Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: "Dehşet"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

1.BÖLÜM: “DEHŞET”


Lütfen yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın! Umarım bölümü severek okursunuz. Bölüm bittiğinde yorumlarda buluşalım! :)

O halde ilk bölümle başlıyoruz,

Keyifli okumalar!


Bölüm Şarkısı: The Lumineers- Sleep On The Floor


^^^


Kulaklarımı dolduran yoğun silah sesleri beraberinde tiz, acı çığlıkları da getiriyordu. Gözlerimi aralamayı kendime hedef bellemişken ansızın hissettiğim tarifi olmayan acı beni esiri altına aldı. Hatırladığım tek şey bir an da büyük bir çatışmanın içinde olduğumuzdu. Saç diplerimde hissettiğim ıslaklıkla bütün bedenimi kaplayan korku beraberinde tiz bir inilti döküldü dudaklarımdan.

"Kanıyor."

Sesin sahibini gözlerim sıcacık bir perde tarafından esir alındığı için göremiyordum. Bahsettiği cümleyi idrak edebilmem için büyük ve şaşırılacak bir çaba sarf etme gereği duydum. "Kanıyor," diyerek cümlesini tekrar etti kimliğine uzak olduğum insan. Uzun ve acılı bir süreç sonunda birbirine yapışmış uzun kirpiklerimi çözmeyi başarıp gözlerimi araladım. Elim refleks olarak saç diplerime yol çizdi, ardından elime gelen ıslaklık hissiyle midem kasılırken elimi yavaşça indirdim. Etrafı fazlasıyla bulanık gördüğüm için elime bulaşan ve hala kurumamış olan rahatsız edici sıvının ıslaklığının sebebini kestiremiyordum. "Bulanık," diye mırıldandım oturduğum rahatsız edici zeminden güçlükle doğrulurken.

Sesim bedenimde hissettiğim güçsüzlüğü ezecek kadar belli belirsiz çıkmıştı.

Bulanık görmemin nedeni havada ateşten çıkan yakıcı dumanların hâkim olmasıydı. Burnuma kan kokularıyla birlikte rahatsız edici yanık kokuları da geliyor, burnumun içini yakıyordu. Kan kokularını bastıran yanık kokuları bütün havayı hakimiyeti altına almış, sanki her tarafı kapkara bir sis bulutu ele geçirmiş gibiydi. Görüşüm yavaş yavaş netleşirken tam çaprazımda, sol bacağında, diz kapağının üzerine ufak cam parçası batmış ve kanayan bacağının üzerine çoktan kana bulanmış elleriyle akan kanı denetlemek için baskı uygulayan en az benim yaşlarımda bir kız gördüm.

Sarı saçları pis dumandan solmuş, uçları kanın kiriyle lekelenip turuncumsu bir renge bürünmüştü. Başımın ağrımasını göz ardı ederek kıza doğru yaklaşırken silahtan çıkan yoğun sesi daha yakından duymaya başladım ve bu hiç hoşuma gitmedi. Kulaklarım duyma yetisini gittikçe yitiriyordu. Derin bir nefes aldım ve etraftaki pis, burun yakan kokuyu ciğerlerime çekmek zorunda kaldım.

"Sana yardım edeceğim," diyerek kızın biraz da olsa bana güvenebilmesini umdum. Ne kadar başarılı olduğumdan emin değildim fakat kızın terlemiş yüzündeki o donuk ifade bir an olsun gözden kaybolmuş gibiydi. Kızın hemen ayaklarının dibinde duran ufak, hafif yırtılmış kumaş parçası görüş alanıma girdiğinde yaklaşmakta olan silah seslerini önemsemeden kıza doğru ilerledim. Kumaş parçası, kızın ayaklarına ters geçirdiği bir sürü toz ve kirden üzeri kapkara olmuş krem rengi ayakkabılarının hemen dibinde duruyordu. Parçayı elime aldığımda gözlerim kıza çevrildi, bir yerden tanıdık geliyordu ama bir türlü nereden tanıdık geldiğini çıkaramıyordum.

Kumaş parçası uzundu ve az da olsa kızın kansızlıktan ölme ihtimalini indirgeyebilecekti. Gözlerim hala acıyla inleyen kızın üzerindeyken, "Ellerini bacağından çekmeni istiyorum. Biraz sonra yapacağım hareket canının fazlasıyla yanmasına sebep olacak ama dayanmak zorundasın. Sesini çıkarmaman gerekiyor. Sessiz durman gerek. Anladın mı?" dedim güçsüzce. Beni anlayamayacak korkusuyla cümleleri ardı ardına sıraladım.

Yaşla dolmuş olan açık gri gözleriyle bana bakarken anladığını belli etmek için başını aşağı yukarı salladı ve her yeri kana bulanmış olan ellerini bacağından çekmeyi başardı. Elimdeki kumaş parçasını dikkatli bir şekilde kızın bacağının altından geçirdim. Bunu yapabilmem için bacağını hafif kaldırmam gerekmişti ve ben bu işlemi sürdürürken bir an olsun gözlerimi, gözlerini sımsıkı yummuş olan kızdan ayırmıyordum. "Şimdi kumaşın uçlarını tutmanı isteyeceğim. Camı çıkarmam gerekiyor ve bunu senin yardımın olmadan başaramam. Canın yanacak ama sabretmek zorundasın."

Gözlerini yavaşça açıp benimkilerle buluştururken beni yeniden başıyla onayladı. Kanı kurumuş parmaklarını yavaşça kumaşın uçlarına yerleştirdi ve canının yanacağını şimdiden bildiği için parmakları kumaş parçasını sımsıkı sarıyordu. "Üçe kadar sayacağım ve üçte camı çekeceğim." Derin nefesler alırken yüzündeki korku dolu ifade gözlerimin önüne adeta bir siyah perde gibi düştü. "Bir." Biraz bekledikten sonra devam ettim. "İki," dediğimde gözlerini sıkıca yumdu ve üç dememi beklemeye başladı.

Parmaklarım sıkıca cam parçasını kavradığında yavaşça, "Üç," dedim ve elimden geldiğince hızlı bir şekilde cam parçasını kızın kanamaktan solacağı bacağından çıkardım. Kız çığlık atmamak için dudaklarını ısırırken gözlerini sıkıca kapatmaya devam etti, alnındaki ter damlacıkları şakaklarından boynuna doğru yol çizmeye başlamıştı. Çabucak kıza tutması için verdiğim kumaş parçasını onun artık halsizleşmiş olan parmaklarından kurtardım ve kumaşı birbirine bağlarken bunu gereğinden fazla sıkı yapmaya gayret ettim. Parmaklarımdaki kanlar kızınkilerle buluştuğunda burnumun deliklerinden iyice ciğerlerime dolan keskin kokular yüzümün buruşmasına sebep oldu. Nefes almakta her zamankinden fazla zorlanırken kumaşa açılması zor bir düğüm attım.

"Birilerini bulmam gerek," diye fısıldadım. Kız, gözlerini açmamaya devam etti. Acıdan sesini çıkarmaya çekiniyordu. Söylediğimi yalnızca başıyla onaylayıp derin bir nefes almaya çalıştı. Büyük ihtimalle, etraftaki yakıcı kokudan rahatsız olduğu için aldığı nefesten sonra o da benim gibi acıyla beraber yüzünü buruşturdu. Bulunduğum yerden kalkarken bacaklarımın uyuştuğunu hissettim fakat bu yardım için birini bulmama engel değildi. Derhal birini bulmalı ve daha adını bile bilmediğim fakat bana tanıdık gelen kıza yardım etmeliydim. Yalnızca ona değil, kendime de.

Başım dönerken etrafı incelemek için gözlerimi olabildiğince aralamaya çalıştım ve yerlerdeki parçalanmış tahta parçalarıyla birlikte parçaların arkalarında bıraktığı tozlar görüş alanıma girdi. Her şey yerle bir olmuştu. Daha önce tatmadığım büyük bir korkuyla titremeye başladığımı hissettim. Aileme bir şey olmuş olabilirdi.

Etrafın kapkara bir sis tarafından perdelenmesi etrafımda olabilecek insanları görmeme engel olmamalıydı. Fakat etrafımda ürpertici derecede hiç kimse yoktu.

Hiç kimse.

"Kimse yok mu!" diye bağırdım son çare olarak. Yavaş ve güçsüz adımlarla ilerlemeye çalışırken bir yandan da kolumu yüzüme siper ederek gözüme kaçma ihtimali olabilecek tozları engellemeye çalıştım. "Kimse yok mu?" diye ümitsizce seslendim yeniden. Yürümeye devam ederken ayağım sert bir şeye çarptı ve acıyla inleyerek çarptığım şeye baktım. Gördüğüm tahta parçasının üzerinde yazan yazı kanımın donması için yeterli bir sebep gibi görünüyordu. Eğilerek tahta parçasını alırken üzerinde HONİX yazdığını net bir şekilde görebilmiştim. P ve E harfleri silinmişti.

Kendi bölgemin, Phoenix, levhası paramparça olmuş, geriye yalnızca birkaç harfini bırakmıştı. Göğsüme batan ağrı bir anda dizlerime vurdu ve tökezlememe sebep oldu. Ailem. Annem ve babam. Gözlerim dolmaya başlarken arkadan bana "Anka?" diye seslenen kızı duydum. Seslenmekten ziyade adımı doğru hatırlayıp hatırlamadığından emin olmak istiyormuş gibiydi ve doğruydu da. Adımı biliyordu fakat ben şu anda kendimde değilken ona cevap verebileceğimi düşünmedim. Midem bulanmaya başladı ve bacaklarım gücünü kaybedip yere düşmeme neden oldu. Tahta parçalarının bacağıma batıyor olması o an önemsiz geldi.

Gözümden akıp yanağımdan çeneme doğru yol çizen gözyaşımın sıcaklığı içimi ısıtmaya yetmiyordu. Güçlü esen rüzgâr sayesinde yanağımdaki ıslaklık ısısını yitirip geride soğukluğunu bırakmıştı. "Anka? Sensin değil mi?" Tekrar aynı sesin benimle konuşmaya çalıştığını duyduğumda hızla gözyaşımı sildim. Kendimi toparlamadan mantıklı düşünemezdim ve ailemi bulmak için herhangi bir çaba sarf edemezdim. Kızı daha fazla cevapsız bırakmamak için yalnızca "Evet, benim," diyebildim.

"İnanamıyorum Anka! Bilekliğin olmasaydı neredeyse seni tanıyamayacaktım!" Sesine yansıyan heyecan ve mutluluktu. Bilekliğimden söz etmiş olması, garipti. Bunu bilen çok az insan vardı. Yüksek bir kahkaha patlattıktan sonra devam etti. "Benim! Afrodit!" Afrodit mi? diye sordum kendi kendime. Hatırlamaya çalışırken nasıl olur da daha önce fark edemedim diye kendime kızdım.

Ama bu imkansızdı. Şaşkınlıkla yerimden doğrulmaya çalıştım. Yıllar önce ölmüş olması gereken Afrodit. Nasıl olmuştu bu?

"Nasıl?" diye sordum bu sefer yalnızca benim duyabileceğim şekilde. Yerimden doğrulmayı başardığım sırada arkam Afrodit'e dönüktü. Yüzünü tekrar gözlerimin önüne getirmeyi başardığımda yüzümde bir gülümseme oluştu. "Afrodit?" diye seslendim bedenimi tekrar onun olduğu yöne çevirdiğim sırada. Gülümseyerek bana baktığında gözündeki mutluluk kendini ele veriyordu. "Sensin!" dedim gülerek. Ona doğru adım atacakken durdum, az önce gördüğüm tabela aklıma geldi ve devam ettim. "Afrodit, bölgemin tabelasını gördüm. Paramparça olmuş, P ve E harfleri silinmiş. Bize yardım edecek birini bulup yanına geri geleceğim. Geldiğimde nasıl oldu da hayata yeniden tutunduğunu bana anlatacaksın. Tamam mı?"

"Tamam ama çok dikkatli ol," dediğinde gülümsemesi solmaya başlamıştı. "Hakan'ı bul Anka! Lütfen!" diye bağırdı daha sonra.

Hakan. Çocukluk aşkım Hakan.

Sonunda başımla onu onayladığımda tekrar ona sırtımı dönüp toz dumanın arasında ilerlemeye başladım. Savaş iki bölge arasında gerçekleşmişti. Benim bölgem ve onun bölgesi, Anguis ile.

Afrodit farklıydı. Bunu biliyordum çünkü onu küçüklüğümden beri tanıyordum. Hakan'ın, oyun arkadaşımın, güzel mi güzel ablasıydı. Kim bilir Hakan neredeydi.

Endişelerime yeni bir tanesi daha eklenmişti. "Anne! Baba!" diye bağırdım en sonunda onlardan bir cevap gelmesini umarak. İlerlemeye devam ettikçe her yerde hareketsizce yatan bedenler görüyordum. Asla kıpırdamıyor, ölü gibi yatıyorlardı. Belki de çoğu ölmüştü.

Cesaretimi toparlayıp sağ tarafımda yatan adamın yanına doğru yürümeye başladım. Kalbim küt küt atıyor, ağzımın kurumaya başladığını hissediyordum. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama arkadan aynı babama benziyordu. Yanına ulaştığımda yere eğilip omzundan tuttum. Hiçbir tepki vermedi.

Yüzünü görebilmek için onu kendime doğru çevirdiğimde boş bakan gözlerle karşılaştım. Yerimden sıçradım, gözleri açık can vermiş olan tanımadığım bir adamla karşılaştığımı fark ettim. Gözlerindeki ışık solmuş, mavi gözleri artık anlamsız bakıyordu. Kendimi o kadar kötü hissettim ki. Hem babam olmadığı için sevindiğimden hem de adamın sebepsiz yere gözü açık gitmesinden. İşaret ve orta parmağımla göz kapaklarını kapattım. Kendi kendimi rahatlatmak için başımı iki yana sallayıp silkelendim. Derin bir nefes aldım ve arkamda bana yaklaşmakta olan adım sesleri kulaklarımı doldurdu.

"Hey." Yakınımda bir ses işittiğimde sırtımı dikleştirip o yöne doğru döndüm. "Sende kimsin?" diye sordum karşımda dikilmiş kaslı uzun boylu çocuğu gördüğümde. Bana doğru bir adım attığında yerdeki tahtaların çatırtısı bir anlığına irkilmeme sebep oldu. Etrafta kendimi koruyabileceğim herhangi bir kesici alet aramaya başladığımda bana cevap verdi. "Adım Ares." Elini bana doğru uzatıp kendini tanıttı. Herhalde elini sıkıp benim de kendimi tanıtmamı bekliyordu. Çok beklerdi.

"Bana yaklaşma." Elimi kaldırıp onu durdurdum. Şaşırmış gözlerle beni süzerken kim olduğumu anlamaya çalıştığı belliydi. Gözü bilekliğime takıldı, öne atılarak "Anka?" diye sordu. "Kafana ne oldu?"

Kafam karışmıştı. Elimi yavaşça yere indirip "Adımı nereden biliyorsun?" diye sordum diğer sorusunu duymazdan gelerek. "Hakan," dedi ve durdu. Tam olarak ne diyeceğini kestiriyordu. Hakan'ın adını duyduğumda ona bir şey olduğunu düşündüm ve midem kasıldı. "Ona bir şey mi oldu yoksa?" diye sorarken sesimin titremesine engel olamadım. Aceleyle "Hayır," dedi. Bütün vücudumda bir rahatlama hissettim.

"Seni Hakan'dan tanıyorum," diyerek daha önce sormuş olduğum sorunun cevabını verdi.

"Hakan'ı nereden tanıyorsun?" diye sorduğumda bana yaklaşmaya devam etti. Bu sefer onu durduracak bir harekette bulunmadım. "Hakan benim arkadaşım. Anguis bölgesindenim," diyerek açıkladı kendisini. Siyah saçlarının aralarına giren gri tozları bana yaklaştıkça fark ettim. "Nerede olduğunu biliyor musun?" diye sormamla başını hayır anlamında sallaması bir oldu.

Bir an aydınlanma yaşayarak ona Afrodit’ten bahsettim. "Afrodit. İlerde beni bekliyor," derken işaret parmağımla az önce geldiğim tarafı işaret ettim. "İyi mi?" Endişeyle işaret ettiğim tarafa doğru baktı. "Pek sayılmaz. Çok kötü yaralanmış." Derin bir nefes verdim. "E hadi, yanına gidelim o zaman. Belki benim bir yardımım dokunur." Onu iyice incelerken kendi kendime adını tekrarladım. Ares. Savaş tanrısı Ares. Benim adımı anka kuşundan aldığım gibi ona da tanrı ismi bahşedilmişti.

"Sen git yanına ama sakın oyun oynamaya kalkma, bende birazdan geleceğim," dedim ama yalan söylüyordum. Sabırla "Dediklerimde doğruyu söylüyordum," dedi ve başka bir şey söylemeden az önce gösterdiğim yöne doğru adımlarını hızlandırdı. Ares ilerlediği sırada sol kolunun arkasında, kendisini belli edecek büyüklükte yara izi dikkatimi çekti. Gözden kaybolup dumanların arasına karıştığında aceleyle yerde işime yarayacak bir şeyler aramaya koyuldum.

Çoktandır silah sesi duymuyordum. Biz, üçümüz dışında hayatta kalan başka kim vardı? Bu sorunun cevabını bulmak için can atıyordum fakat bunun için elimden hiçbir şey gelmiyordu. Kafamdaki yaraya elim gittiğinde kanın kuruduğunu anladım. Islaklık gitmişti.

Onca olan bu saçmalıklar nasıl bu hale gelmişti? Savaşacak kadar iki bölge arasında neler olmuştu da şu an bu dehşet verici durumun içerisine düşmüştük? Annem ve babam neredeydi bilmiyordum. Ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Tanrı ve tanrıça isimlerinin bahşedildiği onca çocuğa neden böyle isimler verilmişti? Bu verilen isimler bizlere ne katıyordu ya da ne katacaktı? Belirsizlikten kafayı sıyıracaktım.

Savaşın neden ve nasıl başladığını anımsayamıyordum. Gözlerimi gökyüzüne diktiğimde "Ne yapacağım?" diye sordum kendime. Sesim, dudaklarımdan fısıltıyla döküldü. Çaresiz hissetmek böyle miydi? Ne yapacağını veya nereye gideceğini bilememek...

Gökyüzü bile dumanlardan dolayı solgun gözüküyordu. Gözlerim yukardan düşen ufak ateş parçasına takıldı. Tam ayaklarımın dibinde yerle bütünleştiğinde ortadan kayboldu. Tamamen söndüğünden emin olmak istercesine üzerine basarak ilerlemeye koyuldum. Ayakkabılarım berbat haldeydi. Yalnızca ayakkabılarım olsa yine iyiydi. Ben, berbat haldeydim. Etraf batıyordu, dehşet içindeydi. Bir bataklıktaymışım da sakin, fakat hızlı bir şekilde batıyormuşum gibi seziyordum.

Her taraf ceset doluydu. Her köşede, her adımımda, gözlerimi çevirdiğim her yerde.

Gerçekti. Bu yaşananların hepsi gerçekti ve can yakıcıydı. Ölen onca insanla birlikte kaybolan da bir sürü insan vardı. Yıkılmış binaların, tahtaların altında ya da yanında sıkışıp kalmış birçok insan. Dehşet. Evet, tanımı buydu.

Dehşetti.

Hava, serinliğini yitirmiş yerini boğan sıcaklığa bırakmıştı. Karşımda bir silüet ile karşılaştığımda bütün düşüncelerimden uzaklaştım. Birkaç adımından sonra bakışlarım Hakan'ınkilerle buluştu. Gözlerini kısmıştı, temkinli görünüyordu. Yıllar sonra onu karşımda görmek o kadar iyi gelmişti ki koşarak gidip ona sarıldım. Kollarım boynunu sararken kokusu burnumu doldurdu. "İyisin," diye mırıldandım. Elleri belimi sarmadı, olduğu yerde dikiliyordu. "Ne arıyorsun burada?" Bir süre bekledikten sonra ağzından çıkan soru bu oldu. Kollarım gevşeyip boynunu serbest bıraktığında bir adım geriledim. "Ne mi arıyorum?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Herhangi bir cevap gelmedi.

"İyi olduğuna sevinirken seninde benim için aynı şekilde düşüneceğimi umdum. Fakat bana vereceğin karşılık bu aptal sorudan ibaret mi gerçekten?"

Gözlerimi donuk bakışlarına çevirdiğimde bakışlarını benden kaçırarak kafasını sağ tarafa çevirdi. Afallamıştım. Karşımda duran, yüzüme bile bakmaktan kaçınan oyun arkadaşım, çocukluk aşkım değildi.

"Hakan," dedikten sonra devamında ne söyleyeceğimi bilemediğim için lafıma devam etmedim. "Afrodit'i gördün mü?" Hala yüzüme bakmazken sorduğu soru canımı yaktı. Elbette ki ablasını soracaktı fakat doğruyu söylemek gerekirse beklediğim tek tepkisi bu yönde değildi. Ondan uzaklaşırken "Gördüm. Ares," dedim ama devamını getirmedim. Ares'in adını duyduktan sonra dönüp bana bakacağından emindim ki öyle de olmuştu.

Yüzünü bana doğru çevirme zahmetine girdiğinde koyu kahverengi gözlerini üzerimde gezdirdi. Keskin bakışları ilk önce kafama daha sonra ellerime daha sonra da dizlerime doğru indi. Yalnızca bana ait olmayan, her tarafıma damgasını vuran kurumuş kanları gördüğünde, başının eğik olmasına rağmen, bakışlarındaki pişmanlığı sezebildim. Çünkü onu iyi tanıyordum ve ne zaman pişman olmaya başlarsa kasılırdı.

"Eğer merak ettiğin buysa iyiyim. Hepsi benim kanım değil," dediğimde hızla bakışları beni buldu. "Afrodit yaralandı," diyerek uzatmadan devam ettim. İyice kasılmaya devam ederken yanına bir de kaşlarının çatılması eklendi. "Nerede? İyi mi peki? Bir şey söylesene Anka!" Bağırışı o kadar yüksek, sesi o kadar gürdü ki yerimden sıçradım.

"İyi. Ares ile karşılaştık. Afrodit'in yanına gitti, merak etme yalnız değil."

Alayla güldü. "Merak etme yalnız değil? Öyle mi?"

"Hakan, kötü bir şey söylemiyorum. Hem bana karşı oluşan bu kinin ve nefretin sebebini öğrenebilir miyim?" Ona karşılık vererek sesimi yükseltip kaşlarımı çattım. Bir kardeşim olmadığı için tam olarak ne hissettiğini anlayamayabilirdim fakat insanı sürekli endişe içine sürükleyen bir duygu yarattığına emindim. Daha sonra "Senden nefret etmiyorum," dedi yalnızca. Sesi daha alçak ve sakindi. Ellerini saçlarından geçirdiği esnada, seneler önce ona vermiş olduğum siyah bilekliği hala taktığını gördüm.

"Anka!" Ares'in gür sesini duyduğumuzda ikimizde sesin geldiği yöne doğru baktık. Net bir şekilde onu görebildiğimde kucağında taşıdığı kişinin Afrodit olduğunu anlamam uzun sürmedi. Hakan koşarak ablasının yanına giderken bende onu takip ettim. "Afrodit! İyi misin? Bacağına ne oldu?" Hakan, Afrodit'i Ares'in kucağından alırken saniyelik bakışları bana kaydı. Afrodit gülerek, "İyiyim ben, merak etme. Anka olmasaydı büyük ihtimalle kan kaybından tekrar ölmüş olacaktım," dedi.

Hakan sinirle ona bakarken, "Bana ölümden bahsetme," dedi dişlerinin arasından. Afrodit hala gülmeye devam ederken ellerini havaya kaldırıp "Affedersin ablasının bir tanesi," dedi. Afrodit'in inatla gülmeye devam etme sebebinin Hakan'ı yatıştırmak için olduğunu anlamam kısa sürdü. Ares bana doğru gelip sol tarafımda durduğunda kafasını bana doğru çevirdi. Afrodit, Ares'e bakarken gülümsüyordu fakat nedenini anlayamamıştım. "Sen nasıl oldun? Kafan acıyor mu?" diye sordu ortamdaki gerginliği yatıştırmak adına. Hakan'dan beklediğim soruyu bana Ares sormuştu. Yaşadığım hayal kırıklığıyla, "Yok. O kadar fazla acımıyor," dedim.

"Şimdi ne halt edeceğiz?" diye sordu Hakan sinirle. Göz rengi iyice derinleşirken gözlerini benimkilerle buluşturdu. "Evet Anka?" Ardından Ares'e döndü. "Evet Ares? Birbirinizin nasıl olduğunu öğrendiğinize göre bir planınız var mı söyleyin bakalım." Sesindeki iğneleyici ifade belli ki Ares'i rahatsız etmişti çünkü kaslarını sıkmaya başlamıştı. "Bir planım olmadığını biliyorsun kardeşim," dedi Ares sesindeki sakinliği korumaya çalışırken.

Hakan, derin bir nefes aldıktan sonra Afrodit'in bacağına bağlamış olduğum kumaş parçasına bakarken, "Teşekkür ederim Anka," dedi sakin bir şekilde. Bana teşekkür etmesini beklemiyordum fakat ağzından çıkan bu sözler gülümsememe neden oldu. Onun ablasına ne kadar düşkün olduğunu biliyordum. Hayal meyal hatırlasam da onun canı için kendi canını feda edecek kadar çok seviyordu ablasını. Yaşanan o günün karmaşasından sonra bir daha benimle görüşmemişti. Şimdi de benimle pek ilgilenmiyordu ve sebebini bilmiyordum. Bana bakmamasından yararlanarak gülümsedim.

"Nereye gideceğiz? Ailelerimiz nerede, bilmiyoruz." Afrodit'in cümlesi hepimizi kendimize getirdi. Evet, ne yapacaktık? Ailelerimiz neredeydi? Onca insan neden ölmüştü? Kafamda dönüp duran bu ürkütücü soruların cevabını bende merak ediyordum ama maalesef bu sorulara verebilecek cevaplar bende yoktu.

Bakışlarım Hakan'a döndüğünde onun hala Afrodit'in yaralı bacağına baktığını gördüm. Bir şey düşünüyor gibiydi. Belki hepimizin çaresizce beklediği cevabı o bize sunabilirdi. Bakışlarını Ares'e çevirdiğinde "Her yer mahvoldu. Geceyi geçirebileceğimiz bir yer bulmamız gerekiyor," dedi ve durakladı. "Mermileri bitmiş olmalı ki silah seslerini artık duymuyoruz," diyerek devam etti. Kolları titremeye başladığında içini bir endişenin kapladığını anladım. Ne düşünüyordu, kestiremiyordum. Bakışları çok donuktu.

"Kendimizi koruyabileceğimiz bir şeyler de bulmamız gerekiyor," diyerek cevap verdi Ares. Hakan kafasıyla onu onayladığında devam etti. "İleride silah ya da kesici aletler bulma ihtimalimiz yüksek olabilir. Ancak ikişerli gruplar halinde hareket etmemiz gerekiyor." Tekrar bakışları kucağında halsiz bir şekilde yatan Afrodit'e döndü. Afrodit'in o hali, geçmişi gözlerimin önüne serdi. Aradaki fark o zaman babasının kucağında cansız bir şekilde yatmasıydı. Gözlerinin önüne düşen sarı saçlarını nefesiyle geriye atmak için çaba sarf ederken, "Ben Ares ile gideyim, sende Anka ile git," dedi Afrodit.

"Seni yalnız bırakamam." Hakan'ın dudağından dökülen sözcükler fısıltıyla çıktı. "Beni hiçbir zaman yalnız bırakmadın zaten. Şu anda da yalnız bırakmıyorsun," deyip gülümsedikten sonra Afrodit cümlesine devam etti. "Ares daha güçlü ve beni rahatlıkla taşıyabilir. Bana belli etmediğinin farkındayım fakat yaralı olduğunu görebiliyorum kardeşim."

Bakışlarım daha önce fark edemediğim Hakan'ın alnındaki şişkinliğe kaydı. Kumral saçları alnına düştüğü için şişkinliğin bir kısmını örtmeye yetmişti. Ares, sessizliği bozarak, "Afrodit doğru söylüyor, senden daha güçlüyüm. Onu rahatlıkla taşıyabilir, kalabileceğimiz bir yer bulabilirim. Sen de Anka ile gidip işimize yarayacak aletler bul," dedi. Hakan derin bir nefes aldıktan sonra kısa bir süreliğine gözlerini kapattı. Kirpiklerinin uzunluğu gözlerinin altına gölge etkisi yaratıyordu.

Yavaşça gözlerini açtıktan sonra "Tamam, kabul. Afrodit'e iyi bakacağına eminim. Sakın ona bir şey olmasına izin verme, eğer bir şey olursa seni mahvederim," dedi net bir sesle. Ares, başını yalnızca aşağı yukarı sallayarak onay verdi. Afrodit tekrar Ares'in kollarına geçtiğinde gözlerim Hakan'ın üzerindeydi. İsimlerimizi anons eden yüksek bir ses duyulduğunda irkildik. "Anka Özçelik, Ares Güçlü, Afrodit Dalkıran ve Hakan Mirza Dalkıran." Sesin nereden geldiğini kestirememekle birlikte sesin kime ait olduğunu da bilmiyordum. Göz ucuyla diğerlerine baktığımda onların da bilmediğini şaşkınlıkla etrafa bakmalarından anladım.

"Bu kim?" diye sordu Afrodit hepimizin yerine. "Adımızı nereden biliyor?" diyerek devam etti Ares. "Görünüşe göre hayatta kalan yalnızca sizlersiniz," dedi yine aynı ses. Karnım kasıldı, gözlerim açıldı. Ailem. Ailelerimiz.

"Bu da ne demek şimdi?" Hakan sesini yükselterek kendisini duyurmaya çalıştı. Tiz, kulakları rahatsız eden bir ses duyuldu ve istediğimiz soruların cevaplarını veremeden ortadan yok oldu. Ellerimi saçlarımın arasına geçirip saçlarımı avuçlarımın içerisine alarak sıktım. "Burada daha fazla kalamayız," dediğinde Afrodit, bakışlarımı yerdeki tahta parçalarına yönelttim. Bir sürü kan, parçalanmış tahtalar, kıyafet parçaları...

Hakan tam karşıma belirdiğinde ellerini kollarıma kenetleyip ellerimi serbest bırakmam için çekiştirdi, bilekliğim sallandı. "Kendine gel." Gözlerim, tozlanmış ve kan bulanmış ayakkabılarına kaydı. "Anka, ellerini serbest bırak." Tekrardan beni çekiştirdiğinde sinirle ellerimi saçlarımdan ayırarak yere indirdim. Hala ona bakmazken "Ne kadar güçlü olduğunu unuttun mu yoksa?" diye sordu sakince.

"Ben Afrodit'i alıp gidiyorum." Ares'in sabırsız sesini duydum. Derin bir nefes aldıktan sonra bakışlarımı endişeyle bana bakmakta olan Hakan'ın koyu kahverengi gözleri ile buluşturdum. Benden daha uzun olduğu için başımı biraz fazla kaldırdım. Yerdeki tahtaların çıtırdamasıyla Ares'in çoktan yanımızdan ayrılmak için ilerlemeye başladığını anladım. "Söz konusu aile olunca güçlü kalınamadığını en iyi senin bilmen gerekmez mi Mirza?" diye sorarken bilerek ikinci adını bastırarak söyledim. Yıllar önce bu ismiyle ona seslenen tek kişi küllerinden doğan katildi.

Kaşlarının çatıldığını fark ettim. Terleyen, kollarımda izini bırakan ellerini çekip bana arkasını dönerek Ares'in gittiği yönün tersinde ilerlemeye başladı. Yavaş adımlarla peşinden gitmeye karar verdiğimde durdu ve sırtına çarpıp sarsılmama neden oldu. "Bir daha bana o şekilde seslenme," dedi dişlerini sıkarak.

Yüzüm hala sırtına bakarken alnımı sırtına dayadım. Hissetmiş olacaktı ki kasılmaya başladı fakat bir harekette bulunmadı. "Aileni, ailemi, ailelerimizi bulacağız," dedi tek nefeste. Ağzımdan onu onaylayacak bir cümle çıkacaktı ki sesimin titreyeceğinden emin olduğum için susmayı tercih ettim.

Kafasını sağ tarafa çevirdiğini ve göz ucuyla bana baktığını hissettim. "Hadi artık gitmemiz gerekiyor," dedi beni kendime getirmek istercesine. Az da olsa kendimi toparlamayı başardığımda söylediklerini düşündüm. "Ne kadar güçlü olduğunu unuttun mu yoksa?" Unutmamıştım elbette fakat çaresizce beklerken güçlü kalmaya çalışmak zor geliyordu.

Sırtımı dikleştirip hiçbir şey söylemeden önüne geçtim ve ilerlemeye başladım. Attığım her adımda kalbim küt küt atıyor, istemsizce bakışlarımı çevremizde hareketsizce yatan bedenlere çeviriyordum. Küçükken ona verdiğim cesareti şimdi o, bana veriyordu. Sanki farkında olmadan birbirimizin eksiklerini ve ihtiyaçlarını tamamlıyorduk.

Adımlarını hızlandırarak yanıma ulaştığında "Kafana ne oldu?" diye sordu. "Senin alnına ne oldu?" diye sordum, sorusuna karşılık vererek. Hafifçe güldüğünde "Bilmiyorum," dedi. Gülmesi beni şaşırtmış olsa da bulunduğumuz ortamı yumuşatmak istediğini düşündüm. "Bende bilmiyorum," deyip adımlarımı hızlandırmaya başladım. Gözlerim yerde bulabileceğimiz, işimize yarayacak aletler arıyordu.

Sağ çaprazımda Anguis bölgesinin tabelasını gördüğümde olduğum yerde durdum. Hakan yanıma geldiğinde ne yapmaya çalıştığımı anlamak için durdu. "Ne oldu? Bir şey mi buldun?" diye sordu. İşaret parmağımla gördüğüm tabelayı gösterdim. "Bölgenin tabelası," dedim mırıldanarak. Bir adım öteme geçerek ona gösterdiğim yöne doğru, tabelaya, baktı. "Başka birileri daha hayatta kalmış olmalı," dediğinde adımlarını ikimizin de baktığı yöne doğru yöneltti. Onu takip ederken kim olduğunu bilmediğimiz sesin söylediklerini düşündüm. Doğru olabilir miydi acaba? Yalnızca biz dördümüz mü hayatta kalmayı başarmıştık?

"Dikkatli ol," dedim. Sesim tedirgin ve boğuk çıktı. Tabelanın hareket ettiğini fark ettiğim sırada "Hakan," dedim fısıldayarak. Acele adımlarla yanına gidip kolunu tuttum. "Tabela hareket ediyor," dedim yeniden fısıldayarak. Gözlerini kısarak tabelayı incelemeye koyuldu. Yaklaştığımızda tabelanın üzerinin kırmızı bir kalemle çizildiğini gördüm. Elini, elimin üzerine koyup sıktı.

Tabelanın kenarında tabelayı üzerinden atmaya çalışan yaralanmış bir el gördüm. "Hayatta kalan biri daha," dedim kendi kendime. Hakan da beni duydu ve elini elimden çektiğinde biraz daha ilerlemeye başladı. Elim, elinden yere düşerken onu izlemeye koyuldum. Yeniden, "Dikkatli ol," diye seslendim. Tabelanın olduğu yere ulaştığında söylediğim gibi dikkatli davranarak kendi bölgesinin tabelasını yerden kaldırdı. Altında nefesini düzene sokmaya çalışan bir kız gördüğümde yanına koştum.

"İyi misin?" diye sordu Hakan, kızı kolundan tutup yavaşça kalkmasına yardım etti. Kısa siyah saçları onca kir ve tozdan grileşmiş, üzerindeki kıyafetleri tozdan renklerini yitirmişti. Kız acıyla inleyerek en sonunda yattığı yerden doğrulmayı başardığında "Çok kötüydü," diye mırıldandı. Sesi ağlamaklıydı. Kollarını Hakan'ın beline dolayıp başını göğsüne yasladığında hıçkırarak ağlamaya başladı. Hissettiğim üzüntü ve kıskançlık birbiriyle kavga ediyordu adeta.

Hakan, kollarını gevşek bir şekilde kıza sardığında gözleri beni buldu. Dudağını ısırdıktan sonra koyu kahverengi gözleri derinleşti. "Tamam, geçti." Eliyle kızın sırtını sıvazladığı zaman gözleri hala benim üzerimdeydi. Sırtımı iyice dikleştirdikten sonra "Adın ne? Hangi bölgedensin?" diye sordum bakışlarımı Hakan'dan çekip kıza yönelttiğim esnada.

Hakan, beni ayıplarmış gibi başını iki yana salladığında bunu fark edebilmem için ona bakma ihtiyacı duymadım. Kız burnunu çekip kendi bedenini Hakan'ın bedeninden uzaklaştırdığında bana döndü. "Rabia. Rabia Bayraktar," dedi, avucunu alnının üzerine yerleştirdi. Hakan'a dönerek, "Phoenix bölgesindenim," dedi acıyla yüzünü buruşturarak. Benimle aynı bölgede olan birini bulmak nedense içimi rahatlatmıştı, hala hayatta kalmayı başaranlar vardı.

Başına almış olduğu darbe sebebiyle alnı kanıyordu. Hakan, Rabia'nın elini alnından uzaklaştırıp baş parmağıyla kaşlarına doğru yol çizen kanı sildi. "Neler olduğunu hatırlıyor musun Rabia?" diye sordu parmağını indirdikten sonra. Hava iyice kararmaya başlamış, ayın ışığı üzerimize yansırken üzerimizdeki kirleri ve kanları ortaya seriyordu. Bir nevi göstermekten kaçındığımız acıları gün yüzüne çıkarıyordu.

Rabia başını hayır anlamında salladığında acı çektiğini belli edercesine yüzünü buruşturdu. Yüzü kasılırken, "Beni bulduğun için teşekkür ederim," dedi Hakan'a bakarak. Hakan dönüp bana baktığında ayın ışığı kirle karışan kumral saçlarına yansıyarak parlaklığını gözler önüne serdi. "Aslında seni Anka buldu," dedi başıyla beni işaret ederek. Rabia bana dönme zahmetine girdiğinde yapmacık bir gülümsemeyle, "Anka? Ah, teşekkür ederim," dedi.

"Hakan, hava iyice kararıyor. İlerlememiz gerek. Ares ile Afrodit'in nerede olduğunu bulmamız lazım," dedim Rabia'nın samimiyetsiz teşekkürünü yok sayarak. Hakan ciddiyetin yeni yeni farkına varıyormuş gibi karanlığa gömülmüş gökyüzüne baktı daha sonra başını sallayarak onay verdi. Rabia'ya dönerek "Anka ile aynı bölgedensiniz. Başka birini gördün mü? Sizin ya da benim bölgemden olması önemli değil," dedi. Kaşlarını kaldırarak Rabia'dan cevap bekledi.

"Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum fakat sanırım ileride bir çocuğun sesini duymuştum." Karşı tarafı gösterdi. Alevlerden yanıp kül olmuş tarafa döndüğümde alevlerin nasıl bu kadar çabuk söndüklerini sorguladım. Yangın birileri tarafından söndürülmediği sürece gücünü şiddetlenip arttıracaktı. Kafam allak bullak oldu. Cevabının olmadığından emin olduğum sorular üst üste birikerek kafamın içinde yer edindi. Başım ağrımaya başladı. Sancılı ve yoğun bir baş ağrısı kafamı zonklatıyordu.

"Ben gidip bakarım," dedim ve o yöne doğru yürüdüm. Hakan'ın Rabia'ya olduğu yerde kalması gerektiğini söylediğini duyduktan sonra beni takip eden adım seslerini işittim. "Tek başına nereye gittiğini sanıyorsun?" Hızla dönüp ona baktım. Kaşlarını çatmış bir şekilde beni seyrediyordu. "Bir yere kaçmıyorum, nereye gittiğim belli." Durdum. Söyleyip söylememek arasında kaldığım lafı, "Senin aksine," deyip devam ettirdim. Durup dikildiği yerde kaşları iyice çatılırken "Ne demeye çalışıyorsun?" diye sordu. Ah, sanki ne dediğimi bilmiyordu.

"Ne demeye çalıştığımı gayet iyi biliyorsun Hakan. Lafı dolandırıp durma." Onun yaptığı gibi bende kaşlarımı çatarak ona karşılık verdim.

"Lafı dolandırıp durduğum yok. Bir şey söyleyeceksen açık açık söyle."

"Tamam, söylüyorum. Hazır mısın?" Bir cevap vermeyip beni incelemeye devam ederken neler söyleyeceğimi beklediği belli oluyordu. Gücümü toparlamak için derin bir nefes aldıktan sonra söyleyeceklerime devam ettim. "Birincisi," dediğimde gülerek "Bir de listelemişsin, harika," diyerek lafımı böldü. Lafımı bölerek kurduğu alaycı cümlesini duymazdan gelerek tekrardan devam etmek için dudağımı araladım ve yıllardır içimde biriktirdiğim acı, ağzımdan patır patır döküldü.

"Birincisi, belki buna sormaya hakkım bile yok fakat Afrodit nasıl hayata geri döndü?" Ağzını açıp cevap verecek gibi oldu fakat elimi kaldırarak konuşmasına müsaade etmedim. "İkincisi, yıllarca benden kaçtın, saklandın, yüzüme bile bakmadın. Bana bir açıklama bile yapmadan çekip gittin ve sebebini hala bilmiyorum." Sesim titremeye başladığında bunu umursamadan inatla listemi sıralamaya devam ettim. "Üçüncüsü, yıllar sonra karşılaşıyoruz ve beni hiç tanımıyormuşsun gibi soğuk, uzak ve mesafelisin. Bunların bir açıklaması olmalı ama o kadar egolu bir pislik gibi davranıyorsun ki şu ana kadar kendini açıklama zahmetine bile girmedin." Nefes nefese kalmıştım. Nefesimi tekrar düzene sokmak için gözlerimi kapatıp derin derin nefes almaya başladım. Gözlerimi açtığımda sakin bir şekilde beni izlediğini gördüm.

Boğazını temizledikten sonra ağzından çıkacak sözleri durup düşünmek istercesine belli bir süre bekledi. Herhalde artık cesaretini toparlayabilmişti ki ağzını açıp konuşmaya başladı. "Hepsine bir cevabım hem var hem de yok," dediğinde tepkimi ölçmek ister gibi yüzümü inceliyordu. Hiçbir tepki vermeyip devamını getirmesini bekledim.

"Her ne kadar olan biteni sana deli gibi anlatmak istesem de bunu yapamam. Bir açıklama beklediğini biliyorum ki hak ediyorsun da. Fakat sana yalnızca şunu söyleyebilirim," dediği sırada arkamızda kalıp hala bizi bekleyen Rabia'nın "Geliyor musunuz?" sorusu, cevabını beklediğim cümlesinin bölünmesine neden oldu. Hakan, yüzüme bakmaktan vazgeçmeyerek "Evet!" diye bağırdı. Rabia'dan herhangi bir yanıt gelmediğinde sabırsızlıkla beklediğim cümlesine devam etme şansı oldu.

"Afrodit'in tekrar hayata nasıl döndüğünü kendisi de yanlış bilirken sana doğrusunu söyleyemem. Ablam hayata döndükten sonra eskisi gibi seninle görüşemezdim. Benim isteyerek verdiğim bir karar değildi bu," dediğinde afallayarak ona baktım. Yapmaya çalışıp beceremediği açıklamasına dalga geçer gibi güldüğümde "Lütfen bu açıklamam şimdilik sana yetsin Anka. Sana daha fazlasını vermek isterken bununla yetinmek zorundayız," dedi. Koyu kahverengi gözlerinden geçen ifade üzüntü müydü yoksa çaresizliğinin belirtisi miydi, çözemiyordum. Belki de her ikisi birden içe içe geçmişti.

"Pekâlâ, şimdilik dediğin gibi olsun." Daha fazla zorlamadım. Elbet bir gün ya ondan ya da başka bir şekilde açıklayamadığı gerçekleri öğrenecektim. Beni tatmin etmeyen açıklamasıyla yetinmek zorundaydım çünkü başka bir çarem yoktu.

Aklıma ona verdiğim bilekliği hala takmakta olduğu geldi. "Bilekliği hala takıyorsun," dedim, içimde kalan son ümidimi de dışarı vurarak. Yalnızca "Sende takıyorsun," demekle yetindi. Küçükken birbirimize hediye ettiğimiz bileklik, sevgimizi simgeliyordu. O da bende hala takıyorduk. Onun hala takıyor olması beni sevindirmeye yetmemişti çünkü davranışları aksini gösteriyordu.

Tekrardan Rabia'nın bize söz ettiği yöne doğru ilerlemeye başladık. Bu sefer ikimizde sessizdik. Aklından neler geçiyordu bilmiyordum ama etrafa saçtığı düşük enerjisi iyi düşüncelerin geçmediğini ortaya seriyordu.

Ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeden etrafta deli gibi dolanıp duran orta boylarda esmer bir çocukla karşılaştık. "Hey, sakin ol," dedi Hakan ellerini kaldırıp çocuğu yatıştırmak isterken. İrkilerek, ürkek bakışlarını sırayla bize yönelten çocuk "Sonunda! Sonunda birileri beni buldu!" diye bağırdı. Sesinde oluşan mutluluk kendini belli etti. "Ben Anka Özçelik, yanımdaki de Hakan Dalkıran," dedim gülümseyerek. Aynı şekilde karşılık verdiğinde "Adım Efdal. Efdal Atalay," diyerek bizim gibi kendisini tanıttı.

Gözleri fal taşı gibi açılırken "İsimlerinizi anonsta duydum. Ses bir erkeğe aitti fakat eminim sizde benim gibi kime ait olduğunu bilmiyorsunuz," dedi. "Evet, hiçbir fikrimiz yok fakat bizim dışımızda hayatta kalan birilerini daha bulmak o kadar iyi geldi ki, tahmin bile edemezsin," dedim gülerek.

"Ne haltlar dönüyor, cidden bilmiyorum. Tam kafayı sıyırmak üzereyken imdadıma yetiştiniz." Ellerini çırparak mutluluğunu bizimle paylaşmaktan çekinmedi. Bu anı beklediği belliydi çünkü hız kesmeden, "Phoenix bölgesinden olmama rağmen kendimi Anguis bölgesinde buldum. Kasaba, her yer, insanların hepsi..." Duraksadı. Ona yaklaşıp elimi sırtına yerleştirdim. "Biliyorum. Her şey mahvoldu," dedim sırtını sıvazlayarak.

Hakan eğilip yerden üzeri kanla kaplanmış bir bıçak buldu. Üzerinde giymiş olduğu kendisine fazlasıyla bol gelen sweatshirt'ünün ucuyla kanı temizledi. Benim midem kasılırken onun yüzündeki donuk ifadesi hakimiyetini sürdürüyordu. "Artık gitmeliyiz," dedi bir anda.

"Nereye gideceğiz ki? Bir market falan bulsaydık ya bari."

"Bizim için daha güvenli olacağını umduğum bir yer bulacağız. Hatta Ares ve Afrodit bulmuş bile olabilirler. Ne yazık ki marketi de sonra halletmek zorunda kalacağız." dedi Hakan. Rabia koşarak yanımıza geldiğinde "Evet, nereye gidiyoruz?" diyerek Efdal ile aynı soruyu sordu. Hakan tekrar bir açıklamada bulunmadı. Elindeki bıçağı pantolonunun arkasına yerleştirdi ve onu takip etmemizi istedi. O da nereye gideceğini bilmiyordu fakat biz yine de onun peşine düştük. Efdal koluma girmiş benimle sohbet etmeye çalışıyordu.

"Saçların ne kadar da güzel. Bakır, bir saçta en sevdiğim renk." Ona bakıp içtenlikle gülümsedim. "Ares ve Afrodit kim?" diye sordu merakına yenik düşerek. "Afrodit, Hakan'ın ablası. Ares ise arkadaşı. Onunla bende daha yeni tanıştım," diye açıkladım. "Yakışıklı mı bari?" diye sordu gülerek. Dudağımı büzerek düşünmeye başladım. "Fena değil...sanırım."

"Bir araba bulsak işimiz çok kolaylaşırdı aslında ama bu halde nasıl araba kullanılır ki?" diye sordu Rabia etraftaki kargaşayı göstererek. "Yiyecek, içecek de bulmamız gerek," dedi Efdal. Koluyla beni iyice kendine çekerek, "Bir şeyler yemezsem bayılacağım," diye fısıldadı kulağıma. "Bayılmanı istemem," dedim gülerek.

Rabia ve Hakan önde yürürken ben ile Efdal da onları takip ediyorduk. "Şu çocuk," deyip Hakan'ı gösterdi. "Hakan. Aranızda bir şeyler mi var?" Bu samimiyet nereden geliyordu bilmiyordum ama görünüşe bakılırsa yaşadığı tramvayı üzerinden atmak için çabalıyordu.

Şaşkın bakışlarımı ona çevirdiğim sırada kocaman gülümsemesiyle beni karşıladı. "Tahmin etmiştim," dedi heyecanla. Hakan, durup arkasını döndü ve bize baktığında güçlükle yutkundum. Duymuş muydu acaba?

"Sabahtan beri ne konuşuyorsunuz bilmiyorum ama konuşmayı kesip biraz hızlanmaya başlayın. Gözünüz etrafta olsun, yiyecek içecek arayın. Herhangi bir çanta, bir gofret, su şişesi..." Konuşmayı kesip bir süre bize baktı. Rahatsız olmuş gibi bir hali vardı fakat bunu gözler önüne sermekten deli gibi kaçınıyordu.

Hızla bakışlarımı ondan kaçırıp söylediği gibi çabucak etrafı taradım. Ayın az da olsa olduğumuz çevreyi aydınlatması sayesinde hemen Rabia'nın bir adım ötesinde lacivert renkte iki tane sırt çantası görüş alanıma girdi. Hakan'ın lafının üzerinde yerdeki çantaları görmek içimin umutla dolmasına neden oldu. Hiçbir kelime etmeden kolumu Efdal'ın kolundan ayırıp ilerledim. Eğilip ilk çantayı yerden aldım ve fermuarını çevirerek açtım. Diğer çantayı tutup Hakan'ın alması için uzattım.

Çantanın içi birkaç parça temiz kıyafet, yiyecek ve içecek ile doluydu. Çantayı bu denli hazırlayan kişi belli ki bu anın geleceğinden emindi.

"İçinde işimize yarayacak bir sürü şey var," dedim mutluluk dolu bakışlarla. Çantanın içinde bizi bir süre götürecek yiyecek ve içeceklerin üzerinde göz gezdirdim. Doğrulduğumda çantayı kapatıp koluma taktım. Ellerimdeki tozu pantolonuma sürterek temizlemeye çalıştım. "Harika!" Efdal'ın sesindeki heyecanı ve ellerini çırpasını işittim.

Hakan gözlerini devirip ona vermiş olduğum sırt çantasını benim yaptığım gibi koluna taktı. "Sanırım Ares'in nereye gittiğini biliyorum," dedi bacaklarını hareket ettirerek. Başımı sallayıp onu takip etmeye başladığımda Rabia ve Efdal da peşimize takıldı.

***

Bitmek bilmeyen yolculuğumuzun, havanın soğukluğunun tenimize işlemiş olduğu ürpertinin sonunda adımımızı attığımız bölge bizi hem fiziksel hem de içsel olarak ısıttı. Rahatlayarak derin bir oh çektim. Son anda harabeye dönmekten kurtulan bölge, bize yetecek kadar geniş ve ferahtı.

Serili iki tane çadır gördüğümde şaşkın gözlerle Ares'e döndüm. "Bu çadırları nereden buldun?" Gülerek "Böyle günler için saklamıştım. Tam da buraya," dedi ve eliyle bulunduğumuz ortamı gösterdi. Belirli bölgelerinde tozun birikintileri kalmış olan çim ile çevrili bir alandaydık. Etkilendiğimi göstermek için başımı salladığımda "Hakan'a daha önce buradan bahsetmiştim. Hatırlayamayacak diye çok korkmuştum," dedi.

Hakan yanımızdan geçerken koluna taktığı sırt çantasını çimlerin üzerine fırlatıp sağ tarafta duran çadırın içerisine girip gözden kayboldu. Silkelenip dikkatimi Ares'e verdikten sonra "Afrodit nerede?" diye sordum. Baş parmağıyla Hakan'ın içine girdiği çadırı gösterdi bana bakmaya devam ederken. "Uyuyor fakat uyandığında kumaş parçasını değiştirmemiz gerekiyor." Çenesiyle kolumdaki çantayı gösterdi. "İçinde işimize yarayacak bir şey var mı?" diye sorduğunda aklıma çantanın içerisindeki kıyafetler geldi.

Çantayı kolumdan indirirken aslında bana ne kadar ağırlık yapmış olduğunu fark ettim. Fermuarını çevirip içini açtıktan sonra elime değen siyah bir tişörtü alıp çıkardım. "Bunun ucunu kesip eskisiyle değiştirebiliriz." Tişörtü Ares'e uzattığımda elimden aldı, hala parmaklarımız birbirine değerken istemsizce elimi hızla geri çektim.

İfadesinde bir değişiklik olmadı fakat neden böyle bir eylem de bulunduğumu anlamadığına çok emindim. "Ben gidip bunu Hakan'a vereyim," dedi elinde tuttuğu tişörtü göstererek. Efdal koşarak yanımıza geldiğinde rahatladım çünkü boş gözlerle Ares'e bakmaya devam ediyordum. Ares, başıyla Efdal'a selam verdikten sonra dudağında sıcak bir gülümseme belirdi.

Tişörtü Hakan'a götürmek için gidince Efdal bu anı bekliyormuş gibi bana yaklaşarak "Fena değil mi? Aşırı yakışıklıymış," dedi. Konuyu değiştirerek "Rabia nereye kayboldu?" diye sordum. Tiksinerek yüzünü buruşturdu. "Diğer çadırda, uzanıyor." Sol da ki çadırı gösterdi. Efdal'ın bu kadar sıcak yaklaşıyor olması nedensizce beni duygulandırmıştı.

"O kıza hiç ısınamadım. Hareketleri, bakışları, takındığı tavır..." Kusuyormuş gibi yaptı. Kaşlarımı kaldırarak onu inceledim. "Henüz birbirimizi tanımadığımız için böyle düşünmen normal ama biraz zaman tanı," dedim ciddi bir ses tonuyla. Başını olumsuz anlamda sallarken işaret parmağını da aynı şekilde havaya kaldırdı. "No, bebeğim."

Hakan, çadırdan çıkarken üzerindeki sweatshirtü değiştirmiş olduğunu fark ettim. "Sanırım şu yakışıklı Ares önceden kıyafetleri de hazırlamış," dedi Efdal. Evet, öyle gözüküyordu. Hakan bize doğru gelirken bakışları yorgun, kaşları hafif çatıktı. "Neyse ben mecbur Rabia'nın yanına gidiyorum. Biraz dinlenmem lazım," dediğinde kollarını havaya kaldırıp esnedi. Ayağımın dibinde duran çantayı alıp bir bana bir Hakan'a bakarak sırıttı ve yanımdan ayrıldı.

Birbirine geçen saçlarımı düzeltmeye çalıştım. Koyu kahverengi gözleriyle beni seyrederken tam karşımda durdu. Ellerimi tutup aşağı indirdi fakat bırakmadı, tutmaya devam etti. "Kafandaki yaraya bakayım," dedi fısıldayarak. Yalnızca yutkunmakla yetindim. Ellerimi bırakıp nazik bir şekilde saçlarıma dokundu. Yaraya bakmak yerine saçımı okşuyordu. Saçımın ucuna geldiğinde saç telimi parmağının arasına dolayıp derin bir nefes verdi. "Saçlarının bu denli yoğun bakır olduğunu unutmuşum," dedi yavaşça. Söylediğini yok sayarak "Afrodit nasıl oldu?" diye sordum, nedense gergin bir haldeydim. "Daha iyi, iyileşecek," dedi sadece. Sustum, bir şey söyleyemedim çünkü derine inmek istememiştim. İnseydim yeniden canı yanacaktı.

Gözlerim birbirine değen ayakkabılarımıza bakarken içimin huzurla dolduğunu iliklerime kadar hissettim. Bulanmış olduğu onca pisliğe inat, kokusu hala başımı döndürecek kadar güzeldi. Hissettiğim o kadar fazla duygu vardı ki. Hepsi birbiriyle kavga halindeydi. Olduğum yerde dikilmiş saçlarıma dokunmasına izin veriyordum. Daha fazlasını arzularken, istediğimi bana vermiyordu.

Başımı iyice eğmem için diğer elini kullanarak izin istedi, verdim. Tek tek parmakları saç tellerimin içinde gezerken dokunuşları kalbimin atışını hızlandırdı. Hızlı hızlı nefes alırken kendime engel olmak istiyordum ama öyle bir haldeydim ki engel olamıyordum.

"Sakin ol Anka," diye fısıldadı. "Sana zarar vermeyeceğim."

Biliyordum. Bana zarar vermeyeceğini biliyordum. En azından fiziksel olarak zarar vermeyeceğinden şüphem yoktu.

Baş parmağı yarama dokunduğunda acıyla yüzümü buruşturdum ve ağzımdan bunu belli edecek şekilde bir inilti kaçtı. "O kadar acımıyor." Sesim çatallı çıktı. Boğazımı temizleme ihtiyacı duydum. "Görebildiğim kadarıyla ufak bir sıyırma olmuş. Ufak bile olsa çevresini kana bulamak için yeterliymiş." Parmaklarını dokunduğu yerden çekti ve tuttuğunu unuttuğu saç telimi bir anda bıraktı. Boğazını temizledi ve geriye doğru bir adım attı.

Arkasını dönüp daha önce yere fırlattığı çantanın içini açarak bir şişe su aldı ve tekrar yanıma geldi. "Başını eğ. Suyla kuruyan kanını temizleyeyim." İtiraz etmeden dediğini yaptım. Başımdan aşağıya suyu dökerken diğer eliyle de narin parmaklarıyla başımı ovalıyordu. Suyun soğukluğu iyi gelmişti. Kirli kanlar saç diplerimden dökülürken gözlerimi kapattım.

Boş şişe sesi yerle temas edince zaman kaybetmeden iki eliyle birden saçlarımda yer etmiş olan pisliği tamamen atmak için saçlarımın uçlarını sıktı. "Gözlerini açıp başını yerden kaldırabilirsin." Eli çenemi kavradı ve kafamı kaldırdığımda gözlerimiz buluştu. Saçlarımı geriye attım, uçlarından akan ıslaklık sırtımdan aşağı kaydı.

Beni baştan aşağı ısıtacak bir anın içindeyken uzaktan gelen kükreme sesiyle irkildim ve gözlerim dehşetle açılırken hala ona bakıyordum. Sesin uzaktan geliyor olması onun bir kükreme sesi olmasını anlamama engel olamamıştı. O an Hakan da benimle irkildiğinde aynı anda bakışlarımız sesin geldiği yöne döndü. Bu da neyin nesiydi?

"Duyduğum ses doğru olamaz değil mi?" diye sorarken aslında onun sesi duymayıp yalnızca benim, bu anın tadına varmışken kafamın allak bullak olmasından dolayı bana öyle geldiğini söylemesini umdum. Umduğumun aksine kafası karışmış bir şekilde "Aslan kükremesi miydi o?" diye sordu. Korku içinde aceleyle başımı iki yana salladım. "Olamaz," dedim, sesim titredi. Çadırlardan hiç ses gelmiyordu, aceleyle çıkıp yanımıza koşuşturan kimse yoktu.

Ağzım kurudu. Soğuk havadan mı, duyduğum sesten mi yoksa tarifsiz anlık mutluluktan mı, bilemiyordum. Belki de üçü birden üzerimde izlerini bırakmışlardı. Zorlukla yutkunduktan sonra dilimle dudağımı ıslattım. Yine aynı kükreme kulaklarıma dolduğunda bu sefer ses daha yakından geliyordu. Ellerimi, kulaklarımın üzerine örttüm ve tedirgin bir halde, olduğum yerde kas katı kesildim.

Beklediğim tepkiyi gösterecek şekilde bize doğru koşan üç kişi görüş alanıma girdi. Efdal, Ares ve Rabia. Afrodit henüz ayaklanabilmek için kendini yeteri kadar güçlü hissetmiyordu ama onun da olduğu yerde korkudan titrediği kanaatine vardım. "Kükreme miydi o yoksa ben yanlış mı duydum?" Tok sesinden konuşanın Ares olduğunu hemen anladım. Efdal, ürkek adımlarla gidip Ares'in hemen sağ tarafında durup hepimizde olan kafa karışıklığıyla sırayla yüzümüze baktı.

"Hakan." Ares'in de sesi tedirgin çıkarak bakışları ile aynı konuma ulaştı. Ares, ne diyeceğini bilemediği için ya da fazlasıyla korktuğu için sustu. Gittikçe bize yaklaşan kükreme sesleri hırlamalarla karman çorman bir hal aldı. Şimdi ise bir tane değil birkaç tane ses eklenmişti. Ellerimi kulaklarımdan çektim çünkü boşu boşuna oradalardı, sesleri duymamı ya da daha az duymamı engelleyemiyorlardı.

"Ne bok yiyeceğiz şimdi?" diye sordu Rabia ellerini başının üstüne koydu, derin derin nefesler alıp veriyordu. Bakışlarımı tekrardan Hakan'a yönelttiğimde durup düşünmeye başladığını gördüm. Baş ve işaret parmağıyla çenesini ovalıyordu. Çıkmaya yüz tutmuş sakalları dikkatimi çekti.

Boğazımı temizleyip "Başka bir yer bulmamız gerekiyor," dedim ama doğru düzgün düşünemiyordum. Şu anda toparlanıp kaçmaya kalksak asla başarılı olamazdık. Efdal, iç sesimi duymuş gibi "Kaçmaya çalışsak onların yemeği olmak dışında başka bir şey olamayız," dedi. Çadırdan "Hakan, ses ver! Ne halt edeceğiz?" diye bağıran Afrodit'in sesi geldi. Konuştuklarımızın ona gittiğini, yaklaşmakta olan seslere karşın bizi net bir şekilde duyduğunu anladım.

Hepimiz titreyen bacaklarımızla robot gibi dikilmiştik. Keşke yer yarılsaydı da hepimizi içine çekip bizi şu boktan durumdan kurtarsaydı diye düşündüm. Bize bir şey katmayacak düşüncelerimden sıyrılıp bir atağa geçmem gerekiyordu. Kafa kafaya verirsek belki bir şekilde kaçış yolu bulabilirdik ama gittikçe zamanımız daralıyordu. İç çekerken tedirginliğimle birlikte umarsız bekleyişimi içimden söküp atmasını ümit ettim.

Bulunduğumuz konum biraz engebeliydi. Sokakta değildik fakat belirli yerleri görebilecek kadar bize yardımı dokunan lambalar çimlerin bir tarafında toplanmıştı. Lambalardan çıkan cızırtılar her defasında bizi yerimizden sıçratıyor, korkumuza korku katıyordu. Sessizliğe yemin etmiş gibi hala Hakan'dan herhangi bir tepki gelmiyordu.

Gidip kollarından tutup onu sarstığımda başını iki yana sallayıp kendini toparlamayı denedi. Parmakları bu sefer burun kemerine gitti ve sıktı. "Yapabileceğimiz tek şey," dedi ve durdu. Bakışları hepimizin üzerinde gezdi, tepkilerimize bakmak istiyordu. "Savaşmak," dedi ardından. İçten içe duymak istemediğim ama duyacağımdan emin olduğum kelimeyi söyledi. Savaşmak. Mecbur savaşacaktık çünkü başka çözümümüz, kaçış yolumuz yoktu. Nasıl savaşacaktık, kendimizi nasıl koruyacaktık bilmiyordum.

Rabia inanamayarak ufak bir çığlık patlattığında "Delirdin mi?" diye sordu, kaşları çatıldı. "Ne bekliyordun prenses? Kaçıp nereye gidecektik?" Hakan dalga geçerek ona cevap verdiğinde sesinde beliren kızgınlık kendisini ele veriyordu. Rabia'nın bozulduğu yüzünde oluşan tepkiden anlaşılıyordu. Oflayarak kollarını göğsünün üzerinde birleştirdi ve ayağını yere vurarak ritim tutmaya başladı.

Efdal kıkırdadı ama bu kısa sürdü çünkü yeniden hırıltılı kükreme seslerini duyduk. Yakınımızdalardı ama bizi ne taraftan kıstıracaklarını bilemiyorduk. Herkes başka yöne bakarak tetikte beklemeye başladı. Hakan bizden uzaklaşarak Afrodit'in olduğu çadıra doğru adımlarını hızlandırdı. Arkasını dönüp bana baktığında hazır olmam gerektiğini belli edecek şekilde başıyla işaret verdi.

Kollarımı sallayıp cesaretimi toplamaya başladım. Yaşadığım ve yaşayacağım gerçekler, zorluklar; çıkmazın içinde hapsolduğum düşüncesi ile kendimi kaybetmiştim ve bu ben değildim. Her zaman tanıdığım ya da tanımadığım, etrafımda bulunan insanlara cesaretlerini kazanmalarını ve güçlerini toplamaları gerektiğini söyleyip dururdum. Aynısını kendime söylemem, artık kendimi dinlemem gerekiyordu çünkü geç kalmıştım.

Ellerimi birbirine çarparak bütün dikkatleri üzerime toplamaya çalıştım, nitekim de öyle oldu. "Beni dinleyin." Arkasından ne diyeceğimi düşünmek için biraz bekledim. "Aslanlar bize doğru geliyor, bunu artık hepimiz anladık. Normalde asla karşımıza çıkmayan bu vahşi hayvanlar belli ki uzun süredir açlar. Kaç tane oldukları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız için bulabildiğiniz kadar sopa ya da her ne elinize geçiyorsa alın. Onlar gelip etrafımızı sarana kadar olabildiğince sakin durun. Yaptığınız veya yapmakta olacağınız herhangi bir ters hareket onları daha da sinirlendirecektir, buna emin olabilirsiniz."

Kendimi bir simülasyonun içindeymişiz gibi hayal ettim ve bu kaşlarımı çatmama vesile oldu. Değişik bir düşünceydi ya da imkansızdı belki ama bu kadarı çok acayip ve fazla gelmişti. Mahvoluyor, yok oluyorduk ve yalnız başımızaydık. Ciddi anlamda boka batmıştık ve dehşetin tam ortasında, dehşeti en çıplak haliyle yaşıyorduk.

Rabia'nın sırtının dönük olduğu engebeli taraftan, tepeden kahverengiyle turuncunun birleştiği renkte, bizi ezip geçebilecek kadar büyük iki tane aslanla karşılaştık. Bir tanesi geride, diğeri ise bize daha yakındı. Öndeki, heybetiyle kendini daha çok öne atarken gözlerinin kırmızı renkte olduğunu fark ettim. Hırlaması ise daha derinden geliyordu. Öyle bir kükredi ki az önce ağzımdan çıkan uyarımı yapmayı kendim unutacak hale geldim.

Rabia arkasını dönüp bakamadı çünkü olduğu yerde tir tir titremekle meşguldü. Başımı ters yöne çevirip gözlerimle hızlı bir tarama yaptıktan sonra ağaçların dibinde, köşede büyük üç tane odun parçaları buldum. Bizi, aslanlara karşı koruyamayacaklarını bilmeme karşın onlara ihtiyacımız vardı. Hiç yoktan iyidir diye düşündüm.

Tekrardan bakışlarımı oldukları yerde durup bize bakan aslanlara çevirdiğimde onları sinirlendirmemek için yavaş adımlarla geri geri yürümeye başladım. Ares ve Hakan aynı anda "Dikkat et," dediler. Onlara bakmadım çünkü hala korka korka aslanlara bakıyordum.

Bir an sendeleyip düşecek gibi oldum fakat hemen dengemi toparlamayı başardım. Temkinli davranmaya çalışarak bir arkama bir de aslanların olduğu tepeye doğru bakıyordum. En sonunda ağacın dibine geldiğimde üç odun parçasını dikkatlice eğilerek yerden aldım ve bu sefer biraz daha hızlı adımlarla diğerlerine doğru yaklaştım. Yanlış bir harekette bulunmamaya özen göstererek diz çöktüm ve yerden bir tanesini Efdal'ın, bir tanesini de Rabia'nın ayaklarının dibine fırlattım. Elimde kalan tek odun parçasını da Ares'e atacaktım ki "Hayır, sende kalsın," diyerek beni uyardı.

Rabia eğilip yerden odun parçasını aldığı gibi arkasını dönüp hala bizi seyretmekte olan aslana doğru fırlattı. "Defolun gidin buradan!"

Aslanın yanına bile yaklaşamayan odun parçası yine de onun, olduğundan daha fazla kükremesine neden oldu. Efdal birden "Ne yapıyorsun geri zekâlı!" diye bağırdı elindekini daha sıkı tutarak. Kaşlarımı çattım ve Rabia'yı tişörtünün ensesinden tutup kendime doğru çektim. "Canına mı susadın sen?" diye sordum sinirle. Hakan'ın kendi kendine söylenip küfür savurduğunu duydum.

İki aslan da gözlerinden adeta alev çıkaracak şekilde keskin ve hırçın bakıyorlardı. Bize doğru koşmaya başladıklarında adeta yeri yaracaklardı. Rabia'yı Hakan'a doğru itekleyip onu çadırın içerisine koymasını söyledim. Daha fazla dikkatsizliğe ve aptallığa yer yoktu.

Hırçınlaşmış aslanlar pençelerini toprağın üzerine geçip koşuştururken elimdeki sopayı daha sıkı kavradım. Diğer aslanın da göz renginin kırmızı olduğunu gördüm. Gelgelelim bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Cani ve asabi olduklarının belirtisi olabilir, diye düşündüm. Hakan gelip birkaç adım gerimizde durdu, göz ucuyla ona baktım ve onun da kaşla göz arasında bıçağını eline alıp sıktığını fark ettim. "Onları öldürecek miyiz?" diye sordu Efdal titreyen sesiyle.

"Mecbur kalırsak evet," dedi Hakan net bir şekilde. Ares'in elinde kendini koruyacak hiçbir şey yoktu, elleri bomboş kalmıştı. Aslanlar tam önümüzde belirdiğinde yeniden kükrediler ve sıcak nefeslerini yüzümde hissettim, vücudumuzu ısıtmaya yetecek kadar yoğun ve ürkütücüydü. Henüz atağa geçmemeleri beni bozguna uğrattı.

Devasalardı ve hangi yolu izleyerek onlarla başa çıkacağımız hakkında en ufak bir fikrim yoktu ve bu iyice boka battığımıza delaletti. Bir gün içinde gereğinden fazla gerilim yaşamışken maalesef son bulmuyordu. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki bir an yerinden çıkıp önüme düşse şaşırmazdım. Gözlerindeki kırmızılık o kadar derin, koyu ve can yakıcı gözüküyordu ki. Gözleriyle bile bizi olduğumuz yerde kas katı kesilmişken yiyip bitirebilirlerdi.

Efdal elinde tuttuğu sopayı havaya kaldırıp onun tarafında duran aslana doğru savurdu ama isabet ettirme de başarısız oldu. Aslan kükreyip üzerine doğru atlayacakken Hakan öne atılıp bıçağını aslanın boynuna doğru savurdu ve aslanın acıyla kükremesine neden oldu. Elimdeki sopadan yardım alarak benim tarafımda duran diğer aslana doğru harekette bulundum ve sopayı kafasına geçirdim. Koca cüssesine hiçbir etki yaratmamıştı, yalnızca onu oldukça sinirlendirip saldırganlaştırmıştı. Kafamı gövdemden söküp atacak gibi koca ağzını açıp bana doğru eğildiğinde Ares koşarak aslanın yanında durdu ve kollarını gövdesine dolayıp sıktı.

Aslan olduğu yerde kala kaldı ve ağzı kapanmaya başladı. Minik bir hırıltı ve ardından duyumsadığı sancıyla olduğu yere devrildi. Gözlerimi kocaman açarak yerde yatan aslana bakıyordum. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Üstelik kendisini koruyacak hiçbir alet bulunmazken tek seferde nasıl koskoca aslanı nasıl yere sermeyi başarabilmişti?

Afallayarak Ares'e baktığımda "Bana savaş tanrısının adı bahşedilmiş," dedi az önce olanları açıklamak istercesine. Epochal efsanesi doğru muydu yani, bunu mu söylüyordu? Gerçekten bahşedilen tanrı ve tanrıça isimlerinin kısmen de olsa güçlerine sahip olunabiliyor muydu?

Hakan hala diğer aslanla boğuşmanın derdindeyken Efdal da ona elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu, düpedüz aptallıktı. Ares'in adını seslenerek ona doğru bağırdığında hala şokun etkisinden çıkmayı becerememiştim. Ares beni dürttükten sonra ikisinin yanına doğru gittik ve var gücümle elimde tutmakta olduğum sopayı aslanın her tarafına geçirdim. Doğal olarak yılmıyordu ama kaçmak istediği de her halinden anlaşılıyordu. Canı acıyordu, iniltileri ve hırlamalarından kendisini açığa çıkarıyordu. Çoktan bizi ortadan kaldırması gerekiyordu ancak bunu yapmıyor, yapamıyordu.

Neredeyse kolum kadar olan dişlerini tam Hakan'ın koluna geçirecekti ki Ares yeniden tüm gücüyle aslanın kafasına bir tane yumruk indirdi. Ardından bir tane daha. Vahşilikten sıyrılıp adeta süt dökmüş kedi gibi mırıldandı. Çadırlara kadar ulaşamadan onları durdurabilmiş olmamız, daha doğrusu Ares'in durdurmuş olması, beni tam anlamıyla aptala çevirmişti.

İmkansızlığı hiçe sayarak kendi imkanımızı yaratmıştık.

Yaralanan aslan geri geri yanımızdan ayrılarak arkasına bile akmadan uzaklaştı. Adımları yavaştı, sarsılmış, gücünü kaybetmişti. Tabii ki toparlanması uzun sürmeyecekti. Onca yaşanan adrenalinden sonra yerde yattığını unuttuğumuz aslan ayaklandı. Tekrar bize karşı bir atakta bulunacağını düşünürken masumlaşan kırmızı gözleriyle Ares'e baktı ve güçsüz bir hırıltıyla gözden kaybolan aslanın peşinden gidip görüş alanımızdan çıktı.

"Bunu nasıl başardın? Hem de iki aslan birden." Efdal durakladı ve ardından "Nasıl alt ettin?" diyerek hepimizin merak ettiği soruyu yöneltti.

Ares gülümseyerek tek tek derin bakışlarını bize çevirip "Gücümü kullandım," dedi. "Böyle bir gücün olduğunu nereden biliyordun?" diye sordu Hakan, arkadaşına şaşkınlık ve gururla bakarken. "Bilmiyordum." Ares'in gülümsemesi genişlerken istemsizce bana da bulaştırdı. Bende gülümsemeye başlarken bu sefer bize katılma sırası Efdal da idi.

Çadırdan çıkıp etrafı kolaçan eden Rabia yanımıza geldi. Hakan'ın soracağı soruyu tahmin ederek hızlıca "Afrodit iyi, dinleniyor," dedi. Dudağını ıslattı ve "Çok korktum. Hepimizin öleceğini düşünmüştüm," dedi.

Efdal, Ares için alkış tutarken "Ares hepimizi kurtardı. O bir tanrı adına sahip ve hepimiz için savaştı," dedi. Rabia'nın bakışları Hakan'a kaydığında "Sen iyi misin peki?" diye sordu çekinerek. Hakan yalnızca başını evet anlamında sallamakla yetindi. Efdal ile göz göze geldiğimizde gözlerini devirdi, ardından kıkırdadı.

"Bizim bir tanrı ya da tanrıça adımız yok."

"Anka'nın var," dedi Efdal çenesiyle beni işaret ederek. Rabia ukalaca dönüp bana baktığında beni baştan aşağı süzdü. "Onun adı bir tanrıça adı değil." Derin bir nefes alıp üzerimdeki gerginliği atmak istedim. "Evet, değil," dedim uzatmadan.

Efdal ya beni korumak istercesine ya da ondan hoşlanmadığı için hemen öne atıldı ve "Tanrıça adı yok belki, fakat senin ismin kadar dümdüz bir isim değil, Rabiacığım. Anka kuşundan esinlenerek bu isme sahip olmuş, öyle değil mi?" dedi bilmiş bilmiş. Rabia omuz silkti, tek kelime etmedi. Havada sessizlik hâkim iken "Ben uyumaya gidiyorum," dedi Rabia ve bize sırtını dönüp sol tarafta duran çadıra yürüdü. Bana göz kırptıktan sonra Efdal, istemeye istemeye ayaklarını sürüyerek onun peşinden gitti.

Ares esneyerek kollarını havaya kaldırdı. "Bende yatmaya gidiyorum. Malum, fazlasıyla can sıkıcı ve yorucu bir gün oldu," dedi ve o da diğerlerinin peşinden gidip gözden kayboldu. İçime işleyen şoktan dolayı diğerleri nasıl oldu da uyumaya karar vermişlerdi? Bu gece gözümü kırpmadan nöbet tutacaktım, bu kadar basit olamazdı.

Hakan'ın hala elinde tutmuş olduğu bıçak, ellerinden kayıp çimlerin arasına düştü. "Uykun var mı?" diye sordu, başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Zoraki gülümsemesini takındı ve "Uyumamız gerekiyor, Anka. Yarın daha zorlu bir güne uyanabiliriz," dedi.

Bundan emindim. Bundan sonraki bütün günlerimizin, haftalarımızın hatta aylarımızın bir öncekinden daha zorlu geçeceğine çok emindim. Deli gibi uyanıp kurtulmak istediğim bir kâbusun içindeydik ve tümüyle bu kâbusu yaşıyorduk. "Her ihtimale karşı nöbet tutacağım," dedim. Kaçıp uyumaya sığınamazdım. Üzerime yapışan bu iz, kolay kolay gitmeyecekti.

Söylediklerimde ciddi olduğumu ve benden bir adım göremeyince hayıflanarak karşımda durdu. Yine o, içimi tekrar ve tekrar ısıtmayı başaracak koyu kahverengi gözleri, esrarlı bakışlarıyla üzerimdeydi. "Nöbeti tutacak halin yok Anka. Bu yüzden lütfen. Uyuyalım artık." Sesi çok kısık çıkmıştı ama onu anlayabilmiştim. Bekledim, tartıp biçtim.

Dayanamadım ve "Pekâlâ," dedim mızmızlanarak.

"Mızmızlanma hadi," dedi gülüp beni çadıra doğru yürütürken. Kulağıma eğilip "Yarın her şeyin daha güzel olmasını umarak uyu, güzelim," dedi ve o sırada sırıttığını duydum. Güzelim kelimesini duyunca kalbim tekledi.

Kendisi daha ne istediğini bilemezken benim nasıl bilmemi bekliyordu, bilmiyordum. Ateşi ya beni yakıp kavuracaktı ya da tümüyle baştan aşağı ısıtacaktı. Bildiğim bir şey var ise, bunun başka yolunun olmadığıydı.

^^^


Fazla mükemmeliyetçi olduğum için bölümleri kaç defa gözden geçirdim :( İçime sinmesi gerekiyor, ne yapayım...

Umarım bölümü sevmişsinizdir! Diğer bölümde görüşmek üzere!

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin


Loading...
0%