Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4: MAVİ VE SİYAH

@monafesa

 

 

 

 

6 Yıl Sonra, 20 Ocak 2023

 

 

Alsancak, İzmir

 

Üst üste istiflenmiş kitapları kendime doğru çekince, uzun süredir oraya sindiği belli olan büyük bir toz tabakasını yerinden kaldırdım. En üstte duran İktidarsızlık kitabı, ansızın yükselen toz bulutunun içinde kaybolmuştu. Peş peşe aksırırken, kendi gürültümden kapının zilini duyamadım. Cama yansıyan bir çift beyaz ayakkabı görünce, ellerimle zemine tutunarak öne doğru emekledim. Dar bir aralıktan genç bir çocukla bakışıyordum.

 

Apar topar ayağa kalktım. "Hoş geldiniz, buyrun?"

 

Koşar adımlarla kitaplıkların arasından çıktım; karşısına geçtiğimde ellerimdeki tozu silkeleyerek gülümsüyordum.

 

Ela rengi gözleri şaşkınlıkla irileşirken; ince dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Tüm yüzü bu ani tebessümle aydınlanmıştı. Sevimli bir siması vardı. Kıvırcık saçları, tiftik tiftik alnına dökülüyordu. "Mustafa abinin yeni bir çalışan aldığını bilmiyordum. Hiç bahsetmemişti."

 

Henüz bir yanıt veremeden arka odadan çıkan Mustafa abi, tüm dikkati üstüne çekti. Kucağında taşıdığı dosyaları masalardan birisine bırakıyordu. "Yoksa seni almamı mı bekliyordun?"

 

Çocuğun titreşen dudakları aralanıp da geniş bir gülümseme doğururken, geldiğinden beri elinde tuttuğu kitapları tezgaha koydu. Bir yandan da Mustafa abinin başlattığı nükteli sohbete ayak uydurmaya çalışıyordu. "Hâlâ girmek için şansım var mı?"

 

"Burası sana gelmez, oğlum. Yazılımcı adamsın sen, git kodlarınla uğraş," Bana döndü, gülerek göz kırptı. "Demre sen başlayalı on gün oldu ama şimdiden işine göz koyuldu. Arkanı kolla derim, çok hırslı bir rakiptir bu." İşine dönüp kitapları rafa dizmeye başladı. Kendisini aklamakla hiç uğraşmayarak yanıma gelen çocuk, elini uzatmıştı.

 

"Hırslı olduğum doğrudur ama biz yine de böyle bir başlangıç yapmış olmayalım. Uraz ben," Elini sıkarken, ben de ismimi söyledim. Ela gözleri resmen ışıl ışıldı. Dudağının bir köşesini mesken tutmuş olan ufak gamze, o konuştukça belirip yok oluyordu. "Yeni işin hayırlı olsun. Ayrıca Allah sabır versin, Mustafa abiden bahsediyoruz sonuçta."

 

Gülerek, duvar dibine sıralanmış olan kitap yığınına yöneldim. Raflara yerleştirilecek olanları kenara ayıklıyordum. "Aslında daha önce hiç bu kadar iyi bir patronum olmamıştı."

 

"O kadar mı kötü patronların oldu?" diyen Uraz, başımı salladığımı görünce tekrar Mustafa abiye sataştı. "En azından kötünün de iyisi olmayı başardın." Mustafa abinin kendisine bir şey fırlatmak için etrafı kolaçan etmesiyle telaşla ekledi. Ellerini ona doğru kaldırmıştı. "Sakın ha, bu beyin daha nice kodlar yazacak, içindeki her nöron çok kıymetli."

 

Birbirleriyle atıştıkları esnada, duvar dibindeki çerçeveyi yerinden çıkarmamla ikisi de duraksadı. Neşeli sohbet yarıda kesilmişti ama ben pek farkında değildim. Tablonun içinde yazan alıntıyı okuyabilmek için başımı omzuma yatırmıştım; ancak üstündeki tozdan ötürü hiçbir şey göremiyordum.

 

"Hic mortui vivunt, et muti loquuntur."

 

Merakla ona baktığımı görünce, "Latince bir söz," diye ekledi. İşine ara vermişti, tıpkı benim gibi tabloyu inceliyordu. Dudaklarındaki gülümsemeden hiçbir emare kalmamıştı. Sanki hiç var olmamıştı. "Burada ölüler yaşar, dilsizler konuşur."

 

Burnundan üflediği kısa nefesle gülüyor gibi bir ses çıkarmaya çalıştı; kulağa epey buruk gelen bir gürültüydü bu. "Kitaplarla dolu bir yer için oldukça anlamlı bir söz. Yıllardır benimle ama benim değil, buranın sahibine ait."

 

"Neden asmıyorsunuz?" diye sordum, çerçevenin üstündeki tozu silkelerken. Papirüsü andıran eski bir kağıdın üzerine yazılmış eğik kelimeleri inceliyordum. "Çok güzelmiş."

 

"Çünkü asarsam bir daha indiremem, maalesef o kadar gücüm yok." Birden gözlerimiz kesişti Uraz'la. O da ne demek istediğini anlayamamıştı; afal afal bakıyordu. Ama Mustafa abi daha fazla konuşma gereği duymadı; çoktan işine geri dönmüştü.

 

"O kadar mı ihtiyarladın ya?" Aramıza sızan tuhaf sessizliği dağıtmaya çalışan Uraz, hınzırca söze girmişti. Bir yandan kitapları Mustafa abiye uzatıyor, yerleştirmesine yardımcı oluyordu. "Benim gücüm ikimize de yeter, sen merak etme abi."

 

Birbirleriyle hoyratça atıştıkları bu keyifli dakikaları, beklenmedik bir anda yükselen zilin tiz sesi böldü. Kitabevini dolduran kahkaha furyası, ansızın uçurumla son bulan bir tepe gibi yarıda kesilmiş; dik bir suskunlukla da noktalanmıştı.

 

Vakur duruşuyla, eşikte yaşlı bir adam dikiliyordu. Koyu lekelerin bulunduğu beyaz eli, sonuna dek araladığı kapının kulpundan çekilmemiş, çoktan içeriye girmiş olmasına rağmen kapatmamıştı. Diğer eliyse, topuzunda boynuzlu bir geyik bulunan, ihtişamlı bastonuna yaslıydı; kendisini ayakta tutan üçüncü bir bacakmış gibi dimdik zemine basıyordu. Hiçbir kırışıklık barındırmayan takım elbisesi ve göğsünün soluna yerleştirilmiş desenli mendiliyle adeta bir büst gibi dikilmeyi sürdürdü.

 

"Hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?" İçerdeki anlamsız sessizliği bozma hevesiyle adama doğru birkaç adım attım. Griye çalan mavi gözler kırpılmadan üzerime kayarken, suratında hiçbir duygu devinimi olmadı. Sorumu yanıtlama gereksinimi dahi duymamıştı.

 

Ansızın rüzgarı yanımdan geçen Mustafa abi, belli belirsiz omzuma dokundu. "Tan Bey'le ben ilgilenirim Demre, sen rafları düzenle lütfen." Yüzüme dahi bakmamıştı; tamamen adama odaklıydı.

 

Sessizce onaylayarak, geriye kaçıldım. Uraz, kasanın arkasında kalan ufak masalara oturmuştu. Üstüne koyduğu çantasını karıştırıyor, etrafında olup bitenle ilgilenmiyordu. Sanki az önce eğlenen kendisi değilmiş gibiydi. Mustafa abi, yaşlı müşterisiyle birlikte arka taraftaki odaya çekilirken, ben de işimin başına geçtim. Kenara bıraktığı kitapları kucağıma almış, teker teker raflara yerleştirmeye başlamıştım.

 

İki hafta önce ara sokaklarda dolanırken, tesadüfen kitabevine denk gelmiştim. Üzerinde fazla adım izi bulunmayan bir sokağın köşesinde bulmuştum; tek tük insanın geçtiği köhne bir yerdi. Soluk tabeladaki Yoldaşlar Kitabevi yazısını fark edebilmek de epey zordu. Vitrinindeki ilanı görünce hevesle içeriye girmiş ve Mustafa abiyle, şarkı mırıldanarak rafların tozunu aldığı esnada tanışmıştım.

 

"Daha bu sabah asmıştım ilanı, şanslıymışsın," demişti, tesadüfen rast geldiğimi anlatınca. Ufak tefek minyon bir adamdı; yüzünden hiç gülümseme eksik olmazdı. On gündür çalışmama rağmen sık sık yorgun hissedip hissetmediğimi sorar, istediğim zaman dinlenebileceğimi söyleyip dururdu. Öğle aralarından sonra muhakkak elinde bir tatlıyla kitabevine girer, çoğu kez istemesem de zorla ikram ederdi. Böyle bir yerde çalışmaya başlamak, uzun zamandır yolumun iyi bir insanla kesişmediğini fark ettirmişti.

 

"Yardım ister misin?"

 

Arkamdaki varlığını bana sezdiremeyen Uraz aniden söze girince ürktüm. Kucağımdaki kitaplardan biri yaptığım ani manevrayla kayınca çevik bir hareketle atılıp, havada yakaladı. Parmaklarının arasına sıkışan kitap, bükülmüştü. Dönüp içeriyi kolaçan etti. Gözleri tekrar beni bulduğunda, huzursuzca gülümsüyordu. "Sessiz olsak iyi olur."

 

Tıpkı onun gibi, fısıldarcasına konuştum. "Neden ki?"

 

Hızlıca omuzlarını silkti. Bu hareketinden sonra gerginliği büyük ölçüde gitmişti. Kaygılarından arınan gülüşü, şimdi daha aydınlıktı. "Rahatsız etmeyelim diye dedim. Her neyse, belki yardım gerekir diye geldim. İstersen yukarıdaki raflara ben koyabilirim."

 

Birkaç adım ötemde basamak olmasına rağmen, sırf geri çevirmemek için teklifini kabul ettim. Çünkü sıkılmış bir hâli vardı. "Teşekkürler, şunlar üst rafa koyulacak olanlar."

 

Gösterdiklerimi itirazsız yerlerine yerleştirirken, sohbet eder bir havada, "Nerede oturuyorsun?" diye sordu. Kitapları nizami bir şekilde sıraya sokmakla uğraşsa da arada bana kaçamak bakışlar atıyordu.

 

"Karşıyaka'da yurtta kalıyorum. Sen nerede oturuyorsun?"

 

Hafifçe kaşlarını çattı. "Öğrencisin o zaman? Benim ev Buca'da."

 

"Hayır, öğrenci değilim," Hâlâ gevşememişti kaşları; anlamaya çalıştığı barizdi. "Tam zamanlı çalışıyorum. Sadece olması gerekenden bir saat erken çıkıyorum çünkü yurtta bulaşıklardan ben sorumluyum," Kitaplığın köşesinde bir hareketlilik oldu. Kısacık bir an, yanıldığıma inanmak istedim ama hayır, çoktan karşımdaydı. Belli belirsiz bir gülümsemeyle raflara yaslanmış, beni seyrediyordu. "Böylece kira ödemeden kalabiliyorum."

 

Kısa duraksamamla birlikte Uraz'da yavaşlayarak bana bakmış, sözümü tamamlamamı beklemişti. Yanıtımı duyduktan sonra da hiçbir karşılık vermedi; ağır bir suskunluğa bürünmüştü. Ben de sustum; konuşma gereği duymadım.

 

Hâlâ kitaplığa yaslı duran Cemre, dilini üç kez damağına vurdu. "Sırf sana daha fazla soru sormasın diye çocuğu kötü hissettirmeye çalıştın, değil mi abla?"

 

Tepkisizce raflarla ilgilenmeyi sürdürdüm; zaten geldiği gibi geri gitmişti. Hep böyle olurdu; kendimi suçlu hissettiğim anlarda bir yerlerden belirir, beni eleştirileriyle silkelerdi. Ardından hiç var olmamışçasına, yok olup giderdi. Mutlu ve huzurlu hissettiğim zamanlarda hiç gelmezdi. Yalnızca zaaflarım yüzeye çıktığında ve kendime yenik düştüğümde ziyaretime gelirdi. Sanki tüm pişmanlıklarımın ve hatalarımın timsaliydi; kendimi suçlu hissettiğim her lahzaya onun varlığı nüks ediyordu.

 

Sessizliğin ensesinde çalıştığımız birkaç dakika sonra arkadaki kapı sökülürcesine açıldı. Yaşlı adamın sinirli yüzü belirmişti. Kasırga gibi eserek rafların arasına daldı; omuzları dik, bastonun vuruşları sertti. Kasaya doğru yanaştığını fark edince çabucak ayaklandım, koşar adımlarla tezgahın arkasına geçtim. Hâlâ aralık duran arka kapıdan Mustafa abinin endişeli yüzü belirmişti. Dalgın dalgın yanımıza geliyordu.

 

Ceketinin iç cebinden çıkardığı kredi kartını bana uzatan adam, hiçbir açıklama yapma gereği duymadan suratıma baktı. Üst dudağının kıyısı hafifçe yukarı kıvrılmış, menfur bir ifade doğurmuştu. Baygın bakan gri gözleri insanı huzursuz ediyordu. Daha fazla göz teması kurmaktan kaçınarak karta uzandım.

 

Serçe parmağında dikkat çekici, altın renkli bir yüzük takılıydı.

 

"Ben hallederim, Demre," Son birkaç adımı koşarak gelen Mustafa abi, hızlıca kasanın arkasına geçti ve beni nazikçe kenara itti. Kaşları çatık, suratı asıktı. Kartı ona teslim edip uzaklaşırken, yüzüğü daha önce nerede görmüş olabileceğimi düşünüyordum. Rahatsız edici bir tanıdıklığı vardı. Sanki zihnimin hemen kıyısındaydı; ancak bir türlü içeriye girmiyor, beni kışkırtıyordu.

 

Hiçbir söz söylemeden ödemesini yapan adam, kartını sertçe geri aldı ve apar topar kitabevini terk etti. Arkasından çınlayan zilin sesi, bir müddet içeriyi dolduran tek gürültü oldu. Adamın bu nobran tavrına meydan okumak istercesine, Mustafa abi de hışımla rafların arasına geri dalmıştı. Her ne kadar merak uyandırıcı bir gerginlik yaşanmış olsa da beni ilgilendiren bir mesele değildi. Bu yüzden önemsemedim, boş verdim.

 

Yarım kalan işime devam etmek için Uraz'ın yanına dönmüşken, aniden görünmez bir duvara tosladım. Zihnimde çakan şimşek, birden bana yüzüğü nerede gördüğümü hatırlatmıştı. Yılların hırpaladığı, yaralı bir hatıranın ufak kımıldayışlarını andırıyordu.

 

Hiç düşünmeden, koşarak kendimi dışarıya attım. Siyah bir arabaya yürüyen yaşlı adam, yere vurduğu bastonunun sesiyle tüm sokağı inletiyordu. Bir eli cebindeydi; kitabevini terk ederken takındığı atiklik dinmiş, yerini tasasız bir yürüyüşe terk etmişti.

 

Alelacele incir ağacının altından geçip, gölge gibi arkasına düştüm. "Tan Bey, bir dakika durur musunuz?"

 

Arabaya birkaç adım kala duraksadı ve bedeni ağır bir yükmüş gibi yavaş hareketlerle bana döndü. Telaşla üzerine yürüyüşüm, binmesi için ona kapıyı aralayan siyahlar içindeki bir adamın aramıza girmesine neden olmuştu. Etten bir bariyer gibi yaşlı adamın önüne geçerken, elini uzak durmamı ikaz edercesine havaya kaldırdı. Bu beklenmedik tavır, şaşırtmıştı beni.

 

"Ne istiyorsun?"

 

Yaşlı adamın sükuneti cesaretimi kırsa da kendimi açıklamaktan geri durmadım. Şoförün uyarısını dikkate almış, birkaç adım gerilemiştim. "Az önce çıktığınız kitapçıda çalışıyorum. Aniden peşinize düştüğüm için kusura bakmayın. Yüzüğünüz çok tanıdık geldi, izninizle nerden aldığınızı öğrenebilir miyim?"

 

Şoför şaşırarak yaşlı adama baktı; ardından bunun gereğinden fazla bir tepki olduğunu anlamış gibi hızlıca toparlandı. Kaşları çatılmış, koyu gözleri bir tehdit bulmayı amaçlar gibi üzerimde dolanmaya başlamıştı. Ondaki bariz duyguların aksine, yaşlı adam yalnızca gözlerini kısmakla yetinmişti. Kuşkuyla bakıyordu. Eli hâlâ cebindeydi.

 

Sorumu yanıtsız bırakmıştı; gözleri hâlâ üzerimdeydi. Tek kelime dahi etmiyordu. Birbiri üzerine devrilen dakikaların sonunda bir adım daha geriledim. Niçin kimse konuşmuyordu? Üzerimdeki gözler huzursuz hissetmeme neden olmuştu.

 

"Kusura bakmayın, yanlış gördüm herhalde, iyi günler," Zar zor gülümseyerek aceleyle uzaklaştım. Sessizliğe bir gürültü gibi devrilen zil sesiyle birlikte kitabevine girdim. Nedensizce gerilmiş, heyecanlanmıştım. Hâlâ bana baktıklarını görebiliyordum. Ürkerek vitrinin önünden kaçıldım ve gözleriyle beni bulamayacaklarına emin olduğum tenha bir yere çekildim.

 

Paniğimi fark eden Uraz oturduğu masadan, "Demre, iyi misin? Nereye gittin öyle kaçarcasına?" demişti. Sandalyesinin zemine sürttüğünü işitince, yanıma gelmeye yeltendiğini anladım.

 

Normal tutmaya çabaladığım bir sesle, "İyiyim iyiyim, sorun yok. Müşteri fişini unutmuş onu verdim sadece," diyerek, geçiştirdim.

 

Bir düzine kitabı kucağıma almış, saklandığım yerden çıkmıştım. Göz ucuyla kolaçan edince arabanın gitmiş olduğunu gördüm. Zihnimi toparlamaya çalışarak tekrar rafların yanına iliştim.

 

Uraz kalktığı masaya sakince geri oturmuştu, kuşkuyla beni süzüyordu. Yine de bir şey sormadı; birkaç kaçamak bakışın ardından tamamen işine döndü. Yarım saat sonra arka odadan çıkan Mustafa abi, tıpkı yaşlı adam gibi kitaplıkların arasından eserek yanımıza geldi.

 

Endişeli bir hâli vardı; durmadan ellerini ovuşturuyor, kaygılı gözlerini her köşeye dokunduruyordu. Sonra birden durulup dalgınlaşıyordu.

 

Akşama kadar bu hâli devam etti; bir saat daha bizimle kalan Uraz, sonunda vedalaşıp evine gitmişti. Şehrin üstüne karanlık çekilirken; bütün işlerimi halletmiş, çıkmak için hazırlanmıştım. Kasanın önünde faturalarla ilgilenen Mustafa abinin dikkatini dağıtmamak için, sessizce kitabevinden ayrıldım.

 

Tembel tembel çiseleyen yağmur, ben sokağı aşıp sahile varana kadar şiddetini arttırdı. Son anda yakaladığım vapura nefes nefese bindim; yarım saat sonra telaşlı telaşlı yurdun kapısından içeri giriyordum. Bir zamanlar kiler olarak kullanılan ufak odaya eşyalarımı bıraktıktan sonra yemekhaneye koştum.

 

Aşağı kata indiğim an, ağır yemek kokusu soluklarıma karıştı. Söylenerek yerleri süpüren Gonca teyzenin, kızgın bakışlarıyla karşılaştım.

 

"Çok geç kaldın, bir dahaki sefere Müdire Hanım'a söylemek zorunda kalırım."

 

Sessizce bulaşıkhaneye girdim; içerde benden başka kimse yoktu. Dağ gibi birikmiş olan bulaşıkların önünde durdum. Bir süre soluklandım. Ardından bileğimdeki tokayla acıta acıta saçlarımı topladım. Kenara atılmış eldivenleri ellerime geçirirken, uzun bir gecenin beni beklediğini biliyordum.

 

Yarın yine aynı sabaha uyanacak, aynı rafları silecek ve yine aynı tabakları yıkayacaktım. Yine aynı yanık yağ kokusunu soluyacaktım. Artık alışmıştım.

 

𓄅

 

Ertesi gün Mustafa abi işe gelmedi. Sakin ve durgun bir gündü. Çıkmama bir saat kala, kendi köşeme çekilmeye karar vermiştim. Etraftaki son yayıntıları toplayıp çantamdaki ufak keki çıkarırken, vitrinde süzülen beyaz lekeler dikkatimi dağıttı. Kapıyı hafifçe itip, elimi soğuğun içine daldırdım. Avucuma devrilen damlaları seyrederken, başımı kenara yaslamıştım.

 

Cemre İzmir'e kar yağdığını görse çok sevinirdi.

 

Havada kesif bir soğuk kokusu vardı. İnsanın bacaklarına dolanıyor, acımasızca etini kemiriyordu. Ürpererek kollarımı kendime sardım ve içeri girdim. Kollarımı sıvazlayarak ısınmaya çalışıyordum. Soğuğu sevmezdim; sahip olduğum tüm kötü anılardaki tek benzerlik, hepsini yaşarken üşüyor oluşumdu.

 

Dalgın dalgın kasanın arkasına geçerek, ufak tabureye oturdum. Dışardan bakanın zar zor görebileceği kör bir noktaya sığınmıştım. Çantamın içini kurcalayarak ufak bir kekle mum çıkardım. Sessizce mumu diktim ve yurdun mutfağından aldığım çakmakla yavaşça yaktım.

 

İki elle keke sarıldım. Ateşin sıcaklığı aheste aheste tenime sürtünüyordu. Tam bu esnada kasanın ardında bir hareketlilik oldu. Yüzünde tatlı bir tebessümle, Cemre yavaşça yanıma sokuldu. İri gözleri tıpkı anneminkiler gibi masmaviydi. Üzerinde onu en son gördüğüm günkü kıyafetler vardı. Uzun saçları omuzlarından dökülüyordu.

 

"Ne dileyeceksin, abla?" Karşıma geçip yere çöktü. Kollarını bacaklarına sararak ufalmıştı. Suratıma diktiği gözlerinde tuhaf bir acıma vardı. "Yoksa yine benim yerime dilek mi tutacaksın? Hiç utanmıyorsun musun?"

 

"Doğum gününüz mü?"

 

Zihnimin şalterini attırarak her şeyi karanlığa hapseden bu soru, korkuyla sıçramama neden oldu. Kek elimden düşerken, mum yerde yuvarlanarak sönmüştü; Cemre artık yoktu.

 

Karşımda müşteri bulmanın şaşkınlığıyla apar topar kalkarken ayağım tabureye takıldı; kulak tırmalayıcı bir yaygara kopmuştu. Adamın yüzüne bariz bir hoşnutsuzluk yayılmıştı. Utanarak, "Kusura bakmayın, geldiğinizi duymadım," dedim. Ancak hiçbir karşılık bulamadım. Sessiz bir dikkatle, hiç çekinmeden izliyordu beni. "Dalmışım. Hiç duymadım."

 

Hâlâ yerde duran kek gözüme ilişince hızlıca kaptım, kasanın altına bıraktım. Mum almama gerek kalmayacak denli uzağa yuvarlanmıştı. Silkelenerek duruşumu düzelttim; ardından karşımda dikilen uzun adama odaklandım.

 

Üzerindeki deri ceket kendisini olduğundan daha da genç göstermişti; acı bir kahve tonundaydı. Bir süredir dışarıda bekliyor gibi, omuzlarında erimiş kar taneleri birikmişti. Şakaklarından kırçıllar uzanan koyu saçları, yanık tenine dökülüyordu. Hafif nemlenmişlerdi. Aralarında kızıl gölgeler bulunan kirli bir sakalı vardı.

 

Ancak hepsinden öte, kusursuz duran bir kusura sahipti. Gür kirpiklerin kafes gibi çevrelediği gözler, birbirinden farklı iki renge sahipti. Sol gözünde körlüğün mavi bir bulanıklığı varken, sağ gözü meşum bir çukuru andırıyordu; kopkoyuydu. Ürkütücü bir tezatlık, şaşırtıcı bir uyumdu. Karşısındakini savunmasız hissettirme gayesiyle, kurnazca bakıyorlardı. Üstelik göz kapağında, ezkaza yaşanmış bu körlüğün geride bıraktığı beyaz bir yara izi görmek de mümkündü. Kirpiklerinin dibinden yükselerek çapraz bir şekilde kaşının ucuna uzanıyor, neredeyse şakağına değiyordu.

 

Nitekim tüm bu kusurları görünmez kılacak denli yakışıklıydı.

 

Yüzündeki aykırılığı ona anımsatmaktan kaçınarak, yalnızca sağ gözüne odaklandım. "Tekrar kusura bakmayın. Nasıl yardımcı olabilirim?"

 

Sanki kendisiyle ilk defa karşılaşan kişilerin bu olağandışı gözleri inceleyerek oyalanışı artık taviz verebildiği bir zaman kaybıymış gibi, ifadesizce; hatta biraz da memnuniyetsizce, beni beklemişti. Kolunu kasanın tezgahına yaslayarak rahat bir pozisyon alırken, gözlerini üstümden ayırmadı. Elinde tuttuğunu yeni fark ettiğim ince kitabı hafif hafif sallıyordu; sanki kendince ritim tutuyordu.

 

"Bir soru sordum."

 

Kalın sesinin aldığı soğuk ton, şaşırtmıştı beni. Bir süre düşünerek sorduğu soruyu anımsamaya çalıştım. Gereksiz bir merak barındıran soruyu hatırlayınca, gözlerimi kaçırdım. Elimde mumlu bir kekle otururken yakalanmam, soruyu bir nebze de olsa haklı kılıyordu ancak ben yine de rahatsız olmuştum. Dün Mustafa abinin bir kenara dizdiği faturalarla ilgileniyormuş gibi davrandım. "Benim değil, kardeşimin doğum günü. Nasıl yardımcı olabilirim size?"

 

Kendisini ilgilendirmeyen bir konu olduğunu ona belli etmeye çalışsam da verdiğim ikazları anlamamıştı; ya da ustaca rol yapıyor, anlamazlıktan geliyordu. Zaten her an ters tepebilecek ürkütücü bir tutumu vardı. "Ne güzel, kaç yaşına girdi?" diye sordu birden.

 

Bir süre ikimiz de sessizliğe el sürmedik, sadece bakıştık. Bu yabancı gözlerin daha fazla üzerime yüklenmesine katlanamayarak, başımı eğdim. Adamın bilinçsizce yönelttiği soru içimdeki yangını körüklemiş, canımı yakmıştı. Bu hissi yaşamanın bedelini çok iyi biliyordum.

 

Tekrar kasanın yanında beliren Cemre, keyifli keyifli gülerek, "Yanıtlasana adamın sorusunu, yıllardır on altı yaşında desene abla," diyerek kulağımın kıyısına doğru fısıldadı. Benden başka kimsenin onu duymadığını gayet iyi bilmesine rağmen kısık çıkıyordu sesi.

 

Acıyla yutkundum. Bir an evvel gitmesi için yalvararak suratına bakıyordum. Sonra birden karşımda müşteri olduğunu hatırladım; silkelenerek doğruldum. Tezgahı kavradığını yeni fark ettiğim elimi gevşettim. Toparlan Demre, kendine gel. Avucumda biriken teri telaşla pantolonumun kenarına sildim. Bu kısa gerginlik bile omuzlarımın kaskatı kesilmesine yetmişti.

 

Adamın yanıtsız kalmasını önemsemeyerek, nobran bir tavırla, "Aradığınız bir kitap var mı?" diye sordum. Kendi sesimdeki sertliği duyunca, mahcup hissettim ve toparlamaya çalıştım. "Bugün biraz yoğunuz. Eğer aradığınız bir kitap varsa, söyleyin hemen bakayım."

 

Umursamazca, "Ben aradığımı çoktan buldum." dedi. Ardından elinde tuttuğu, İktidarsızlık Neden Olur kitabını bana doğru uzattı. Hızlıca alıp barkodunu okuturken, öneride bulundum. "Bu konuda daha kapsamlı ve meşhur bir kitap var, isterseniz onu da getireyim, inceleyin."

 

Dün görüp de acaba bunu alan olur mu diye düşündüğüm kitabı anımsamış, keyfilenmiştim. Adam, kıvrak zekasının içinde devşirdiği gözlerini hafifçe kısarken, "Merak ettim doğrusu," diye mırıldandı. Kasadan ayrılarak, dükkanın arkasına yürüdüm.

 

"Buralarda bir yerde görmüştüm sanki..."

 

Duvar köşesine sıralanmış olan kitap yığınlarında göz gezdiriyordum. Sabah denk gelip de kurcaladığım ve çizdiğim resimleri üstünde bıraktığım kitabı dalgın dalgın kapatıp, kolumun altına kıstırdım. Birkaç günlüğüne ödünç alacak, yurda götürecektim; unutmamak için kasanın yanına koymalıydım.

 

Müşteri için aradığım kitabı en soldaki düzinenin üstünde buldum. Çabucak kapıp tekrar rafların arasına daldığımda, aniden soluduğum şaşkınlıkla yavaşladım. Adamı kasanın üzerine uzanmış, faturaları kurcalarken bulmuştum. Ne yapıyordu? Bir süre ne yapacağımı bilemeyerek, afal afal dikildim.

 

Hiçbir şey görmemiş gibi davranmaya karar verdiğimde, "Evet işte buldum, gerçekten de son bir tane kalmış," diyerek sesli bir uyarıda bulunmuş, yanına geri dönmüştüm. Tam karşısında durup, gülümseyerek kitabı ona uzattım.

 

Resmen hiç yakalanma kaygısı gütmemişti; tasasız hareketlerinden belliydi. O kadar rahattı ki bir an yanılgıya kapıldığımı dahi düşündüm. Ama faturaların eski düzeninden koparılarak nizamsızca bir kenara iteklenmiş olduğu apaçıktı. Bıraktığım gibi durmuyorlardı.

 

Kitabı elimden aldı, gözlerini değdirdikten sonra kasaya doğru fırlattı. Tüm ilgisi kolumun altındaki kalın kitaptaydı. Tek gözündeki körlüğe rağmen bu kadar geniş bir menzile sahip oluşu hem etkileyici hem de korkutucuydu. Hiçbir detayı kaçırmamak adına her tarafa dokunuyor; sonra birdenbire karşısındakinin yüzüne kilitleniyordu. Sanki bu onun, tahmin edemeyeceğin kadar çok şey görüyorum deme biçimiydi.

 

"İlginç bir kitaba benziyor," dedi ilgili bir sesle. Çenesiyle kitabı göstermişti. Geçiştirme arzusuyla elime alıp, salladım.

 

"Simgeleri anlatan öylesine bir kitap."

 

Kasanın ardına yöneldiğimde, tuhaf bir sürtme sesi duyuldu. Ne olduğunu anlamam biraz zaman aldı; az önce kitabın arasına sıkıştırdığım ufak kağıt aniden dışarıya savrulmuştu. Siyah bir postalın altında, öylece duruyordu.

 

Panikleyerek ileri atıldım; hızla yere çökmüş, kağıdı kavramıştım. Ancak sıkıştığı yerden alamadım; adam öylesine sert basıyordu ki çekiştirirsem yırtılacağına emindim. Sorguyla suratına baktım; niçin ayağını çekmediğini anlayamamıştım. Üstüme devrilmeye hazırlanan devasa bir dağ gibi dikilirken, çizimi inceleyen gözleri birden bana yükseldi. Dudağının ucu hafifçe aşağıya kıvırılmıştı. Tuhaf bir suçlayıcılık vardı yüzünde; gaf yapmışım gibi bakıyordu bana.

 

Yine de tüm bu duygu silsilesi kısa sürmüştü. Tek dizinin üstüne çökerken, hislerinden çoktan arınmıştı. Nefesine karışmış sıcak sigara kokusu burnumun ucuna sürtünce, azalttığı mesafeden rahatsızlık duyarak geriye kaykıldım. Ancak fazla uzağa gidemedim; sımsıkı tuttuğum kağıt parmaklarımın arasında titriyordu.

 

"Geyiklere özel bir ilginiz mi var?" Yine aynı ufak baş hareketiyle, çiğnediği kağıdı gösterdi. Körlüğün ürkütücü fersizliğini taşıyan mavi irisi, gri harelerle gölgeliydi. Henüz kendi rengine kavuşamamış yeni doğan bir bebeğinki gibi bulanıktı. Kahvenin en acı tonu olan diğer gözüyse tüm yükü üstüne almıştı; duyguları dışavurmakla mükellef gibiydi. Üstelik işini kusursuzca yapıyordu.

 

"Kendi kendime bir şeyler çiziktiriyorum işte. Önemsiz hepsi." Bu rahatsız edici durumdan bir an önce kurtulabilmek ve adamdan uzaklaşabilmek için kağıdı tekrar çekiştirdim. Artık sinirlenmeye başlamıştım.

 

"Hiç gerçek bir geyik kafası gördünüz mü?"

 

Şaşırmıştım. "Hayır, görmedim. Görmek isteyeceğimi de zannetmiyorum."

 

"Öyleyse, görmek istemeyeceğiniz şeylerden uzak durun derim."

 

Şaşkınlığım katlanarak büyüdü; hiçbir karşılık veremedim. Sesinin altında yatan ikazı gizleme gereksinimi dahi duymamıştı. Suskunluğun içinde birbirimizle bakışırken, birdenbire içtenlikle güldü. Bu ani gülüşü süsleyen dişleri, hızlıca görünüp kaybolmuştu. Gözlerinin içi parlıyordu. "Bence çok yeteneklisiniz, çizmeye devam etmelisiniz."

 

Ayaklandığı an kağıdı çabucak kitabın arasına geri koydum. Ama tam anlamıyla rahatlayabilmiş değildim; aramızdaki mesafeyi korumam gerektiğini söyleyen yoğun bir içgüdüyle doluydum.

 

Birden üzerini yoklayan elleri, aradığını bulamayarak duraksadı. Kaybolan eşyanın suçlusu sanki benmişim gibi bakıyordu. "Cüzdanımı arabada unutmuşum, hemen alıp geliyorum."

 

Kendinden emin, seri adımlarla kitabevini terk ederken gerisinde insanı rahatlatan bir boşluk bıraktı. Havadaki gerginlik onunla birlikte sürüklenmişti sanki. Elimdeki kitabı kasanın altına koyduğum esnada tekrar zil sesi yükseldi; ne kadar hızlı döndüğüne şaşıramadan, karşımda Uraz'ın gülümseyen simasını buldum.

 

Üzerinde dünkü ceket vardı; tek omzuna astığı çanta ve giydiği eşofmanla spora gidiyor gibi duruyordu. Elindeki kitapları tezgaha bıraktı, "Mustafa abi yok mu?" diye sordu. Merakla etrafı tarayan ela gözler, tekrar bana dönmüştü.

 

Dudaklarımı büzerek, "Bugün gelemeyeceğine dair mesaj attı, işi varmış sanırım." dedim. Tezgahın köşesine yuvarlanan mumu yerden almış, kekin yanına bırakmıştım. Hava gitgide kararıyor, büyülü karanlığını usulca etrafa saçıyordu.

 

"Daha ikinci haftada işi sana bıraktı yani?"

 

Gülerek omuzlarımı silktim. Çalışmaya başladığımdan beri iş yapıyormuş gibi hissetmemiştim; burası beni yormaktan ziyade dinlendiriyordu. Sanki içeride hep bir fısıltı vardı; onlarca kitabın içinde barındırdığı, farklı dünyaların fısıltılarıydı. İnsanı tesiri altına alıyordu.

 

"Önemli bir işi olmalı, kargo göndermesi gerekiyormuş onu bile benden rica etti," Dükkana nüfuz eden karanlığı savuşturmak için girişin yanındaki düğmelere yürüdüm. Vitrine yaklaştıkça tüm sokağı turladım ama ıssızlıktan başka bir şey göremedim. Adamdan hiçbir iz yoktu, gitmişti.

 

"Kargo mu? İstersen ben teslim edebilirim, birazdan önünden geçeceğim nasıl olsa," İlgimi sokaktan ayırıp, Uraz'a çevirdim; gülümseyerek teklifini kabul etmiştim. Geldiğinden beri dudaklarında bekleyen tebessüm, sanki bu anı kolluyormuş gibi birden tüm yüzüne yayıldı. Tıpkı az önceki adamın yaptığı gibi dirseğini tezgaha dayamıştı; ama duruşu onun kadar tasasız ve iddialı değildi. Aksine biraz kaygılıydı. "Alışabildin mi bari buraya?"

 

Tekrar kasanın ardına geçerken, "Hiçbir yere alışmamayı tercih ediyorum," dedim. Zihnime yaşadığım yerin koşulları aksedince, keyifsizce gülmüştüm. Mustafa abinin bıraktığı ufak paketi tezgahın altından çıkarıp, sohbetin arasında ona uzattım; paketin üzerinde yalnızca Kemalpaşa, Şahoğlu Konağı yazıyordu, başka bir bilgi yoktu.

 

Uraz, paketi elimden alıp çantasına yerleştirdi. Dikkatinin hâlâ bende olduğunu fark edince, konuşmayı sürdürme mecburiyeti hissettim. "En azından çabalıyorum diyelim. Gençken daha başarılıydım bu konuda."

 

Şaşırmıştı, kaşları hafifçe kalktı. "Neden ki?"

 

Kısa bir an duraksadım. Farkında olmadan kendimi fazla kaptırmıştım; yabancı birisine hayatımı bu denli açmamalıydım. Ancak dünden beri göz göze geldiğimiz her an meraklı bakışlarını yakalıyor; kendimi Uraz'da art bir niyet olmadığına ikna ederken buluyordum. Nedeniyse barizdi. Çünkü fazla derinlere inmekten ve karşısındakinin huzurunu kaçırmaktan çekinen bir konuşma tarzı vardı. İnsan farkında olmadan güvende hissediyor ve anlatıyordu.

 

"Eskiden alışırsam daha iyi bir koşulda yaşamak istemem zannediyordum," Daha fazla deşmemesi adına karşımdakinin cesaretini kırabilmek için yine kelimeleri sivriltmiştim. "Kardeşimin intiharından sonra bu çabam değişti tabii. Yaşadığım her şeye alışmaya başladım." Duyunca şaşırdıkları bir şey söylemek, insanları çekindiriyor ve susturuyordu. Gerçi az önceki adama bu sivrilikle geri adım attırabileceğimden şüpheliydim; soru sorarken ki arsızlığı, düşündükçe hâlâ rahatsızlık veriyordu.

 

Birden duruşu değişti. Kolunu yasladığı yerden çekerken, toparlanır gibi oldu; sanki ölü bir kimsenin adını anmam saygısını sunmaya itmişti onu. Afallamış bir şekilde ensesindeki saçları düzeltirken, aralık dudaklarından yalnızca, "Başınız sağolsun," sözü döküldü.

 

Dalgınlaşmıştım. "Başımız mı?" Ona gerçekten üzülenin sadece ben olduğumu söyleyemedim. O da başka soru sormadı; ödünç aldığı kitapları teslim etmek için geldiğini belirtip, işini hallettikten kısa bir süre sonra gitti.

 

Çıkmama yarım saat kala etraftaki son yayıntıları da toplayıp, kasanın altında duran keki mumla birlikte çöpe attım. Yurda dünkü gibi nefes nefese girmek istemiyordum; bu yüzden hızlı hareket etmem gerekiyordu. Sırt çantamı takmış, alelacele Cemre'nin atkısına sarınmışken, birden gözüme kenarda duran faturalar ilişti. Bir saat önce gelen o ürkütücü adamın neyi kurcaladığını merak ederek, fişleri elime aldım. Birbirine ataşla tutturulmuş olan kağıtlar, geçen seneden beri her ay gerçekleştirilmiş düzenli bir ödemenin dökümünden ibaretti. Belki de adam faturalara değil, kasaya yeltenmişti; cüzdanımı unuttum yalanıyla ortalıktan kaybolmasının başka bir açıklaması olamazdı.

 

"Demek hırsızlık yapacaktın, alçak herif!"

 

Kendi kendime söylenerek kasayı açtım. İçindeki parayı tek tek sayıp da eksik olmadığını anladığımda ancak rahatlayabilmiştim. Adama sövmeye devam ederek, kasayı geri kapattım. Belli ki tam zamanında gelmiş, çalmasına mani olmuştum; eğer durduramamış olsaydım, dükkanın içinde kamera bulunmadığından ispatlaması zorlaşırdı. Faturaları eski nizamına kavuşturmak için üst üste koyarken, birden ödemeyi yapan hesap sahibinin ismi gözüme takıldı. Hafifçe eğilip, tekrar okudum.

 

"Tan Şahoğlu."

 

Kesilen son fatura düne aitti. Bir sonrakini çevirdim; eski tarihlere kadar indim. Hepsi aynı kişi tarafından yapılmıştı ve tutar hiç değişmiyordu; ne azalıyordu ne de artıyordu. "Yuh! Elli bin lira mı?"

 

Kendimi saklı bir eşyayı izinsiz kurcalamış gibi suçlu hissederek, faturaları geri yerine bıraktım; ben gittikten sonra yaşanacaklardan büsbütün bihaber şekilde apar topar kitabevini terk etmiştim.

 

Ertesi sabah uyuyakaldığım için işe geç kaldım; bacaklarıma dolanarak beni sendeleten bir telaşla, izbe sokağın köşesini dönüyordum. Ayaz darbeleriyle savrulan yaşlı incir ağacının gölgesinden koşarak geçtim; bir yandan da Mustafa abiye yapacağım konuşmayı içimden tekrarlıyordum. Girmeden önce kapının önünde bir süre soluklandım.

 

Dakikalar sonunda sakinleşip içeriye girdim; ama zil sesini duyamadım. Şaşırarak kapının üstüne baktım; yoktu. İçeriyi daha fazla soğutmamak için çabucak geri örttüm. Çanın yerinde olmayışı tuhaftı. Çantamın sapını çıkarırken dükkanda dolanan tuhaf, çelimsiz bir koku sezdim. Yüzüm buruştu, elim istemsizce burnumun üstüne kapandı.

 

"Mustafa abi?" Arkalara doğru seslendim; kelimelerim boğuk boğuktu.

 

Ancak hiçbir karşılık alamadım. Çantamı kenara bırakırken, gözüme çan ilişti. Kapıya en yakın kitaplığın hemen altındaydı; yaldızlı rengiyle göz kırparcasına parlıyordu. Afallamış bir hâlde elime alarak inceledim. Birisi koparmadıkça yerinden düşmesi olanaksızdı; adeta şaşkınlığın bir büstü gibi sessizliğin ortasında dikilirken, içime kuşku tohumları ekildi. Ufak çanı avucuma kıstırarak arka taraflara bakındım; geriye doğru uzanan yüksek kitaplıklar güneş ışığını kestiği için gündüzleri dahi lambalar yakılırdı. Fakat şu anda hiçbiri yanmıyordu; gri bir karanlık sinmişti kıyıya.

 

"Mustafa abi, orada mısın?" Endişenin gölgeleri devrilmişti sesime. Gitgide daralarak, boynumdaki atkıyı çözdüm.

 

İnce bir dehliz gibi uzanan rafların arasına girdiğimde, kapının önünde soluduğum o tuhaf kokunun birdenbire koyulaştığını fark etmiştim. Elimle ağzımı örterken bir müddet duraksadım. Raftaki kitaplara tutunmuştum. Tanıdık kokunun, zihnimdeki tabutlardan çıkardığı anıları tekrar derine defnetmekle uğraşıyordum.

 

Önce tavandaki demirden sarkan kalın bir halatın ucunu gördüm; ardından kitaplığın kıyısına sinmiş kırmızı elmayı fark ettim. Üzerindeki ısırık kalbimi tekletmişti. Birkaç titrek adım daha attım ve tam karşısında durdum. Birden nefesim kesildi.

 

Cemre, lekelerin ağarttığı siyah kıyafetleriyle, boynuna sarılmış kalın bir ipin ucunda sallanıyordu. Cansız bedenindeki tüm uzuvlar mosmordu; yuvasından çıkmış aralık gözleri, direkt yüzüme bakıyordu.

 

Çığlık atarak elimdeki çanı fırlattım. Duvara çarpıp inleyen melodi, dehşetin içine devrildi ve bir zamanlar sevdiğim o zil sesinden tüm hücrelerimle nefret etmeme sebep oldu. Ellerimle başımı tutup öne doğru büküldüm. Saatlerce koşmuşçasına soluksuz kalmıştım; gözlerimi yumdum. Sakinleşmem gerekiyordu. Gördüklerimin gerçek olmadığına kendimi ikna etmeye çalıştım; ancak koku öylesine kesifti ki zihnime hükmetmemi engelliyordu.

 

Dizlerimin üstüne düşünce, yavaşça gözlerimi araladım. Kalbimin her atışı, gerisinde bir sızı bırakıyordu. Sakinleşmek zorundaydım. Gördüklerim gerçek değil, Cemre çoktan öldü. Sonunda saçlarımı kavramış olan parmaklarımı gevşetebildim; elma gerçekten de gitmişti. Baktığım yerde kardeşimi de bulmama umuduyla, yavaşça başımı kaldırdım. Cemre de yoktu; onun yerine başka bir ölüm gelmişti. İpin ucunda, Mustafa abinin ruhsuz bedeni sallanıyordu.

 

𓄅

 

Ay bana bi' şeyler oluyor sanki, çuk heyçanlandım. Tek gözlü korsanım geldi, açalım yolu. Haftada üç bölüm mü yayınlasam kararsızlıklar yaşıyorum. Elimde olsa yazdığım yere kadar şak diye yapıştıracağım buraya. Kendimi zor tutuyorum. Neyse, sabretmem lazım. Yavaş yavaş sindirerek ilerliyoruz yavrucum. Bu arada okuyan var mıdır ki? Beni duyan birileri varsa eğer, selam selam! Nedir ki bu geyik kafalarının anlamı? 𓄅

 

Fiysa

 

25 Mart 2023, 15:46

Loading...
0%