Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8: ÜÇ RUH TEK BEDEN

@monafesa

Yorumlarınızı ve oylarınızı benimle paylaşırsanız çok mutlu olurum! 🥺 Biraz uzun bir bölüm oldu, şimdiden iyi okumalar. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederimm. 🥺

 

𓄅  

 

Yerleri sildiğim kirli bezi kovanın içine fırlatıp, doğruldum. Ağrıyan belimi ovalayarak, birkaç adım geriye kaçıldım; yeni odama göz gezdirdim. İki yatağın ortasındaki ufak pencere, tüm ihtişamıyla dikilen Şahoğlu Konağı'nı gözler önüne seriyordu.

 

Yatağa temiz bir çarşaf geçirmeme rağmen hâlâ bana ait gibi hissedemiyordum. Daha önce hiç birinin oda arkadaşı olmamıştım; bu zamana kadar birlikte uyuduğum kişi sadece Cemre'ydi. O öldükten sonra hep tek kişilik odalarda yaşamıştım; ama artık böyle bir imkanım yoktu. Eğer burada kalmak istiyorsam şimdiden bu yeni düzene alışmam gerekiyordu.

 

"Demre!"

 

Sude'nin sesiyle düşüncelerin içinden sıyrıldım. Evde bizden başka kimse yoktu. Her köşeye deterjan kokusu sinmişti. Hızlıca basamakları indiğimi görünce yerdeki kovayı eline aldı.

 

"Yarım saat gerideyiz. Kahvaltıyı fazla uzun tuttuk," Dış kapıyı açmış, soğuğu içeriye davet etmişti. Kovadaki suyu kapının önündeki ağacın dibine boşaltırken söylenmeye devam etti. "Cezalı olduğumuz için Meral abla kesin gelip kontrol eder. O esnada benim ahırda, senin de diğer müştemilatta olman lazım. Yoksa biteriz Demo."

 

"Tamam, buradaki iş bitti zaten. Gidebiliriz."

 

Doğrulup, birikmiş yorgunluğunu derin bir nefesle üfledi. Elindeki boş kovayı kenara bırakmıştı. Mayhoş bir şey içmiş gibi duran suratı, bana dönünce gevşedi.

 

Üstümdeki üniformayı süzerken, "Pantolon tam olmuş ama gömlekle kazağı büyük beden almışsın sanki," dedi. Kollarını geriye atarak esniyordu. "Küçük beden bulamadın mı?"

 

Omuzlarımdan düşen kazağa baktım. "Buldum da rahat hareket etmek için büyük beden aldım."

 

Yanıma gelip kapıyı çekti, üstünde temizlik malzemeleri bulunan ufak arabayı taş yola doğru çevirdi. "Böyle de güzel duruyor ama kazağın altından gömlek sarkıtmak yasak. Meral abla görmesin, haşlar valla," Arabayı eğimli yola çıkarırken, kısa bir bakış fırlattı. Yüzünde sevecen bir gülümseme vardı. "Ayrıca saçını daha sıkı toplaman lazım, kenarlardan çıkmasın öyle."

 

Yokuş aşağı peşinden giderken, ensemdeki tokayı sertçe çekip çıkardım. Tenimi kemiren ürpertici ayazın altında tepeden toplayarak perçemleri saçımın arasına kıstırdım.

 

"Arabayı sana vereceğim, müştemilatı temizledikten sonra orada bırakabilirsin," Aceleyle, rüzgardan uçan bezleri tuttu. Arabanın yanına geçip yönlendirmesi için yardımcı oldum. Resmen savrularak iniyorduk yokuşu. "Bir de bu yokuşu çıkarmakla uğraşmayalım, biz evlerini temizliyoruz bunu da onlar yapsın bir zahmet. Bu saatte kimse olmaz evde, rahat olabilirsin. Ayrıca sen sadece evden sorumlusun, bulaşıkları yıkamaya ya da eşyaları dürmeye kalkma. Eşek kadar adamların donlarını mı düreceğiz bir de?" Dudaklarımdan taşan gülüş, rüzgar tarafından savrulup gitti.

 

"Oğuz abiyle Merih abinin kaldığı ev burası mı?" Tam karşısındaydık; tıpkı bizim yaşadığımız yer gibiydi. Ama biraz daha küçüktü.

 

"Evet, bazen güvenlikten de gelip kalanlar oluyor. Ama normalde ikisine ait. Bu arada anahtar hep kırmızı saksının içinde olur." Kapının yanında duran büyük saksıyı işaret etmişti. Arabayı evin önüne kadar getirip, geriye kaçıldı. İkimiz de soluk soluğa kalmıştık. "Bak, ahır bu yolun sonunda kalıyor. Şu ağaçların arkasında da kümesler var, dün gelmiştin oraya hatırladın mı?" Başımı salladım. "Bu yol böyle uzuyor. Ağaçlardan gözükmüyor ama bostandan sonra golf sahası var. Gerisi zaten orman. Oraya kadar yürüyerek gidemezsin, bir atın yoksa tabii," Güldü, hınzırca göz kırptı. Ben de güldüm. "Neyse, üç saat sonra mutfakta buluşuruz. Unutma, sadece üç saat. Hadi kolay gelsin."

 

"Tamam, sana da kolay gelsin." Arabayı itekleyip kapıya yanaştırdım. Soğuk bir metal elime gelene kadar saksıdaki toprağı yoklamıştım. Çabucak kendimi içeriye atarken, Sude'nin çoktan gitmiş olduğunu fark ettim.

 

Tıpkı bizim evdeki gibi kısa bir koridordaydım. Portmantoda siyah bir ceket asılıydı. Kenarda duran terlikleri ayağıma geçirirken ellerimi omuzlarıma sürterek ısınmaya çalışıyordum. Üstümde hastalık öncesi bir ağırlık vardı.

 

Arabadan aldığım temizlik malzemelerini bir kenara bırakıp evin içinde dolanmaya başladım. Bizimkinin aksine ilk katta yalnızca iki adet kapı vardı; biri tıpkı Aylin'in odası gibi girişin sağındaydı. Tek kişilik yatak ve dolap dışında hiçbir eşya yoktu. Diğer kapı mutfağa açılıyordu; oturma odası ile birleşikti. Yokuşu görebilecek şekilde bahçeye bakan, boydan bir pencereye sahipti. Koyu renk iki büyük koltuk, ahşap bir kitaplık ve üzeri dağınık olan mermer sehpadan başka bir şey yoktu.

 

Süpürge sandığımın aksine kilerde değil, mutfağın tam ortasındaydı; öylece bırakılmıştı. Her köşede kullanılmış bir bardak vardı. Yerler kirli, etraf tozluydu.

 

Kollarımı sıvadım ve işe koyuldum; Meral Hanım'ın gözüne girebilmek için dip köşe her yeri temizleyecektim. Üstelik yalnızca üç saatim vardı; Sude'nin uyarılarına rağmen mutfağı da bu halde bırakamazdım. Sekizinci günün sabahı da bu evde uyanmak istiyorsam, çabalamam gerekiyordu. Bu yüzden bulaşıkları da yıkadım; koltukların üstüne fırlatılmış kıyafetleri de dürdüm.

 

İki uzun saatin sonunda üst kattaki odayı da bitirmiş, koridora çıkıyordum. Yalnızca karşı oda kalmıştı. Boynumu ovalayarak içeriye girdim. Yorulmuş ve bunalmıştım. Üstümdeki kazaktan kurtulup gömleğimin yakasını açtım.

 

Geniş, ferah bir odadaydım. İki kapaklı dolap, çift kişilik yatak ve büyük bir çalışma masası vardı. Komodinin üstünde ufak bir gece lambası duruyordu. Masanın tepesine siyah beyaz bir manzara resmi asılmıştı. Yatağın üstündeyse yeni yıkanmış kıyafetler vardı; elimdeki kazağı aralarına bıraktım.

 

Dakikalarca yerleri temizleyip etrafın tozunu aldıktan sonra, daha fazla dayanamayarak kendimi yatağa attım; burnuma hoş bir koku sürtmüştü. Bir süre beyaz tavanı seyrettim. Külçe gibi olmuştum; her tarafım ağrıyordu.

 

Başımı yana yatırıp geriye kalan tek işe, katlanmayı bekleyen kıyafetlere baktım. Henüz yarım saatten fazla vaktim vardı; kendimden hiç beklemediğim bir hızla bitirmiştim. Dalgın dalgın kıyafetlere bakarken deri bir ceket dikkatimi çekti; kolundan tutup havaya kaldırdım. Acı bir kahve rengindeydi; daha önce nerede gördüğümü hatırlaması pek de zor değildi.

 

"Demek burası senin odan."

 

Ceketi bırakıp önüme döndüm. Bir anda her şey çok anlamsız geldi; temizlediğim ev, yattığım yatak, tanıştığım insanlar. Bunca zorluğun bir sonucu olacak mıydı? Bilmiyordum. Artık ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Yoksa Uraz haklı mıydı?

 

Altı sene önce gördüğün basit bir yüzükten böyle iddialı bir çıkarım yapman hiç mantıklı değil.

 

Sesi kulaklarımda çınlıyordu. İçimde boğucu bir sıkıntı kabardı. Dertlerimden kurtulmanın tek yolu buymuş gibi, gözlerimi yumdum. Annem burada olduğumu bilseydi ne düşünürdü? Acaba beni hiç düşünüyor muydu? Döndüm, cenin pozisyonunu aldım. Yatak öylesine rahattı ki.

 

Sakın var olmayan bir cinayetin kurgusuna kendini kaptırma. Önüne bak. Cemre böyle yapmanı isterdi.

 

Cemre gerçekten böyle mi yapmamı isterdi? Kendi elleriyle boynuna düğüm atmış olamazdı. Biliyordum. Ölüme bu kadar cesur bakamazdı. En sevdiği meyveyi tattıktan sonra kendisine mübah gördüğü son bu olamazdı.

 

Yoksa yanılıyor muydum? Altı senelik bir ölümü aramakla hata mı yapıyordum? Kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı, öyleyse beni korkutan neydi? Uraz'ın da dediği gibi başka bir yerde daha iyi bir hayata sahip olabilme ihtimaliydi.

 

Uzaklarda çınlayan kuşların sesi ninni gibiydi. Odada çelimsiz, hoş bir koku vardı. Üzerime ağır bir rehavet çökmüştü.

 

Yatağın titremesiyle sıçrayarak uyandım. Neredeyim? Açık duran kapıdan karanlık koridoru gördüm. Hızla doğruldum, oturdum. Gerçekten uyumuş olamazdım. Afallayarak pencereden dışarıya baktım; hava resmen kararmaya yüz tutmuştu. Masanın üstündeki saat gözüme ilişti.

 

"Altı mı?"

 

Korkuyla ayağa kalktım; bir saattir uyuduğumu kendime inandırmak ister gibi mahmur gözlerle yatağa bakındım. Nasıl uyuyakalabilirdim? Dağılan saçımı, dışarı çıkan gömleğimi düzeltip telaşlı telaşlı kıyafetlere uzandım ve katlamaya başladım. Yalnızca yarım saat geç kalmıştım, yetişebilirdim.

 

"Aptal, aptalsın Demre!"

 

Kıyafetleri ayırarak yatağın üstünde biriktirirken, aynı titreşim tekrar odayı doldurunca birden ürktüm. Bu gürültünün rüyamın bir parçası olduğunu zannetmiştim. Kımıldamadan durup, sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Yatak mı titriyordu? Elimi çarşafın üstüne koydum. Gerçekten de titriyordu. Yatağın içinde telefon vardı.

 

Omuz silktim ve tekrar işime döndüm. Zaten bir müddet sonra telefon da susmuştu. Deri ceketi silkeleyerek, arkamdaki büyük dolabı açtım. Esintiyle birlikte suratıma yine aynı koku çarptı. Parfüm gibi yapay bir koku değildi bu; kendi tenine has bir kokuydu. Yatağına bile sinmişti.

 

Ceketi diğerlerinin yanına asarak dolabı geri kapattım. Tam kıyafetleri katlamaya geri dönmüşken yatak tekrar titremeye başladı ve beni yine irkiltti. Her kimse çok ısrarcı arıyordu. Gömleği bırakıp yatağın çevresinde dolanarak karşıya geçtim; bir yandan da elimle yoklayarak titreşimin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum. Nitekim birkaç saniye içinde bulmuştum; yastığın hemen kıyısındaydı. Elimi yorganın altına soktum ancak telefonu bulamadım. Zar zor yatağın ucunu havaya kaldırarak, yere eğildim. Ufak, eski bir cihazdı ve ekranı kırıktı. Üstündeki yükün kalkmasıyla gürültüsü iyice odayı doldurmuştu.

 

Uzanıp elime aldım; her titreşimle birlikte kalbim de kasılıyordu sanki. Telefonu elimde evirip çevirirken, bir yandan da kapıyı kolaçan ediyordum. Evde benden başka kimsenin olmadığını bilmeme rağmen yakalanma korkusuyla dolmuştum. Her tarafından darbe almıştı. Kırık ekranın üstünde Gizli Numara yazıyordu. Ne yapacağımı düşünürken, birden hat düştü; tüm bildirimler ufak ekrana sıralandı.

 

"On cevapsız arama mı?" Yavaşça aşağıya doğru kaydırdım. Bildirimlerin hepsi aynı kişinin cevapsız çağrılarıydı. "Niye telefonunu yanında taşımıyorsun Merih?"

 

Sesli düşündüğümün farkında değildim. Zamanımın azaldığını hatırlayarak, telefonu yerine geri koymaya karar verdim. Yatağın altına uzandım ancak henüz bırakamadan tekrar titremeye başladı. Yine aynı kişi arıyordu; düşünceli düşünceli dudağımı dişledim. Ardından içimde kabaran hınzır bir merakla çağrıyı yanıtladım. Yavaşça telefonu kulağıma yaklaştırdım; gözüm kapının üstündeydi.

 

Sessizce bekliyordum ancak kimse konuşmuyordu. Nefes alışlarını duyabiliyordum. Hatta birisi vardı ama tek kelime dahi etmiyordu; o da benim gibi bekliyordu. Neredeyse on beş saniye süren bu gergin sessizlik, karşı tarafın aniden telefonu kapatmasıyla son buldu. Korkuyla ekrana baktım. Çağrıyı başka birinin yanıtladığını anladığını için mi konuşmamıştı? Eğer gerçekten anladıysa Merih'e söylemesi kaçılınmazdı.

 

Düşüncelere boğulmuşken aşağıdan gelen garip bir gürültüyle irkildim. Ağır bir kapının kaydırılması gibi, tuhaf bir sürtme sesiydi bu. Telaşla telefonu yerine fırlattım. Yatağı düzeltip, dışarı çıkan çarşafı hızlıca altına sıkıştırdım. Sendeleyerek ayağa kalktım. Elim ayağıma dolanmıştı; ne yapacağımı şaşırmıştım. Aşağıda dolanan adımlar birden merdivenleri tırmanmaya koyulunca panikle ileriye atıldım. Tam odadan çıkacakken birden vazgeçtim, geri döndüm. Merdivende karşılaşmak daha mantıksızdı. İş yaparken yakalanmanın daha makul olduğuna karar verip yatağın ucuna iliştim. Kalbim öylesine hızlı atıyordu ki duyulmasından korkmuştum. Gömleklerden birini elime almış ağır ağır katlıyordum.

 

Aceleyle atılan sert adımlar, bir anda kesilmişti. Dönüp kapıya baktım ancak kimseyi göremedim; gelen her kimse, içerde yabancı birisinin olduğunu anlamış ve duraksamıştı. Önüme döndüm, işimi yapıyormuş gibi davranmaya devam ettim. Belli belirsiz bir kımıldanma oldu.

 

"Sen kimsin? Yanlış oda."

 

Nefesimi tutarak arkamı döndüm. Karanlığın kıyısında dikilen Merih, gözlerimiz birleşince gevşedi; ancak ben çok daha büyük bir paniğin pençesine saplanmıştım. Hayretle elinde tuttuğu tabancaya bakarken, farkında olmadan geriledim. Açıkça sergilediğim korkuya rağmen silahı gizlemeden içeriye girdi. Yavaşça emniyet kilidini kapatırken gözlerini üstümden ayırmadı.

 

"Ne işin var burada?" Önce elimde tuttuğum gömleğe ve yataktaki kıyafetlere, ardından telefonun gizlendiği köşeye baktı. Sonra hızla beni buldu. Bir anda öylesine öfkelenmişti ki kör gözünde bile alevler belirmişti. "Cevap versen iyi olur."

 

"Evi temizlemek için geldim, en son burası kaldı."

 

"Niye bu saate kadar sürdü? Çoktan gitmiş olman gerekmiyor muydu senin?" Asabiyetle sorduğu soru pek yanıtlanabilir gibi değildi. Gergin ve sinirli duruyordu. Gömleğinin düğmeleri açılmış, boynundaki kravat gevşetilmişti; zor geçen bir günün izleri vardı üstünde.

 

Hiçbir cevap veremediğimi görünce aniden üzerime gelerek aramızdaki mesafeyi kapattı. Gömleğini sökercesine elimden alıp yatağa fırlattı. Sertçe üflediği nefesinin içinden ismim taşmıştı. "Demre.." Öylesine hiddetli bakıyordu ki onunla tanıştığım ilk günden bile daha ürkütücüydü. "Şu anda beni ne kadar zorladığını tahmin edemezsin." Yine hiçbir karşılık veremedim. Sessizce suratına bakıyordum. "Hiç olmadık yerlerden çıkıyorsun. Israrla kendinden şüphe ettiriyorsun. Amacın ne senin?"

 

Geriye kaçılarak öfkesinden uzaklaşmak istedim ama müsaade etmedi; ben gerileyince, o da ilerledi. Bir işler çevirdiğimi anlamıştı. Kapana kıstırmaya çalışır gibi üzerime geliyordu.

 

Panikleyerek konuyu değiştirmeye çalıştım ve büyük bir hata yaptım. "Nasıl girdin sen eve? Tuhaf bir gürültü duydum, kapı sesine hiç benzemiyordu."

 

Çatık kaşları gevşedi, hafifçe havalandı. Haddimi bu denli aşabilmem onu şaşkına çevirmişti sanki. Elindeki silahı usulca beline kıstırırken, "Ne anlatıyorsun kızım sen?" dedi. Kızgındı ama nasıl beceriyorsa sesi dengeli ve sakindi. "Nasıl girmişim, kapı sesi duymamışmış. Bana bak," Sanki ona bakmıyormuşum gibi uyardı. Neredeyse karanlık olan bir odada gözlerine bu kadar yakından bakmanın beni korkutacağına emindim. Ama şaşırtıcı bir şekilde korkmuyordum. Aksine gözlerine bakmak içimde tuhaf bir hayranlık uyandırıyordu ve bu his garip bir şekilde hoşuma gidiyordu. "Sende bir şeyler var belli. Yakında ortaya çıkar kokusu."

 

Birden yakalanmaktan korktum. Karşımdaki adamın beni ürküten tek özelliği kıvrak zekâsıydı. Daha ben ne olduğunu anlayamadan bütün düğümlerimi çözebilir gibiydi. Eğer gerçek amacımı öğrenirse, bu benim sonum olurdu. "Seni dün de uyardım, kendi iyiliğin için kurallara uy dedim. Bir gün kütüphanedesin, bir gün evimde."

 

Çekinmeme rağmen sinirli bir şekilde sordum. "Niye? Evine de mi girmek yasak?"

 

"Bu saatte evet," Gözlerinde hınzır bir parlaklık belirmişti. Birden başını omzuna yatırarak alayla mırıldandı. "Bu eve bu saatte sadece belli bir amaçla girerler."

 

Soğuk bir tonla, "İşimin temizlik olduğunu unuttun herhalde?" diye sordum. Kışkırtmalarını görmezden geldim. Ama yine de yaptığı ima utanmama ve kızmama sebep olmuştu.

 

"Bu bir şeyi değiştirmiyor." dedi ve omuzlarını silkti. Dudaklarına tatlı bir tebessüm oturmuştu.

 

"Öyleyse neyi ima etmeye çalışıyorsun?" Kollarımı göğsüme doladım. Tepkimi duruşuma yansıtırken, ilgiyle beni izledi. Sorduğum soruyla birlikte ciddileşmişti.

 

Yorgun denebilecek bir nefes aldı. "Kitapçı kız," Doğrulmuş, ellerini cebine sokmuştu. Sitemli bakıyordu artık; dudaklarındaki gülümseme gitmişti. "Hiçbir şeyden haberin yok belli ki. Kendi iyiliğin için yaptığım uyarıları dikkate al. Bu ev sandığın kadar güvenilir bir yer değil."

 

"Ne demeye çalışıyorsun anlamıyorum ama," Hışımla geriye çekildim; bu sefer üstüme yürümedi. "Önce gizli işler çevirdiğimi söylüyorsun ardından tuhaf ve çirkin imalarda bulunuyorsun. Ayrıca hiç güvenilir bir yerde olmadığımı sayende daha iyi anladım, evde resmen silahla geziyorsun." Birden gülünce tüm çehresi aydınlandı; başını eğmiş, yavaşça sağa sola sallamıştı. Şaşkınlık içinde onu izlerken, kızgınlığım daha da arttı. "Burada olmamın sebebi de gayet açık. Kendi pisliğini bile temizleyemeyen otuz yaşındaki adamların arkasını topluyorum. İşim bu."

 

Başını kaldırdığında hâlâ gülümsüyordu ama artık keyifli değildi. Gergin bir şekilde sakalını sıvazladı. "Daha iki gündür buradasın ama şimdiden bu kadar nefret mi ettin yaptığın işten?" Yine kurnazlığını kullanmaya başlamıştı; beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. "Bir süreliğine katlanmak zorunda olduğun bir işmiş gibi konuşuyorsun."

 

Sinirli bir şekilde gülünce, o da gülümsedi. Beni kışkırttığının farkındaydı ve apaçık bundan keyif alıyordu. "İşimle hiçbir problemim yok. Tuhaf çıkarımlarını dinleyerek daha fazla vakit kaybedemem Merih."

 

Sert bir karşılık verdi. "Abi. Evdekilere saygını koru."

 

Bu ani çıkış, konuşmanın noktalanmasına sebep oldu. Hiçbir karşılık vermedim. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı yeni fark ediyordum. Saatlerimi harcadığım emeği, Meral ablaya söyleyeceği tek bir cümleyle altüst edebilirdi. Merih'in üzerinde bıraktığım kötü izlenim, diğerlerini de kötü etkileyecekti. Bense karşısına geçmiş kendisine laf yetiştiriyordum.

 

Gözlerimi kaçırdım ve kendimi yenmeye çalıştım. Sessizce, tam karşımda duran gevşek kravata bakıyordum. Her ne kadar bir karşılık vermek istesem de yapamayacağımı anlamıştım. Boyun eğmek zorundaydım.

 

Derin bir nefes alarak doğruldum. Tekrar beni izleyen gözlere yükseldim. "Haklısın, özür dilerim Merih abi. Daha ikinci günüm, hâlâ işi öğrenmek için çabalıyorum. Bir dahaki sefere daha dikkatli olacağım."

 

Aniden sönerek durgunlaşan ses tonum ve tavrım kuşkulandırmıştı onu. Tek kaşı hafifçe kalkarken, dudaklarındaki gülümseme genişledi; sanki oynadığım basit oyunun zaten farkındaydı. "Öyleyse neden geldiğimi duymana rağmen ses çıkarmadın?"

 

Israrla irdelemesine karşı hayretle dolsam da duygularımı dizginlemeye çalıştım. Asıl telefonundaki çağrıyı yanıtladığımı öğrendiğinde ne olacaktı, düşünmeye korkuyordum. "Çünkü birisinin geldiğini anlamadım."

 

Dudaklarındaki gülümseme suratına o kadar yakışmıştı ki olduğundan daha yakışıklı gösteriyordu onu. Benim aksime o gözlerini hiç kaçırmıyordu. Neden ilk gördüğümde korkmuştum ki bu gözlerden? Farklı olan şeyler niye insanları ürkütürdü? Oysaki çok güzellerdi.

 

"Az önce kapı sesini duyduğunu söylemiştin." Kinayeli sesini duyunca düşüncelerimden sıyrıldım.

 

"Evet ama ne olduğunu tam anlayamadım," Yavaşça bir adım daha geriledim. Bir an önce buradan gitmek en doğrusuydu. Ya telefon tekrar çalarsa, o zaman ne olacaktı? Nasıl bir tepki verecektim? Telaşlanarak söze devam ettim. "Sen bana saldırınca ben de sana saldırdım. Kapı sesine benzemiyordu derken sataşıyordum sadece. Oldu mu? Artık eve dönmem gerek, saat geç oldu."

 

Apar topar kapıya yöneldim. Henüz birkaç adım atabilmişken, "Bana bak," dediğinde durmak zorunda kaldım. Yanıma sokuldu, üzerime eğildi. Kokusu resmen buram buramdı. "Güldük eğlendik ama," Yüzü biraz ötemdeydi; artık gülümsemiyordu. "Beni kandırabileceğini zannediyorsan yanılıyorsun, kitapçı kız. Neler kurcalıyorsun bilmiyorum ama işin rengini değiştirme." Alev gibi yanan nefesi tenime çarptı. "Sonra ola ki bir gün önüme düşersin, hiç acımam ezerim. Düşmemeye bak."

 

Tenimdeki nefesten ürpererek geriye kaçıldım. Açıkça beni tehdit etmesine rağmen niçin hâlâ karşımdaki adamdan korkmuyordum? Oysaki cesur biri de değildim, çabuk ürkerdim. Güvenmiyordum ancak bana zarar vereceğine de inanmıyordum. Yalnızca yakalanmaktan ve yolun sonuna ulaşamamaktan korkuyordum. İlgiyle beni süzen gözlere baktım. Bir gün amacımı anladığında tıpkı onun yaptığı gibi ben de onu ezebilir miydim? Yolun sonuna başkalarını ezerek varılıyorsa eğer, ezmek zorundaydım.

 

Tek kelime etmeden hızlıca odayı terk ettim. Koşar adımlarla merdivenleri indim, ayağımdaki terlikleri fırlatarak çıkardım. Kendimi evden dışarıya attım. Soğuğu yararak yürüyordum. Hava neredeyse kararmış, dolunay en tepedeki yerini almıştı. Arkama bakmaya cesaret dahi edemeden, yokuş boyunca koştum; sonunda mutfağın arka girişine vardığımda nefes nefes kalmıştım. Eğilerek dizlerime tutundum ve sakinleşmeyi bekledim. Yine titremeye başlamıştım; birbirine dolanan parmaklarla gömleğimin açık yakasını ilikledim. Ardından dört basamaklı merdiveni tırmanıp kapıya uzandım ama açamadım, kilitliydi. Hafifçe tıklattım fakat kimseye sesimi duyuramadım; içerde telaşlı bir koşuşturma vardı.

 

Merdiveni geri inip, evin ön tarafına doğru yürüdüm. Henüz bahçeye yeni varmışken, sertçe kapanan araba kapılarıyla duraksadım. Yokuşa park edilmiş siyah arabadan iki karartı iniyordu. Kim olduklarını anlamak mümkün değildi. Onlardan önce eve girebilmek için hızlandığım esnada gürültülü bir fısıltının, "Demre!" demesiyle, şaşırarak durdum. Arkamı döndüm.

 

Bir anda gecenin içinden koşan Dilara, yanı başımda belirdi. "Demre, dur. Tan Bey varken gidemezsin, kenarda bekle."

 

Telaşla kolumu tutmuş ve beni kendi hizasına geriletmişti; yaklaşan iki karartının yolundan çekilmiştik. Uyarısını dinleyerek sessizce beklemeye başladım; tıpkı onun gibi ellerimi önümde birleştirmiş, omuzlarımı daraltmıştım. Belli ki bu eve korkuyla kazanılmış bir saygı hakimdi. Çalışanlara durduğu yeri hatırlatan tutumlar mevcuttu; ki bu da düşündükçe evin sakinlerinden daha az hazzetmeme yol açıyordu.

 

Girişe yaklaştıkça gecenin içinden sıyrılan ve konağın ışıklarıyla aydınlanan silüetler gitgide daha da belirginleşti. Bastonunu yere vura vura ilerleyen yaşlı adam, önümüzden geçerken yan gözle bize baktı. Dilara'nın eğik duran başının aksine benimle göz göze gelebildiği için şaşırmış gibiydi. Ancak başka bir tepki göstermedi; tekrar önüne döndü ve hiç duraksamadan yoluna devam etti. Suratında beni tanıdığına dair hiçbir emare yoktu.

 

Arkasından onu takip eden uzun boylu adam apaçık bir merakla bizi süzüyordu; ancak duraksamadan yürümeyi sürdürdü. Saçları dağınık, sakalları uzundu. Gömleğinin önü göğsüne kadar aralanmıştı, bir eli cebindeydi. Koyu gözleri hızla beni buldu; yeni gördüğü bu yabancı sima dikkatini çekmiş gibiydi. Yoğun bir ilgiyle bakıyordu.

 

Diliyle tuhaf bir ses çıkararak, "İyi akşamlar çıtırlar," dedikten sonra arsızca göz kırptı ve önüne döndü. Tasasız adımlarla Tan Bey'in peşinden giderken, çaldığı tiz ıslık da arkasından sürükleniyordu. Dilara sertçe nefesini üflerken, sonunda duruşunu gevşetebilmişti. Tan Bey gerçekten beni tanımamış olabilir miydi? Bir nebze de olsa rahatlamıştım ancak hâlâ endişeliydim.

 

Peşindeki adamla eve giren Tan Bey'in ardından bakarken, "Meral abla seni sordu, neredeydin?" dedi.

 

"Müştemilattaydım, işim biter bitmez hemen çıktım," Uyuyakaldığım aklıma gelince utançla dolmuştum.

 

Üstümdeki gömleği çekiştiren Dilara, kaygıyla, "Bu soğukta neden gömlekle geziyorsun?" diye sordu. Afallayarak üstüme baktım; ben de bilmiyordum. Kazağım neredeydi? Henüz düşünmeye fırsat bulamadan elimi tutarak beni arka tarafa yönlenirdi. Soğuğun kıyısından geçtik ve mutfak kapısına sokulduk.

 

Farkında olmadan, mırıldandım. "Çok aptalım."

 

Kapıyı çekerken şaşırarak bana baktı. "Niye ki?"

 

Kendime olan kızgınlığımın dışardan duyulduğunu fark edince, hızlıca silkelendim. Kazağımı Merih'in yatağında unuttuğumu asla söyleyemezdim. Bu yüzden sıcağın koynuna girerken, "Geç kaldım ya, o yüzden," dedim, konuyu değiştirdim. Yalan sayılmazdı; gerçekten de geç kalarak aptallık etmiştim.

 

Anlayışla gülümsedi. "Ne olacak sanki! Biz arkanı kollarız, Demo."

 

Buram buram aş kokan mutfaktaki telaşın içine girdiğimizde, kızları masada otururken bulduk. Yapılan yemeklerin konulduğu zengin bir sofranın çevresine sıralanmışlardı. Evin sakinlerine servis yapabilmek için koşuşturan Sinem ve Ece dışında herkes oturuyordu.

 

Üstünde dumanı tüten çorba kaselerini tepsiye koyan Ece, asabi bir şekilde, "Nerde kaldın, Dilara?" diye çemkirdi. Alnında minik ter damlaları birikmişti. "Çöp atmaya Fizan'a gittin herhalde? Çorbaları servis et, hadi."

 

Aceleyle yardıma giden Dilara, "Demo'yu gördüm, az kalsın Tan dedeyle bizim Kemre'nin önünden eve girecekti, son anda yakaladım valla," diyerek, masada oturan kızlara anlattı.

 

"Demre gel, otur." Eliyle sandalyeyi gösteren Aylin'in yanına oturdum. Tam karşımda duran Buket hoş geldin dercesine, önüme boş bir tabak koymuştu. Yanında oturan Aslı sessizce çorbasını yudumluyordu.

 

Gülerek, "Kemre'yle tanıştın yani, öyle mi?" diye soran Sude'ye baktım. Yanlış duyup duymadığımdan emin olmaya çalışırken, masadaki herkes gülmeye başladı.

 

"Kemre mi?" diye sordum, afallayarak.

 

Tepsideki kaseleri götürmek için hazırlanan Dilara, kendi kendine kıkırdadı. "O kadar yakışıyor ki ona bu isim!"

 

Kısa bir ara verip masanın ucuna oturan Sinem alelacele çorbasını içmeye koyuldu. Mutfağa sohbetin doğurduğu bir uğultu çökmüştü. Masadaki neşeli dalgalanmaya, "Kemre ne demek ki?" sorusuyla dahil olmaya çalışıyordum.

 

"Tezek demek."

 

Birden eşikte beliren Meral Hanım, masadaki şamataya keskin bir bakış fırlatmıştı. Dışardan taşıdığı serin havayı üzerimize estirmek ister gibi hızlıca ocaklara doğru yürüdü. Bir yandan da söyleniyordu. "Harikasınız ya. Ben yeni çalışana bir şeyler öğretin diyorum, siz ev sahibine taktığınız saçma rumuzu öğretiyorsunuz. Ya yanlışlıkla adamın yüzüne Kemre diye hitap ederse, o zaman ne olacak?"

 

Büyük bir kahkaha tufanı doğuracağını düşünmeden sorduğu soru, istemsizce Meral Hanım'ı da güldürmüştü. Kızlar bu ufak hatayı yapmam için bana yalvarmaya başlayınca, tekrar ciddiyete bürünmek zorunda kaldı. Haşince gürültüyü ortadan kesti. "Yeter, tamam. Sesiniz içeriye gidince azarı ben yiyorum. Edebinizle yiyin yemeğinizi."

 

"Onlar gibi düşman mı kesilelim birbirimize?" Sude, önündeki salatadan tabağına koyarken içine içine konuştu. Saçı aşağıya kaymış, ensesine düşmüştü. Günün yorgunluğunu gösteren perçemleri suratına dökülüyordu. "Ne yapsak laf ediyor zaten Belkıs teyze ve biricik kızı Zeren. Tencere kapak gibiler."

 

İşaret parmağını dudağına bastırarak susamasını söyleyen Meral Hanım, gözlerini belertmişti. Masanın etrafından dönerek Sude'nin arkasına yanaştı. Tam bu esnada içeriye giren Mercan'a eliyle kapıyı örtmesini işaret etmişti.

 

"Sen önce şu saçlarını topla," Tokasını çıkarıp saçlarını salarken, kaçılmaya çalışan Sude'yi omuzlarından tutup kendisine geri çekti. Uzun saçları parmaklarıyla tarayarak nazikçe toplamaya koyuldu. "Ayrıca ben kızlarıma laf ettirmem. Sus da önündeki yemeği ye artık."

 

Kendisine tabak hazırlayan Mercan, Buket'le Aslı'nın arasına sokulmuştu. Ara sıra birilerinin söylediği şeylere gülmek dışında pek konuşmuyordu. Sude'nin saçını düzgünce topladıktan sonra salonu kolaçan etmek için yanımızdan ayrılan Meral Hanım, gerisinde alevlenmeye hazırlanan koyu bir sohbet bıraktı.

 

"Dur tahmin edeyim," dedi Ece birden. Alnını peçeteyle silmiş, ferahlayabilmek için yakasını açmıştı. Yeşil gözleri bana çevrilmişti. "Sana çıtır diye seslenmiştir kesin."

 

"Başka söz mü biliyor sanki?" Dilara kendisini tasdikleyince, herkes güldü. Yalnızca Mercan tepkisizdi.

 

"Herkese böyle mi hitap ediyor?" diye sordum, dumanı tüten çorbadan başımı kaldırarak.

 

"Herkese değil, sadece gerçek çıtırlara," Dudağına bulaşmış yemeği silen Sude, sesi boğuk çıksa da konuşmayı sürdürdü. Alayla başladığı cümleyi ciddiyetle bitirmişti. "Kendisi avukat ama hiç çalışmıyor. Eve de pek sık gelmez ama geldiği zamanlar etrafta sinsi sinsi dolaşıp bize sataşır, rahatsız eder.."

 

"Taciz eder desene sen şuna!"

 

Sinem'in çıkışı üzerine tüm başlar hoşnutsuzca sallandı. Mercan hâlâ suskunluğunu koruyordu. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın der gibi bir tavrı vardı.

 

"Peki neden şikayet etmiyorsunuz? Meral Hanım bilmiyor mu?" Duyduklarım karşısında sinirlenmiş, hiç tanımadığım bir adama karşı şimdiden kin gütmeye başlamıştım.

 

Aylin umarsızca omuzlarını silkti. "Kimi kime şikayet edeceğiz ki? Hiçbir şey değişmiyor. Meral abla da biliyor ama onun da elinden bir şey gelmiyor, önlemler almak dışında. Sen onun uyardığına bakma, Kemre dememiz hoşuna gidiyor."

 

"Ama kendisiyle baş etmenin yollarını da bulduk sayılır," Masadaki boş çorba kaselerini toplayan Dilara, gururlu bir sesle mırıldandı. "Genelde akşamları eve geliyor, o varken tek gezmiyoruz. Sen de denk gelirsen eğer yolunu değiştir, Demre. Hiç uğraşılacak biri değil."

 

Önümdeki kaseyi ona uzatırken dalgın dalgın sordum. "Bu iki kardeş neden bu kadar anormal?"

 

Masadaki herkes gülünce mutfağı bir ses furyası doldurdu. Mercan sessiz olmamız için uyarsa da onun da dudakları kıvrılmıştı. Bu cesur yorum bana olan ilgisini arttırmış gibi, artık merakla bakıyordu.

 

Sude fısıldayınca ona döndüm. "Sadece onlar değil ki! Hepsi manyak bunların," Mercan ısrarla onu susturmaya çalışsa da kale alınmadı. "Emin ol bu bir haftada neye uğradığını şaşıracaksın. Eğer kalamazsan çok da üzülme, çalışacak daha güzel bir yer bulursun. Bir süre sonra bu manyakların arasında sen de manyak oluyorsun çünkü." Başıyla kızları gösterdi. "Bakma sen biz de manyağız."

 

Mercan'dan sert bir azar yiyince yüzünü buruşturarak onu taklit etti. Pişkin pişkin gülen Dilara, "Mercan ablamıza bir papatya çayı gelsin hemen," deyince, Buket ile Aslı kesik kesik güldü. Mercan masadan kaptığı kirli peçeteyi öfkeyle onlara doğru fırlattı.

 

Farkında olmadan, tüm yaygarayı kesecek bir söz söyledim. "Ben zaten gidecek başka yerim olmadığı için buradayım."

 

Birbirine değen sessiz bakışlar en sonunda bana çevrildi. Fazla derin bir itiraf olduğunu anlayıp, utandım. Başımı önüme eğmiş tabağımla ilgilenirken, yüzüme yumuşak bir esinti çaptı. Cemre masa boyunca yürüyerek karşıma geçerken, o tanıdık gülüşüyle de kulaklarımı çınlattı. Sinem'in tam arkasında durmuş, kollarını kendisine dolamıştı.

 

"Kendine yeni aile mi ediniyorsun abla?" Ona bakmaktan kaçınarak, bulunduğum âna odaklanmaya çalıştım. "Buraya kanımı yerden temizlemek için gelmedin mi? Ne kadar kolay aile buldun kendine. Gerçekten anneme çekmişsin."

 

"Ne olursa olsun, senin de bu sofrada bir tabağın var artık," Yanıma gelerek ellerini omzuma koyan Dilara, hafifçe sıktı. Diğerleri de ona katıldığını belli etmek ister gibi, başlarını sallıyordu. Cemre yoktu, gitmişti. Hâlâ zihnimde yankılanan sesin ağırlığıyla konuşmayı beceremedim, yalnızca gülümsedim.

 

Tam bu esnada kapı tekrar açıldı ve Meral Hanım'ın yüzü belirdi. Sessizlik şaşırmasına neden olmuştu. Kaşlarını kaldırarak, kısık gözlerini üzerimizde gezdirdi.

 

"Ne bu sessizlik?" Mercan tabağıyla birlikte kalkıp, lavaboya yürüdü. Halletmesi gereken işlerden dem vurup, asık bir suratla mutfaktan ayrılmıştı. Tekrar ilgisini bize çeviren Meral Hanım, hafifçe ellerini çırptı. "Hadi bakalım, yediyseniz kalkın. Kızlar toplasın da sonra dinlensinler. Bu arada," Etrafında dönerek aradığı kişiyi bulmaya çalıştı. Tabakları yıkayan Dilara'yı görünce, ona doğru sokuldu. "Dilara bırak onu, Zeren Hanım ve doktoruna kahvelerini götür. Gerisini kızlar halletsin."

 

Masadaki tabakları topladığımı gören Sude, gülerek yanıma geldi. Kolumu tutup, beni Meral Hanım'dan uzağa sürükledi. "Bırak sen, bizim işimiz değil burası. Zeren Hanım'ın seansı başlayacak birazdan, yani kıyametin kopmasına az kaldı."

 

Kaşlarımı çattım. "Nasıl yani? Neden kıyamet kopuyor?"

 

Parmağını dudağına götürerek, susturdu beni. Buket ve Aslı'yla aralarında sessiz bir bakışma geçmiş, beni de peşine takarak onların arkasından çıkışa doğru yürümüştü. Tam kapıyı açmış bahçeye adım atacakken, Meral Hanım'ın sesiyle duraksamak zorunda kaldım. Benimle birlikte, Sude de durdu.

 

"Demre, bugün temizlik nasıl gitti? Oğuz ve Merih'e soracağım memnun kaldılar mı diye."

 

Kendimden emin gözükmeye çalışarak, omuzlarımı dikleştirdim. "Ellenmedik köşe bırakmadım Meral Hanım. Eminim ki memnun kalacaklardır."

 

"Ben gördüm nasıl temizlediğini, dip köşe giriyor valla hiç affetmiyor," Fikri sorulmadan konuşmaya dahil olan Sude, Meral Hanım'dan ters bir bakış yedi. Ancak bu ikazı pek umursuyor gibi durmuyordu.

 

"Yorumun için teşekkürler, Sude. Gidebilirsiniz."

 

Birlikte dışarı çıkarak soğuğun pençesine saplandık. Ağaçların diplerine konulmuş çiğ ışıkların uzanamadığı her yer, kadife bir karanlıkla örtülmüştü. Önden çıkmış olan Buket sessizce duvar kenarında dikiliyordu.

 

Yanına vardığımızda, Sude ellerini oynatarak sesli bir şekilde sordu. "Aslı nereye kaçtı hemen?" Kınarcasına, durduğumuz yerden gözüken eve bakıyordu. Aşağı katların ışığı yanarken, bizim oda tamamen karanlığa gömülüydü.

 

Üzerindeki cekete sarılmış olan Buket, gönülsüzce ellerini cebinden çıkarıp kımıldattı. Sessiz kelimeleriyle birlikte ince dudakları da oynamıştı.

 

Eve gitti, yorgunmuş.

 

"Neyse zaten sığması zor oluyordu," Çenesiyle beni gösterdi. Buket gülümseyerek bana baktı. "Demo da aramıza katıldı artık."

 

"Nereye sığmaya çalışıyoruz?"

 

Sorum ikisini de güldürdü; belli ki Buket dudak okumada ustaydı. Konuşunca direkt dudaklarıma odaklanıyordu; bu yüzden kelimelerin ağzımda yuvarlanmaması için özen göstermeye başladım.

 

Sude yalnızca, "Gidince görürsün." demekle yetindi. Daha fazla sorgulayamadan ön kapının açıldığını işittik. Sude hızla koluma asıldı, tekrar içeriye sürükledi beni. Sadece Sinem, Dilara ve Ece'nin bulunduğu mutfağa girdiğimizde, benim dışımda herkes neler olduğunun gayet farkındaydı. Dilara hazırladığı kahveden başını kaldırıp bizi görünce neşeyle kıkırdadı. Sinem'in çehresi koyu bir heyecanla aydınlanmıştı. Yalnızca Ece bulunduğu ortamdan pek memnun durmuyordu; her an söylenmeye başlayacak gibiydi.

 

Nitekim öyle de oldu. "Bak bugün aylar sonra ilk kez Beren gelmiş, başınıza bela almayın. Meral abla bu sefer affetmez."

 

"Kendisi görmedikçe ne sorun çıkabilir, Allah aşkına? Belkıs teyze dışarda, Tan dede bu saatten sonra aşağıya inmez zaten," Eğlenceyi bozmaya çalıştığı için bozuk atar gibi konuşan Sude, yarım saat önce oturduğumuz masaya kurulmuştu. Yavaşça yanına geçip ben de oturdum. "Ayrıca biz de aylardır Beren'in gelmesini bekliyoruz zaten. Bundan daha iyi bir zaman olamazdı."

 

Çıkardığı fincanları tepsinin üzerine koyan Dilara, dönüp yan gözle Ece'ye baktı. "Hem sen değil miydin elimize geçen her fırsatı değerlendirmemiz lazım diyen? Kimseye yakalanma ihtimalimiz yok, keyfini çıkaralım işte," Kaynayan cezveyi ocaktan alıp, kabaran kahveyi fincanlara doldurdu. Tüm mutfağı kahvenin keskin kokusu doldurmuştu. "Eğlencesi yokken böyle bir yerde yaşamak katlanılmaz oluyor."

 

"Ay tamam, neyse," Ellerini yıkayıp önündeki önlüğe silen Ece, bize doğru döndü. Bastırmaya çalıştığı heyecanı usul usul yüzünde yayılıyordu. "Gerçekten Beren mi olmuş?"

 

Ece'yi ikna etmenin sevinciyle ileriye atılan Sude, "Evet!" diye fısıldadı. O kadar sevinçliydi ki fısıltısı resmen bağırıyor gibi çıkmıştı. Sinem üstündeki önlüğü çıkarıp Ece'nin koluna girerken, sabırsızlandığını belli etmek için olduğu yerde kımıldandı.

 

"Gidiyorum." Cezveyi lavabonun içine bırakıp tepsiyi kapan Dilara, temkinli adımlarla koridora ilerledi. Çıkmadan önce dönmüş, yan yana dizilen bize kısa bir bakış atmıştı.

 

"Biz de gidebiliriz," diyen Sinem, Ece ile önden ilerlerken, Sude beni yanına çekti. Buket de arkamızdaydı; sessizce attığımız adımları takip ediyordu.

 

"Konuşmak yok, tamam mı Demre?"

 

Hızla başımı salladım. "Tamam."

 

Nereye gittiğimizi anlamamış olmama rağmen kızların heyecanı bana da aksetmişti; kalbim göğsümün altını yumrukluyordu. Günlerdir su içmemişim gibi, boğazım kurumuştu.

 

Kimsenin olmadığı koridora çıkarken, Dilara merdivenin solundaki kapıdan içeriye giriyordu. Sinem ve Ece koşar adımlarla basamaklara sokulunca biz de arkalarından gittik; bir an yukarıya çıkacağımızı zannederek oraya yöneldim. Ancak Sude gitmemi engellemiş, kızların girdiği merdiven altındaki ufak kapının yanına çekmişti beni. Önden giren Sinem ve Ece gözden kaybolurken, Sude elini sırtıma koyup yüreklendirircesine ittirdi. Hiç sorgulamadan eğildim, kileri andıran izbe odaya girdim; en arkadan gelen Buket kapıyı usulca örtmüş, gri bir karanlığın bizi yutmasına sebep olmuştu.

 

Ayakta durulamayacak kadar alçak, serin bir yerdeydik. İçerisi tuhaf bir şekilde havasız değildi; ancak kesif bir koku raks ediyordu. Dizlerinin üstüne çökerek duvarın dibinden mindere benzer bir şey çekip çıkaran Sinem, fısıltıyla konuştu.

 

"Kaçılın şöyle, ortaya koyayım şunu."

 

Daracık yerde hepimiz olabildiğince açılarak, minderi ortaya sermesine yardımcı olduk. Ardından peş peşe üstüne dizildik.

 

"İyi akıl etmişiz ha bunu, fişek gibiyiz." Sude'nin keyifli fısıltısı, yan odadan yükselen konuşmayla yarıda kesildi. Sinem ve Ece aynı anda uzanarak onu sustururken, ben neredeyse irkilmiştim. Söylenilenler öylesine barizdi ki aramızda bir duvar yoktu sanki.

 

"Beren'le konuşma imkanım var mı?" Yaşlı bir adamdı bunu soran. Öylesine ölçülü ve sakin konuşuyordu ki neredeyse ninni kıvamındaydı. Sinem yanında oturan Buket'in elini kucağına almıştı; adamın söylediği her şeyi parmağının ucuyla hızlıca avucuna yazıyordu. Nefes almaya dahi çekindiğimiz sessizliğin içinde, parmağı da sabırsızca duraksamıştı. Kimse yanıtlamamıştı adamın sorusunu.

 

Tam bu esnada kapı dışarıya doğru açılınca hepimiz irkildik. Koridordan sızan aydınlığın altında Dilara'nın çehresi belirmişti. Ancak içeri giremeden duraksamak zorunda kaldı.

 

"Dilara? Ne yapıyorsun orada?"

 

Birden telaşlı hareketlenmeler oldu; Sude oturduğu yerde doğrularak endişeyle koridora baktı. Dışardan vuran sarı huzme yüzündeki korkuyu gözler önüne sermişti; hiçbir şey duymamasına rağmen Buket'in her şeyi anlamasına yardımcı olmuştu.

 

"Merih abi," Dilara aralık kapıyı hafifçe itekleyince içerideki aydınlık da gitti. "Hiçbir şey yapmıyorum. Ne oldu, bir şey mi diyecektin?"

 

Hızla yaklaşan adımlar, Dilara'yı kapıyı kapatmaya itti. Ancak bunun hiçbir faydası olmamıştı; saniyeler içinde kapı sertçe geri aralandı ve ışığın yüzümüze tokat misali vurmasına sebep oldu.

 

Eğilerek içeriyi tarayan Merih, gördükleri karşısında şaşkına döndü. Birden dudağının kenarları kıvrıldı; tanık olduğu anın gülünçlüğünü bastırmaya çalışıyor gibiydi. Tek elini kapının tepesine yaslayınca, karanlık gölgesi hızla üstümüze devrilmişti.

 

Duyulma kaygısı gütmeyerek, gür sesiyle sordu. "Ne yapıyorsunuz burada? Kiler faresi gibi dizilmişsiniz."

 

Sude panikle ona doğru uzanarak sessiz olması için yalvardı. Masumlaştırmaya çalıştığı sesi birdenbire tizleşmişti. "Merih abi, gözünü seveyim sessiz ol. Biz masumuz, hiçbir şey yapmıyoruz."

 

Arkadan yaklaşarak yere çöken Dilara, Merih'in görüş açısına girmeye çalışıyordu. İri bedeniyle resmen etten bir kapı gibi tüm girişi örtmüştü. "Merih abi kimseye söylemez, hep korur bizi. Zaten hiçbir şey de yapmıyoruz."

 

Merih ondan ayırdığı gözlerini önce Sude'ye ardından yanında oturan bana kaydırdı; birden içindeki neşe solar gibi oldu. Hiç çekinmemiş, gözlerini resmen üzerime çivilemişti. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Gitgide uzayan bu sessiz bakışma kızların da dikkatini çekti; aniden tüm gözler suratıma çevrildi. Baştan aşağıya kasılırken, bu sessiz saldırının farkında değilmiş gibi gözlerimi kaçırdım. Neden öyle bakıyordu bana? Yoksa telefondaki aramayı mı görmüştü?

 

Dilara emekleyerek Merih'in yanından içeriye geçince dikkatler kısa süreliğine ona kaydı. Elini kapıdan çekerek yolu açan Merih, çenesiyle dışarıyı gösterip, "Demre, iki dakika şöyle gel," diye mırılandı.

 

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülürken, yerimden kımıldamadım. Sude merakla bana dönüp, "Ne oldu ki?" diye sordu. Ancak bir karşılık bulamadı; çünkü verecek bir yanıtım yoktu.

 

Merih geriye çekilmişti, sabırla çıkmamı bekliyordu. Bariz bir yavaşlıkla istemeye istemeye dizlerimin üstünde yürüdüm. Ne yapacaktım şimdi? Nasıl açıklayacaktım? Yapacak hiçbir şey yoktu, yakalanmıştım. Telefonuna dokunduğumu anladıysa beni asla affetmezdi; Meral ablaya da anlatırdı her şeyi. Kurtulmamın hiçbir yolu yoktu.

 

"Merih?"

 

Aniden arkadan yükselen adam sesiyle Sude hışımla koluma asıldı ve beni kucağına doğru çekti. Dilara korkuyla ağzını örtmüştü. Adamı duyar duymaz kapıyı iterek yüzümüze çarpan Merih, aniden bizi karanlığa gömdü.

 

"Neye bakıyorsun?" Birkaç saat önce bahçede tanıştığım adamdı bu; Emre diye bahsettikleri o kişiydi. Tan Bey'in avukat oğluydu.

 

"Fare gördüğümü zannettim, yanılmışım," Önemsiz bir şeyden bahseder gibi duygusuz çıkmıştı sesi. Öylesine inandırıcı konuşuyordu ki ister istemez hayrete düştüm. "Asıl haberler sende. Dışarda iki üfleyelim."

 

"Bak sen, babamın gözde adamı oğlunu yoldan çıkarıyor," Boğuk konuşmaları uzaklaşan adım sesleri takip etti. Kapanan kapıyla birlikte etrafı ölüm sessizliği sardı; herkes derin bir soluk bırakırken, yan odadan birtakım sesler duyuldu.

 

Yaşlı adam, aynı anlayışlı tonla, "Anlıyorum ama ben yine de tanışmak çok isterim. Beni Beren'le tanıştırır mısın?" diyordu.

 

Bu sefer beklediği yanıt fazla gecikmemişti. "Yeter, sus artık. Hayır diyorsam, hayır. İstediğin her an yanına çağırabileceğin birisi değil o."

 

Aynı yumuşak vurgular, cümleleri tekrar süsledi. "Öyleyse bana seni baskıladığı andan bahset biraz. Dün gelmiş yanılmıyorsam, doğru mu?"

 

"Kim söyledi sana bunu?" Hınçla yükselen Zeren'in sesi, kızları oturdukları yerde sabırsızca kımıldattı. Sude, az önce bahsettiği kıyametin kopmak üzere olduğunu anlatır gibi kolumu sıkıyordu. "O esnada sadece ikimiz vardık. O söylemiş olamaz. Öyleyse kim söyledi?" Adam inkar etmeye kalkışınca, kadın sertçe sözünü kesti. Sesi yavaş yavaş sivriliyordu artık. "Bir de o sünepe kız vardı, kim bilmiyorum. Daha önce evde hiç görmedim. Kütüphaneye girmemesi gerektiğini bile bilmiyordu. İnanılır gibi değil. Yoksa o mu söyledi sana?"

 

Sude'nin kolumu tutan eli gevşerken, Sinem öne doğru eğilerek bana baktı; hepsinin hareketlerini tuhaf bir endişe ve panik sarmıştı. Ancak ben neler olduğunu anlayamıyordum; bahsettiği kızın ben olduğuma şüphe yoktu. Fakat neyi söylemekle itham edildiğimi anlayamamıştım.

 

Bana doğru sokulan Dilara, endişeyle, "Demre kimseye bir şey söylemedin, değil mi?" diye fısıldadı. Sinem'in, eline yazmayı bıraktığı Buket ne olduğunu anlatması için durmadan onu dürtüklüyor, şaşkın gözlerle etrafına bakınıyordu.

 

"Hayır," Hissettiğim paniğin sesimi gereğinden fazla yükseltmesi, kızların beni uyarmasına neden oldu. Fısıldayarak, sözüme devam ettim. "Hayır, kimseye bir şey söylemedim. Ne söyleyeceğim ki onu bile anlamadım. Beren kim ayrıca? Ben tanımıyorum öyle birisini. Doğruyu söylüyorum, yemin ederim."

 

"Tamam merak etme, inanıyoruz sana," diye fısıldayarak beni yatıştırmaya çalışan Ece uzanmış, kolumu sıvazlamıştı. Aniden evi inleten bir bağırtı yüzünden daha fazla konuşacak fırsatımız olmadı.

 

"Bak ben ona söyledim, tamam mı? Uyardım onu," Zeren'in hiddetli haykırışları, adeta bulunduğumuz yerden yükseliyormuş gibi net ve pürüzsüzdü. Histerik biri gibi sayıklıyordu. "Benim sevdiğim adamı başkası sevemez. Hele ki o, asla sevemez. Uyardım onu, eğer böyle yapmaya devam ederse çok kötü şeyler olacak. Sırf onunla konuşabilmek için eskisinden daha sık gelmeye başladı. Tam bir fahişe gibi davranıyor!"

 

Dilara'nın dudakları şaşkınlıkla aralanırken, Sude iki elle ağzını örttü. Ece'nin suratında hayret dolu bir gülümseme vardı; duyduklarına inanamadığı apaçıktı. Sinem kendisine tercüme ettikçe, Buket'in de dudakları şaşkınlıkla aralanıyordu. Ben hariç herkes, duydukları karşısında sersemlemişti.

 

Karşısında sinir krizi geçiren birisine göre sakinliğini korumayı çok iyi başaran adam, kendisini Zeren'e duyurabilmek için üstün çabalar sarf ediyordu. "Neden onu sevdiğini düşünüyorsun? Belki de sadece yanlış anladın. Hatırlasana, Ceren'de de böyle olmamış mıydı?"

 

"Ceren aptalın teki! Zaten hep öyleydi," Öfke dolu çığlığı, içimin titremesine neden oldu. O kadar gerilmiştim ki sanki tüm sözler benim yüzüme çarpılıyordu. "Saatlerini harcayarak çizdiği resimleri kendi çizmiş gibi söylüyor, Merih'i tavlamaya çalışıyor. O aptal kız hiçbir şeyin farkında değil, hâlâ geberip giden o sevgilisinin arkasından zırlıyor. Bir bok becerdiği yok."

 

Birden herkesin ruh hâli değişti; Sude öne eğilerek elleriyle yüzünü örterken, Dilara gözlerini yummuştu. Yüzüne acı çeken birinin gölgesi düşmüştü.

 

"Ben onun gibi olmayacağım, sevdiğim adamı kaybetmeyeceğim. Ne olursa olsun, ona asla sırtımı dönmeyeceğim."

 

Kızın sakinleşmesini fırsat bilerek daha temkinli adımlar atan adam, çekingen bir tonla, "Peki onun seni istediğine emin misin?" diye sordu. Bu sorunun getirdiği suskunluk, dinleyen herkesi boğazlayabilecek güçteydi. Uzadıkça uzadı; içine hiçbir kelime devrilmedi.

 

Dakikaların ardından sessizliği sadece, "Daha fazla konuşmayacağım." sözleriyle bölen Zeren, apar topar odayı terk etti. Ardından çarptığı kapının gürültüsü hepimizi irkiltti. Yeri çiğneyen adımları kilerin önünden geçti, tepemizdeki merdiveni tırmanmaya başladı. Gittikçe uzaklaştı ve en sonunda duyulamaz oldu. Bir süre sonra odadan ayrılan Doktor, onun aksine epey sakin adımlarla terk etmişti evi. Dış kapının kapanma sesiyle birlikte çıkışa en yakın olan Dilara, aceleyle kendisini dışarıya attı.

 

"Çabuk, hemen eve gidelim."

 

Peş peşe emekleyerek aydınlığa çıktık; koridora adım atan son sürat mutfağa koşuyordu. Elimi tutan Sude'nin arkasından içeri girerken, en arkada kalan Ece'nin kilerin kapısını örttüğünü gördüm. O da aramıza katıldıktan sonra derin bir soluk verebilmiştik. Bir süre hiç kimse konuşmaya yeltenmedi. Suskunluk içinde masanın etrafında dikiliyorduk. Tepemize kara bir bulut çökmüştü sanki; tüm yüzler kasvetliydi.

 

"Beren kim?" Aniden tüm gözler bana çevrildi. Sesimdeki merakı alçak tutmaya çalıştım. "Yanlış anlamadıysam eğer, ikisi de Merih'i seviyor sanırım. Bu yüzden mi kavga ediyorlar?"

 

Başta kimse yanıt vermedi; birbirine değen gözler, kimin açıklayacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi. Tuhaf kımıldanmalar oldu. Gerginlik sanki bir sis gibi aramıza dağılmıştı.

 

Masaya tutunarak bana doğru eğilen Dilara, açıklayacak cesareti kendisinde bulan ilk ve son kişi oldu. Çünkü kimse sözünün üstüne söz eklemeye kalkışmamıştı.

 

"Evet ikisi de Merih abiyi seviyormuş, biz de yeni öğrendik," dedi ve benimle, uzun süre etkisinden çıkamayacağım bir sır paylaştı. "Ama anlattığı kişilerin hiçbiri gerçek değil. Aslında Zeren Hanım'ın içinde üç farklı kişilik var... Yani bahsettiği kadınların hepsi zaten kendisi ama o bunun farkında değil."

 

𓄅

 

 

Ay bu bölümü düzenlemek benden günlerimi aldı nedense. Herhalde artık iyice olayların içine girildiği için farkında olmadan detaylara kapılıyorum. Bu bölümleri yazalı iki ay oldu o yüzden ben de unutmuşum detayları dghsajdhj

 

Neyse, umarım beğenmişsinizdir. Yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmezseniz çok sevinirim. Yapılan yorumları hep okuyorum. Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiim! (kalp)

 

Fiysa

Loading...
0%