Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3: VEDALARA GEBE VEDALAR

@monafesa

İyi okumalaarr. Yorumlarınızı benden esirgemezsiniz umarım. *-*

 

 

🦌🫀🦜

 

Çiseleyen yağmurda ağıt yakan bir sakinlik vardı. Uysal uysal süzülen hacimsiz damlalar, nahif bir buse gibi omuzlara konuyordu. Aşılması zor bir engel gibi önümdeki üç adımlık basamağa bakıyordum. Sırtımı apartmanın soğuk tenine yaslamıştım.

 

 

Kapının yanındaki diyafon ikinci defa tuşlamamı söyler gibi yanıp sönüyordu. Ama cesaretim kırılmıştı; yapamıyordum. Başımı önüme eğerek sessizliğimle konuşurken, ayakkabımın yırtık ucu gözüme ilişti. Birden ağlama isteği kabardı içimde. Kendimi durdurdum. Yanağımın içini dişlemiştim. Ağzıma acı bir kan tadı yayılmıştı.

 

Cemre'nin sesi kulaklarımda çınlıyordu; başımı kaldırıp, sokağın köşesinde beliren iki genç kıza baktım. Bizdik. Yağmurun hoyrat darbelerinden kaçmaya çalışarak, birikintilerin kıyısından koşuyorduk.

 

"Çabuk ol, ıslanmayalım abla!"

 

Sokağın kirini taşıyan kaldırım kenarındaki akıntının üstünden zıplayıp, apartman girişine sığındık. Cemre tek seferde üç basamağı çıkarken, üzerindeki damlaları savuşturuyordu. "Eteğim sırılsıklam oldu, annem bu halimizle hiç almaz bizi içeriye," Gerçekten de okul üniforması kopkoyuydu. Hayıflanırken tek omzundan sallandırdığı saçını avuçlarının arasına sıkıştırdı. Yere akan suyu görmek yüzünü iyice düşürmüştü. "Bütün şansımızı kaybettik, sıçayım ya."

 

"Yine neşe saçıyorsun," Kinaye dolu sesimi duyunca gözlerini devirdi. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu; ancak ben laflarına kulak asmayıp konuşmayı sürdürdüm. "Hiç sıçma sen çünkü annem bize kapıyı açacaksa bile bu zor kararı alması en az iki saat sürecek. O zamana kadar donumuz bile kurur."

 

Suratı ekşirken, kendi kendime eğlenmemi kınayarak süzdü. Elinde tuttuğu ıslak torbayı hırçınca sallamıştı. "Abla bir kere de ciddi ol ya. Bu kapı bize anneler gününde bile açılmazsa başka hiçbir gün açılmaz, demedi deme."

 

Omuz silkerek ceketimi iliklerken, birden gözüme spor ayakkabısı ilişti. Önündeki yırtıktan giren suyun ayağını üşüttüğü belliydi; bileği titriyordu. Ceketi ilikleyen ellerim duraksadı. Dayanamadım; sertçe söze girdim. "Bu ayakkabı bana daha çok uyuyor, sana yakışmamış," Bu ani çıkışımla kaşları çatıldı. Yüzüne karşı kötü bir söz söylediğim zamanlarda olduğu gibi, alt dudağı bükülmüştü. Ayağımdaki botları inceliyordu. "Değiştirelim çabuk. Anneme güzel gözükmek istiyorum. Sonra çalalım şu zili, vakit kaybediyoruz."

 

Söylene söylene yırtık ayakkabıyı bana verdi; benden aldığı botları da ayağına geçirdi. Hediye paketini kameradan gözükecek şekilde tutup, sonunda zile bastık; kimin nerede ve nasıl duracağı üzerine tartışarak on uzun dakikayı zaten telef etmiştik. Düğmeye bastığımız an cızırtılı bir melodi yükseldi; yüzümüze beyaz bir ışık vurdu. Cemre'nin kolumu dürtmesiyle öne doğru uzanarak, diyafona seslendim.

 

"Merhaba, anne," Duraksadım, kuruyan dudaklarımı ıslattım. Kelimelerimi paklamak için birkaç sefer boğazımı temizledim. "Anne merhaba. Bugün anneler günü, sana sürpriz yapmak istedik. Beğeneceğini düşündüğümüz bir hediye aldık, eğer kapıyı açarsan vermek için sabırsızlanıyoruz."

 

Aynı konuşmayı suratımıza vuran çiğ bir ışığın altında soğuktan titreyerek, üç defa daha yaptık. Hiçbirinde kapı açılmadı. Bir buçuk saat süren umutsuz bekleyişin sonunda; gecenin ilerleyen saatlerinde Cemre'nin ateşi çıkacağından ve iki gün boyunca hasta yatacağından habersizce, otele doğru koşmaya başladık.

 

Sırtlarına yükledikleri umutsuzlukla sokağın köşesinden dönen iki genç kızı seyrederken, ceketimin koluyla sertçe yanaklarımı siliyordum. Tıpkı bir piyes gibi gözümün önünde canlanan acımasız bir hatıraydı. Kasvetten kararmış zihnime vuran bir ışık yalkısı gibiydi. Öfkelendirmişti beni. Hışımla basamakları tırmanıp zile basarken, yüzüme vuran ışıktan ve kulakları tırmalayan o cızırtıdan nefret ettim.

 

"Neden bu kadar zor bu kapıyı bize açmak? Niye hep gizli saklı görüştük biz seninle? Anlayamıyorum, neden bizi hayatına sığdıramadın anne?"

 

Sayısız kez bu kapıdan geri çevrilmiştim fakat hiçbir zaman önünde ağlamamış, hiçbir zaman da zaaflarımın kabuklarını soymamıştım. Ama artık farklıydı; hayat eski renginde değildi. Sevinçler solmuştu, tahammüller hırpalanmıştı.

 

Söylemeye çalıştığım hakikati taşıyabilecek güçteki kelimeleri arıyordum. "Cemre öldü anne. Gitti, yok artık. Öldürdüler kardeşimi..." Hıçkırıklarımla kesilen cümle, bana eziyet eder gibi tepemde asılı kaldı. Kör kurşun gibi yanaklarıma devrilen yaşları elimin tersiyle sildim. Yoğun hiddetimin sebep olduğu küllerimin arasından yeniden diriliyordum. "Duyuyor musun? Öldü diyorum, öldü! Altı ayda bir buluşmayı reva gördüğün o kızını öldürdüler. Nasıl bu kadar duygusuz olabiliyorsun? Elin çocuğunu bile bizden daha çok sahiplendin, ne biçim bir annesin sen?"

 

Daha fazla dayanamayarak ışığın altından uzaklaştım. Ağlaya ağlaya merdivenleri indim, sokağa taştım. Kendi acıma sığamıyordum; bir kişiye, bir eşyaya veyahut bir söze anlam biçip bu derin sızıyı ona atfetmem; yükümü onunla paylaşarak kendimi hafifletmem gerekiyordu. Fakat hiçbir şeyin değeri kalmamıştı; duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım tek bir olguda bile mana bulamıyordum. Sanki zamansızca bedenini terk eden bir ruh, hayatın içinde barındırdığı tüm anlamları da peşinden sürükleyip götürmüştü. Bir manası olmadıkça yaşanabilir miydi hayat? Ben o kadar becerikli değildim, yaşayamıyordum.

 

Hiç kımıldamadan dikildiğim sokakta, dakikalar içinde sırılsıklam oldum. Nereye gideceğimi düşünürken, demir kapının açılmasıyla arkamı döndüm. Annem ağlamaktan kızarmış, ne zaman görsem bana Cemre'yi anımsatan mavi gözleriyle eşikte belirmişti. Üzerine attığı şal tek omzundan kayarak düşmüştü. Koşarak merdiven inmiş gibi nefes nefeseydi.

 

Usulca kenara çekildi ve bana sessiz bir davetiye sundu. Üç yıllık çabanın sonucunda bu kapıdan içeriye yalnız giriyordum. Haksızlıktı bu. Cemre'ye yapılan bir haksızlıktı.

 

Senelerdir arşınladığım basamakları, yavaşça son bir defa daha çıktım. Benim için aralık tuttuğu demir kapıdan içeriye süzülüp, tam karşısında durdum; gözlerimiz birbirine değdi. Çökük yanaklarının belirginleştirdiği elmacık kemikleri, göz torbalarının hemen altından yükseliyordu. Karmakarışık bakıyordu.

 

"Bu eve davet edilmek için birimizin ölmesi mi gerekiyordu anne?" Bu beklenmedik saldırıya yalnızca gözlerini yumarak karşılık verdi. Geri araladığında, artık kederle gölgelenmişti. Sorumu orada bırakıp, sessizce asansöre yönelmiş; beni de peşinden sürüklemişti.

 

Aceleyle çıkarken aralık bırakılmış kapıya vardığımızda, hızlıca içeriye girerek kenara çekildi. Tek bir kelime dahi geçmiyordu aramızdan.

 

Girmeden önce bir süre bekledim. Annem davetkâr bir nahiflikle başını salladı ve bu bana daha çok acı verdi. İçeri girdiğim an kapının yanındaki ufak ekran gözüme takıldı. Demek umutlarımız buradan yıkılıyor ve yıkılışları buradan izleniyordu. Boğazıma bir yumru oturdu.

 

"Anne, bu kim?"

 

Koridorun ucunda dikilen küçük bir kızla göz göze geldim. Buruk bir gülümseme dudaklarıma otururken, annem aceleyle kızın yanına sokuldu; şalının bir ucu adımlarının rüzgarıyla yere devrilmişti. Odası olduğunu düşündüğüm bir kapının ardına doğru kızı nazikçe iteklerken, "Komuşunun kızı," diye de kekeliyordu, yalanın sesine bıraktığı ağırlıkla. Önüme düşerek beni ufak ancak ferah bir mutfağa soktu; kapıyı arkamızdan örterken oldukça gergindi.

 

Gösterdiği sandalyelerden birine oturmuş, suskunluğumu da yanıma almıştım. Üzerine ailesiyle birlikte biriktirdiği anıları astığı buzdolabına yürüdü. Gizlemek gayesiyle dolabın üstüne konulmuş sigara paketine uzanırken, "Bunu yaptığıma inanamıyorum ama bugün de içmeyeceksem ne zaman içeceğim?" diye mırıldanıyordu. İçinden aldığı bir taneyle yavaşça karşımaki sandalyeye kuruldu. Titreyen parmaklarla sigarasını yaktı. Birkaç nefes çektikten sonra ancak konuşma cesareti bulabilmişti.

 

Yalnızca şunu sordu. "Nasıl oldu?"

 

Derin bir nefes alarak doğruldum. "Birisi odanın ortasına asarak boğmuş."

 

Hızla içine çektiği soluk, dehşete düştüğünü anlatan bir gürültü doğurdu. Gözleri içine dolan kederi taşırmış, yanaklarına devirmişti. Sertçe burnunu çekerken, masaya doğru eğildi. Konuşurken dudaklarından duman çıkıyordu.

 

"Birisinin astığı ne malum? Kim neden böyle bir şey yapsın ki Cemre'ye?" Onu o halde görmemiş olmasına rağmen, kusursuzca zihninde canlanıyormuş gibi acıyla gözlerini yummuştu. Durmadan burnunu çekiyor, mırıldanıyordu. "Düşmanınız bile yok sizin. Kim, niçin yapsın böyle bir şeyi? Hayatına son vermek istediğini sana hiç belli ediyor muydu?" Sigarayı tutan elini alnına dayamıştı. Gittikçe uzayan kül, neredeyse devrilecekti. "Yaşadığı hayat şartları çok iyi değildi belki, ama yine de böyle bir şeyi yapacak kadar..."

 

"Hayat şartları mı?" Yaşadığımız trajediyi böyle bir kisvenin altına sokması hayrete düşürmüştü beni. "Mükemmel bir yerde yaşamıyor olabiliriz ama Cemre'ye normal bir liseli hayatı yaşatabilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Sırf bu yüzden canına kıyacak birisi değildi o, annesi olarak en azından bunu bilmen gerek. Belki koşullar değil ama ebeveyn yoksunluğu onu buna itmiş olabilir mi?"

 

Kışkırtmalarıma yenik düşmüştü; öfkeyle kaşlarını çattı. "Bana karşı beslediğin öfkeyi anlayabiliyorum ama böyle bir olayın yükünü benim üzerime yıkamazsın, Demre."

 

"Senin için üstüne yıkılmasından korktuğun bir yük mü bu?" Öfkemi dizginleyemiyordum; onun bizi üzdüğü gibi ben de onu üzmek istiyordum. "Ben olacakları çok iyi biliyorum. Öz kızın öldürüldü ama sen akşam ailenle bu masaya mutlu mesut oturacak ve yemeğini yiyebileceksin. O lokamalar boğazından geçebilecek, değil mi? Amcam söylediklerinde çok haklı, sen hayatımda gördüğüm en gamsız insansın anne. Hemen akşamına yoluna bakmayı çok iyi bilirsin."

 

Hırsla lafımı kesti. Babamdan bahsederken sivrilen sesi, nefretle bilenmişti. "O amcan olacak herif arkamdan böyle mi konuşuyor? Kimin kardeşi sonuçta, tıpkı baban."

 

Öfkeyle elimi masaya vurunca irkildi ve sessiz olmam için çemkirdi. Ama benim duyulma kaygım yoktu. "Madem öyle, evlenmeseydin o zaman! Biz de dünyaya bir kenara fırlatılmak için gelmezdik."

 

"İsteyerek doğurdum sanki!"

 

Bir gülle gibi tartışmanın üzerine devrilen bu sözler susturdu, arkama yaslandırdı beni. Hevesi kırılmıştı; elindeki sigarayı söndürmeden küllüğe fırlattı. Masanın üzerine dağılan küller, bir süreliğine odadaki tek hareketlilik oldu. Sonunda sessizliği kelimelerle besleyen ilk kişinin ben olmayacağını anlayarak, yorgun argın mırıldandı. Artık uysal konuşuyordu.

 

"Bak, seninle tartışmak istemiyorum, tamam mı? Sinirli ve kırgın olmanı anlıyorum, hak da veriyorum. Baban öldükten sonra yoluma bakmam gerekiyordu. Elimden tutacak kimse yoktu, iki çocukla sokakta kalmıştım. Reşat bana tek bir şart koştu; o da eski hayatımı geride bırakmamdı. Ne diyebilirdim ki? Yeni kurduğu evliliğe başka bir adama ait çocukları sokmak istememesi normaldi. Benim onun kızını reddetme lüksüm hiç olmadı çünkü o beni seçmeye mecbur değildi ama ben kurtarılmaya mecburdum," Üzüntülerinden ve pişmanlıklarından arınarak sözüne devam etti. "Güvenliğinizi sağlamak için elimden gelen her şeyi yaptım. Dili kemiksiz biri belki ama amcan kadar nüfuzlusunu da bulmak zordu. Bir şekilde hayata atılmanızı sağlayacaktı."

 

Kendimi tutamayarak güldüm. "Her gün saatlerce bulaşık yıkayıp çarşaf değiştirerek hayata çok iyi atıldık gerçekten. Daha iyi atılamazdık."

 

Geçmişte gösterdiği çabanın azımsanması ve yaptığı fedakarlıkların hiçbir şekilde takdir görmemesi iyice huysuzlaştırdı onu. "Yetimhane köşelerinde büyüseniz daha mı iyiydi? Sizi yanına alsın diye amcanı ikna edebilmek için günlerce uğraştım."

 

Sorduğu soru sinirlerimi daha da bozmuştu. "Eminim ki çok zorlanmamışsındır, erkekleri senden daha hızlı ikna edebilen birisini henüz tanımadım."

 

"Terbiyesizlik edeceksen konuşmayalım, Demre. Seni bunun için evime almadım."

 

"Sahi, beni neden evine aldın anne?"

 

Artık daralmaya başlamıştım; durmadan hırpalamak ve hırpalanmak, ruhumu zayıflatmıştı. Konuşmanın başından beri verdiğim mücadele yüzünden kendimi tanımakta zorlanıyordum; sırf onun karşısında yenilmemek için, sahip olduğum bütün iyi huyları telef etmiştim. Şu kısacık anda, iyi bir insan olma gayemi unutmuştum.

 

Sıkılı dişlerinin arasından, "Anne deyip durma, çocuk duyacak şimdi!" diye tısladı. Sonra yaptığı gafı fark ederek arkasına yaslandı. O da benim gibi yorulmuştu. "Reşat burada olduğunu öğrenirse kıyamet kopar. Kızıyla karşılaşmanızı istemiyordu." Hiçbir karşılık vermedim; o da sözüne devam etti. "İster inan ister inanma hep iyi olmanızı, iyi bir yerlere gelmenizi istedim. Cemre'min böyle zorlandığını bilseydim..."

 

Acımasızca yasını böldüm. "Ne yapardın? Yoksa üzülüp bizi evine mi alırdın?" Hışımla yanaklarını silerken karşı çıkmaya yeltendi ama müsaade etmedim. "Ayrıca intihar etmiş gibi bahsedip durma. Cemre öyle biri değildi. Biliyorum, tanıyorum onu. Benim kardeşim intihar etmedi, öldürüldü. Herkes böyle bilecek bunu."

 

Yanılıyordum; kimse böyle bilmeyecekti. İntiharla süslenmiş bu cinayet, zamanın acımasızlığına uğrayarak aşınacak ve unutulup gidecekti. Mazinin bir kıyısına gömülecekti.

 

"Böyle düşünerek kendine sadece eziyet edersin. Olan oldu, Demre," Omzundan düşen şalı düzelterek zayıf bedenini sararken, ihtiyatlı bir tavırla mırıldanıyordu. "Sakın var olmayan bir cinayetin kurgusuna kendini kaptırma. Önüne bak, yeni hayatına alışmaya çalış. Cemre böyle yapmanı isterdi."

 

Alışmak. Ama ben alışmak istemiyordum. Kaybetmeye ve eksik bırakılmaya alışmak istemiyordum. Geride kalan acıya hissizleşirsem, rahatsızlık duymaz ve bu eksikliği sağaltmak için çaba sarf etmezdim. Ben alışmak değil, iyileşmek istiyordum.

 

Yine de içten içe sözlerine hak veriyor olmayı kendime yediremedim. "Olan oldu demek kolay tabii senin için. Onu öyle boynundan asılmış sallanırken gören sen değildin. Gözlerini kapatacak vakti bile..." Boğazıma oturan yumru, cümlemin yüklemsiz kalmasına sebep oldu.

 

"Demre yeter sus, duymak istemiyorum artık. Hamileyim ben."

 

Şaşırarak yüzüne baktım. Sanki ağzımdan çıkan her söz içinde taşıdığı hayat için tehlike saçıyormuş gibi, koruma içgüdüsüyle karnına sarılmıştı. "Konuşmayı sürdürecek takatim kalmadı, lütfen bitirelim artık. Reşat da birkaç saate gelecek zaten."

 

Birbirimizi yaralaya yaralaya artık sona varmıştık; farkındaydım. Derin sessizliğin içinden yüzeye çıkmak umuduyla yavaşça ayağa kalktım. O da benimle birlikte ayaklanmış, karşımda durmuştu. Vedaların sebep olduğu bir çöküklük vardı omuzlarında.

 

"Sevindim, bu sefer isteyerek doğuruyorsundur umarım," dedim, sevinçten yoksun bir tonla. Aksine taşıdığı hüzünle sendeliyordu sesim. "Bir evladın gitti ama baksana yenisi gelmiş bile. Ne güzel haber. Umarım ona hiçbir zaman bize davrandığın gibi davranmazsın."

 

Evden çıkarken bana eşlik etmeyi başaramadı. Kendisi yerine kesik hıçkırıkları uğurlamıştı beni. Merdivenleri koşarak indim. Nefeslerim kesiliyor, tümörü andıran bir acı göğsümü şişiriyordu. Sanki bedenim raylarından çıkmaya çalışıyordu.

 

Hıçkıra hıçkıra sağanak yağmurun dövdüğü sokaklara taştım. Alışmak istemiyordum bu hayata. Nasıl alışabilirdim ki? Osman amca yanılıyordu. İnsan her kokuya, her yere alışamazdı.

 

O gün hiç durmadım, saatlerce koştum. Yeni bir sonun sancısıydı bu, biliyordum; nitekim hayatım boyunca bir daha hiç annemi göremedim.

 

 𓄅

 

Cenazeye yalnızca iki kişi katıldı; o günün anlamı, sessiz sedasız toprağa teslim edilen bir tabut ve sırtımı sıvazlayan iki el olarak zihnime kazındı. Zaman, hiçbir şekilde bana soluklanabileceğim bir lahza bahşetmeyeceğini kanıtlar gibi, günleri hızlıca birbirine kovalattı; ama yine de hiçbir iz bulunamadı. Üstelik geçen bu süreçte hakikatin gücü de yitip gitmişti.

 

Aynı gün içinde farklı odalarda kendini asarak intihar eden iki insan olasılığı, otele giren adamların peş peşe cinayet işlemesinden çok daha inandırıcı gelmeye başlamıştı insanlara. Zor şartlar altında, gelecek kaygısı ve sınav korkusuyla yaşayan genç bir kızın canına kıyabilmesi de oldukça makuldü; amcamın ifadesine göre Cemre zaten pek gülmezdi, hep suskundu. Yaşlı adamı kimse tanımıyordu ancak otelde konakladığı dört gün boyunca odasından hiç çıkmaması, kendi dertleri olduğuna herkesi ikna etmişti. Üstelik o akşam otele kimsenin girmediğine emin olan Hasan amcaya göre bu yaşlı misafir odasını hiç temizlettirmiyor, doğru düzgün yemek dahi yemiyordu. Yani onun da intihar etmesi olasıydı.

 

İşlediği cinayete tanık olmama rağmen katilin saklanırken bulup da öldürmediği ben, dediğine göre koşarak lobiye inmiş ve Hasan amcayı aramış olamazdım; çünkü o, mesai saatlerinde işinin başından asla kalkmazdı.

 

Yaşlı adamın öldürülmeden önce bana verdiği yüzük de bir kanıt olamazdı; çünkü ortalıkta yoktu. Acımasız bir cinayete şahit olduktan sonra koşa koşa sahile gitmem ve maktulün son nefesinden önce bana emanet ettiği yüzüğü denize fırlatmam; polislere kalırsa çok mantıksızdı. Ama amcamın eklediği yorumdan ötürü, bu tutumum da makul görülmüştü. Çalkantılı bir hayat ve anne babasız büyümemin getirdiği deneyimsizlik, ağır bir kayıp vermemle birlikte bu gibi anlamsız kurgular doğurabilirdi. Onlara göre sadece kafam karışıktı.

 

Böylece günler geçti ve hiçbir iz bulunamadı.

 

Amcam, koridorlarda katil adamların dolanmasındansa, kendi rızasıyla ölen iki insanın otele daha az tahribat vereceğine inanmıştı. Fakat öyle olmadı. Umduğundan da büyük bir itibar kaybı yaşadı; on gün içerisinde otelin tüm odalarına kilit vurulurken, eşyalar da neredeyse boşaltılmıştı. Bizimle paylaşmakta zorlandığı masalara günün sonunda bir değer biçememiş, sokağa atmak zorunda kalmıştı. Osman amca işini bırakıp memleketine dönerken, Hasan amca birkaç sokak ötedeki başka bir otelde çalışmaya başladı; ikisiyle de yollarımız bir daha hiç kesişmedi.

 

Otelin bulunduğu sokağa park edilmiş kamyonun yanından geçerken, zihnimin ücra köşelerinde kaybolmuştum. Dalgındım, yorgundum. Etrafımda olup bitenlere odaklanamıyordum. Kamyonun bizim otel için geldiğini bile yeni idrak etmiştim.

 

"Ben de seni bekliyordum." Amcam resepsiyonun önünden bana seslendi. Günlerdir kesmediği sakalı ve bıyığı uzayarak birbirine karışmıştı. Lobide kalan son şeyi, kırmızı koltuğu işaret etti. Etraf bomboştu. Bu boşluğa devrilen her söz yankı yapıyordu. "Gel, otur. Seninle konuşmam gereken önemli bir mesele var."

 

Sessizce buyruğuna uyarak, pörsümüş koltuğun kıyısına iliştim. Üşüyen ellerimi bacaklarımın arasına kıstırmıştım, merakla amcama bakıyordum. Oturmak yerine, karşımda dikilmeyi yeğlemişti.

 

"Biliyorsun ve görüyorsun ki," Hızlıca başıyla etrafı gösterdi. "Yaşanan olaylardan dolayı oteli boşaltıyoruz. Bilemiyorum, cinayet söylentisi çıkmış olmasaydı yine de kapatmak zorunda kalır mıydık, ama şu an olması gereken bu. Ne demişler, iyilikten maraz doğar."

 

Dayanamayarak sözünü kestim. Israrla üstüme yapıştırılan yalancı yaftası canımı yakıyordu. "Doğruyu söylüyordum amca, yemin ederim. Anlattıklarımın hepsi doğruydu. Ne o adam, ne de Cemre intihar..."

 

"Yeter Demre, kes artık!"

 

Aniden bağırınca, istemsizce irkildim. Bir süre hırsla sakallarını çekiştirdi, yüzünü ovuşturdu. Ardından daha sakin ancak buna rağmen suçlayıcılık barındırabilen bir tonla devam etti. "Şu olay hakkında daha fazla bir şey duymaya tahammül edemiyorum. Oldu bitti, yeter. Kabul et artık sen de kızım, inkar etmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kardeşin intihar etti, bu kadar basit!" Tenime dağlanan kızgın bir demir gibi canımı yakmıştı bu sözler. Dudaklarımın titrediğini fark edince sertçe nefesini üfledi. Fazla üstüme geldiğini anlamış, durulmuştu. "Bak, durumumu görüyorsun. Otelden geriye bir şey kalmadı, kapandı. Hepsi gitti elimden. Artık büyüdün, ilgilenmen gereken bir kardeşin de yok. Kendi yoluna bakman gerek."

 

Telaşla söze girdim; sanki eğer durdurmazsam bu konuşmanın sonu apar topar yapılan bir veda cümlesiyle noktalanacakmış gibiydi. Kimsesiz kalmaktan korkmuştum. "Nereye gidiyorsun amca? Başka bir otel işletmeyecek misin? Ben orada da çalışır, temizlik yaparım. Beni de götürsen yanında, olmaz mı?"

 

"Ben her yere yanımda seni mi taşıyacağım kızım?" Kırmaktan sakınır gibi alçak bir tonda konuşuyordu. Ama kelimelerin ufalması, taşıdıkları anlamları küçültemiyordu. "Üç sene oldu bak, sizi yanıma aldım. O kadın koca uğruna sizi sokağa atarken, ben sırf ağabeyimden kalan yadigârsınız diye ikinize de sahip çıktım. Ama artık büyüdün, koca kız oldun. Kendi başının çaresine bakman lazım. Bundan böyle sen yoluna, ben yoluma," Karşı geleceğimi sezmişti; birkaç adım geriledi. Bir an önce başından savuşturmak istediği bir dertmişim gibi aceleciydi. "Bu akşam tamamen boşaltılıyor otel. Bütün eşyalarını topla, sonra geri dönüp alamazsın. Cemre'ninkileri de artık ne yapacaksan yaparsın. Kendine iyi bak, hadi allahaısmarladık."

 

Sonra yapılan her vedanın başka bir vedaya gebe olduğunu kanıtlar gibi döndü ve beni, artık bir yük olarak gördüğü kırmızı koltuğuyla birlikte ardında bırakıp gitti.

 

𓄅 

 

Cumartesi yeni bölümde, altı sene sonraki Demre'yle ve tek gözlü korsanımızla tanışmak üzere görüşürüz. Buraya kadar okuyanlara kucak dolusu sevgiler gönderiyorum. Henüz yeni başladım bu serüvene ama inanıyorum ki çok güzel günler gelecek. 777 aldım kabul ettim ben.

 

Fiysa

 

21 Mart 2023

Loading...
0%