@monafesa
|
Yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmezseniz çok mutlu olurum. Şimdiden okuduğunuz için çok teşekkürler! 🥺
Ödediğim hiçbir bedelin tesadüf olmadığını anladığım bir yerdeydim. Hissettiğim şaşkınlığın yansımalarını karşımda duran adamın gözlerinde de görmek, yaşadığımız anın aykırılığını adeta kamçılıyordu. O da benim gibi afallamıştı. Kendisine bir şeyler söylemekte olan adama odaklanamıyor, kuzguni gözlerini üzerimden ayıramıyordu.
Hiçbir detayı kaçırmamak amacıyla, baştan aşağı defalarca kez üzerimde turladı; neden burada olduğuma dair bir iz bulmayı umuyor gibiydi. Aramızdaki tanıdıklığı teşhir edercesine suratıma odaklanması, güvenliği omzunun üstünden bana bakmaya itmişti.
Sormamış olmasına rağmen, "Ah, o mu?" diyerek, kısaca açıkladı. "Yeni çalışan. Meral'e götürüyorum." Ardından benim anlayamayacağım bir ketumlukla güldü; Merih denen adamın nükteyi yakaladığı belliydi. Ama keyiflenmemişti; aksine adama yadırgayan bir donuklukla bakıyordu.
"Çalışana mı ihtiyaç vardı ki?" diye sordu, terslercesine. Gözlerini üstümden çekmişti; ben orada yokmuşum gibi yalnızca adama hitap ediyordu artık.
On gün önceki ziyaretinden bu yana, kirli sakalının uzaması dışında hiç değişmemişti. Üzerinde boğazlı siyah bir kazak ve hiçbir kırışıklığı bulunmayan, kumaş bir pantolon vardı; kitabevindeki salaş tarzından eser yoktu. Bariz bir şekilde daha az tehditkardı. Koyu saçları alnına dökülüyor, rüzgar darbeleriyle havalanıyordu. Vakur tavrı hâlâ üstündeydi; konuşmanın başından beri ellerini cebinden hiç çıkarmamıştı. "Bilseydik tanıdık bir sima ayarlardık."
Güvenlik görevlisi omuzlarını silkerek, çenesiyle beni işaret etti. Sanki iki adım ötede durmuyormuşum gibi davranıyorlardı. "Referansla gelmiş zaten."
Merih'in ilgisi üzerime kaydı birden; şaşırmıştı. Hafifçe kıstığı gözlerine kurnaz gölgeler devrilmişti; söylediğim yalanın farkındaymış gibi uyanık bakıyordu. Aniden korkuyla doldum; ama hayır, bilmesi olanaksızdı.
Gülümseyen dudaklarından içime kuşku tohumları serpecek bir soru dökülüverdi. "Öyle mi? Kimmiş bu referans?"
Adam da bana dönmüştü; cevabı benim vermemi bekliyordu. "Mustafa Yağız." Merih'in kaşları hafifçe kalktı; ardından şaşkınlığını gemleyerek, geri indi.
Rüzgarın yuttuğu yanıtım, anında savrulup gitmişti. Tekrar edecek cesareti kendimde bulamadım. Zaten bastırdığım çenem, araladığım anda titremeye hazırdı. Soğuktan uyuşmuş parmaklarımı açıp kapatarak, kolumu sıvazladım.
Kendimi ısıtma çabalarımı fark eden Merih, içime sinen omuzlarımı süzdükten sonra, "Gidin hadi, Meral beklemesin daha fazla," diyerek, konuşmayı sonlandırmıştı. Benden tarafa hiç bakmadan, adamla selamlaşıp hızlıca yanımızdan ayrıldı.
Uzun selvilerin arasından, tekrar yokuşu inmeye başladık. Dönüp ardıma bakınca Merih'ten hiçbir iz bulamadım; çoktan gitmişti. Sonunda düzlüğe çıktığımızda gözüme ilişen ilk yer, sağ tarafta duran iki katlı, ufak ev oldu. Yol hâlâ dümdüz aşağıya iniyor, ağaçlardan devamı gözükmeyen geniş bir yeşilliğe açılıyordu.
Çalışacağım evin burası olduğunu zannederek sağa yönelmiştim; ancak adamın sola doğru saptığını görünce, henüz o fark edemeden koşar adımlarla aramızdaki açığı kapattım. Ağaçtan duvarların örttüğü köşeyi döndüğümüz an, devasa bir ev karşıladı bizi. Yalnızca iki katlıydı fazla yüksek değildi; ancak öylesine genişti ki içerisine düzinelerce oda sığdığı belliydi. Bir kafes gibi çevresini sarmış olan ağaçlar, dışarıdan uzanan her türlü yabancı göze karşı tedbir sağlıyordu. Çift kanatlı maun kapıya açılan terasın kolonları tamamen taştı; acı bir kahvenin renginde olan evle müthiş bir ahenk içindeydi. Kimi odaların panjurları inikti; kimi pencerelerse aralanmıştı. Üst kattaki bir odanın pervazından kırmızı bir kilim sarkmaktaydı.
Ben şaşkın gözlerle etrafı seyrederken adam çoktan kapıya yanaşmış, zili çalmıştı. Birkaç saniyelik bekleyişin ardından aralanan kapı ufak tefek esmer bir kızı açığa çıkarmıştı. Baştan aşağı siyah giyinmişti.
"Sinem, yeni çalışan getirdim size. Meral ablaya teslim edersin," Eliyle yaklaşmamı söyleyip, beni kıza pasladı. Hızlıca yanımdan geçerek terastan inmişti. Uzaklaşırken de bağırıyordu. "Hadi kolay gelsin size."
Sinem kapıyla birlikte geriye kaykılarak, "Gel hadi, çabuk ol," diye mırıldandı, renksizce. Dediğini yaparak hızlıca içeriye girdim; bastığım yeri kirletmemek için kenara çekilmiştim. "Ayakkabılarını çıkar, şimdilik şu terlikleri giy." Benim için oraya konulduğu ortamdaki uyumsuzluğundan belli olan plastik terlikleri işaret ediyordu. Çamurlu ayakkabılarımı kenara itekleyip terlikleri ayağıma geçirirken, kız emir vermeye devam etti. Benimle tanışma gereksinimi dahi duymamıştı. "Ayakkabıları eline al, orada kalamaz. Takip et beni."
Gölge gibi peşine düştüm. Adeta lüks bir oteli andıran şatafatlı girişi henüz inceleyemeden; kıvrılarak yükselen upuzun bir merdivenin dibindeki kapalı bir kapıya yaklaştık. Yalnızca iki defa tıklayıp, oymalı kolu yavaşça aşağı indirdi; iç tırmalayan bir gıcırtı doğmuştu. İçeriye girmeyerek kenara kaçıldı ve başıyla geçmemi söyledi. Birkaç adımda, elimde tuttuğum ayakkabılarla kendimi odanın tam ortasında buldum.
Tüm mobilyaların aynı ton ahşaptan döşendiği geniş bir çalışma odasındaydım. Tavan yerden çok yüksekti. Boydan boya duvarı kaplayan pencerenin kıyısında, elinde tuttuğu kupayla orta yaşlı bir kadın dikiliyordu. İçeride yoğun bir kahve kokusu vardı.
Kapı usulca kapanıp bizi baş başa bırakırken, kadın ne yaptığını bilen bir yavaşlıkla bana doğru döndü. Kalkık, ince kaşlarının altını dolduran çekik gözleri, baygın bir surette bakıyordu. Çıkık elmacık kemiklerinin üzerine dağınık bir hâlde çiller serpişmişti. Ensesine inen saçları sımsıkı topuz yapılmıştı. Üzerinde gri bir kazak ve siyah bir kumaş pantolon vardı. İçindeki gömleğin yakası dışarı çıkarılmıştı.
Kupaya uzanan ince dudakları ufak bir yudum içine çekti. Sıcak duman suratına uzanıyordu. "Geç, otur bakalım."
Çalışma masasının karşısına konulmuş deri koltukları gösteriyordu. Ona doğru dönük olana sessizce kuruldum. Yanımda tuttuğum çamurlu ayakkabıları halının üstüne koymaya çekinmiştim. Etrafımdaki her şey öylesine kıymetli duruyordu ki kendimi diken üstünde gibiydim. Sıcak bir yere sığınmış olmanın rahatlığı, içimi soğutan endişeyi bastıramıyordu. Gergin ve ürkektim; oturuşumdan bile belli oluyordu. Ancak gevşeyemiyordum.
Kadın verdiğim sessiz kavganın kıyısından geçer gibi masanın arkasına yürüdü, kupasını yavaşça üstüne bıraktı. Ardından ihtişamlı bir tahta yerleşircesine, ahşap sandalyeye oturdu. O hareket ettikçe birbirine çarpan anahtarların gürültüsü odayı dolduruyordu. Gözlerini bile kırpmıyordu; tüm odağı bana yönelmişti.
"Kimlikteki adın?" Yüklemsiz bıraktığı soru, sesindeki vurguyla şekillendi.
Tıpkı onun gibi, kısa konuştum. "Demre Eroğlu."
Önüne çekerek açtığı deftere birtakım notlar almaya başladı. Duruşu dimdikti. İnce parmakları kağıdın üzerinde kayarken başını hiç eğmemiş, yalnızca gözlerini devirmişti. "Bizi nasıl buldun?"
Kendine ait bir inde saklanan kimseleri bulmuşum gibi sorgulaması biraz tuhaftı.
"Yoldaşlar Kitabevi'nin sahibi Mustafa abi tavsiye etti. İş aradığımı söylemiştim ona. Tan Bey'i tanıyormuş, o yüzden geldim," Not alan eli durmuştu. Yüzüme dikilen gözler, ürkütücü bir şüpheyle doluydu. Sonra birden başıyla zarif bir manevra yaparak, bu meseleyi şimdilik bir kenara bıraktı.
"Ailen?"
Cevap vermeden önce durdum. Teklemem dikkatinden kaçmamıştı; gözleri hemen suratımı buldu. "Annem yok, babam ben küçükken öldü."
"Annen nerede? Kardeş yok mu?" Hayatımı eşelemekten çekinmeyerek soruları peş peşe sıralıyordu. Her geçen saniye içine girdiğim durumun ciddiyetiyle daha fazla sarsıldığımdan ötürü, kendim hariç kimseyi bu işe bulaştırmayacaktım. Bu yüzden yalan söyledim. "Bilmiyorum, küçükken terk etmiş beni. Amcamın yanında büyüdüm, otelinde kalıyordum. Ayrıca hayır, kardeşim yok."
Hızlıca not alırken, bana düşünecek vakit tanımıyordu. "O nerede?"
"Altı senedir hiç görmedim, bilmiyorum."
"Kaç yaşındasın?" Yerine oturmayan parçalar varmış gibi duraksadı. İnce kaşları birbirine yaklaşmıştı.
"Yirmi dört."
Kahvesine uzandı, içmeden önce merakla sordu. "On sekiz yaşından beri nerede kalıyorsun?"
Buharın ardında kaybolan yüzü izlerken, tasasız gözükmeye çalışarak, "Öğrenci yurtlarında kaldım hep. Temizlik yapma karşılığında kira ödemeden konaklıyordum. İki senedir de Karşıyaka'da bir yurtta kalıyorum."
Kahveyi elinden bırakmamıştı. Nazikçe sallıyordu. "Şimdilik çıkışını yapma, durumun kesinleşince yaparsın."
Afallayarak doğruldum. Oturduğum koltukta hafifçe öne kaykılmış, deriden tuhaf bir gürültünün çıkmasına sebep olmuştum. "Anlamadım, ne çıkışı?"
Kaşlarını kaldırarak, "Eğer işe girmeyi başarırsan yatılı olarak çalışacaksın. Burada belli başlı kişiler yatılı çalışır," diye açıkladı. Bu detayı bilmiyor oluşumu garipsemiş gibiydi. Sessizliğimi bir yanıt gibi düşünerek, sözüne devam etti. "Herhangi bir çalışan açığımız yok aslında ama seni almam söylendi. Bu yüzden bir hafta boyunca denemeye gireceksin. Dediğin kadar tecrübeli misin göreceğiz." Başımı salladığımı görünce arkasına yaslandı. Kalemi defterin üzerine bırakmıştı. "Düzenli olarak irtibatta olduğun birisi var mı?"
Düşünme gereksinimi duymadan, mırıldandım. Uraz'ın çehresi zihnimi aydınlatmıştı. "Hayır, kimse yok."
"Hiç arkadaşın da mı yok?" Elindeki kupayı masaya bıraktı. Sorunun onda bıraktığı hayretle, omzularını hızlıca yükseltip indirmişti. "En azından konuştuğu bir kişi olur insanın."
Huzursuzca kımıldandım; verecek bir karşılığım yoktu. Söylediğim doğruların arasında en yalan gibi duyulan buydu belki de. Ama yalanların içindeki tek doğru olabilirdi. "Okumadığım için arkadaş edinecek bir ortamım da olmadı. Bu yüzden hayatımda kimse yok."
Ayağa kalkarak beni de kaldırırken, "Merak etme burada edinirsin. Çok sıcakkanlı kızlarım vardır," dedi, kinayelerle dolu bir sesle. Havadaki parmağıyla daireler çizerek, etrafımda dönmemi söylemişti. "Takım ayarlamamız lazım sana. Kilerde geçen seneki kızdan kalan bir tane olması lazım. Kaç beden giyiyorsun?"
Hâlâ elimde tuttuğum ayakkabılarla etrafımda tam bir tur dönmüş, suratına bakacak şekilde durmuştum. "Normalde en küçük beden giyiyorum ama biraz bol olursa daha rahat hareket ederim."
İsteğimi pek duymuş gibi gözükmüyordu; kirli ayakkabılarımdan, ayağımdaki plastik terliklere inmişti gözleri. Kendi kendine mırıldanır gibi sordu. "Kaç numara giyiyorsun?"
Bu aralıksız soru yağmurunun ne zaman son bulacağını düşünürken, tekdüze bir sesle yanıtladım. Kahvesinden son bir yudum alıp, dibine çöken tortusuyla birlikte masaya bıraktı. Kollarını birbirine dolamış, baştan aşağı süzmüştü beni.
"Bu çelimsiz kollarla nasıl iş yapacaksın merak ediyorum ama göreceğiz bakalım," Birden çenesini dikleştirdi; zihnindeki fazlalık düşüncelerden arındı. Kısa bir aradan sonra işine dönen birisi gibiydi.
"Her ev gibi bu evde de belli başlı kurallar var. Bu kurallar hiçbir şekilde gevşetilemez veya değiştirilemez. Hatalara toleransım yok, ilk yanlışta yurduna geri dönersin. Unutma Demre, şu an bu evde sana ihtiyaç yok. Her ne kadar bana seni denemem söylenmiş olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmez, kalabilmek için kendini bana ispatlaman lazım," Sırtını pencere pervazına yaslayarak rahat bir pozisyon aldı. Kazağının ucu yukarı kıvrılmış, beline asılı anahtarlığı meydana çıkarmıştı. "Kural bir, evin içerisine hiçbir teknolojik alet sokmayacaksın; buna cep telefonu da dahil. Mesai saatlerindeyken müştemilatta bırakıp geleceksin. Saat ve takı da aynı şekilde, hiçbiri takılmayacak," Öylesine kesin konuşuyordu ki soru sorulmasını engellemeye çalıştığı izlenimine kapılmıştım. Peş peşe sıralıyordu cümleleri. "Kural iki, mesai saatleri olmasa bile kafana göre dışarıya çıkmak yok. Eğer acil bir durum olursa, önce bana bildireceksin. Kural üç, aşağı kata inmek ve üst kattaki kütüphaneye girmek kesinlikle yasak. Payına düşen çalışma alanları dışında hiçbir yerde dolanmayacaksın. Tüm çalışanların görevli olduğu yerler var, kimse başkasının işine karışmaz. Sana verilen görevin dışına taşmayacaksın, anlaşıldı mı?"
Kendisini tasdiklediğimi görünce buyruğuna girmiş olmamdan memnun bir edayla devam etti. Söylenilenleri takip edebilmek için pür dikkat dinliyordum.
"Alkol ve sigara tüketmek yasak. Mesai saatleri sabah yedi, akşam altı; bir saatlik öğle arası var. Tan Bey kahvaltıdan önce bir saat Hare'yi sürer, bu yüzden güne erken başlarız,"
İfadelerime akseden tutukluğu fark edip hızlıca açıkladı.
"Hare, Tan Bey'in atının ismi. Konumuza dönersek, buranın misafiri çok olur. Her salı Tan Bey'in kızı Zeren Hanım için eve doktor gelir. Oğlu Emre Bey sık sık birkaç günlüğüne kalıp gider. Genelde haftada bir torunları gelir, kalabalık aile yemekleri olur. Burası çok mühim, iyi dinle. Her cuma saat yedide, aşağı katta toplantılar yapılır; toplantı geceleri belli kişiler hariç hiçbir çalışan evde bulunamaz. Gelen misafirlerle iletişim kurman katiyen yasak. Faraza biriyle karşılaştın; görmemiş gibi davranacaksın. Bu evde bulunduğun sürece uyman gereken en önemli kural," Yaslandığı yerden kalkmıştı. Gözlerini üzerimden ayırmadan, birkaç adım yaklaştı. Üzerimdeki tesirine daha yakından şahit olmak ister gibiydi. "Bakacaksın ama görmeyeceksin, duyacaksın ama anlamayacaksın, kısaca dillendirmeyeceksin; tıpkı bir dilsiz gibi susacaksın. Anlaşıldı mı?" Hızlıca başımı salladım. Eliyle kalkmamı söyleyerek, kapıya yöneldi.
"Gel bakalım, uzun süre otelde çalıştığın için seni Sude ve Aylin'in yanına, yani odalara vereceğim. Mutfakta kusursuz bir ekibim var, bu yüzden oranın düzenine dokunmak istemiyorum. Bugün toz almakla başlarsın, kızlar sana yolunu yordamını öğretir," Odadan çıkıp kapıyı ardımızdan örttü. Bir anlığına elimde tuttuğum ayakkabılara takılan gözü, gördüğü bu detaydan hoşlanmamıştı. Dimdik duran omuzlarıyla yan taraftaki kapıya yürürken, beni de peşinden sürükledi.
Bordo bir halıyla doldurulmuş olan giriş, koyu kahve tonlarla bezeliydi. Koridorun karşı ucunda üç kapalı kapı daha vardı; yüksek tavandan yere doğru uzanan avize, göz alıcı bir görkeme sahipti.
Ama karşı duvara çok daha ilgi çekici bir dekor asılmıştı; resmen ölümün süsüydü. Biraz evvel girdiğim çift kanatlı ahşap kapının tepesinde, devasa bir geyik kafası duruyordu. Gür kirpiklerin çevrelediği iri gözleri, sonuna kadar açıktı. İki yanından uzanan kalın boynuzları, budaklanan ağaç dallarını andırıyordu.
Bu ürkütücü manzarayı izlemeye dalmışken, Meral Hanım söze girerek tekrar ilgimi kendisine yöneltti. Adımlarımı hızlandırarak, peşine düştüm.
"Kızlara söyleyeyim de seni eve götürsünler önce, sonra etrafı gezdirip tanıtırlar. Neyse ki öğle arasındayız şu an," Aralık duran ahşap kapıdan içeri girince iki duvarı da pencereyle kaplı geniş bir mutfağa adım attık.
Tüm dolap kapakları beyazdı; tüm duvarı kapsayan tezgah tamamen siyah, musluğun rengiyse altındı. Odanın köşesi devasa bir bitkiyle doldurulmuş, kıyılara kenarlara konulan ufak çiçeklerle de etraf yeşillendirilmişti. Ortadaki adada Sinem'le birlikte esmer bir kız daha oturuyor, sessizce bir şeyler atıştırıyordu.
Meral Hanım'ın içeriye girmesiyle, ikisi de duruşunu düzeltti; dikkatleri benim üstüme çevrilmişti. "Diğerleri nerede?"
Sinem, üstümden çektiği gözlerini Meral Hanım'a kaydırdı. Kapıyı bana açarken takındığı ilgisizlikten eser yoktu. "Sanırım arka bahçeye gittiler, değil mi Ece?"
Diğer kız da arkadaşını onaylarcasına başını sallıyordu. Ağzına attığı lokma suratına sevimli bir şişkinlik vermişti. Yanık tenini renklendiren yeşil gözleri, üçümüzün üstünde mekik dokuyordu. Eliyle ağzını örtüp, boğuk boğuk kelimelerle, "Evet, yine Kabza'ya tavuk yakalattırıyorlardı," dedi. Duydukları Sinem'i kıkırdattı; kısa bir anlığına telli dişleri gözükmüştü.
Sinirlenen Meral Hanım sertçe nefesini üflerken, peşinde olduğumu unutarak mutfağın köşesindeki beyaz kapıya yürüdü. Adeta bastığı yeri çiğniyordu.
"Çıldırtacak bunlar beni. Mercan nerede?" Ancak kızlardan bir yanıt bulmayı beklemeden, kenardaki kapıyı sertçe dışarı iterek açtı. Rahatsız edici bir gıcırtı yükselince aniden basamakların ortasında durup, omzunun üstünden mutfağın içine doğru püskürdü. "Sinem, şu kapıyı yağla diye kaç defa daha söylemem lazım kızım? Söyle de bileyim."
Azarın menzilinden çıkmak ister gibi, hızla kenara kaçılmıştım. Sinem hemen yerinden kalkarken, Meral Hanım çoktan önüne dönmüş; son iki basamağı atlayarak toprak zemine inmişti. İstemeye istemeye sıcağın kollarından ayrılarak ben de peşine düştüm.
Yan tarafa çıkmıştık; buradan bakınca eve girdiğim ön bahçe gözükmüyor, ağaçların arasından yalnızca güvenlik kulübesi ve iki katlı müstakil evin çatısı görünüyordu.
Uzun çam ağaçlarının arasındaki dar bir patikaya girdik. Toprağa gömülmüş yuvarlak taşlar gitmemiz gereken yönü bize gösteriyordu. Meral Hanım hiç ardına bile bakmadan ilerliyordu; ara sıra esen rüzgarlar kendi kendine söylenmelerini bana doğru savuruyordu.
Patika dümdüz ilerlemeye devam etse de biz sola sapmıştık. Atılan birkaç adımın sonunda yol tamamen bitti; geniş kümeslerin bulunduğu bir düzlükteydik şimdi. Etraf yine duvar gibi sıralanmış ağaçlarla çevriliydi; karşı tarafta başka bir patika vardı. Kümesin içindeki horoz ve tavuklar telaşla oradan oraya koşuşturuyor, durmadan toprağı eşeliyordu.
Gürültüyü arttıran neşeli gülüşmelere, bir de köpek hırlayışları karışmaktaydı; kümesin girişinde, tıpkı Meral Hanım gibi giyinmiş dört tane kız ve oldukça iri, siyah bir köpek duruyordu. Kızlar birbirleriyle şakalaşıyor, durmadan itekleyerek gülüşüyorlardı. Aralarında duran siyah köpek bir ona, bir buna bakıyor; eğlencelerine dahil olmaya çalışır gibi kısık kısık havlıyordu. Henüz hiçbiri varlığımızı sezmemişti.
Yanlarına sokulan Meral Hanım, kümesin kapısını açmakla uğraşan kıza sinirli sinirli, "Aylin, bundan sonra tavukları sen yakalayacaksın," diyerek, irkilmesine neden oldu.
Aniden yükselen bu emir herkesi susturmuş, şaşkına uğratmıştı. Tasmasız olduğunu yeni fark ettiğim köpek, hızla ayağa kalkarak kulaklarını kabarttı; gözleri kendisine doğru yaklaşmakta olan yabancıya, yani bana kilitlenmişti. Nitekim birkaç saniye sonra heyecanla üzerime koşuyordu.
Korkuyla geriye kaçıldığımı gören kızlardan biri, "Merak etme bir şey yapmaz, koklamasına izin ver," diyerek, endişemi gidermeye çalıştı. Kızın uyarısıyla birlikte omzunun üstünden bana bakan Meral Hanım orada olduğumu yeni fark etmiş gibi şaşırmıştı; ancak ilgisi çabuk dağıldı.
Neşelerini talan etmeye hazırlanarak kızların üzerine yürürken bir yandan da çemkiriyordu. Dibime girerek her tarafımı koklayan köpeğin öngörülemez tavrından ötürü olduğum yere mıhlanmış, Meral Hanım'ın peşinden gidememiştim. Öylesine büyüktü ki her kokuyu içine çekmeye çalışan nemli burnu göğsüme uzanıyordu.
"Kaç defa söyleyeceğim size? Bu köpeğin işi tavuk yakalamak mı?"
Omuzları birbirine değecek şekilde hepsi yan yana dizilmişti. Duruşlarına saygı bulaşmış olsa da suratlarında hiçbir korku emaresi bulunmuyordu. Kendilerini paylayan kadına belli belirsiz bir gülümsemeyle bakıyorlardı.
"Tan Bey şu hayvana nasıl muamele ettiğinizi görse, kim bilir neler derdi." O esnada tüm odağı bana çevrili olan köpek, kendisinden bahsedildiğini anlamış gibi gür sesiyle havladı. Ürkerek sıçradım; kızlardan biri tepkimi görmüş, kıkırdamıştı. "Gülme Sude, sinirlerim tepeme çıkıyor, gülme. Utanmadan Buket'i de mi karıştırdınız pis işinize?"
Uçuşan saçlarını yatıştırmaya çalışan Sude, kırgın bir tonla, "Fikri veren Buket'ti zaten, öyle sandığın kadar masum değil o Meral abla," dedi. Birden öne uzanarak Buket olduğunu düşündüğüm beyaz tenli, tıknaz bir kıza elleriyle hareketler yapmaya başladı. Kız da aynı hınçla karşılık verdi ona; birbirleriyle atışıyor gibi duruyorlardı.
"Neyse ne, şu saçlarını düzgün topla Sude, bir toka tuttur şuraya," Meral Hanım çileden çıkmış gibi hafifçe kendi kafasına vurunca iki kız da susmuştu.
Sude, önüne düşen perçemleri saçlarının arasına sokarken, "Abla sen biraz sinirli gibisin, bir papatya çayı iç istersen." deyince kısık gülüşmeler oldu.
Meral Hanım onu duymazdan geldi. "Dua edin önce ben buldum sizi, ya Belkıs Hanım bulsaydı? O zaman neler olurdu kim bilir." Sözlerini ustaca oynattığı elleriyle Buket'e tercüme ederken, Sude'nin solunda duran kumral kız dudaklarını büzmüştü. Sol yanağında ufak bir gamze vardı.
"Nasıl ki biz temizlik yapmak için doğduk, o da," Çenesiyle, hâlâ etrafımda pervane gibi dönen köpeği gösterdi. "Avlanmak için doğmadı mı Meral abla? Tavuk yakalamak çok zor. O yüzden getiriyoruz onu buraya."
"Cerbeze yapma bana Dilara, ben diyeceğimi dedim. Yeter bu kadar, yeni çalışana kötü örnek olmayın," Sonunda varlığımı anımsamış, ilgisini bana vermişti. Kızlar da onunla birlikte döndü; rahat göremeyenler hafifçe yana eğilerek bakıyordu. "Demre yeni adayımız. Bir hafta boyunca denemeye girecek, elinizden geldiğince ona yardımcı olun, güzelce tanıtın evi."
Kabza'yla cebelleştiğimi gören Sude, sıradan çıkarak yanıma koştu. Hemen arkasından onu takip eden Aylin, gülerek köpeği çağırıyordu. "Zamanla alışırsın, gündüzleri çok sevecendir," diyen Aylin, toprak rengi gözlerini yüzüme dikmişti. Ön dişinin yarısı kırıktı; ince dudakları kımıldadıkça, göze çarpıyordu. Yumuşak yüz hatlarına sahipti. Aralarından en uzun boylu oydu, omzuna ancak gelebiliyordum.
"Neden sadece gündüzleri?" diye sordum, cümlesinden çekip çıkardığım ince nüansı önüne sererek.
Sude gülerek sözü devraldı. Meral Hanım'ı andıran çekik gözleri vardı. Teni kırmızıydı; uzun saçları küllü bir kahve rengiydi. "Geceleri arka bahçedeki köpekler de salınıyor, dördü birleşince kafayı yiyorlar," Endişeyle köpeğe baktığımı görünce çabucak ekledi. "Ama merak etme, seni tanıdıktan sonra hiçbir şey yapmazlar."
Uzaklardaki seslere kulak kabartan köpek birdenbire ileriye atıldı ve koşturmaya başladı; gözden kaybolması yalnızca iki saniye sürmüştü. Aramıza karışan Dilara, gülümseyerek kendisini tanıttı; sessizce arkasından gelen Buket'le de tanışmama yardımcı olmuştu. Buradaki herkes işaret dili konuşabiliyordu belli ki.
"Kesin Merih abinin sesini duydu," diyen Aylin, dikkatimin dağılmasına sebep oldu. İstemsizce kulak kabarttım.
"Oğuz abi de olabilir, onun sesini duyunca da böyle koşuyor," dedikten sonra bana dönen Sude, soğuktan üşümüş olan elini uzattı. "Tanıştığıma memnun oldum, Demre. Umarım kısa sürede alışırsın," Kümesin kapısını kontrol ettikten sonra yanımıza gelen Meral Hanım'a doğru merakla sordu. "Nerede çalışacağı belli mi?"
Tüm kızlar bu sorunun yanıtını duymayı bekliyormuş gibi, kadına odaklanmıştı.
"Uzun yıllar otelde çalışmış, o yüzden sizin yanınıza verdim," Başıyla ikisini gösterince, Sude ve Aylin gülümseyerek bana döndü. "Sizinle birlikte odaları gezsin. Bugünlük sadece toz alır, etrafı tanısın biraz. Siz yardımcı olursunuz. Hadi öğle arası biteli çok oldu, iş başına."
Sude hevesli hevesli kadının dediklerini onaylarken, uzanıp koluma girdi. Hep birlikte Kabza'nın gözden kaybolduğu patikaya girerken, koyu bir sohbet havası oluşmuştu. Hışımla geldiğimiz yolu sakince dönüp, mutfağın arka kapısına vardık; Meral Hanım, Buket'e bir şeyler anlatarak önden girmişti. Dilara da çabucak peşlerinden kaybolurken, Aylin basamakların tepesinde durup bize baktı.
"Ben Emre Bey'in odasından başlıyorum."
Sude beni çekiştirerek çıktığım iki basamağı geri indirirken, bir yandan da Aylin'e, "Biz ön taraftan girelim, hem Demre'ye etrafı göstermiş olurum," diyordu. Biz duvarın köşesinden dönerek uzaklaşırken Aylin mutfağa girmişti.
Soğuktan büzüşerek beni kendine çeken Sude, sesini aydınlatan bir heyecanla anlatmaya başladı. "Bak burası giriş. Bu yokuş arka bahçeye kadar gidiyor, burası göründüğünden de büyük bir arazi. İlerde atların durduğu büyük bir ahır, spor salonu, kapalı havuz ve hatta golf sahası bile var. Tan amca oğlu Emre'yle sık sık golf oynamaya gidiyor," Arazinin arka taraflarını göstermişti. "Çok fazla güvenlik görevlisi ve bahçıvan göreceksin. Bir de Kubi var, kendisiyle çok iyi anlaşacağına eminim. Kendisi en iyi bahçıvanımız, ayrıca zihinsel engelli. Görünce şaşırma diye söylüyorum." Kolumdan çekiştirerek beni ilerletti. "Zamanla hepsini tanırsın zaten. İşte bak! Orası müştemilat, yani bizim kaldığımız ev."
Yerinde zıplayarak yokuşun diğer tarafını işaret etti. Çalışacağım yer zannedip gitmeye yeltendiğim müstakil evi gösteriyordu.
"Kimler kalıyor orada?" diye sordum, evi incelerken. Gri renkli, ufak bir yerdi. Bahçesi rengarenk çiçeklerle süslenmişti; önünde kısa bir yol vardı.
"Bütün kızlar orada kalıyoruz," İçinde kahverengi hareler barındıran gözlerini yüzüme dikmişti. Çıkık elmacık kemikleri bu gözlerin altında toplaşıyordu ve tıpkı Meral Hanım'daki gibi çilleri vardı. "Biz her an evle ilgilendiğimiz için yatılı kalıyoruz. Bütün çalışanlar öyle değil, belli başlı kişiler yatılı kalıyor. Kubi de dahil. Gece mesaisine kalan güvenlik görevlileri var ama onlar yatılı sayılmazlar. Ayrıca bostanın orada Oğuz abiyle Merih abinin kaldığı bir müştemilat daha var. O da bizimkine benziyor ama biraz ileride. Buradan gözükmez. Oğuz abi neredeyse hiç kalmıyor orada. Onun işleri dışarıda hep."
"Merih diye bahsettiğin kişi de burada mı kalıyor?" Dalgınca sorduğum soru üzerine yandan bir bakış attı. Tekrar koluma girmiş, giriş terasına doğru yönlendirmişti.
"Pek kalmıyor ama onun sağı solu belli olmuyor çünkü Tan amcanın yanından hiç ayrılmıyor. Aileden biri gibi davranıyorlar ona. Her an her yere girip çıkabiliyor yani," Kapıya yanaşacağımızı sanarken, aniden sola döndürdü beni. Evin kıyısındaki dar yolda ilerlediğimiz esnada kuşkuyla sordu; sanki tahmin ettiğinden daha büyük olduğum şüphesine kapılmıştı. "Kaç yaşındasın bu arada?"
Yaşımı duyduktan sonra sevinçle koluma tutundu. "Yaşıtız o hâlde, ben de yirmi dördüm. Ama başkalarına nasıl hitap ettiğine dikkat etsen iyi olur," Hiçbir karşılık vermedim. Yalnızca başımı sallamıştım. "Biz kendi aramızda samimi konuşuyoruz, Meral ablayla bile öyleyiz. Ama Merih abiye veya Oğuz abiye başkalarının yanındayken nasıl hitap ettiğine dikkat et. Ev sakinlerine de aynı şekilde tabii."
Merakla suratına baktım. "Onlar kaç yaşında ki? Merih abi genç duruyordu."
"Merih abi otuz, Oğuz abi otuz iki yaşında," Evin öteki ucuna gelmiştik; arka tarafa doğru kıvrılan bir yola bakıyorduk. "Bak bu yol arka girişe gidiyor. Her cuma toplantıya katılmak için gelen misafirler bu yolu kullanarak eve arkadan giriyor. Orası direkt Mahzen'e iniyor."
Eğilerek kolaçan ettiğim yoldan, ona döndüm. İkimizi de yaprak gibi titreten bir ayaz çarpmıştı suratımıza. "Mahzen mi?"
Tekrar koluma girip beni girişe sürüklerken, "Ece'yle biz taktık bu ismi. Bütün toplantılar orada yapılıyor, misafirler hiç diğer katlara çıkmıyor," diye fısıldadı. Konuşulması yasak bir meseleden bahsediyormuş gibi yüzünü bana yaklaştırmıştı; istemsizce ben de ona sokuldum. Durmadan cümlesini yarıda kesiyor, önünden geçtiğimiz pencereler kapalı mı diye kolaçan ediyordu. "Nasıl bir yer olduğunu bilmiyoruz, bizim oraya inmemiz yasak. Sadece Buket ve Aslı'nın anlattığı kadarını biliyoruz. Dediklerine göre mahzen gibi ürpertici bir yermiş, dar koridorları varmış. Duvarları da koyuymuş."
"Onlar nereden biliyorlar ki?" diye fısıldadım. Sude'nin etrafa attığı kaçamak bakışlar beni de tedirginleştirmişti. Omzumun üstünden geriyi kolaçan ettim.
Elini ağzına siper ederek, kelimeleri içine hapsetti. "İkisi de sağır, o yüzden hizmet etmek için aşağıya yalnızca onlar iniyor. Senelerdir böyle bu. Bizimle bilgi paylaşmaları da yasak ama zaten ne konuşuluyor bilmiyorlar. Hiçbir fikirleri yok. Kimsenin suratı da gözükmüyormuş çünkü herkes maskeyle ağzını örtüyormuş."
Bu rahatsız edici gerçeği sindirebilmem biraz zor oldu. Bu kadar önemli ne konuşuluyordu da yalnızca ahraz kimseler yanlarında durabiliyordu? Duyduklarım karşısında ne diyeceğimi bilememiştim; zaten çoktan kapıya varmış, zili çalmıştık. Sude, az önceki fısıltılar hiç aramızda yaşanmamış gibi silkelenip toparlanmıştı. Aynı heyecanına kaldığı yerden devam ediyordu. Fakat ben dalgınlaşmıştım; öğrendiklerim eve karşı olan yaklaşımımı büsbütün değiştirmişti.
Ece bize kapıyı açtıktan sonra tekrar mutfağa döndü. Sude önden içeriye geçerken, ben eşikte duraksadım. "Dışarıda gezdiğim terlikle mi gireceğim?"
Henüz birkaç adım atmışken, bana döndü. Omuzlarını silkmiş, "Ayakkabıyla giriliyor zaten. Bize verilenleri giyiyoruz," demişti. Tek ayağını kaldırıp siyah, bağcıksız ayakkabısını gösterdi. Ardından elini bana uzattı. "Hadi gel, çok geç kaldık. Yukarıya çıkalım. Şimdilik bu kıyafetlerle çalış, akşam kilerden sana uygun bir tane üst buluruz."
Uzattığı elini tutup, koşar adımlarına ayak uydurdum. Büyük bir lobiyi andıran girişi aşmış, ahşap merdivene yönelmiştik. Yukarıya uzandıkça daralan basamakların ilki, devasa bir genişlikteydi; aynı anda yirmi kişi bile bu basamağa sığabilirdi. Hızlı hızlı yukarıya tırmanırken, bir yandan da bana açıklama yapmayı sürdürüyordu.
"Öncelikle neresi kimin odası onu öğrenmen gerekiyor," Geniş bir koridora sıralanmış kapıların olduğu, üst katta durduk. Yere serilmiş olan bordo halının uzunluğu, neredeyse koridor kadardı. Tavandan sarkan avizeler, duvarlara asılmış tabloların çerçeveleriyle müthiş bir uyuma sahipti. Her şey çok ihtişamlı ve dengeliydi; ancak çerçevelerin içinde yatan resimlerde tuhaf bir aykırılık vardı. Üst kata çıkan kişiyi, tam karşısına asılmış, kasvetli renklerin harmanlandığı bir insan sureti karşılıyordu. Çizen kişinin zihnine açılan bir kapı gibi, karmakarışık ve belirsizdi.
"Tabloların hepsi Zeren'e ait, o çizdi," Merakla incelediğimi görerek, kulağımın kıyısına fısıldamıştı. Yine aynı ketumluğa bürünmüştü. Meral ablanın bu isimden bahsettiğini anımsayınca, fısıltıyla karşılık verdim. "Tan Bey'in kızı Zeren mi?" Eğer burada kalacaksam, birlikte yaşayacağım kişileri tanımam gerekiyordu. Bu yüzden Sude'nin ağzından çıkan her sözü zihnimin bir kıyısında biriktirmeye özen gösteriyordum. "Meral abla her hafta onun için doktor geldiğini söylemişti, doğru mu bu?"
Aniden parmağını dudaklarına dayayarak beni susturdu. Kolumdan tutmuş, sağ taraftaki koridoru kolaçan ederek sol tarafa sürüklemişti beni. Odasının orada bulunduğu ve kızın şu anda yakınlarda bir yerde olduğu aşikardı. Kimsenin bizi duyamayacağına emin olduğu bir köşeye çekilmiştik.
"Evet, doğru. Her salı psikiyatrist geliyor eve, yarın da gelecek," Tekrar elimi tutup, beni koridorun iyice sonuna götürdü. Ufak bir pencereden bahçenin arka kısmı, az önce kızlarla tanıştığım kümeslerin bulunduğu yer de dahil olmak üzere, neredeyse tüm arazi gözüküyordu.
Gerçekten de ağaçların gizlediği kapalı bir havuz vardı; müştemilat buradan gözükmüyordu ancak aynı hizada, arazinin biraz daha ortalarına konulmuş başka bir müstakil ev daha duruyordu. Muazzam büyüklükte bir yerdi; en arkayı yemyeşil bir golf sahası mesken tutmuştu; onun sağında kalan diğer kıyıdaysa at çiftliğini andıran bir yer vardı. Tüm boşluklara çeşit çeşit ağaçlar ve yeşillikler serpiştirilmişti; tek bir rengin her tonu mevcuttu bahçede.
Hayranlıkla izlediğim manzaranın içinden, Sude'nin temkinli sesiyle koparılıp çekildim. Sonra ne konuştuğumuzu hatırladım. "Sakın ortalık yerde bu mevzuyu konuşayım deme, valla başın belaya girer. Hele bir de Belkıs Hanım etrafındaysa daha da dikkatli ol, cin gibi kadın her şeyi duyuyor," Ürpermiş, hoşnutsuzca kaşlarını çatmıştı. "Zeren Hanım'ın sıra dışı bir rahatsızlığı var. Zaten gün geçtikçe anlayacaksın ne demek istediğimi," Arkamızdaki duvara asılmış bir başka tabloyu gösterdi. "Bu kattaki tüm tablolar onun eseri. Çoğu zaman resim odasında bir şeyler çizerek vakit geçiriyor, sonra sergiler düzenleyip uçuk meblağlara satıyor hepsini," Başıyla, beni uzaklaştırdığı koridorun öteki ucunu işaret etti. Tıpkı hareketleri gibi, kelimeleri de hızlı ve aceleciydi. "Muhtemelen şu anda da çizim yapıyordur. Sen olabildiğince kendisiyle ters düşmemeye bak. Hadi çok konuştuk, başlayalım işe."
Tam bu esnada ilerdeki kapılardan birisi açıldı ve Aylin'in bitkin suratı belirdi. Bizi görünce gözleri belermişti. "Sonunda geldiniz. Çok iş var, hadi başlayın. Sude," Önemli bir şeyi anımsamış gibi telaşla ona dönmüştü. "Zeren Hanım odasında yok şu an, hemen gidip temizle de uğraştırmasın bizi."
"Bugün şanslı günümüzdeyiz desene," Sude gülerek koridoru aşarken, Aylin'le beni yalnız bıraktı. Koşarak en uçtaki odaya girmiş, çoktan gözden kaybolmuştu.
"Demre'ydi değil mi?"
Sesinde tuhaf bir gölge vardı. "Al bu bezi, sen de kütüphaneye git. Rafların tozunu al," Elinde tuttuğu nemli bezi bana verdi. Geriye kaçılmış, geçmem için yolu açmıştı. "Merdivenden çıkınca sağdaki ilk kapı oluyor."
"Tamam," Söylediğini yaparak, Sude'nin beni uzaklaştırdığı tarafa yürüdüm. Sırtımda ağır bakışların yükünü taşıyor olsam da arkamı dönmedim. Burada kalabilmek için kendimi göstermek zorundaydım; herhangi bir işe burun kıvıracak lükse sahip değildim. Birilerinin buyruğuna girmeye kendimi alıştırmam gerekiyordu.
Sırtımdaki ağırlıktan bir an evvel kurtulma ereğiyle merdivenin sağındaki çift kanatlı ahşap kapıyı açarak içeriye girdim. Suratımı ılık bir meltem okşadı. Havada naif bir menekşe kokusu süzülüyordu. Fakat daha ileriye gidememiş, olduğum yerde kalakalmıştım; karşılaştığım manzarayla adeta nutkum tutulmuştu. Neredeyse bir ev büyüklüğünde, muazzam bir kütüphanenin eşiğindeydim; sol tarafa dayanmış ahşap kitaplıklar, duvar misali odanın ucuna kadar uzanıyordu.
İlk göze çarpan şey, ortadaki kitaplığın tepesine monte edilmiş olan geyik başıydı; tıpkı girişteki gibi, iki yanından uzanan devasa boynuzları vardı. Ancak bu aşağıdakinden çok daha büyüktü; kusursuz bir ihtişama sahipti.
Kapının hizasındaki dar merdiven, ahşap bir balkona çıkıyordu; tırabzanın ardında da duvar boyunca uzanan devasa bir kitaplık vardı. Alt kattaki raflara sürgülü bir merdiven yaslanmıştı; sanki yakın zamanda birisi kullanmış gibi, ortada bırakılmıştı. Karşı duvar boydan boya camdı; ufuksuz orman, sanki insanın ayakları altına serilmiş gibi duruyordu.
Kapıyı ardımdan kapatarak, usulca içeriye süzüldüm. Etrafımı sarmış düzinelerce kitabın haşmetiyle öylesine büyülenmiştim ki elimdeki beze iki elle tutunduğumun farkında bile değildim. Girişin birkaç metre ötesine konulmuş olan ahşap masaya sokuldum; hiçbir şeye el sürmeden, üzerindeki eşyaları inceledim. Her şey bariz bir nizam içindeydi; ufacık bile dokunsam, izim kalacakmış gibiydi. Masanın arkasına geçip, kitaplığa doğru sokuldum.
Tepemde duran geyiğin varlığı öylesine rahatsız ediciydi ki nereye gidersem gideyim, sanki gözleri hep üstümdeydi. Alışmam epey zaman almıştı. İzlenmenin verdiği huzursuzlukla kitapları incelerken, en üstteki rafa eğik bir yazının kazınmış olduğunu fark ettim. Geyiğin gölgesinde kalmıştı; dikkatli bakılmadıkça, fark edilmesi epey zordu. Geriye kaçılarak, kendisini gizlemiş bu ilginç cümleyi okumaya çalıştım. Parmak uçlarıma yükselmiş, başımı olabildiğince geriye atmıştım.
"Hic mortui vivunt, et muti loquuntur."
Kendi fısıltımı duymak, zihnimdeki köhne bir yeri kımıldatmıştı. Hatırlanmak isteyen bir anının çaresizliği gibiydi. Nitekim yalnızca bir kımıltıdan ibaretti.
Dalgın dalgın geriye çekildim. Kütüphanenin tam ortasına, ahşap ayakların yükselttiği kahverengi bir Dünya yerleştirilmişti. Odanın arkasına kadar uzanan, paralel bir şekilde sıralanmış kitaplıkların arasına girmiştim. Parmağımın ucuyla nazikçe Dünya'ya dokunarak, kendi etrafında döndürdüm.
Dudaklarıma farkında olmadığım bir tebessüm oturmuştu; yalnızca on gün çalışabildiğim ancak yine de her anından keyif aldığım, Yoldaşlar Kitabevi'ni anımsamıştım. Mustafa abinin her gün elinde tatlıyla içeri girerek zili çalışı; Uraz'ın yüzünü hiç terk etmeyen içten gülümseyişleri zihnimin zeminine dökülünce, içimi ağır bir burukluk sardı.
Dikkatimi dağıtabilmek için kitaplıkların arasına dalarak, rafları incelemeye koyuldum. Tüm kitaplar alfabetik bir sıraya göre yerleştirilmişti. Yavaşça yana doğru ilerlerken, elimdeki bezi rafın ucuna yerleştirmiştim; peşimden sürüklüyordum.
Kitaplığın sonuna varınca duvara asılmış ufak tabloya baktım. Birden kaşlarım çatıldı. Mustafa abinin odasındaki tablonun tıpatıp aynısıydı bu; aynı gökyüzünü, aynı tonlarını barındırıyordu. Yalnızca tek bir fark vardı; üzerinde hiçbir alıntı yoktu.
Zihnimin sokaklarında dolanırken ansızın yükselen bir gürültüyle yerimden sıçradım. Tuhaf bir sürtmeyi, sert bir çarpma sesi takip etti. Rafların arasından çıktığım esnada, tüm kütüphanede genç bir kadının sesi yankılanıyordu.
"Sana olan sadakatimi kanıtlamak için daha ne yapmam gerekiyor, anlayamıyorum," Kumral saçları beline serpilen, oldukça zayıf bir kadın konuşuyordu. Yüksek kitaplıkların önünde, geyiğin hemen altındaydı; karşısında sırtı bana dönük, uzun bir adam duruyordu. Birbirleriyle tartışıyorlardı. Orada öylece dikiliyor olmama rağmen kimse varlığımı sezmemişti. "Gelip görecek misin portreni? Lütfen gel bu sefer, lütfen. İsmini Ruhun Gözü koydum çünkü tıpkı senin gibi insanın ruhuna bakıyor. Nasıl yapıyorsun bunu, anlayamıyorum. Bu gözde insanı büyüleyen bir şeyler var."
Kadın gerçekten de efsunlanmış gibi bakıyordu karşısındakine. İnce kolunu nazikçe kaldırmış, adamın suratına uzanmıştı; ancak dokunamadı. Adeta yalvararak bakan gözleri attığım ufak adımın gürültüsüyle bana kayınca, ürkerek olduğum yere mıhlandım.
Havada kalan elini, ânın tüm büyüsü bozulmuş gibi yavaşça geri indirdi; sanki derin bir uykudan kalkıyordu. Kadının suratındaki şaşkın bakışlar adamın da dikkatini dağıtmıştı; hızla döndü, bana baktı. Kör gözü suratımı bulduğu an, içimden buz gibi bir esinti geçti.
Merih usulca bana dönerken, oradaki varlığımın sebep olduğu anlam karmaşası yüzüne de yansıdı; müthiş bir endişe ve kızgınlıkla dolmuştu. Odaya uzun boylu bir sessizlik girmişti. Kadın, ellerini Merih'ten çekmiş, bana doğru bir adım atmıştı.
"Sen kimsin?" Üzerimi turlayan iri gözler, ürkütücü derecede maviydi. Kıyafetlerimdeki farklılığın şüphe uyandırdığı belliydi; elimdeki mavi beze yadırgayarak bakıyordu.
Yanlış bir zamanda yanlış bir yerdeydim. Aceleyle kapıya yöneldim. "Çok özür dilerim verdiğim rahatsızlık için."
Kapıya varacakken, kadın avına pençesini geçiren bir yırtıcı gibi aniden kolumu yakaladı; uzun tırnaklarını tenime saplamıştı. Canımı yakma kaygısı bile gütmüyordu.
Hoyratça çekiştirip beni kendisine çevirirken, "Hadsiz köpek! Ne hakla buraya girersin?" diye bağırdı. Aniden havaya kalkan eli görünce korkuyla gözlerimi yumdum; ne yapacağımı şaşırmıştım.
Ancak beklediğimin aksine, hiçbir darbe gelmedi; yalnızca soğuk bir rüzgar çarpmıştı suratıma. Telaşla gözlerimi aralayınca Merih'in duvar gibi aramıza giren iri bedeniyle karşılaştım. Kadının bileğini kavrayan parmakları cesur bir çeviklikle darbeyi durdurmuştu.
Kendimi soktuğum durumun gerçekliğiyle baştan aşağı sarsıldım. Çünkü bu evde suratıma inen bir darbeyi bile durduramayacak kadar güçsüzdüm. Uraz haklıydı. Biz ufak insanlardık; telef edilmesi kolay olanlardık. Başkaları elinde tuttuğu gücü üzerimizde bileyebilsin diye, azalanlardık.
𓄅
En favori manyak karakterim Zeren sahalara indi, geliyor gelmekte olan kaoslar hjajhdjfd
Okuyan herkese çok çok çok teşekkür ederim. Zeren'in hastalığı ne sizce, varsa tahminleri almak isterim. 🤫 Salı günü bir sonraki bölümde görüşmek üzere hoşça kalııın. 🦌
Fiysa
1 Nisan 2023
19:03 |
0% |