanıyor, paçalarımı ıslatıyordu.

 

Daha fazla ayakta kalamayacağımı anlayarak, çimlerin üzerine devrildim. Ne kadar süre orada, karanlığın kucağında oturduğumu bilmiyordum; ancak elimin hala yumruk olduğunu fark ettiğimde, soğuktan titriyordum. Kaskatı kesilmiş olan parmaklarımı yavaşça gevşettim; hâlâ yaşlı adamın bana verdiği yüzüğü tutuyordum. Elime alarak, biraz daha yakından inceledim; eşsiz bir sembolle bakışıyordum. İhtişamlı bir geyik ve bu geyiğin etrafını sarmış minik yıldızlar. Hepsi parlak bir altın renge sahipti. İç kısmına yine aynı renkle 1979 yazılmıştı. Kusursuz bir parçaydı; pahalı ve değerli olduğu barizdi.

 

Tekrar avucuma kıstırdığım bu ağır emanetle ne yapacağımı düşünerek, hırçın denize döndüm. Soğuk artık her yanımdan saldırıyor, büsbütün savunmasız kılıyordu beni. Baştan aşağı titriyordum. Ayağa kalktım ve dalgalara sokuldum. Simsiyah bir enginliğe bakarken, ayın bu gece gökyüzünde olmadığını yeni fark etmiştim. Öylesine uğursuz bir geceydi ki karanlığın vicdanına teslim edilmiş gibiydi.

 

Tenime bastırdığım yüzüğü denizin derinliklerine fırlattım. Ardından gerisingeri otelin yolunu tuttum. Sanki yaşanılanların üstünden yıllar geçmişti. Peki gerçekten de yaşanmış mıydı? Yoksa yanlış mı görmüştüm? Yaşlı adamın ruhsuz bedeni gözümün önüne gelince, korkuyla ürperdim. Her an kusacak gibi güçsüz hissetmeye başlamıştım.

 

Adımlarımı hızlandırdım; arkamda bıraktığım bilinmezliğe karşı büyük bir merakla dolmuştum. Varmama henüz birkaç sokak kalmışken gözüme siren ışıkları ilişti; birden kalbim kasıldı. Ne kadar zaman geçmişti? Demek çoktan bulunmuştu. Demek gördüklerim gerçekti.

 

Yanıp sönen sirenler tüm sokağı aydınlatıyordu. Her köşede insan vardı. Polis arabalarının arkasına istiflenmiş ufak kalabalığı yararak, otelin girişine yürüdüm. Kendimi bitkin ve harap hissediyordum. Ansızın insanların arasında beliren tanıdık bir yüzle, başımı önüme eğdim. Gözleri beni bulan amcamın kızmasını, nerede olduğumu sorarak bana çemkirmesini beklemiştim fakat sandığımın aksine böyle bir şey yapmadı. Hiçbir şey söylememişti. Hatta ben yanına yaklaşmış beklerken, korkuyla suratımı inceliyordu. Minik gözleri irileşmiş, dudağının üstünde ufak ter damlaları birikmişti.

 

"Amca, bir şey söylemeyecek misin?" Sesim çok çekingendi; sanki içime kaçmıştı. İşlenen bir cinayete tanık olup, hiçbir ihbarda bulunmadan olay yerinden koşarak kaçmak, resmen kendimi zanlı biri gibi hissetmeme neden olmuştu.

 

"Nerdeydin Demre?" Endişeli gözleri suratımı turluyor; söyleyeceğim tek bir kelimeye dahi muhtaçmış gibi, can atarcasına dudaklarıma bakıyordu. Soğuk havaya rağmen oluk oluk terlemişti.

 

"Özür dilerim amca, ne yapacağımı bilemedim, çok korktum. Özür dilerim, sana haber vermem gerekirdi," Kendi kendime sayıkladığım bir anda sözümü keserek, beni durdurdu. Afallamıştı.

 

"Yani gördün, öyle mi?" Gömleğinin kenarıyla, yanağının üstünden kayan teri çevikçe yakaladı.

 

Nefes nefese başımı salladım. Dışarıdan ne kadar hezeyanlı gözüktüğümü düşündüm. Soğuktan titreyen çenem, dişlerimi birbirine çarpmasına neden oluyor, cümlelerin garip bir dalgalanmayla dışarı çıkmasına yol açıyordu. "Evet, gördüm. Her şeyi gördüm. Neler olduğunu anlayamadım. Haber vermeliydim sana, çok özür dilerim."

 

"Neden böyle davranıyorsun?" Sorduğu soru dudaklarını aralık bırakmıştı. Etrafa kaçamak bakışlar fırlattı. "Cemre'ye olanlardan dolayı niye benden af diliyorsun? Polis beyler yanlış anlayacak şimdi kızım."

 

Birden her şey duruldu, tüm renkler soldu.

 

"Cemre mi?" diyen çaresizliğimi işittim.

 

Amcamın endişeyle kımıldayan dudaklarını gördüm ama hiçbir kelimesini duyamadım; çünkü koşuyordum. Bariyer gibi girişte dikilen polisleri itekleyerek aralarından geçtim ve merdivenleri tırmanmaya başladım. Defalarca tökezledim, düştüm; ancak yine de daha önce hiç olmadığı kadar çabuk, üçüncü kata vardım. Boğazımı yakan yangın gibi nefeslerle, odamın önüne istiflenmiş polislerin arasına daldım.

 

Korkuyla bağırdım. "Bırak!" Önüme düşen herkesi hırpalıyor, yolumdan iteklemeye çalışıyordum. "Kardeşim nerede? Cemre, orada mısın?"

 

"Olay yeri inceleme gelene kadar girmene müsaade edemeyiz. Şu anda tüm oda kanıt niteliğinde."

 

Açıklama yapmaya çalışan kadının yakasına asıldım. "Ne olay yeri incelemesi, neyi inceleyecekler?" Hışımla odaya girmeye çalıştığım esnada aniden durdum; görünmez bir duvara toslamıştım sanki.

 

Isırılmış, kırmızı bir elma vardı yerde. Olmaması gereken bir köşede, kapının ucunda duruyordu.

 

Zar zor eğilerek, elmayı yerden aldım; gözlerimin kıyısına denizler vuruyordu. Karnıma bıçak gibi bir his saplanmıştı. Birkaç adım daha atarak ufak koridoru aştım ve kendimi odanın tam ortasında buldum.

 

Elma gevşeyen parmaklarımın arasından kaydı, yuvarlandı; yatağın altında kayboldu. Dolabın kenarındaydı, boynuna geçirdiği kalın bir iple kendisini asmıştı. Artık içinde bir hayat barındırmayan bedeni, tıpkı nahif meltemlerle titreşen yaprak misali etrafındaki polislerin rüzgarıyla usulca sallanıyordu. Üzerinde gezinen her duyguyu ezbere bildiğim o sima, artık çok durgundu. Sanki yabancı bir surattı; ölüm bu kadar değiştirebilir miydi insanı?

 

Aralık duran gözleri kırık bir ayna gibiydi; artık istese de ruhunu yansıtamıyordu. Yalnızca bakıyordu.

 

Muazzam bir acıyla kuşanarak ileri atıldım; ağlayarak cansız ellerine tutunmuştum. Böylece ölüm denen mefhumla tanıştım. Bana ne anlatmak istediğini anlamaya çalıştım; ama yapamadım, belki de gerçekten gerisinde bıraktığı o sessizlikte sağırlaştım.

 

"Elleri çok soğuk, üşümüş, hasta olur böyle."

 

O gün kendimden duyduğum son söz bu oldu. Ardından tüm varoluş anlamını yitirdi; zaman, kendisini yelkovana asarak öldürdü ve beni tutuk bir akrebin ezeli ızdırabına terk etti.

 

𓄅

 

Merhaba, okuyan birileri varsa çok teşekkür ederim. 🥺

 

AZALANLAR biraz ağır bir başlangıca sahip, farkındayım. Bu bölümde, genç Demre'nin bir günde tepetaklak olan hayatına değiniliyor sadece. Devamında, bulduğu izlerin yıllar sonra kendisini nasıl intikama sürüklediğini okuyacaksınız. Tek gözü kör bir adamla yolları tekrar nasıl kesişiyor, hep birlikte göreceğiz. Çok heyecanlıyım oyyii! 🖤 Bölümler uzun mu bilmiyorum. Yarısından fazlası yazılmış bir hikaye bu, ben sadece üstünden geçerek paylaşıyorum. Bu arada, her hafta Cumartesi ve Salı buradayım. Şimdiden ilginiz için teşekkür ederim, hoşça kalın. 🥺🖤

 

Fiysa

 

18 Mart 2023

Loading...
0%