Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5: TEMİZLİKÇİ

@monafesa

 

 

 

Tıpkı altı sene önceki gibi, hiçbir izin bulunamadığı bir ölümdü. Sonunu bildiğim bir filmi tekrar izliyordum; yalnızca hazin bir intihardı. Kendisini daha fazla nefese layık görmeyen bir insanın, yaptığı son cesur hamleyle doğurduğu bir vukuattan ibaretti. Kitabevinin önünde toplanan güruhun bile dilinde aynı lafızlar dönüyordu. Bu beklenmedik intiharın altını doldurabilmek için, geçerli sebepler aranıyordu.

 

İncir ağacının altında beklediğim ızdırap dolu dakikalarda, etrafımdaki yabancılara karşı bastıramadığım bir hınçla doldum; sinirli sinirli insanları dinliyor, arsızca yaftalama yapanlara çemkiriyordum. Soğuğa rağmen, alev alevdim. Altı sene önce içimi kaplayan yangının, yeniden etrafa saçtığı küller gibiydim. Sanki yıllar sonra yine, izbe bir otelin koridorunda dikiliyordum; sımsıkı elimde tuttuğum elmayla, odama girebilmek için eşikte bekliyordum.

 

İfademi alan polisin dışarıya çıktığını gördüğüm an, hemen ileri atıldım. Sesimdeki kızgınlık öylesine yoğundu ki etraftaki herkesi susturup dinletmeye mecbur kılıyordu. "Bir dakika durun Memur Bey, lütfen. İntihar değil bu, Mustafa abi intihar etmedi, öldürüldü!"

 

Adam, henüz bir saat önce dinlediği ısrarcı sözlere yeniden maruz kalmanın bıkkınlığıyla, sertçe nefesini üfledi. Ellerini gevşekçe beline koymuştu. Anlayışlı sandığı kaba bir tonla, "Üzüntünüzü anlıyorum ama içerdeki her delil bunu gösteriyor. Yine de kesin bir sonuca varabilmek için otopsiyi beklememiz gerek." dedi.

 

Bana laf anlatmaya çalışırken etraftaki kalabalığa da kaçamak bakışlar atıyordu. Seneler önce başını ağrıtacak bir itirafla karşısına dikildiğim amcamın korkaklığını andırıyordu. Aynı gün şahsiyetime yamaladıkları ve beni senelerce taşımaya mecbur bıraktıkları yalancı yaftasını anımsayınca, tüylerim ürperdi.

 

Aynı kaba tonla sözünü kestim. Konuştukça kalbim sıkışıyordu; ağzımdan çıkan her kelime, yaşanılanların acı bir tecrübesini taşıyordu. "Kardeşime de aynısını yaptınız, otopsi hiçbir şeyi değiştirmiyor," Adam neden bahsettiğimi anlamayarak kaşlarını çattı. Apaçık deliymişim gibi bakıyordu artık; ama susamazdım. "Bakın, içeriye başkasının girdiği çok belli. Kapının üstündeki çan kırılmış. Mustafa abi böyle bir şey yapmaz, kendi kendine de kopacak bir şey değil ki bu. Başka biri yapmış, eminim. Birisi koparıp yere atmış."

 

Budala birisiyle konuşur gibi, küçümseyerek sordu. "Neden birisi böyle bir şey yapsın ki? Gerisinde iz bırakacağını bile bile hem de."

 

"Bilmiyorum," dedim dürüstçe. Çaresizce düşünüyordum fakat on iki gündür tanıdığım bir adamın hayatına dair hiçbir şey bilmiyordum. Bildiğim tek şey, iyi bir insan olduğuydu. Bu da çabalamam için yeterliydi.

 

"Kardeşime de böyle oldu. İntihar etti dediler, beni de zorla buna inandırdılar ama ben içten içe biliyordum. Böyle bir şey yapmaz o, tanıyorum. Yine o yüzüğü gördükten sonra oldu her şey. O yaşlı adamı araştırmanız lazım, iki gün önce buradaydı," Kolunu tutmamla beni sakinleştirmeye çalıştı. Ama ben zaten sakindim. "Onunla görüştüğü günden beri normal değildi Mustafa abi. Tartışmışlardı sanırım, ikisi de çok gergindi. Kasanın üstünde hâlâ faturalar duruyor, neden bilmiyorum ama Mustafa abiye her ay elli bin lira yatırıyormuş. Aralarında bir anlaşmazlık yaşandığı çok belli. Araştırmak zorundasınız, lütfen bu sefer görmezden gelmeyin."

 

"Hanımefendi, bir dakika durun," Kolundaki kıskaçtan kurtulup, geriye kaçıldı. Yüzünde kaskatı bir ifade oluşmuştu. Genç bir kızın kendi işini ona anlatması, besbelli kibrine dokunmuştu; ters ters konuşuyordu artık. "Bahsettiğiniz gibi fatura falan yok. Hatta kasada hiçbir şey yok. Müsaade edin de işimizi yapalım. Ayrıca hiçbir şey kesin değilken bağıra çağıra cinayet olduğunu söyleyip durmayın, ölen kişinin yakınlarını da düşünün lütfen. Eminim ki gerçek yakında ortaya çıkacaktır."

 

Ama çıkmadı; birkaç gün sonra intihar teşhisi konuldu ve aldırış etmeksizin unutulmaya terk edildi. Ancak ben ne yaparsam yapayım, hiçbir zaman unutamayacağımı biliyordum. Zihnime dağlanan o anın, tıpkı altı senedir benimle yaşayan ölüm gibi peşime takılacağının farkındaydım. Kaç defa daha yiten bir hayatı izlemekle cezalandırılacaktım? Daha ne kadar ölümle tanışacaktım?

 

Birkaç gün sonra eşyalarımı almak için geri geldiğimde, bir mühlet girişte oyalanarak cesaretimi ancak toplayabilmiş ve içeriye girebilmiştim. Kitabevinin birkaç hafta kapalı kalacağını, ardından başka birisine kiralanacağını duymuştum. Buraya son gelişimdi, biliyordum; iki haftada bu denli sevdiğimi fark etmek beni şaşırtıyor, büsbütün afallatıyordu. Her gün soluduğum kitap kokusunu dahi özleyecekmiş gibi hissediyordum.

 

Son kez menekşeleri sularken, birden kapının açılmasıyla irkildim; artık çan olmadığından ötürü birisinin gelip gelmediğini anlamak epey zordu. Ürktüğümü gören Uraz, hızlıca, "Benim, merak etme," demiş, rahatlatmaya çalışmıştı. Yaşanılanlardan sonra gösterdiğim her tepkiye hak verir gibi bir tutumu vardı. Nitekim o günden beri bu onu ilk görüşümdü; adeta çökmüştü. Gözlerinin altına gölgeler devrilmiş, benzi solmuştu. Gidenin kendisinden götürdüğü çok şey vardı, belliydi.

 

Sessizce ona baktığımı görüp, açıklama yapma gereksinimi duydu. "Birkaç eşya almaya geldim," Kelimeleri sönük sönük çıkıyordu, sanki güçlerini kaybetmişlerdi. "Mustafa abinin kız kardeşine vermek için. Kendisi haklı olarak buraya gelmek istemedi, o yüzden benden rica etti."

 

Hiçbir şey demedim, yalnızca başımı salladım. O da başka açıklama yapmayarak, kitapların arasına daldı. İkimizde de beklenmedik bir kaybın burukluğu ve suskunluğu vardı. Yavaşça arka odaya doğru süzüldükten birkaç saniye sonra, lambaları yaktı. Bir lahza tavana çakılmış demir halkayla bakıştım; soğuk bir havayla kuşanmışçasına ürpererek önüme döndüm.

 

Daha önce orada öyle bir çıkıntı olduğunu dahi fark etmemiştim. Eskiden kimseye görünmeyecek kadar önemsiz olan bir ayrıntının artık tüm dükkanı doldurabilecek denli bariz oluşu, tuhaf bir durumdu. Kitabevinin en uzak köşesinden bile görebiliyordun onu.

 

Odadan gelen birtakım seslerle, Uraz'ın yanına gitmeye karar verdim. Aralık duran kapının önünde bulmuştum onu; ufak masanın çekmecelerini boşaltmakla uğraşıyordu. Sinirli ve gergindi. Çekmecenin kenarına takılmakta ısrar eden kalın bir dosyayı öfkeyle silkeleyerek çıkardı; sıkılı dişlerinin arasından ağır bir sövgü taştı. Kıvırcık saçından ufak bir bukle bu sinir anında alnına devrilmişti; ileri geri savruluyordu.

 

Usulca yanına sokulup, eşyaları boşaltmasına yardımcı oldum. Aniden kenardan uzanarak yükün ucundan tutan eller orada hiç yokmuşçasına, başını kaldırmadan işine devam etti. Sessizliğe hiçbir kelime borçlu değil gibiydi. Ama hak verebiliyordum bu gürültülü suskunluğa. Ben bile bu denli üzüldüysem, yıllardır onu tanıyan Uraz'ın ne kadar sarsıldığını tahmin etmek epey zordu.

 

Teselli arzusuyla doluydum ancak ne diyeceğimi bilemiyordum. Cemre öldüğü zaman yapılan avutmaların, sırtımı sıvazlayan ellerin bir tesiri olmuş muydu ki? Hiçbir söz, hiçbir teselli yaşadığım acının merhemi olamamıştı. Bu yüzden sustum, avutmaktan vazgeçtim. Kitapları, notları ve dosyaları bir kenara istiflerken, düşüncelerini bile bölmeye kalkışmadım. Dakikalar sonra, ilk söze giren o oldu.

 

"On sene önceki çalışan da burada intihar etmiş, Mustafa abi ondan sonra gelmiş buraya," Şaşırarak ona döndüm ancak göz teması kuramadım. Eğik duran başını kaldırmadan, eşyaları önündeki kutuya yerleştiriyordu. "Sanki o demir oraya birileri intihar etsin diye konulmuş. İnanılır gibi değil."

 

Aralık kapıdan görülebilen demire baktım. Loş ışığın huzmeleriyle parlıyor, adeta etrafa göz kırpıyordu. Zihnime o meşum geceden kesitler aksedince, tekrar Uraz'a döndüm. İçime bir sıkıntı çökmüştü. "Mustafa abinin gerçekten intihar edip etmediğini bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var, o gece burada başka birisi daha vardı."

 

Kutunun içindeki elleri duraksadı, bana döndü. Yaşların ıslattığı ela gözlerine yoğun bir şaşkınlık nüks etmişti. Ondan hiç duymadığım kadar sert bir tonda konuştu; bu ciddi söylemin dayanağını sorgular gibiydi. "Nereden biliyorsun?"

 

"Kapının üstündeki çan sökülmüş. Mustafa abi onu çok severdi, sen de biliyorsun. O koparmış olamaz," Bir şey diyecek gibi oldu ancak müsaade etmeden, hızlıca sözümü sürdürdüm. "Hadi diyelim ki yanlışlıkla söktü, niye yerde bırakıp gitsin ki? Muhakkak alır, tekrar asmak için bir kenara koyardı. Çanın sesini duydukça mutlu oluyorum dememiş miydi bize? Sen de vardın o gün."

 

Zihninde dönen düşüncelerin fırtınasıyla, kaşları çatıldı. Ellerini kutudan çıkarmış, masaya tutunmuştu. "Evet, çok severdi onu. Ama yine de bu, o gece başka birisinin olduğu anlamına gelmez."

 

Başımı sallayarak, onayladım. Elimdeki kitapları bırakmış, tamamen Uraz'a odaklanmıştım. "Evet, biliyorum ama yine de çok şüphe uyandırıcı bir şey. Kardeşim öldüğünde de böyle olmuştu," Yere düşmüş olan dalgın bakışları yüzüme kaydı. Merak ve hüzünle harmanlanmıştı. "Sabah okulda yemesi için ona verdiğim elma, ısırılmış bir şekilde yerde duruyordu. Az sonra intihar edecek olan biri neden elmayı ısırıp odanın ucuna fırlatsın ki?" Öfkeyle başımı iki yana salladım. Yıllar önce beni ikna etmek için söylenilen onca avuntuyu içten içe reddettim. "Cemre intihar edecek birisi değildi. Üç gün önceye kadar bu gerçeği göz ardı ettim, senelerce bana söylenilen şekilde yaşadım ama artık istesem de yapamam. Kardeşimi öldürenlerle, Mustafa abiyi bu duruma sokanların aynı kişi olduğunu söylemiyorum ama yine de yerine oturmayan bir şeyler var. Hissedebiliyorum. Altı uzun sene boyunca hiçbir şey yapmadım, kendimi intihar olduğuna inandırdım çünkü başka çarem yoktu. Tek bir iz dahi bulamamıştım."

 

Kızışmış kelimelerimin arasına cesurca girerek, "Şimdi ne buldun ki?" diye sordu. Hala çekingen yaklaşıyor, duyduklarına tam anlamıyla itibar edemiyordu.

 

Kesik bir nefes aldım. "Tan Şahoğlu."

 

Yavaşça masadan uzaklaşırken, doğruldu. Çatık kaşları gevşemiş, ela gözlerine içini karartacak bir karamsarlık çökmüştü. Buna rağmen, nazikçe sordu. "Ne biliyorsun onun hakkında?"

 

Omuzlarımı silktim; benim aksime onun bir şeyler bildiği apaçıktı. Ancak bunu direkt soramadım. Zaten pek söyleyecek gibi de durmuyordu. "Sadece taktığı yüzüğü daha önce gördüğümü biliyorum. Bu bile işkillenmem için yeterli."

 

Hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Ne yüzüğü?"

 

"Henüz ben de bilmiyorum ama Cemre öldüğü gün de aynı yüzüğü görmüştüm. Ne zaman o geyiği görsem, sözde birisi intihar ediyor," Sırtımı masaya dönerek, yaslandım. Kollarımı kendime sarmış, ufalmıştım. Kaldırmaya gücümün yetmeyeceği bir taşın altına elimi sokuyormuş gibi hissediyordum. Ancak duygularıma ket vuramıyordum. İçimdeki yangın bir türlü dinmek bilmiyordu; ölene kadar da dinmeyecek gibiydi. Kendimden ürküyordum. Ben böyle yakılırken, sebep olanların rahat rahat yaşayabiliyor oluşu, yanmaktan çok daha acı vericiydi.

 

"Demre," İyi bir şey söylemeyeceği, sesinin renginde gizliydi. Tüm bedeniyle bana dönmüş, masaya yaslanmıştı. "Mustafa abiyi iki senedir tanıyorum. O adamla aralarında nasıl bir ilişki vardı, inan bilmiyorum. Ama son zamanlarda husumetli oldukları da bir gerçekti."

 

Hışımla atıldım. "Öyleyse neden sorguya çekilmedi bu adam? Ölmeden önce görüştüğü son kişilerde o da vardı."

 

"Güçle yönetilen bir dünyada yaşıyoruz. Eğer gücün varsa, kimse seni sorgulayamaz," Yutması zor bir gerçekti; ama gerçekti. Asık bir yüzle yerime sindiğimi görünce, devam etti. "Bu adam hakkında bildiğim tek bir şey var. O da bizim gibi ufak insanların baş edemeyeceği kadar büyük biri olduğu. Kardeşine olanlar için gerçekten çok üzgünüm ama altı sene önce gördüğün basit bir yüzükten böylesine iddialı bir çıkarım yapman hiç mantıklı değil."

 

"Mantıklı olan ne peki? Yine susup, oturmak mı?" Kızgınlığıma karşı, yalnızca bakmakla yetindi. Sanki hızla alazlanan dev bir ateştim ve o, yanmaktan korkmuştu. "Bir kere o vazgeçişi yaptım, bu sefer yapmayacağım. Elimden geleni denemekten ne kaybederim ki?"

 

"Ne mi kaybedersin?" Hayretle sormuştu bunu; sanki gözümün önündeki yanıtı göremiyormuşum gibi, şaşkındı. "Bugüne kadar zar zor kazandığın her şeyi."

 

Aynı şaşkınlıkla, ben de ona döndüm. Artık yüz yüzeydik; dosdoğru birbirimize bakıyorduk. "Ne kazanmışım ki ben bugüne kadar? Sen benden daha iyi biliyor gibisin, Uraz." Karşımdakini iğneleme ereği taşıyan o bariz vurguyu bastıramamıştım yine. Yalnızca üç haftadır tanıştığım birisinin, tüm düğümlerimi çözmüş gibi davranması sinirime dokunmuştu. Çünkü ona kendimi hiç göstermemiştim.

 

"Neyi kastettiğimi anladın bence, Demre," Gereksiz bir gerginlikten kaçınır gibi, yumuşak çıkışlar yapıyordu. Ancak onun da sinirlendiği aşikardı. "Hem bir başına ne yapmayı planlıyorsun? Adamın kapısına mı dayanacaksın? Sen daha yanaşamadan engellerler. Üstelik hiçbir bilgi bilmiyorsun hayatına dair. Bir daha buraya adım atacağından da şüpheliyim."

 

Gözlerimi kaçırarak karşıya, duvarda asılı duran küçük tabloya baktım. Hala beni izlediğini görebiliyordum. "Orada mı yaşıyor bilmiyorum; ama evini öğrendim. Mustafa abinin kargoya vermemi istediği paketin üstünde Şahoğlu Konağı yazıyordu. Dün hatırladım."

 

Aniden koluma sürtünen sıcaklıkla önce eline, ardından yüzüne baktım. Endişesini sergilemekten çekinmeyen gözleri, panikle irileşmişti. "Demre oraya gitmeyeceksin, değil mi? Hiç akıllıca değil bu. Ne yapacaksın adamın evine gidip?"

 

"Tek bildiğim şeyi," Bana yanlış bir yerde durduğumu söyleyen bakışlarından hiç hazzetmemiştim; yeniden duvardaki tabloya döndüm. Kendimden kurtulmak istercesine, çerçeveye sığdırılmış gökyüzündeki turuncu harelere daldım.

 

Resmin köşesine iliştirilmiş, "Per aspera ad astra" cümlesini ve bu cümlenin hemen altındaki, "Zorluklardan yıldızlara" çevirisini sessizce, tekrar okudum. Ne zaman okusam içime ferahlık veren, ilginç bir tesiri vardı bu alıntının. Burgu gibi suratımı delen ela gözlere dönerken, gerçekten de zorluklardan yıldızlara çıkabilmenin mümkün olup olmadığını düşünüyordum.

 

"Temizlik yapacağım."

 

Önce hiçbir tepki vermedi; neyi kastettiğimi anlamamıştı. Ancak birkaç saniye sonra sessizliği dalgalandıran ufak bir hareketle başını geriye çekmiş, ciddiyetime daha iyi tanık olabilmek için benden uzaklaşmıştı. Dudaklarından çıkan kelimeler, kaskatıydı. "Dalga mı geçiyorsun, Demre?" Başımı iki yana salladığımı görünce, hışımla devam etti. Yine hararetlenmişti düşünceleri. "Demre saçmalama lütfen. Böyle basit bir fikrin peşinden mi sürükleneceksin? Hem senin neden tek bildiğin şey temizlik olsun? Kendine haksızlık etme. Daha çok gençsin, okuyabilir, güzel bir meslek edinebilirsin."

 

"Okuyamam, Uraz," Tek nefesle sözünü ikiye yararak, nobran bir tavırla susturdum. Kötü bir niyet gütmediğinin farkındaydım ancak öfkeyle dolmuştum. "O kadar şanslı değilim maalesef. Kazandığım para bu devirde ancak temel ihtiyaçlarıma yetiyor. Sırtımı dayayabileceğim bir ailem de yok. Hatta kimsem yok, anlıyor musun? Tek dostum kardeşimdi, o da öldürüldü," Akkor gibi bir kızgınlık parlamıştı içimde. Zaten bildiğim hakikatleri bir de kendi sesimden duymak, adeta eziyet vericiydi. Gururum çiğneniyordu. "Küçüklüğümden beri temizlik yapıyorum. Bu yüzden evet, tek bildiğim şey temizlik. Sen bugüne dek amaçsız yaşamış birisine bugünden sonra da amaçsız kalmasını söylüyorsun. Acımasızlık değil mi bu? Hayatımda ilk kez bir amacım var. Nasıl vazgeçeyim? Destek olmayacaksan, köstek de olma lütfen."

 

Dönüp gidecekken hızla elimi yakaladı, "Demre, yapma," dedi, durdurdu. Sıcak parmakları avucumun içine kayarken, beni kendisine çevirip yüzüne bakmaya zorlamıştı. Kapana kısılmış gibi umarsızdı. "Bak, birbirimizi çok kısa süredir tanıyor olabiliriz. Ama benim için değerli birisin. Bu kadar kısa süreye rağmen Mustafa abinin güvenini kazandın, bu yüzden ben de sorgusuz güveniyorum sana," Elimi çekmiyor oluşumdan cesaret alarak, biraz daha emin konuşmaya başladı. "Lütfen böyle bir şey yapma. Sırf bir ihtimal için gitme o eve. Hem hiç tanımadıkları birisini temizlikçi olarak eve sokacaklarına nasıl inanabiliyorsun? İmkansız bence bu. Dinle beni lütfen, ben sana yardımcı olurum, istersen okursun ya da çalışırsın. Çevrem geniştir benim, iyi maaşlı bir iş ayarlayabilirim sana. Ben varım artık hayatında, yalnız değilsin. Uğraşma o adamlarla, zor biliyorum ama geçmişi geride bırak."

 

İçimde bir yer sızladı. Umutla parlayan ela gözlere baktıkça dipsiz bir karamsarlığa yuvarlanıyordum; bana, benden daha fazla ümit besliyor oluşu bu ağır beklentinin altında ezilmeme neden olmuştu. Hüzünlenerek, bileğimi tutan ele baktım.

 

Başıma gelecekleri bilseydim, yine de bu elden vazgeçer miydim? Fazla değil, tam sekiz ay sonra anlayacaktım. Alınan her kararın bir bedeli vardı ve o bedel, en nihayetinde kaderin kendi eliyle ödeniyordu. Peki doğru olan neydi? Sanki hangi yola saparsam sapayım, attığım adımlar zaten akıbetimin izlerini taşıyacaktı.

 

"Teşekkürler, Uraz," Yavaşça elimi çekerken, gözlerimi kaçırdım. Böylece seçimimi yaptım; kaderin bana layık gördüğü hazin sonun, ilk bedelini ödedim. "Düşündüğün kadar güvenilir biri miyim, bilmiyorum. Kendi dertlerimi senin hayatına da bulaştırmak istemem. Böylesi ikimiz için de daha iyi, inan bana. Kendine iyi bak, hoşça kal."

 

Bir daha gelmemek üzere kitabevini terk ederken, kendimden bir parçayı daha geride bıraktığımın farkındaydım. Çünkü yekpare doğuyordu insan. Yaşadıkça bölünüyordu; hayatından geçen herkese kendinden bir parçayı kaptırıyordu. Azala azala başka insanlara dağılıyordu. Ama bir yabancının elinde, ama bir güvendiğinin elinde; muhakkak ufalanıyordu insan.

 

Henüz ben de bir bütündüm; ama elbet bir gün ufalanacaktım, kendimden azalacaktım.

 

𓄅

 

 

"Abla ben seni Ulucak köyünde bırakayım, orada kime sorsan sana tarif eder," Sağdaki yola saparak otobandan çıktığı esnada söylemişti bunu. Ara ara kelimelerine akseden şivesiyle memleketinden izler taşıyan, genç bir adamdı. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmamış, normal taksicilerin aksine soru yağmuruna tutmamıştı beni.

 

"Ama aradığım yer bir ev." diyerek, önüne kadar bırakılmak istediğimi belli etmeye çalıştım. Dışarıda insanı donduran bir sis vardı. Kemalpaşa'yı gölgeleyen dağların beyaz etekleri, havanın soğukluğunu kanıtlar nitelikteydi. Taksici yakıt pahalılığından dem vurarak klimayı açmaktan sakındığı için, ağzımdan çıkan her söz adeta beyaz bir dumanla dışarı taşıyordu. "Köyde yaşayanlar bilir mi öyle her evin nerede olduğunu, abi?"

 

Kendisinin benden büyük olduğunu ona sezdirmek isterecesine ufak bir vurgu yapmıştım; ama bir faydası olmadı. Engebeli yollara girerken, başını bir anlık çevirip göz teması kurmuştu. "Abla köy yerinde herkes herkesi tanır, merak etme bulursun," Dar bir sokağa girip, küçük bir parkın önünden geçti. Direksiyonu çevirdikçe kayan metal saati, durmadan aynı gürültüyü doğuruyordu. "Durakta taksi kalmamış, bir an önce dönsem iyi olur. Bak seni burada indireyim, sen şu kahvehaneye sor."

 

İçerde birkaç yaşlının iskambil oynadığı ufak bir kahvehanenin önüne çekip, durdu.

 

"Teşekkürler," Ücreti ödeyip, kendimi soğuğun pençesine attım.

 

Sert bir ayaz beni karşılarken, bir an önce sıcak duvarların içine girme hevesiyle kahvehaneye koştum. Taksi çoktan yola çıkmış, uzaklaşmıştı. Buz tutmuş demir kapıyı itekleyerek içeri süzülürken, tepemde ufak bir zil çaldı. İrkilmiştim. Başımı kaldırıp, sallanmayı sürdüren gümüş çana baktım. Göğsümdeki darlığı bertaraf etmek için derin derin soluklanıyordum. Ancak bu daha da kötü hissetmeme sebep oldu; tütün kokusuyla ağır bir tütsünün bunaltıcı kavgası vardı havada. Yan masadan gelen taş sesleri ortamdaki tek gürültüydü.

 

"Buyur, kızım?" Elinde tuttuğu tepsiden birkaç çayı kartların dağıtıldığı masaya bırakırken, bana doğru seslenmişti. Orta yaşlarda, zayıf bir adamdı. Siyah bıyığının uçları yukarıya doğru kıvrıktı. "Bir yer mi arıyorsun?"

 

Bulunduğum yerdeki tezatlığımı belirten soru, masalarda oturan birkaç amcanın dönüp bana bakmasına sebep oldu. Köylerinin civarında daha önce hiç denk gelmedikleri bu kızın, kim olduğunu anlamaya çalıştıkları barizdi. "Bir yer arıyorum, evet. Şahoğlu Konağı nerede biliyor musunuz acaba?"

 

Duyduğu soruyla şaşıran adamın kaşları havaya kalkarken, ufak gözleri hızlıca üzerimde dolaşmaya başladı. Sanki bu soruyu soranın kim olduğunu süzerek çözebilecekti.

 

Arkadaki amcalardan birkaçı oyunu bırakmış bana dönmüştü. Adam yavaşça karşıma geçip, "Ne için sordun?" diyerek, beni yanıtsız bıraktı. Çantamın saplarına asılırken, huzursuzca kımıldandım. İnsanları bu denli şaşırtan neydi anlayamamıştım.

 

"Çalışmak için başvuru yapacağım," Yaşlı adamlar geri önüne döndü; ama oyunlarına devam etmek yerine şimdi de fısıldaşıyorlardı. Keza birbirine çarpan taşların da gürültüsü dinmişti. "Nerede olduğunu tarif edebilir misiniz?"

 

Adam eliyle dışarıyı gösterirken, mesafeli bir tonla açıkladı. "Karşıdaki ara sokaktan taksiye bin, seni götürür. Başka türlü gidemezsin ulaşım yok oraya."

 

Söylediğini yaparak ara sokaktaki durağa yürüdüm. Kahvehaneden çıkmış olmama rağmen, üzerimdeki bakışları hâlâ sırtımda taşıyordum. Ellerimi cebime sıkıştırıp köşeyi döndüm, yaşlı amcaların menzilinden çıktım.

 

Durakta bekleyen taksiye apar topar bindiğimi gören tıknaz bir adam, koşarak içerden çıkıp şoför koltuğuna kuruldu. Yanında taşıdığı sigara kokusu, soluduğumuz havaya anında nüfuz etmişti.

 

"Nereye gidiyoruz?" Arabayı çalıştırınca radyo da beraberinde açıldı. İçeriyi seksenlerin esintisi doldururken, sesimi duyurabilmek için yüksek bir perdeden konuştum.

 

"Şahoğlu Konağı'na gideceğim."

 

Adam uzanıp radyoyu kıstı, Uraz'ı anımsatan ela gözlerini yüzüme dikti. Havaya kalkan kaşları alnında beliren kırışıklıkları taşımaya çalışır gibi duruyordu. "Anlamadım, neresi?"

 

Sorusu, anlamamış olmaktan ziyade şaşkınlık barındırıyordu. Tekrar yanıtladıktan sonra tıpkı kahvehanedeki adamın yaptığı gibi, kaşlarını çatarak hızlıca süzdü beni. Ardından önüne döndü ve yola koyuldu. Dikiz aynasından attığı kaçamak bakışlar fark edilmeyecek gibi değildi.

 

Nitekim bu ketum tavırlardan rahatsızlık duyarak, pervasızca, "Burada kime Şahoğlu Konağı'nı sorsam temkinli yaklaştı bana. Siz nedenini biliyor musunuz acaba?" diye sordum.

 

Soğuğun bir tortu gibi çöktüğü dağ yollarını tırmanırken, bir müddet sessizliğini muhafaza etti. Ardından dikiz aynasından tekrar beni buldu. Tıpkı bahsettiğim kişiler gibi, tedbirli konuşuyordu.

 

"Valla ben pek bir şey bilmiyorum, başkalarının yalancısıyım," Aşırıya kaçan vurgularla inandırıcılığını süsleyen kimseler gibi, abartılı bir şekilde omuzlarını silkti. Bir gözü ani kıvrımlarla dönen dağ yolundaydı. "Senin de kılık kıyafetinden anladığım kadarıyla bir akrabalığın yok onlarla, başka sebepten gidiyorsun," Adamın beklenmedik dürüstlüğü karşısında şaşkınca güldüm. Kendimi, kıyafetimi süzerken bulmuştum; düz bir kot pantolon ve beyaz bir şişme monttan ibarettim. Ayaklarımdaysa kurumuş çamurların kararttığı beyaz spor ayakkabılar vardı; önleri hafifçe açılmıştı. Boynumdan aşağı Cemre'nin sarı atkısı sarkıyordu; kullanılmaktan tiftik tiftik olmuştu.

 

"Yanlış anlama beni, Şahoğlu bunlar, İzmir'in en zenginlerinden. Ulucaklı'nın civardaki diğer köylülere böbürlenmesine neden olan köklü bir aile. Köye prestij getirdiler," Dönüp hızlıca beni yoklamış, onu dinleyip dinlemediğimi kontrol etmişti. "Sanki bizim köyümüzde yaşıyorlar da ne oluyor? Kimsenin suratlarını gördüğü yok ki. Çok geleni gideni oluyor bunların. Her hafta siyah plakalılar geçiyor, köyün kıyılarından köşelerinden. Kimseye gözükmemeye çalışıyorlar da biz taksiciler arada denk geliyoruz," Tekrar bana doğru yarım ağız sırıttı. Bu sefer daha çabuk önüne dönmesi gerekmişti; uzun ağaçların çevrelediği keskin bir virajı tırmanmaya çalışıyordu. "Herkes ürkek yaklaşır çünkü kimse başına bela almak istemez. Sen ben gibi sıradan insanları ezmek kolay, ne olduğunu anlamazsın, harcanır gidersin. O yüzden temkinli olmak gerek."

 

Düzlüğe çıkan araç aniden yüksek bir duvarın dibinde durunca şaşırdım; camdan dışarıya baktım. Gündüz vakti bile güneşin zar zor aralarından uzanabildiği sıklıkta bir ormanın kıyısına yanaşmıştık. Toprak yol, araçların üstünden pek sık geçmediğini gösterircesine, engebeliydi. "Neden durduk?"

 

Tekrar döndü bana. Yine o çekingen tavra bürünmüştü. "Geldik çünkü. Şahoğlu Konağı, şu duvarı dönünce hemen orada. Biraz yürüyünce göreceksin."

 

Eğilerek, gösterdiği tarafa baktım. Birkaç metre öteden kıvrılan taş duvar, ormanı da peşinden sürüklüyordu. Devasa uzunluktaki ağaçların gölgesi toprak yola devrilmişti.

 

"Neden önüne gitmiyorsunuz?" Parayı çıkarıp adama uzatırken, merakla sormuştum. Bu rutini sık sık yaptığı belli olan parmakları, ustaca kirli kağıtları saydı; ardından cebinden çıkardığı bozukluklarla çabucak üstünü geri uzattı. Bir an önce arabadan inmemi sağlamaya çalışıyormuş gibi, aceleye bürünmüştü.

 

"Özel mülktür burası şimdi, ileri götürme hiç beni. Biraz yürüyünce kapıyı göreceksin zaten."

 

Arabadan inip, tarif ettiği gibi yürümeye başladım. Kesintisiz bir hızla esen rüzgar taşıdığı soğuğu yüzüme çarpıyor, darbeleriyle sanki tenimi sıyırıyordu. Atkıyı burnuma kadar çekerken taksinin çoktan dönmüş, tozu toprağı birbirine katarak virajı geçmiş olduğunu gördüm. Resmen kaçarcasına gitmişti.

 

Uzun istinat duvarının kıyısından ormana doğru yürümeye devam ettim. Etrafta en ufak bir canlılık belirtisi dahi yoktu. Hareket eden tek şey, ayazların raks ettirdiği devasa ağaçlardı. Kalbimi sıkıştıran endişe ve heyecan, her dakikada bir esen şiddetli rüzgarları bahane ederek duraksamama sebep oluyordu.

 

Uzun uğraşlar sonucu, yolun beni yürüttüğü köşeden döndüm ve adamın tarif ettiği gibi sola saptım; gerçekten de birkaç metre ötede beni bekleyen büyük bir otopark kapısı vardı. Yola sınırı olan güvenlik kulübesine bakarak, bir süre olduğum yerde dikildim. Zihnimde dönen cümleleri bir arada tutabilmek için adeta çırpınıyordum; oysa ki neler diyeceğimi çoktan ezberlemiştim. İstemsizce eğildim, kıyafetlerime baktım. Soğuktan bacaklarım titriyordu. Boynumdaki atkıyı çözüp, yüzümün gözükebileceği şekilde, daha düzgün bağladım. Uçuşarak karışan saçlarımı yatıştırdım; birkaç derin nefes aldım. Ardından emin adımlarla siyah kapıya doğru yürüdüm.

 

Kulübenin koyu renk camına sokulmuştum; birinin beni görmesi umuduyla beklemeye başladım. Hiçbir yerde zil yoktu; sanki gelecek olan ziyaretçiler zaten biliniyormuş gibi gereksinim duyulmamıştı. Taştan sınırın arkasına dizilmiş olan ağaçlar, ikinci bir duvar gibi her şeyi gizliyordu. Ne ev gözüküyordu ne de bahçe; birilerinin burada yaşadığına dair hiçbir emare yoktu. Kuşkuya düşerek kapıya yaklaştım; doğru yerde olduğuma dair inancım azalmaya başlamıştı. Ama kapının üstündeki Şahoğlu yazısı içime su serpti; geri güvenlik kulübesine döndüm.

 

Aniden nüks eden bir cesaretle, birkaç sefer cama tıklattım. Üzerine yansıyan suratım, oldukça gergin ve kaygılıydı. Burnumun ucu kıpkırmızı kesilmişti; saçlarım tüm çabalarıma rağmen yine havalanmış, birbirine dolanmıştı. İçler acısı bir görünümü vardı.

 

"Kimse yaşamıyor mu burada?" Asabi bir şekilde kendi kendime söylendiğim esnada keskin bir manevrayla aniden köşeyi dönen siyah bir araba, ürkmeme neden oldu.

 

Birkaç adım gerileyerek, yaklaşan araca baktım. Ellerimi cebimden çıkarmış, nereye koyacağımı bilememiştim. Sonunda titrediği belli olmasın diye önümde birleştirmeye karar verdim.

 

Arabanın yanaşmasıyla kapı birden açıldı; afallayarak güvenlik kulübesine baktım. İçeride birisinin olduğu ve bunca zamandır beni gözetlediği izlenimine kapılmıştım. Ama hâlâ kimse benimle irtibat kurmaya çalışmıyordu. Kapının tamamen açılmasını bekleyen siyahlar içindeki araç da keza ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Tuhaf bir andı.

 

Filmli cama yansıyan umutsuz suratımla bakıştım; içindekileri seçebilmem imkansızdı. Şoför koltuğunda oturan kişiyi görebilmek içinse birkaç adım yana kaykılmam gerekiyordu fakat bu hareketin kötü bir intiba bırakacağını bildiğim için, olduğum yerde dikildim. Araba kısa bir bekleyişin ardından içeriye girip de ağaçların sıralandığı yokuştan aşağı inerken, kapı aynı hızıyla geri kapandı.

 

Soğuğun ensesinde kıvrandığım otuz dakikanın sonunda aniden ufak pencere açıldı. Duymayı hiç beklemediğim bu gürültü korkuyla yerimde sıçramama neden olmuştu; hemen kulübeye yanaştım. Hazırlıksız yakalanmıştım. Yaklaştıkça, sıcacık bir hava yüzüme esti; içimde kabaran daha çok sokulma dürtüsünü zar zor bastırdım. Zira siyahlar içindeki genç bir adamın ifadesiz suratıyla bakışıyordum.

 

"Kimsin?"

 

Fazla uzatma gereği duyulmayan, tek nefeslik bu kaba soru şevkimi yerle yeksan etti. Yine de üzerime dikilmiş küçümseyici bakışları sineye çekmeyi başarabildim. Bunca yolu yediğim ilk darbede devrilmek için gelmemiştim.

 

"Merhaba, ismim Demre," Sesim fazla hevesliydi; biraz daha ağırbaşlı devam ettim. Adamın pencereyi kapatmaya yeltendiğini görmüştüm çünkü. "Tanıdık vasıtasıyla buradayım, iş başvurusu için geldim. Senelerce otelde çalıştım, tecrübeliyimdir. Konuyla ilgili görüşebileceğim birisi var mı?"

 

İfadesizce beni dinleyen adamın kaşları birden çatıldı. Çehresini müthiş bir şüphe sararken, kalın sesiyle, "Referans kim?" diye sordu. Ufak gözleri, bir yalan yakalamaya uğraşır gibi suratımı turluyordu.

 

Yanıtlamadan önce boğazımı temizledim. "Yoldaşlar Kitabevi'nin sahibi Mustafa Yağız. O tavsiye etti buraya gelmemi."

 

Hafifçe geriye kaçıldı, bir süre hiç konuşmadı; yalnızca suratıma baktı. Ardından beklememi söyleyerek pencereyi sertçe kapattı ve beni kendi yansımamla bakışmaya mecbur bıraktı. Geriye kaçıldım ve yüzüme vuran sıcak havanın özlemiyle yeniden beklemeye koyuldum. Büsbütün titriyordum artık; çenemi sıkmadığım müddetçe dişlerim birbirine çarpıyordu.

 

Daha fazla üşümeyeceğime inanmışken, neredeyse bir saati bulan bekleyişin sonunda pencere yeniden aralandı; iki büyük adımda dibine sokulmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Resmen sıcağın özlemiyle kıvranıyordum. Adam bu ani yaklaşmadan ötürü şaşırarak hızla geriye kaçıldı; elini bana doğru kaldırmış, kelimeleri kullanmadan uyarıda bulunmuştu.

 

"Meral Hanım'la görüşeceksin," Sanki söylediği şahsı tanımam gerekiyormuş gibi benden bir tepki almayı bekledi. Gülümseyerek, hevesle başımı salladım; çenem öylesine titriyordu ki ağzımı açıp bir söz söylemeye çekinmiştim.

 

Başka bir açıklama yapmadan, eliyle yan taraftaki kapıyı gösterdi. "İçeri gir."

 

Kapının açıldığını belli eden bir ses yükseldi; çabucak itekleyip kendimi içeriye attım. Uzun bir yokuşun başındaydım; çit gibi her iki yandan uzanan büyük çam ağaçları evin mahremiyetini koruyor, yalnızca çatısını görünür kılıyordu.

 

"Bu tarafa gel," Kulübesinden çıkan adam duvar kıyısından bana seslendi. Eliyle içeriyi gösteriyordu.

 

İçerde tıpkı onun gibi siyahlara bürünmüş, takım elbiseli başka bir adam daha oturuyordu. Yan gözle bana baktıktan sonra, ilgisini önündeki bilgisayara geri çevirdi; sıcacık odaya kurulmuş, Kurtlar Vadisi izliyordu.

 

Dört yanımdan sarılan sıcak anında gevşememe sebep oldu. Arkamdan gelen adam, köşedeki ufak masayı işaret etmişti. "Tüm eşyalarını masanın üstüne bırak. Ceketin ve telefonun da dahil."

 

Şaşırarak ona döndüm ve neredeyse iki katım uzunluğundaki adama baktım. "Anlayamadım, niye telefonumu burada bırakıyorum?"

 

"Yabancıların telefonla içeriye girmesi yasak. Nerede olduğunun farkında mısın sen, bücür?" Tepeden attığı aşağılayıcı bakış, insana kendisini hakir hissettirebilecek güçteydi. Bana hitap ediş biçimi arkadaşını keyiflendirmiş, güldürmüştü. "Çantan, ceketin, telefonun. Hepsini masanın üzerine bırak. Acele et, hadi, Meral Hanım'ı bekletme."

 

Ters ters bakarak çantamı telefonla birlikte masaya koydum. Üzerimdeki montla atkıyı da çıkarıp yanına bırakınca ince bir kazakla kaldım; henüz dışarıya adım atmadan ürpermiştim. Adam kenardan kaptığı dedektörle yanıma sokuldu.

 

"Kollarını kaldır."

 

Sessizce, buyruğuna uyarak kollarımı iki yana açtım; amacıma bu kadar yaklaşmışken aniden galeyana gelen duygularımın kurbanı olmak istemiyordum. Bu yüzden sakinliğimi korumaya çalıştım.

 

Vücudumun üzerinde gezinen aygıt sonunda işini halledip geri çekildiğinde, kollarımı indirerek beklemeye başladım. Adam dedektörü bir kenara bırakıp, peşine düşmemi söyledi. Ayaklarım geri geri gidiyor olsa da kendimi soğuğun kucağına bırakmak zorunda kalmıştım; dışarıya çıkıp yokuş aşağı yürümeye başladık. Kollarımı bedenime sararak, başımı omuzlarımın arasına sıkıştırdım. Adeta titriyordum.

 

Ormanın derinliklerinden süzülerek getirdiği esintiler, insanın tenini acıtacak kadar haşindi. Adam her üç adımda bir arkasına dönüyor, beni kolaçan ediyordu; attığı bakışlar resmen güvensizlik timsaliydi. Sanki her an bir taşkınlık yapabilirmişim gibi tetikteydi. Neden bu kadar önemliydi bu evin güvenliği? Sert rüzgarlar yokuşun henüz yarısını inmemize müsaade etmişken; kenardaki ufak patikadan önümüze düşen uzun boylu bir gölge, kuyruk gibi peşine takıldığım adamı aniden duraksattı.

 

"Merih nerelerdesin ya, yoksun ortalıklarda?"

 

Birdenbire gürleyen şiddetli bir ayazın altında zemine tutunmakla uğraşırken, güvenliğin konuştuğu kişiye bakma fırsatı bulamadım. Bu kadar soğuk olacağını düşünmemiştim. İçime daha kalın bir şey giymeliydim. Etrafa savrulan saçlarımı yatıştırmaya çalışırken, ansızın üzerimde hissettiğim ağır bir ilgiyle başımı kaldırdım.

 

Gözlerimiz birbirine değdi; birden tüm kanım dondu. Sanki etraftamızdaki her şey durulmuştu; zaman usulca kenara çekiliyor, ikimizden de uzaklaşıyordu. İmkansızdı, gerçek olamazdı. İlk kez tanık oluyordum sanki; siyah ve mavinin kusursuz tezatlığıyla adeta sarsılmıştım. Gerçekti, buradaydı. Kendi sonuma giderken elimden tutacak olan adam, kaderin bizi kullanarak attığı düğümü kanıtlarcasına, karşımdaydı.

 

𓄅 

 

İşte şimdi hikaye başladı. :')))

 

Demre, Şahoğlu Konağı'ndan içeri adımını attığına göre, artık olaylar kızışıyor. Sonunda tek gözlü korsanımızla da tanıştı, rahatça arkamı yaslanabilirim. Bu bölümden sonra kitaba çok fazla karakter ve beraberinde kaos (en sevdiğim asdfhj) dahil oluyor, o yüzden çok heyecanlıyım, bir an önce 200 sayfayı paylaşmak istiyorum. Biri beni tutsun. Neyse, bir sonraki bölümde görüşürüüz. Şuraya bir tane daha geyik kafası kondurayım, sonra kaçıyorum.

 

Fiysa

 

 

28 Mart 2023

 

Loading...
0%