Yeni Üyelik
11.
Bölüm

9: KÖRLÜĞÜN PORTRESİ

@monafesa

 

Öylesine karmaşık bir düğümün içine girmiştim ki buraya gelme amacıma bile odaklanamıyorum. Gün içerisinde kendimle hiç yalnız kalamıyor, başımı kaşıyacak vakit dahi bulamıyordum. Tıpkı bir gölge gibi kızların etrafında dolanmaya mecburdum. Bir yere gidecek olsam, yokluğum hemen göze çarpıyordu.

 

Üstelik dünkü olaydan sonra kızların üstüne alışılmadık bir durgunluk çökmüştü. Nedenini merak etsem de kimseye açıkça soramıyordum. Çünkü hiçbiri konuşmaya pek hevesli durmuyordu. Sanki bir an önce unutmaya çalıştıkları kötü bir anıdan ibaretti.

 

Böylece bir gün daha geçti ve ben yine kendimi bitap düşmüş bir hâlde yatakta buldum. Öylesine yoruluyordum ki Sude'ye iyi geceler bile diyemeden uyuyakalıyordum. Günler geçtikçe gerginliğim de artıyordu.

 

Nereden başlamam gerektiğine henüz karar bile verememişken, bir de malikâne gibi evde Merih'e denk gelmemek için uğraşıyordum. Ama neyse ki iki gündür hiç görmemiştim. Benimle konuşmak isteyişi hâlâ zihnimi kemiriyordu. Kendimi durmadan bunu düşünürken buluyordum; belirsizlik, kötü bir sonla baş etmekten çok daha zordu.

 

"Neden yemiyorsun?"

 

Tabağımdaki pilavı çatalımla eşelerken, derin bir suyun yüzeyine çıkar gibi düşüncelerden sıyrıldım. Yanımda oturan Dilara'ya bakmış, gülümsemiştim. Öğle arasındaydık ve masanın çevresine dizilmiş, yemek yiyorduk. Yalnızca dört kişiydik.

 

"Doydum ben," Tezgahın kenarındaki ufak kap gözüme ilişti; içinde dünkü yemekten kalan artıklar vardı. Tabağımı alıp lavaboya bırakırken, kabı gösterdim. "Bu Kabza'ya verilecek sanırım, değil mi? Ben versem iyi olur, daha kolay alışır bana."

 

Ağzına attığı ekmekten ötürü sesi boğuk çıkan Ece, hızla başını salladı. "Evet, ona verilecek. Kümeslerin oradadır, seslen gelir."

 

Hiç düşünmeden bahçeye çıktım. Kazağımı alamadığım için hâlâ ince bir gömlekle geziyordum. Peşime taktığım soğukla birlikte patika yola girdim. Kimse yoktu etrafta. Daldan dala konan kuşların ezgisi tüm bahçede yankılanıyordu. Hızlı adımlarla patikayı aşarak kümeslerin bulunduğu açıklığa vardım. Ama durmak zorunda kaldım.

 

"Nasıl benden böyle bir şey beklersin?"

 

Beni görünce aniden telaşlanan Mercan, yana çekilerek Oğuz abiden uzaklaştı. Gergin bir şekilde kollarını bağlamış, yeri izlemeye başlamıştı. Yoksa ağlıyor muydu? Emin değildim ama yine de öfkeli olduğuna şüphe yoktu. Yüzü resmen kıpkırmızıydı; ağzını bıçak açmıyordu.

 

Yaptıkları hararetli tartışmanın izleri ikisinde de vardı. Hiç soluk almadan sigarasını içen Oğuz abi, sinirden kararmış gözlerini suratıma dikti. O kadar asabi bakıyordu ki izinsiz yasak bir yere girmiştim sanki.

 

Biraz zor olsa da onlar orada yokmuş gibi davranmaya karar vermiştim. Kümeslerin yanındaki patikaya sokularak Kabza'ya seslenmeye başladım. Önlerinden geçtiğimi gören Mercan, tek kelime dahi etmeyerek hışımla döndü ve uzaklaştı. Gözden kaybolması yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Onun aksine Oğuz abinin istifi dahi bozulmamıştı, hâlâ sigarasını içiyordu.

 

"Sen yeni çalışansın."

 

Yan gözle ona baktım; üzerime diktiği siyah gözleri bir açığımı bulmak ister gibi süzüyordu. Sessizliğimi koruyarak önüme döndüm. Küçümseyici tavrı fark edilemeyecek gibi değildi.

 

Yanıtsız kalınca sinirli bir şekilde güldü. "Aferin, güzel temizlemişsin odamı ama bir dahakine çöpleri de at." dedi alay kokan bir sesle. Mercan'ı kaçırmanın hıncını apaçık benden çıkarıyordu.

 

Elimdeki kabı ağaçların dibine bıraktım. "Neden? Kendi çöpünü atmaktan aciz misin?" Buz gibi bir bakış attım. Ardından bahçenin arkasına doğru seslendim.

 

"Kabza!"

 

Gür kahkahasını duyunca tekrar ona döndüm. Sigarayı yere atıp ayağıyla çiğnerken, güldükçe dudaklarından duman çıkıyordu. Ellerini cebine sıkıştırıp, başını omzuna yatırdı. Suratında ürkütücü bir keyif vardı.

  

"Dilli kızsın belli," Birkaç adım atarak yaklaştı. Siyah saçları sert ayazlarla havalanıyordu. "Ama o dilini az önce gördüklerin için kullanmazsan iyi olur, temizlikçi. Bu evde konuşan bir dilsiz gibi yaşayacaksın, anladın mı beni? Yoksa canını sıkarım."

 

"Ne?" Dönüp gideceği esnada sorduğum soruyla duraksadı. Aramızdaki mesafeyi birkaç adımla kapattım, tam karşısına geçtim. "Anlayamadım? Konuşan dilsiz mi dedin?" Kaşları çatıldı. O da benim gibi şaşırmıştı. "O ne demek?"

 

Hiçbir cevap vermedi. Bir süre kuşkuyla suratıma baktıktan sonra, hızlıca dönüp uzaklaştı. Sessizce gidişini seyrettim. Konuşan dilsizler neydi? Tanıdık bir yanı vardı bu sözün; içime tuhaf bir hüzün nüks etmişti. Kendi içimde kaybolduğum dakikaların sonunda köpeğin gelmeyeceğini anlayarak, eve geri döndüm. Başım eğik, kaşlarım çatıktı. Zihnim çağlayan bir su gibiydi. Titreye titreye mutfağa girdiğim esnada karşıma Meral Hanım çıktı.

 

Çekik gözleri şaşkınlıkla büyümüştü. "Demre, niçin üstünde kazak yok? Bu soğukta böyle mi gezilir kızım? Üşüteceksin."

 

Kızım.

        

Sertçe yutkundum; gözlerimi kaçırmıştım. Kazağımı evde unuttuğuma dair bir şeyler mırıldandıktan sonra apar topar mutfaktan ayrıldım. Kendimi ufalanıyor gibi hissetmiştim. Yabancı bir kadından duyduğum bir kelime nasıl bu kadar benimsenmeye müsait olabilirdi? O kadar yakıcı bir sıcaklığı vardı ki içimdeki özlemi harlıyordu.

 

Annemle yaptığım son konuşma aklıma yoğun bir utanç duydum; o kadar acı içindeydim ki başkasının acısına kör olmuştum. Bir daha yüzünü göreceğimden bile şüpheliydim. Ağır ağır merdivenleri çıkarken, neden kendimi kimsesiz hissettiğimi de anlamıştım. İnsanın annesi yoksa kimsesi yoktu.

 

Son basamağa vardığımda aniden esen Sude'nin rüzgarıyla duraksadım. Elinde tuttuğu bezi kenara atarken, neşeyle, "Demre, gelmişsin," dedi. Sonra birden duruldu, hızla kaşlarını çattı. "Gözlerin mi dolu senin? Yoksa ağlıyor musun?"

 

"Hayır," Hızla silkelendim, başımı iki yana salladım. Sorusu utanmama neden olmuştu. "Dışardan geldim, çok rüzgâr vardı. Ondan gözlerim sulandı herhalde."

 

"Anladım, hadi işe koyulalım o zaman. Aylin aşağı katı yapıyor. Sen koridorun bu tarafıyla ilgilen, ben de arka tarafı halledeceğim," Kütüphanenin olduğu kısmı işaret ediyordu. "Merak etme, Zeren Hanım bu katta değil. Ayrıca tekrar hatırlatayım, kütüphaneye girmek yasak."

 

Unutmamıştım ama yine de girecektim. "Tamam, merak etme," diyerek içini rahatlattım. Gülümseyerek arkasını döndüğü sırada kolunu tuttum. "Bu arada, yanında kalem var mı?"

 

Başını salladı, elini yakasından içeriye sokarak kazağın altındaki gömleğe uzandı. Cebinden çıkardığı tükenmez kalemi bana uzatırken, sünen kazağını düzeltiyordu. "Al bakalım."

 

Yerden kaptığım süpürgeyi peşimden sürükleyerek arkaya ilerledim. Kalemi pantolonumun cebine sıkıştırmıştım. En uçtaki odadan başlayıp iki saat boyunca aralıksız çalışarak resim odası hariç her yeri bitirdim. Yorulmuştum ama yine de durmuyordum.

 

Kapıları silerek koridorun ortasına doğru ilerlerken, odaların birinden Sude çıktı. Yine saçları dağılmıştı. Alnındaki teri kazağının koluna sildi.

  

"Ben biraz mutfağa iniyorum, sonra gelir resim odasına girerim," Elindeki kirli bezi kovanın içine fırlattı. Zar zor açık tuttuğu gözlerini bana dikmişti. "Sen de gelecek misin?"

 

"Kapıları bitirip gelirim, sen önden in, dinlen."

Ağır ağır merdivenleri inerken omuzlarını ovuyordu. Hoşnutsuzca bir şeyler mırıldanıyordu ancak ne dediği anlaşılmıyordu. Gözden kaybolasını bekleyip, elimdeki bezi kapının kulpuna astım. Kütüphanenin kapısına sokularak yavaşça araladım; her iki saniyede bir etrafı kolaçan ediyordum. Kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra usulca içeriye süzüldüm.

 

Geyikle göz göze geldiğim an içimden bir ürperti geçti. Niye evin her yerinde geyik kafaları vardı? İçeride hoş bir koku raks ediyordu. Camdan vuran akşam güneşi, rafların arasından süzülerek yeri boyuyordu. Kapıyı yavaşça arkamdan örtüp, geyiğin karşısına geçtim. Cebimden çıkardığım kalemle, parmak ucunda yükselerek okuyabildiğim o alıntıyı avucumun içine yazmaya başladım.

 

O kadar gergindim ki durmadan harfleri karıştırıyor, üstünü karalayarak yeniden yazıyordum. Üçüncü ve son denememde hatasız yazmayı başarıp, gömleği çekiştirerek üstünü örttüm. Kalemi geri cebime koydum. Zor kısmı halletmiştim.

 

Kapıya geri dönerek yavaşça araladım. Kulak kesilerek bir müddet bekledim. Ardından kapıyı birkaç kez açıp kapattım. İçimdeki şüphe iyice körüklenmişti. Çünkü bu, o gün duyduğum sese hiç benzemiyordu. Tekrar kütüphanenin içine dönüp ellerimi belime koydum. Gözlerimi kısmış, etrafı tarıyordum.

 

Dalgın dalgın kitaplığa sokuldum. Geyiğin gölgesi altında dikilirken, iki elle asılarak oynatmaya çalışmıştım. Ama kitaplıkların hepsi çok ağırdı; milim kımıldamıyorlardı. Merih'le Zeren'in o gün içeriye kapıdan girmediğine emindim. Duyduğum ses hafif bir kapıya ait değildi. Başka bir giriş daha vardı.

 

Sessizce mırılandım. "Ama nerede?"

  

Sırayla tüm kitaplıkları sarsmama rağmen başarılı olamadım. Bu denli kolay olmayacağını tahmin etmiştim; ama yine de kendimi biraz ahmak gibi hissediyordum. Daha fazla burada vakit geçiremeyeceğimi anlayarak pes ettim ve aynı sessizlikle koridora çıktım. Kapıyı arkamdan örtüp aşağıya inmek için döndüğümde, birden olduğum yere çakıldım. Merdivenin ucunda Zeren Hanım vardı.

 

Tıpkı benim gibi afallamış, donakalmıştı.

Korkuyla yana kaçılarak kapıdan uzaklaştım. Titreyen ellerimi önümde birleştirirken, bir şeyler demek istedim. Ancak yapamadım. Adeta dilim düğümlenmişti. Hiçbir bahanenin beni kurtaramayacağını biliyordum; az sonra gelecek olan darbeyi beklerken, sessizce başımı eğdim.

 

Nitekim beklediğim gibi bir darbe gelmedi. Hafif adımlarla karşıma geçerken, hulyalı bir sesle, "Merhaba," diyerek beni şoke etti. Bana doğru uzanan eli görünce şaşkın şaşkın başımı kaldırdım. Karşımda bambaşka bir kadın duruyordu sanki. "Ceren ben. İlk defa görüyorum seni buralarda, yeni mi başladın işe?"

 

Başımı salladığımı görünce gülümsedi. Mavi gözleri dingin bir deniz gibiydi. Konuşurken yaptığı baş hareketleri bile yumuşak ve dengeliydi. Keza ses tınısı bile farklıydı; normalden daha nahif ve ince çıkıyordu. Dudaklarındaki tebessüm hiç titremiyordu bile.

 

Elini ısrarla havada tutuyor, davetine karşılık verilmesini bekliyordu. Tereddütle uzanarak elini tutunca, gülümsemesi iyice yayıldı. Şimdi tüm suratını aydınlatan pür bir neşe vardı.

                

"Kusura bakma. Ben bu aralar biraz dalgınım, ondan görmedim herhalde seni," Ufak bir çocuk gibi dudaklarını büzdü. Elimi hafifçe sıkmış, ardından hızlıca bırakmıştı. "Normalde tüm çalışanlarla konuşurum, sohbet ederim. Ama dediğim gibi, son zamanlarda biraz hastayım. Odamdan pek çıkamadım," Gülünç bir şey söylemiş gibi kıkırdadı. Eliyle ağzını örtmüş, birisine yakalanmadığına emin olmak için de etrafa kaçamak bakışlar atmıştı. Ama bizden başka kimse yoktu; rahatladı. Sonra birden beni şaşkına uğratacak bir sevinçle yerinde sıçradı. "Ben ressamım, biliyor musun? Bak buradaki tüm resimler bana ait. Sağolsun, annem emeğime hep sahip çıkıyor." Gururla, koridor boyunca uzanan tabloları gösterdi. Dudaklarını birbirine bastırmış, sevimli bir mimik yapmıştı. Gözleri tekrar beni buldu; sanki içlerinde minik yıldızlar vardı. "Görmek ister misin?"

 

"Neyi?" diye sordum, hâlâ nasıl davranmam gerektiğini kestirememiştim. Durmadan merdivene bakıyor, Sude'nin beni bu durumdan kurtarmasını umuyordum. Fakat hiç kimse gelmiyordu.

 

"Neyi olacak, atölyemi," Nükte yapmışım gibi güldü. Uzanmış, içtenlikle kolumu sıkmıştı. "Eğlenceli birisine benziyorsun. Lütfen gel, üstünde çalıştığım tabloyu birisine göstermek beni çok mutlu eder. Beğeneceğine eminim."

 

Ne diyeceğimi bilememiştim. Resmen kıvranıyordum. "Kusura bakmayın ama yapmam gereken işler var."

 

Koluma girerek beni koridora doğru çevirdi. Pahalı parfümü, rüzgârıyla birlikte suratıma çarpmıştı. Saçını omzundan geriye atarak, yan gözle bakmaya başladı. "Senin işin ev sahibini dinlemek değil mi? Çok kısa sürecek zaten, sonra işine dönersin."

 

Resmen sürüklenerek koridorun sonuna yürütüldüm. Her ne kadar itiraz etmeye çalışsam da dışardaki seslere sağır gibiydi. Tamamen kendi hâlindeydi; renkli bir sesle konuşmaya devam ediyordu. "Yeni bir arkadaş edineceğimi hiç düşünmezdim. Tam bu evin hiç heyecanı kalmadı diye söylenirken, karşıma sen çıktın. Çok şaşırdım gerçekten. Sen de şaşırdın, değil mi?"

 

"Evet," dedim, yenilmiş bir hâlde. "Ben de şaşırdım."

 

Kapının önüne geldiğimizde son defa arkaya uzanıp koridora baktım; ama yine kimseyi bulamadım. Zeren kolumu bırakmadan odaya girince ben de arkasından sürüklendim. Ağır bir boya kokusu kafes gibi bizi kuşatırken, dudaklarım aralandı. Odanın içindeki boşluk ve doluluk, tüyler ürperticiydi. Tam ortaya yerleştirilmiş şövalye ve ahşap sandalye dışında hiçbir eşya yoktu. Duvar kenarlarına onlarca tuval yaslanmış, istiflenmişti. Sandalyenin ucuna, zemine, boyalar ve fırçalar bırakılmıştı. En ürkütücü olanıysa, duvarların gelişigüzel fırça darbeleriyle boyanmış olmasıydı. Öylesine iç ürperten bir kargaşaya sahipti ki zihinle verilen çetin bir savaşın kusursuz portresi gibiydi.

 

"Mübadeleye hoş geldin," Birkaç adım öne çıkarak kollarını iki yana açtı. Tüm çehresine bariz bir gurur yayılmıştı. Şövalyenin üstünde duran yarım bırakılmış tuvale yanaşarak, kolunu yasladı. "Buraya giriyorum, kendimi kilitliyorum. Aklımdakini tuvale veriyorum, tuvalden de ihtiyacım olan huzuru alıyorum. O yüzden buraya Mübadele Odası diyorum. Harika bir yer, değil mi?"

 

"Harika.." İçimi bir hüzün kapladı. Karşımda duran kadını izlemek, ufak bir çocuğun heyecanına tanık olmak gibi hissettirmişti. Yansıttığı duygular öylesine pürdü ki hiçbir kötü düşünce bulaşamazdı içlerine. Olması gereken zamanda yaşamasına müsaade edilmeyen çocukluğunu, adeta kendi çabalarıyla yaşatmaya çalışıyordu. Tıpkı odadaki her eser gibi, hüzünlü bir tabloydu.

 

"Bak, bu en sevdiğim çalışmam," Hevesle tuvallerin arasına daldı, plak seçer gibi kaldırarak içlerinden birini çekip çıkardı. Genç bir kızın portresiydi bu. Saçları ensesinde toplanmış, kolları birbirine dolanmıştı. Esmer yüzünde mağrur bir tutum; iri gözlerinde bilmiş bir ifade vardı. "En yakın arkadaşımdı kendisi. Buraya oturmuştu, günlerce resmini çizmeme izin vermişti." Eliyle yanındaki boşluğu gösterdi. Arkasındaki pencereden giren çelimsiz huzme, gösterdiği yere dökülüyordu.

 

"Çok güzel çizmişsiniz. Sanki gerçek gibi." Başımı yana eğerek, elinde tuttuğu kızı inceledim. Aramızdaki mesafeye rağmen üzerindeki fırça darbelerini seçebilmek mümkündü. Keza renk uyumu da kusursuzdu.

 

"Seni de çizmemi ister misin?"

 

Başımı doğrultarak ona baktım. Şaşırmış, ne diyeceğimi bilememiştim. Olmamam gereken bir yerdeymiş gibi hissediyordum. Üstelik bambaşka birisi gibi davranan Zeren, ara sıra içimdeki korkuyu harlamaktan geri durmuyordu.

 

Elindeki tabloyu yere bırakıp, zıplayarak yanıma geldi. O zıpladıkça savrulan saçları, yüzünün iki yanına perde gibi devrilmişti. Mavi gözleri iri iriydi. "Lütfen, hadi. Harika bir tablo olacak. Bu zamana kadar sadece iki kişinin portresini çizdim. Üçüncü kişi sen olmalısın. Aslında pek güzel sayılmazsın ama farklı bir enerjin var," Dürüstlüğü beni güldürürken, o bunun farkında değilmiş gibi konuşmaya devam etti. "İnsanların dışarıya yansıtmadığı yüzlerini açığa çıkarmakta ustayımdır. Sende de var bir şeyler, hissediyorum. Bu yüzden çizmek istiyorum. Hadi, gel şöyle."

 

Elimi tutup beni az önce durduğu yere, şövalyenin arkasına yürüttü. Odanın köşesinden kaptığı alçak tabureyi tam ortaya koyup, omuzlarıma bastırdı ve beni zorla oturttu. Hızlıca parmaklarını saçlarına geçirmiş, çevik bir manevrayla kıvırarak topuz yapmıştı. Yerden aldığı fırçayı bıçak gibi saçına saplayarak sabitledi. Aniden hararetlenmiş, kendi zihnine soktuğu fikrin cazibesine kapılmıştı.

 

"Çizdiğiniz diğer kişi kimdi?" diye sordum, süratli hareketlerini yakalamaya çalışırken. Odanın içinde ufak bir kasırga vuku bulmuştu sanki; oradan oraya koşuşturuyordu.

 

"Merih Karahan."

 

Bu ismi duymak gerginliğimi kamçılamıştı. Oturduğum biçimsiz taburede huzursuzca kımıldandım. Kenardaki tuval yığınından bir tanesini çekip çıkarırken, sessizce onu izledim. Bana göstermeden önce kendisi bakmıştı; dudaklarında yine o gururlu gülümseme vardı.

 

"Bak, o da bu," Tuvali bana uzattı. Hayretle elimde tuttuğum portreye bakarken, konuşmasına aynı hızla devam ediyordu. "Ama onu böyle karşıma oturtamadım tabii. Buraya sadece bir kere geldi, sevmiyor bu odayı. Nasıl oldu bilmiyorum ama karşımda değilken bile kusursuzca çizebildim onu. Herhalde ürkütücü diye, körlüğü hep ürkütücü gelmiştir bana. Küçükken olmuş, biliyor musun? Yanlışlıkla babası yapmış."

 

Kendi kendine mırıldanan kadından gözlerimi ayırıp, Merih'e odaklandım. Kan donduran bir gerçeklikti; tam anlamıyla bir şaheserdi. Vakur duruşundan, ketum bakışlarına kadar her şey kusursuzdu. Keskin çenesini örten kirli sakalları, karşısındakine mesafeyi hissettiren badem gözleri; gevşekçe duran kalın kaşları ve sol yanını damgalayan beyaz yarası. Her şey kusursuzdu. Saçları dağınıktı, insanda düzeltme arzusu uyandırıyordu. Kör gözünün taşıdığı fersizlik ve siyah gözündeki dirilik, insanı ürpertecek cinstendi. Ahenk dolu bir uyumsuzluktu.

 

Tamamen koyu tonlar hakimdi tabloya; yalnızca mavi gözün doğurduğu bir tezatlık mevcuttu. Arka plan kapkaraydı; sanki hapsolduğu karanlıktan başını çıkarmış da büyüklenerek, aydınlığını süzen biri gibiydi.

 

"Beğendi mi peki?" diye sordum.

 

"Hayır," Merih'in gözlerinden sıyrılıp, Zeren'e döndüm. Harareti dinmiş, dalgınlaşmıştı. O da elimde tuttuğum karanlık portrede kaybolmuştu. "Beğenmedi. Ama yine de çöpe attırmadı. Eğer bir kış günü yakacak bir şey bulamazsak, onu yakıp ısınırız dedi."

 

Dudaklarımı titreten gülümsemeyi bastırmaya çalıştım. Alaycı sesi kulaklarımda çınlamıştı sanki; tam onun ağzına yakışacak bir sözdü bu. Tuvali kucağıma koyup, tekrar ona döndüm; vereceği tepkiyi merak etmiştim. "Peki ismini Ruhun Gözü mü koydunuz?"

 

Kaşlarını çattı. "Hayır. Nereden çıkardın?"

 

Tuvali ona geri verirken, "Altına öyle yazmışsınız," dedim. Hızla elimden alarak yüzüne yaklaştırdı. Dudağının kenarı aşağı doğru sarkmıştı. Neşesi adeta eriyip gidiyordu.

 

"Ben yazmadım ki," Sonra birden arkasını döndü. Duymadığımı zannederek, kendi kendine fısıldıyordu. "Zeren mi yaptı bunu? Ama bu kadarı fazla. Odama girmeye nasıl cüret eder?" Sinirle güldü. "Bir de eserime dokunmuş. Ya başka şeyler de çizdiyse? İnanamıyorum. Göstereceğim ona gününü." Sesi gittikçe kısılarak anlamsızlaşırken, olduğu yerde dikilmeyi sürdürdü. Uzun saniyelere rağmen, elindeki tuvali incelemeye devam ediyordu.

 

Odanın içindeki hava gitgide boğucu olmaya başlamıştı. Birisi beni burada bulursa başım yine derde girebilirdi. İçimde, bir an önce dışarı çıkma arzusu kabarıyordu. Daha fazla dayanamayarak, seslendim. "Ben artık gitsem iyi olur. Aşağıda beni bekliyorlardır, Meral Hanım kızar şimdi."

 

Hiçbir tepki vermedi; sanki beni duymamış gibi dikilmeyi sürdürüyordu. Aldığı solukların gürültüsü resmen odayı doldurmuştu. Ama hiç kımıldamıyordu. Belli bir süreden sonra büsbütün ürkütücü olmaya başladı; ellerimi gergin bir şekilde kucağımda birleştirdim.

 

"Zeren Hanım, iyi misiniz?" Çekingen çıkan sesim adeta tokat etkisi yaratmıştı; zira tüm vücudu çözüldü. Aniden eğik başını kaldırmış, elindeki tuvali indirmişti. Hışımla bana döndü, müthiş bir hiddetle doluydu.

 

Afallayarak oturduğum yerden kalktım. Ayağıma takılan tabure zemine sürtmüştü. "Bir şey mi oldu? İyi misiniz?"

 

"Sen," Resmen tıslar gibi konuşmuştu. Gözlerine yaşlar nüfuz ederken tüm bedeniyle ağır ağır bana döndü. Elinden sarkan tuval, belli belirsiz titriyordu. "Senin burada ne işin var? Cevap ver. Ne işin var dedim!" Ansızın attığı çığlık korkuyla sıçramama neden olurken apar topar geriledim. Öfkeyle üzerime yürüyordu. Birden atılıp, gömleğimin yakasını çekiştirmeye başladı. Gözlerindeki yaşlar hiddetini bulanıklaştırmıştı. "Ne yapıyorsun burada? Ne işin var bu taburenin üstünde?" Hışımla döndü ve tabureyi tekmeledi. Büyük bir gümbürtüyle odanın öteki ucuna savrulmuştu. "Yoksa benimle alay mı ediyorsun? Gelmiş bir de oturmuşsun buraya. Alçak seni!"

 

"Hayır, yemin ederim," Yakama asılan ellerden kurtulmak için çırpındım. Neye uğradığımı şaşırmıştım; resmen kekeliyordum. Aniden arkaya doğru itince tuvallerin üstüne düştüm; kulak tırmalayan bir hengame koptu. Bütün tuvaller devrilmiş, zemine yayılmıştı. Korkunç, anlamsız resimler meydana çıkmıştı. Kana bulanmış bir geyiğin üstündeydim; sendeleyerek ayağa kalktım. "Lütfen durun, sizinle alay etmiyorum. Beni siz aldınız içeriye."

 

"Sus! Kapa çeneni, konuşma," Hala elinde tuttuğu tuvali hınçla suratıma savurup peş peşe vurmaya başladı. Panikleyerek kollarımı kendime siper ettim. Başıma inen tuvalden yırtılma sesi yükselmişti ancak buna rağmen durmamıştı; vurmaya devam ediyordu. Çığlık çığlığa bağırıyor, kriz geçirir gibi tepiniyordu. "Hepiniz benimle alay ediyorsunuz, biliyorum. O aptal Ceren yüzünden hepinizin diline sakız oldum. Ne hakla benimle alay edersiniz, alçaklar!"

 

Darbelerinden sıyrılarak kapıya koştum. Can havliyle kendimi koridora attım; çığlıklarının arasında yok olan anlamsız sözleriyle peşimden gelmeyi sürdürüyordu. Resmen çıldırmıştı.

 

"Zeren Hanım, lütfen sakin olun. Çok yanlış anladınız beni!"

 

Suratı nefretle kasılmıştı. Bu sefer iki eliyle birden saldırmaya başladı; önce geriye doğru itekliyor, ardından suratıma vuruyordu. Halının üstüne yuvarlandığım an, merdivenden telaşlı adımlar yükseldi. Birden karnıma sert tekmeler inince acıyla inledim. Bacağına tutunmuştum ancak ne yaparsam yapayım durduramıyordum.

 

"Zeren Hanım!"

 

Meral ablanın attığı çığlık, Zeren'in haykırışlarına karışırken, birden aramıza girerek kendisini üzerime siper etti. Durmadan inen acımasız darbeleri dindirmeye çalışıyordu; Zeren'in bacaklarına asılmış, sakinleşmesi için yalvarıyordu.

  

"Zeren Hanım, lütfen sakin olun!" Acımasızca elimi çiğneyen ayağı tenimden kaldırabilmek için çekiştiren Meral Hanım, korkunç bir hiddetle bağırdı. Sabrının son demleri de tükenmişti. "Yeter! Kendinize gelin. Kimse benim çalışanıma böyle davranamaz. Bu ne biçim bir rezillik! Haddinizi bilin!"

  

Geriye doğru iteklenince halıya düşen Zeren, nefes nefese kendisini deviren kadına baktı. Telaşla yanıma gelen Dilara ve Sude kolumdan tutarak beni yerden kaldırmıştı. Olabildiğince uzağa çekmiş, Zeren'in gazabından uzaklaştırmışlardı. Koridora ağır bir sessizlik çökmüştü. Yalnızca alınan solukların gürültüsü vardı.

 

"İyi misin?" Eğilerek yüzümü görmeye çalışan Dilara, önüme düşmüş saçları geriye itekledi. Sırtımı duvara yaslayarak iki elle dizlerime tutundum. Ağzımın içine acı bir tat yayılmıştı. Göğsümde keskin bir sızı vardı; canım çok yanıyordu.

  

Tehditkâr bir tonla, "Bu aptal kızlara nerede duracaklarını düzgün öğret o zaman! Yoksa çok kötü olacak, benden söylemesi." diye bağırdı. İşaret parmağını bize doğru sallamıştı. Ardından döndü, hışımla odasına girdi. Arkasından çarptığı kapı tüm evi inletmişti.

  

Kolumu tutarak destek olmaya çalışan Sude'yle Dilara'yı nazikçe iterek kendimden uzaklaştırdım. Meral ablanın gözlerine bakacak cesareti kendimde bulamamıştım. Yere düşmüş tokamı kaptığım gibi merdivenlere yöneldim. Yalnızca uzaklaşmak istiyordum. Arkamdan seslenen kızları duymazdan gelerek, hışımla aşağıya indim.

 

Salonun çıkışında Tan Bey dikiliyordu. Arkasında siyahlar içinde olan iki yabancı adam daha vardı. Bir anlık kesişen gözlerimiz, içinde bulunduğum anı daha katlanılmaz bir hâle soktu. Başımı öne eğerek evi terk ettim; karanlığa doğru atılarak müştemilata yürüdüm.

 

Sonra birden fikrimi değiştirdim; yokuş aşağı koşmaya başladım. Tenimi kesen soğuğun içinden geçerek, kümeslerin bulunduğu açıklığa çıktım. Biraz duraksayıp, soluklandım. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Yanımdaki ağacın gövdesine tutundum. Birkaç saat önce oraya bıraktığım kap boşalmıştı.

 

Doğrulup, ağaçların çevrelediği dar patikaya girdim. Önüme düşen saçları kulağımın arkasına kıstırdım. Elimi sızlayan dudağıma sürtünce acıyla inledim. Şişmişti; cayır cayır yanıyordu. Ağır adımlarla dar patikadan ayrılıp, boş bir açıklığa çıktığımda durdum. Eğilip yere tükürdüm. Ağzımın içi resmen kan doluydu; tiksintiyle öğürdüm.

 

Yaşadılarıma anlam veremiyordum. Günlerdir her şey o kadar hızlıydı ki kendimi son sürat çevrilen bir dönme dolaba hapsolmuş gibi hissediyordum. Elimden gelen tek şey, savrulmamak için bir yere tutunmaktı.

 

Gürültülü nefeslerimin arasında doğrularak başımı geriye attım. Sağ tarafta Merih'in evini görebiliyordum; epey aşağıya inmiştim. Konağın çatısı, ağaçların saçlarıyla örtülmüştü. Zar zor görünüyordu. Hava artık kararmış, bahçeyi çevreleyen ufak lambalar yanmaya başlamıştı.

 

Yavaşça ellerimi saçıma daldırıp toplamaya çalışırken, bir yandan da Meral Hanım'a nasıl açıklama yapacağımı düşünüyordum. Çıkıp gitmekle hata mı etmiştim? Bir süre kendimle baş başa kalmak istemiştim.

 

"Günlerdir çok bunaldım," Kendi kendimi ikna etmeye çalışırken, arkamdan yükselen hışırtıyla oraya döndüm. Az önce çıktığım patikadan bana doğru gelen Kabza, karanlıktaki varlığımı sezerek duraksamıştı. Devasa, siyah bir gölgeyi andırıyordu. Kulakları dikleşirken, burnu havayı kokladı; ufak gözleri üzerime kilitlenmişti. Henüz saçımı toplayamadan yavaşça ellerimi geri indirdim. Beni tanıyıp tanımadığını kestirememiştim.

 

Yumuşak bir tonla, "Kabza?" diyerek yokladım.

 

Birden hırlayarak ileriye atılınca korkuyla sendeledim. Onun havlayışlarına benim çığlıklarım karışırken, hiç düşünmeden koşmaya başladım. Göz dağı vermek için yaptığı hamle karşısındakini ürkütünce cesareti artmış gibi, can havliyle peşime takıldı. Terlikler ayağımdan fırladı ancak duramadım.

 

Rüzgar gibi aşağıya savrulurken, solda gördüğüm büyük baraka yönümü değiştirmeme sebep oldu. Soluk soluğa içeriye girdim ve birden kendimi atların yaşadığı büyük bir ahırın ortasında buldum. Yoğun bir tezek kokusu çarpmıştı suratıma. Gölge misali arkamdan gelen Kabza, köşeyi dönerek hışımla arkamdan içeri daldı; kaçan kovalanır der gibi soluksuzca havlıyordu.

 

Tek bir manevrayla gördüğüm ilk tahta kapının tepesine tırmandım. Kendimi içeriye, devasa siyah bir atın yuvasına fırlattım. Yalnızca bir lahzada avını kaçıran Kabza, arka ayaklarının üstüne yükselerek kapıya yaslandı; gür sesiyle resmen etrafı inletiyordu.

 

Düştüğüm yerden sürünerek samanların arasına dalarken, ansızın yuvasına yapılmış bu beklenmedik saldırıyla sinirlenen at, kişneyerek kımıldanmaya başladı. Yeri eşeleyen ön toynağı, etrafındakileri ikaz eder gibiydi. Ama köpeğin aralıksız havlayışları yabancı birinin evine girmesinden daha çok huzursuz etmişe benziyordu. Çünkü insanlara alışık olduğu barizdi.

 

Diğer atlar da bu hengameden rahatsız olmuş gibi sesler çıkarmaya başlamıştı. Hınçla başını sallayan siyah at, Kabza'ya doğru agresif bir hamle yaptı ve beni korkuyla olduğum yere sindirdi. Sırtımı tahtaya yaslayarak bacaklarımı kendime çektim; olabildiğince az yer kaplamaya çalışıyordum.

 

Boyundan büyük bir rakiple baş edemeyeceğini fark eden Kabza, geriye kaçılmıştı. Ancak yine de susmadı; ahırın içinde bir o tarafa bir bu tarafa yürürken, incinen gururunu havlayarak onarıyordu. Birilerine seslendiği, içerde bir tehdit bulunduğunu anlatmaya çalıştığı apaçıktı.

 

Öfkeyle nefesimi üfledim; neredeyse ağlayacaktım. Üstüm başım pislenmiş, adeta tezeğe bulanmıştım. Sinirli sinirli etrafımdaki samanları iteklerken, "Asıl Kemre sensin, aptal Demre," diye söyleniyordum.

 

Aniden ensemde hissettiğim sıcak bir nefesle çığlık atarak öne kapaklandım; yan tarafta yaşayan beyaz at, merakla tahtaların arasından uzanmış saçımı çiğniyordu. Ani tepkimle birlikte korkunca sitem edercesine kişnedi.

 

Aramdaki mesafeyi korumak için iyice samanların tepesine çıktım; yanımdaki tezekleri ayağımın ucuyla öteye iteklemiştim. Koku öylesine keskindi ki soluduğum havayı ağırlaştırıyordu. Her on saniyede bir içeriyi kolaçan eden Kabza'yla, evinin istila edilişinden ötürü serzenişte bulunan at arasında mekik dokuyordum. Her an saldıracakmış izlenimi veren attan gözümü alamıyordum; keza o da beni izliyordu. Tıpkı kendisi gibi kömür karası olan ufak gözünü üstümden ayırmıyordu.

 

Yavaşça saçımdaki samanları ayıklarken, beni anlayacağını düşünerek nazikçe mırıldandım. "Bak, sana hiçbir zarar vermeyeceğim, tamam mı? Sadece bir süre şuracıkta oturacağım," Sesimden rahatsız olmuş gibi birden kapının önünde beliren Kabza, sus dercesine tekrar havladı. Siyah kuyruğu hırsla sallanıyordu. "O kadar besledim seni Kabza, yakışıyor mu bu yaptığın? Ne hâle soktun beni. Git de çıkayım şurdan."

 

Tam bu esnada kapıda bir gölge belirdi. Uzun boylu genç bir çocuk başını içeriye uzatmış, etrafı kolaçan etmişti. Ancak yerde oturan beni göremedi. Kabza etrafında pervane gibi dönerken, nazik bir sesle, "Yaramaz Kabza, atlara sataşma," diye mırıldanıyordu. Üstünde kirli bir tulum vardı, elleri topraktan kararmıştı.

 

"Affedersiniz?" Birden ayağa kalkınca ürktü, geriledi. Yeşil gözleri irileşmiş, kaşları havaya kalkmıştı. Ellerini birbirine kenetlemiş, göğsüne bastırmıştı. "Kabza beni kovaladığı için burada mahsur kaldım."

 

Başını eğdi, ensesine dökülen saçlarıyla oynadı. Bir o yana bir bu yana bakıyordu. Bilinçsizce yaptığı hareketler onun kontrolünde değil gibiydi. Birkaç adım öne çıkarak beni daha iyi görmesini sağladım. "Siz Kubi olmalısınız, Sude sizden bahsetmişti."

 

Duyduğu tanıdık isimle birden başını kaldırdı. Ama sadece bir saniyeliğine göz teması kurabilmişti. "Bana sadece ailem Kubi der, sen benim ailem misin?"

 

Şaşırmış, ne diyeceğimi bilememiştim. "Değilim ama aileni tanıyorum. İsmim Demre, burada yeni çalışmaya başladım." Hiçbir cevap vermedi. Başı eğik, kaşları çatıktı. Zor bir denklem çözmeye çalışır gibi duruyordu. "Buradan çıkmam için bana yardım eder misin? Köpekten korktuğum için çıkamıyorum."

 

İsmini duyunca gülümseyerek Kabza'ya baktı. Sonra tekrar ciddileşti. Göğsüne bastırdığı elleri endişeyle birbirini sıvazlıyordu. Birkaç adım geriledi. "Demre köpeklerden korkuyor, Kubi atlardan korkuyor." Bir metre ötemdeki devasa siyah atı gösterdi. Gözlerini kırpıştırmış, dudaklarını büzmüştü. "Hem de en korkuncu!"

         

Sonra birden döndü aceleci adımlarla, topallayarak uzaklaştı. Arkasından, "Kubi dur, gitme!" diye bağırsam da hiçbir işe yaramadı.

 

Bozguna uğrayarak geri samanların arasına oturdum. Kabza hâlâ kapının ucundaydı; beni karamsarlığa sürükleyecek bir dikkatle gözlerini üstüme dikmişti.

  

Bıkkın bir şekilde ciğerlerimdeki tüm havayı boşalttım. Üşüyen ayaklarımı samanların arasına sokup başımı duvara yasladım. Her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım. Birden hiç olmadığım kadar beceriksiz hissettim. Annem beni bu hâlde görseydi kim bilir ne düşünürdü?

 

"Gerçekten bizi düşündüğüne inanıyor musun, abla?" Beyaz atın arkasında beliren Cemre yavaşça tahta korkuluğa sokuldu. Dizlerini kırarak samanların üstüne otururken, alnını kalın tahtaya yasladı. Aralıktan beni izliyordu. Yüzünde tuhaf bir bulanıklık vardı. "Şimdi karnı büyümüştür, yeni çocuğuna isim düşünüyordur. Bizi niye düşünsün?"

 

İstifimi bozmadım. "Hiç mi düşünmüyordur?"

 

Tahtadan ayırmadığı başını yavaşça iki yana salladı. Mavi gözleri buğulanmıştı. "Düşünmüyordur."

 

Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Boğazım yanıyordu; kelimeler sanki genzimdeki bir yangından alazlanarak çıkıyordu. "Neden bulanıksın, Cemre?"

 

Dürüstlük kisvesi altında acımasızca fısıldadı. "Çünkü artık gidiyorum. Yavaş yavaş siliyorsun beni."

 

Yediğim dayağın acısını bana unutturabilecek kadar derin bir sızıyla kuşandım. Bir süre bu gerçeği sindirebilmek için susmak zorunda kalmıştım. "Ama unutmak istemiyorum. İsteyerek yapmıyorum. Yemin ederim isteyerek yapmıyorum," Doğruldum, nefes almakta zorlanan biri gibi soluklandım. Artık titriyordum; ama tuhaf bir şekilde üşümüyordum. Aksine diri diri yanıyordum.

 

En son ne zaman ağladığımı bile hatırlamıyordum; belki de annemden vazgeçtiğim gün ağlamıştım. Ama şu an yangınımı söndürecek başka bir yol bulamıyordum. Cemre'yi kaybetmemin üstünden altı sene geçmişti; ama bir gün onu unutacağım hiç aklıma gelmemişti. Böyle bir ihtimali hiç düşünmemiştim. Asıl unuttuğum an kaybetmiş sayılmaz mıydım?

 

"Özür dilerim Cemre, lütfen affet beni," Kesik kesik çıkan kelimeler kulağa epey anlamsız geliyordu ama onun beni anladığına şüphem yoktu. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Zihnimin derinliklerinden süzülen bir düşünce olduğunu kanıtlarcasına silikleşiyordu. "Buraya senin için geldim ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Buradaki insanlar çok farklı, baş etmesi çok zor," Kolumdaki dağılmış mürekkep izlerine baktım. Dudaklarımdan taşan hıçkırık, siyah atın merakla başını kaldırmasına sebep olmuştu. Yan gözle, kımıldamadan beni izliyordu. Kabza bile yasımı bölmüyordu. "Bugünkü olaydan sonra beni burada bırakmazlar ki. İşe girmeyi bile beceremedim. Bütün emeklerim boşa gitti. Her şeyi berbat ettim," Sızlayan yanağımı silerek, reddetmesi için umutla Cemre'ye baktım. "Belki de yanılmışımdır. Belki de annem haklıdır. Kendi kafamdan bir kurgu uydurmuşumdur. Belki de gerçekten intihar ettin."

 

"Öyle mi?" Bu çarpıcı ihtimal onu da düşündürmüş gibi uzaklara daldı. Bu hâliyle epey üzgün duruyordu; sanki unutulduğunu dile getirdikten sonra zihnime tutunmakta zorlanıyordu.

 

"Kendimi başka türlü nasıl affedeceğimi bilemedim, Cemre," Affetmem sadece onun dudaklarından dökülecek bir avuntuya bağlıydı sanki; yalvarırcasına bakıyordum suratına. "Başına gelenlerin tek suçlusu benim. Olmamam gereken bir yerdeydim. Eğer o cinayete tanık olmasaydım, yaşayabilirdin. Seni o kitabevinde intihar etmiş gibi görünce her şey tekrar dirildi sanki, kendimi durduramadım. Baksana neredeyim, ne yapıyorum, artık ben de bilmiyorum," Çaresizce etrafıma bakındım. Yanaklarıma devrilen yaşları izlerken hiç konuşmadı. Suskunluğunun bana eziyet verdiğini gayet iyi biliyordu. Buna rağmen konuşmuyordu. "Nasıl avutabilirim beni?"

 

"Ben de bilmiyorum, abla," Başını tahtadan ayırarak geriye kaykıldı. İki elle asılmış, hafif hafif sallanıyordu. Gözlerinde tanıdık bir gülümseme vardı. "Ama artık beni bırakman lazım, altı sene oldu. Farkında değil misin? Duyduğun ses bana ait değil, sesimi bile unuttun. Sırf kendini cezalandırmak için beni düşünüp duruyorsun. Artık iyileşmen gerek abla."

 

"Ben iyileşmek falan istemiyorum!" Acı yakarışım tüm ahırda yankılandı. Köpek aniden ayaklanmış ve koşarak uzaklaşmıştı. Gözlerimi yumdum. Başımı dizime yaslayarak ufaldım. "Özür dilerim Cemre. Mezarında rahat yatmanı bile sağlayamadım. Lütfen affet beni."

 

"Demre?"

 

İrkilerek başımı kaldırdım. Peşinden gelen Kabza'yla tahta kapıya yanaşan Merih, müthiş bir şaşkınlık içerisindeydi. Karanlığa rağmen kusursuz gören gözleri her tarafıma dokundu; telaşla kapıyı açıp yanıma sokulurken, dudakları kımıldıyordu. Ama ne dediğini duyamıyordum. Hazin bir gerçeğin sancısıyla doluydum; Cemre artık yoktu. Bir daha da gelmeyecekti. Sanki yine yıpranmış kırmızı bir koltuğun üstündeydim ve yıllar sonra yine terk edilmiştim.

 

𓄅

 

Vee Demre sonunda Ceren'le de tanıştığına göree 🤫 Kubi de ucundan hikayeye girdi, en favori karakterimdir kendisi ouiyy 🥲 Okuduğunuz için çok teşekkür ederimm 🫶🏻🥺 Yorumlarınızı ve oylarınızı benden esirgemezseniz çok sevinirim. Emeğimin karşılığını alıyormuş gibi hissediyorum. 🥺✨ Cumartesi yeni bölümde görüşmek üzere, sağlıcakla kalın! 🖤✨

 

Fiysa

18.04.23

Loading...
0%