@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP) 10.BÖLÜM: “KIRIK KALP” Aaaayyyyyhhh sizleri çoook özledim! Elimden geldiğince bölümleri yetiştirmeye çalışıyorum çünkü artık YETO. Gerçekten kitabımı çok seviyorum ve sizin de en az benim kadar sevmenizi istiyorum! Verdiğiniz veya vereceğiniz destekler için şimdiden çok teşekkür ederim. KÜLLERİN DOĞUŞU ailemizin daha çok büyümesini dört gözle bekliyorum :') Her bölümde olduğu gibi bu bölüm içinde çok heyecanlıyım. İçime sinmesini istediğimden dolayı bölümleri dikkatle ve özenle yazıyorum. Umarım bölümü seversiniz <3 LÜTFEN oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Motive kaynağım oluyor :) Keyifli okumalar dilerim! Bölüm Şarkısı: Rixton – Me and My Broken Heart (bölüme göre biraz hareketli kalıyor o yüzden dilerseniz Dot SE, akustik versiyonunu dinleyebilirsiniz)
Ortam sakinleşmiş, durulmuştu ve herkes odalarına çekilmişti. Asla iştahımın olmamasına rağmen odama geçerken yanıma marketten aldığımız birkaç bisküviyi getirmiştim. Yatağıma oturup kısık sesle ağlayarak her bir bisküviyi ağzıma tıkmıştım. En sonunda da uyuyakalmıştım. Bütün akşam, gece ve sabaha karşı düşünmekten bir an bile olsun kaçamadığım o anlaşma beni yerle bir etmişti. Beynimin içi zonklarken nasıl uyuyakaldığımı ben bile çözememiştim ama iyi olmuştu. Eğer uyuyamasaydım çok daha berbat olacaktı. Beklediğimden çok başka, farklı ve aklıma hayalime sığmayacak bir gerçekle yüz yüze gelmiştim ama bunun artık bir değerinin olmadığını düşünüyordum. Her ne yaşandıysa geride kalmıştı. Geride bırakılanların arasında ise kocaman bir kırık kalp yatıyordu. Dün, Hakan beklediğimden daha çabuk dönmüştü. Afrodit ile konuşurken onu camdan gördüğüm anı unutamıyordum, adeta zihnime kazınmıştı. 9 yaşındaki hali. Tatlı tatlı oyunlar oynadığımız, gülüp eğlendiğimiz oyun arkadaşım. Tuhaftır ki yanında Rabia'yı görememiştim ama eminim o da biz fark etmeden Hakan ile geri dönmüştü. Onların odasının hangi tarafta kaldığını bilmiyordum. Benim odam merdivenden çıkıp sola dönünce tam karşıda duran odaydı. Malikane olarak adlandırdığımız bu ev bana anlamsız şekilde küçük, dar ve boğucu geliyordu. Sanki duvarlardan sesler geliyor, zeminden çatırtılar yükseliyor ve tavan üzerime çöküyordu. Bunların da yanında, dün geceden sonra sakin ve huzurlu bir uyku çekmek çok zordu. Olanları bütünüyle sindiremiyordum, bunun için biraz zamana ihtiyacım olacaktı. Bana karşı gelen zamana. Gündüz saatleri olmasına rağmen havanın pek de aydınlık olduğu söylenemezdi. Geceden başlayan yağmur sabaha kadar devam etmişti. Gök gürlerken ışığını camdan içeriye yansımıştı. Her çıkan seste yorganıma biraz daha sokulmuştum. Gök gürültüsünden hoşlanmıyordum. Dışarıda çiseleyen yağmurun yatıştırıcı sesi cama kibar dokunuşlarını bırakırken yattığım yerden dışarıya baktım. Bütün vücudumu esneterek kendimi rahatlatmaya çalıştım. Uzun zamandır kendimi rahatlatmak adına pek bir şey yapmıyordum. Geçirdiğim en iyi uyku olduğu söylenemezdi ama bundan önceki, kâbus görerek geçirdiğim uykudan bin kat daha iyi geldiğini söyleyebilirdim. Gördüğüm kâbusun etkisi ise yavaş yavaş kayboluyordu. Düne nazaran psikolojik olarak daha iyi ve bedenen daha dinç hissediyordum. Uykudan uyanarak yeni bir güne adım atmak yeni başlangıçlar için bir fırsat demekti benim için. Bugün de öyle olmasını umarak yataktan kalktım. Yataktan kalkmak için içimde hiçbir heves yoktu ama bir yerden sonra buna mecburdum. Bana kalsa bütün günümü yatakta sağa sola dönerek geçirirdim. Ancak bu kadar kalabalığın ve anlamsızlığın içinde bu pek mümkün olmuyordu. Gece yaşananlardan sonra bir nebze de olsa yorgunluğumu üstümden atabilmek için duşa girmiştim. Normalde yaptığım bir şey değildi çünkü duştan sonra daha fazla bitkin oluyordum. Yorgunluktan kurtulmaktan ziyade ağladığımı kimse duymasın diye duşa girmeyi tercih etmiştim. Duşta kaldığım bütün o süreç boyunca ağlayarak bütün sinirimi üzerimden atmayı denemiştim ki birazcık yardımı dokunmuştu. Saçlarımdan başlayarak ayak uçlarıma kadar akan su gözyaşlarımla iç içe geçmişti. Kalbimin burukluğunu yok eder sanmıştım ama o kadar kolay değildi. Bazen kolay geçer sandıklarımız en zoru olanlardı; çabuk geçmiyorlardı. Lavaboya gidip aynadan kendime baktım; çillerim eskisi kadar yoğun değildi, azalmışlardı. Öyle ki, çillerimin olduğunu bile bazen unutabiliyordum. Gözlerim çok fena şekilde şişmişlerdi ki bu çok normaldi. Şişmiş gözler normaldi. Ağlamak normaldi. Uzun zamandır bu denli hıçkırarak ağlayamıyordum ta ki düne kadar. Ailemin nerede olduğunu bilmediğimde bile böyle ağlamamıştım. Bu onlara haksızlık gibi geliyordu. Eğer hala hayattalarsa onların benim için ağladıklarından adım kadar emindim. Hayatta olup olmadıklarını bilememek ciğerimi paramparça ediyordu. Yüreğimdeki sızı bir türlü dinmiyor ve her zaman olduğu gibi midem kasılıyordu. En azından bir şekilde iyi oldukları bilirsem, işte o zaman yanan yüreğime biraz su serpilirdi; yüreğimin derinlerinde bulunan tohumlar yeşerirdi. Hayatım boyunca gerçekten sevildiğimden emin olduğum üç kişi vardı. Annem, babam ve Hakan. Şimdi ise iki kişi olarak kalmıştı. Sadece annem ve babam. Birinin sevgisine inanmanın ne kadar zor olduğunu bilirdim. Sevildiğini düşündüğün insanlar tarafından yalnızca bir hiç olduğunu öğrenmenin acısını da iyi bilirdim. Hem de çok iyi bilirdim. Benim için en önemlisi insanın koşulsuzca kendini sevebilmesiydi. Hiçbir karşılık beklemeden. Saf sevgiyle. Bütünüyle. Kendimi seviyordum fakat tamamen değil. Kendimi, Anka Özçelik’i tamamen sevmek için bile kendime zaman tanıyordum. Karşı geldiği anlar oluyordu, birkaç kez yaşamıştım ama vazgeçmedim. Kendimi sevmeyi denemekten hiç vazgeçmedim. Şöyle bir şey vardı ki, ben bile kendimi tamamen sevemezken bir başkasından bunu beklemek yanlış ve bencilceydi. Ya da değildi, bilmiyordum. Odanın kapısı çaldığında düşüncelerimden uzaklaştım. Dağılmış, hâlâ nemli olan saçlarımı tepeden hızlıca topuz yapıp yüzüme soğuk su çarptım. Yanan gözlerime o kadar iyi gelmişti ki anlatamam. Yüzümü kuruladıktan sonra "Efendim?" diye seslendim kapıya doğru. Kapı yavaşça aralanırken aynadan Ares'in yansımasını gördüm. İri cüssesine nazaran sadece minik bir kısmı gözüküyordu ama o olduğunu anlamam için yeterliydi. "Uyandın mı diye merak etmiştim," dedi mahcup bir şekilde. Odaya girmemişti, kapının eşiğinde dikilmeye devam ediyordu. "Uyandım uyandım. Dişlerimi fırçalayıp geleceğim," dedim. "Kahvaltı etmek istersen diye söylüyorum, hazır." "Yalnızca kahve istiyorum," dediğimde diş fırçasına macunu sürüyordum. Uzun zamandır kahve içmiyordum ve sanırım baş ağrılarımdan bazıları kafeinsizlikten kaynaklanıyordu. Canım o kadar çok çekmişti ki tek düşünebildiğim içimi ısıtacak bir kahveydi. "Sen işlerini halledene kadar kahveni hazırlarım," dedikten sonra kapıyı kapattı. Bunu benim için yapıyor olmasına minnettardım. Tanıştığımızdan bu yana bana karşı hep kibar davranmaya özen göstermişti. En az onun da benim kadar kırık bir kalbi olduğunu biliyordum ve bu kalbimin daha fazla kırılmasına neden oluyordu. Son tuvalet ve kıyafet işlerimi de hallettikten sonra odadan çıktım. Reglim bittiği için seviniyordum. Sırf bunun şerefine krem renginde eşofman takımı giymiştim. Normalde açık renkleri çok tercih etmezdim fakat bu sefer içimden böyle gelmişti. Üzerimdekilerin ruhumun karamsarlığına tezatlık oluşturması ne hoştu. Başım hâlâ zonkluyordu. Kahve bana iyi gelecek, yaralarımın bir kısmını saracaktı. Bunun yanında neyse ki karın ağrım artık bittiği için yalnızca baş ağrımla idare edebiliyordum. Biraz kafein başımdaki sızıyı alıp götürürdü. Mis gibi plan işte. Bok gibi plan. İçimdeki, bana musallat olmuş sesi duymamazlıktan gelerek kendi kendime gülümsemeyi seçtim. Pozitif bir enerjiye ihtiyacım vardı; kötü enerjilerden gına gelmişti. O esnada içimden Athena'yı görmek geldi. Onun güzel enerjisi bana hep çok yoğun ve bulaşıcı gelmiştir. Tam bir baş belası olmadığı zamanlarda tabii. Merdivenlerden indiğimde gözüme daha önceden fark edemediğim bir detay takıldı. Bu koskoca malikane sayılan evde bir tane bile televizyon görememiştim. Nasıl olurdu da televizyon olmadığını fark edemezdim? Herhalde Ertuğrul Bolat ve ailesi televizyon izlemekten pek keyif almıyordu. Mutfağa geçtiğimde kahvaltı masası neredeyse boştu. Ares ise bana söylediği gibi kahvemi hazırlamıştı ve beni görünce fincanı alarak yanıma geldi. Dumanı tüten kahveyi bana doğru uzattı, yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bana ekstradan iyi davranmaya çalıştığını anlıyordum ama bunu hak ettiğimi sanmıyordum. İyi davranılmaktan ziyade üzerime bu kadar çok düşmesinden söz ediyordum. Fincanı elinden alırken parmaklarımız birbirine değdi. Ares'in bana baktığını biliyordum, bu yüzden inatla kahve fincanına bakmayı sürdürdüm. Sade filtre kahve demlemişti; tam da ihtiyacım olandı. Keskin kahve kokusunu iyice hissedebilmek için fincanı burnuma götürdüm ve kokuyu içime çektim. Bu kokuyu bu kadar özlemiş olabileceğimi düşünemezdim. Kahveden bir yudum aldığımda dilim yandı. Yüzümü buruşturdum. İçmek için biraz daha sabredebilirdim. Aklıma televizyon olmayışı gelince başımı kaldırdım ve ona teşekkür bile edemeden, "Bu evde neden bir tane bile televizyon yok?" diye sordum. Böyle bir soru beklemediği için afalladı. Ne diyeceğini bilemeden birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Efdal ise hemen arkasından "Aslında vardı, yani varmış. Deha'yı sakladığımız mahzende dört tane dev ekran televizyon vardı ama hepsi kırıktı," dedi soruma yanıt olarak. Deha'dan söz ettiğinde yüzünde acılı bir tebessüm oluştu. Dördünün birden de kırık olması çok ilginçti. Hepsi bir anda kendiliğinden kırılmış olamazdı ya. "Peki ya telefon?" diye sordum bu sefer. Belki mahzende hali hazırda çalışan bir telefon vardır diye ümit ettim. Efdal sahte bir kahkaha attı. "Telefon mu? Ertuğrul'un ne dediğini hatırlasana Anka kuş," dedi alay edercesine. Söz konusu Efdal olunca alaylı konuşmasına çok fazla takılmıyordum çünkü sevimli bir imaj sergiliyordu. Kahvemden -soğuduğunu umarak- bir yudum daha aldım. Düşünceli bir şekilde Ertuğrul Bolat'ın telefonlar hakkında bize nasıl bir bilgi verdiğini hatırlamayı denedim. Beynim allak bullak olmuştu. Sanki onunla geçirdiğimiz o kısa zaman silinip gitmişti. En sonunda Efdal dayanamayıp oflayarak, "Telefonların bir boka yaramayacağından söz etmişti," dedi, özet olarak. Şimdi taşlar yerine oturmuştu. Ertuğrul, bize hatların kesik olduğundan ve bu nedenle telefonların hiçbir değeri olmadığını söylemişti. Ne telefonlar ne de televizyonlar çalışmıyordu. Ares yanımda huzursuzca kıpırdanıp dururken kahveden tekrar bir yudum aldım. Sandığımdan daha iyi gelerek enerjimi yükseltmişti. Gözlerimi ona çevirdim çünkü geldiğimden beri gözleri üzerimde dolanıyordu. Koyu mavi gözleri benimkilerin üzerinde kısa bir süre durduktan sonra, "Sen ağladın mı?" diye fısıldadı. Demek ki ağladığım hâlâ belli oluyordu. Gizlemeye çalışmamıştım ama belli olmasını da istememiştim. Fincanı yeniden dudaklarıma götürürken sorusunu es geçtim. Ne diyecektim ki zaten? Ağlamış olduğum gerçeği gözlerimden apaçık bir şekilde okunabiliyordu ne de olsa. Evet deseydim tonlarca soru sıralayacaktı ve beni darlayacaktı. "Sakin bir yerde konuşabilir miyiz? Mesela bahçede?" Yerinde duramamasının sebebi bu olsa gerekti. Benimle ne konuşmak istediğini az çok tahmin ediyordum ki bende bundan kaçıyordum. Dün ki mevzuları tekrar tekrar konuşup durmak istemiyordum. Hayır demek üzere ağzımı açacaktım ki, "Lütfen Anka," dedi. Sesi neredeyse yalvarır gibi çıkmıştı. Buna gerçekten ihtiyacı vardı, görebiliyordum. Bakışlarımı ondan kaçırarak masayı toplamakta olan Efdal, Athena ve Afrodit'e baktım. Athena ve Afrodit geldiğim andan itibaren bana kaçamak bakışlar atmışlardı ama seslerini çıkarmamışlardı. Hakan ise ya hâlâ uyuyordu ya da dışarıya çıkmıştı çünkü gelirken onu salonda da görmemiştim. Bir tek Hermes vardı ve o da salondaki koltuğa uzanmış uyuyordu. Rabia desen o da ortalarda yoktu. Saatin kaç olduğundan ya da hangi günde olduğumuzdan haberim yoktu. İki bölge arasında yaşanan çatışmadan sonra epey bir süre geçmişti. Takvim veya herhangi bir saat bulunmuyordu. Daha doğrusu çalışan bir tane bile saate sahip değildik. Hermes ile de konuşmam gerekiyordu çünkü bütün bu gerçeği nereden öğrendiğini bilmek istiyordum. Bu zamana kadar yaşadıklarını yalnızca Hakan bilirken Hermes nereden biliyor olabilirdi? Çünkü Hakan’ın bu gerçeği Hermes’e anlatmış olduğunu hiç ama hiç sanmıyordum. Al işte, kafamın içini kemiren taptaze bir soru işareti daha. Cevaplarını bir an önce edinmem gereken sorular ve onların ağırlıkları. Tanrım, ne zaman bitecek bu çile? Bir gıdım bile ilerleyemiyorduk. Athena ile dün yaşananlardan sonra hiç konuşamadığımızı fark ettim. Afrodit desen yüzüme bakmaktan kaçınıyordu. Sarılmamızdan, benim Hakan’ı bizi izlerken görmemden sonra hiçbir şey olmamış gibi herkes kendi alanına kaçmıştı. Ares boğazını temizleyerek dikkatimi kendi üzerine çekmeyi başardı. Herhangi bir kaçış yolu bulamamıştım. Ares ile istediği konuşmayı yapacaktım fakat kendimi çok da hazır hissetmiyordum. İnsanlarla konuşmaktan fazlasıyla sıkılmıştım. Konuşmaların sonu doğru düzgün bir yere varmıyor, hiç iç açıcı sonuçlara bağlanmıyordu. Bıraksalardı da uzun bir süre hiçbirisiyle tek kelime dahi etmeden öylece otursaydık. Ares bana öyle bir bakıyordu ki en sonunda pes ederek, "Peki, tamam," dedim. Yapacağımız tatsız konuşmadan kaçmak isteyip durduğumu anladığı için, "Kısa sürmesini sağlayacağım. Merak etme," dedi. Nedense ona inanmadım. Sadece başımla onu onaylayarak gittiği yönden takip ettim. Mutfak kapısından çıkmadan önce son bir kez daha diğerlerinde gezdirdim bakışlarımı. Athena dönüp bana baktı, gülümsüyordu. Gülümsemesi içtenlikten çok uzaktı. Buruk bir gülümsemeyle bana bakarken dün yaşananları öğrenip öğrenmediğini merak ettim. Önünde sonunda onunla da konuşmak zorunda kalacaktım. Değişik bir şekilde Athena'dan pek bir şey saklayamıyordum. Zeki olmasının ve düşünceleri okuyabilmesinin de payı vardı elbet. Bahçeye adımımı atmamla havanın soğukluğuyla tüm bedenim titremesi bir oldu. Hâlâ sıcak olduğunu umduğum kahvemden bir yudum daha aldım. Kısa bir süreliğine de olsa içimi ısıtmaya yetmişti. Boş gözlerle fincandaki azalan kahveye bakarken Ares tekrardan çok gerekliymişçesine boğazını temizledi. Söze nasıl başlayacağına kanaat getiremiyordu bir türlü ve üstünden atamadığı gerginliği bana da bulaştırmıştı. Gerginlikten hoşlanmıyordum. Tansiyonum fırlıyor ve yüzüm hiç olmadığı kadar kızarmaya başlıyordu. Serin havanın etkisi sayesinde tansiyonumda bir problem olmasa da yüzümün hali hakkında bir sonuca varamıyordum. Dediğim gibi gergin olmaktan ve gergin ortamlardan hazzetmiyordum. Kızarmaktan da öyle. "Seni bir daha bu konu için rahatsız etmek istemiyordum ama," dedi ve durdu. Lafını bir bıçak gibi kesti. Hakan'ın adını geçireceğini biliyordum ve sıra ona gelmeden susmuş olmasına sevinmiştim. İki elimi de fincanın etrafına sardım. Sıcaklığı azalıyordu. Burnumdan güçlü bir nefes alarak soğuk ve temiz havayı içime çektim. Bu kadar iyi gelmesini beklemiyordum ama resmen bana şu anlık istediğim enerjiyi vermişti. Sırtımı dikleştirdim ve ona baktım. Koyu mavi gözleri bana bakmıyor, ayakkabılarını seyrediyordu. Karşımda duran bu iri yarı adamın bu denli çekingen tavırlarla söze nasıl başlaması gerektiğini bilmemesi benim açımdan olağandışıydı. Bu zamana kadar Ares sözlerini çok rahat ve kesin bir şekilde dile getirmişti ancak şimdi uzun bir süre ne söyleyeceğine dair durup bekliyordu. Konuşmak istediği yalnızca dünden ibaret, Hakan'dan ibaret olmamalıydı. Onu huzursuz eden, benden çekinecek kıvama getiren daha mühim bir mesele olmalıydı. "Sorun ne? Belli ki bir sorun var ve sen bana bunu söyleyemiyorsun," dedim en sonunda dayanamayarak. Daha fazla burada, bu soğukta durup beklemek istemiyordum. Havanın soğukluğu da değildi asıl problem çünkü bana kalırsa hava güzel bile denilebilirdi. Ares'in bu davranışları -ki ilk kez onu böyle görüyordum- asıl beni rahatsız eden şeydi. Bir elimle fincanı tutarken diğer elimi onun koluna koydum ve sıktım. O kadar kaslıydı ki kolunu sıkıp sıkmadığımı anlayabilmiş miydi, emin değildim. Sadece üzerindeki kısa kollu bir tişört ile soğuk havaya karşı gelebiliyor olması inanılmazdı. "Bunu söylemek veya istemek benim haddime değil biliyorum ama Hakan'dan uzak durman gerekiyor," dedi tek seferde. Sözlerinin üzerine mavi gözleri benimkileri buldu. Bana bakmadan hemen önce ise hâlâ kolunda duran elime baktı. Fincandan dolayı elim hâlâ sıcak olmalıydı ki kendi kendine gülümsedi. Bu hareketimin hoşuna gidiyor olmasını anlayabiliyordum, onun benim için değerli olduğunu biliyordu. Sadece bunu biliyordu ve vermiş olduğum değer ona yetmiyordu. "Haklısın," dediğimde içini bir rahatlama hissi kapladı. Bunu görmemek için kör olmak gerekirdi. Ardından "Bunu söylemek senin haddine değil," dedim kaşlarımı çatarak. Bakışları donuklaştı ve kısa bir süreliğine benimkilere kitlendi. Ona hak verdiğim konunun bu olmadığını öğrenince tepkisi aniden değişmişti. Onu destekleyeceğimi ve söylediğine kulak asıp uygulayacağımı düşünmüş olmalıydı ancak buna sadece ve sadece ben karar verirdim. İsteğini bu denli hadsizce bana aktarması sinirime dokundu. Kabul, ona değer veriyordum ve bunu olabildiğince her fırsatta dile getirmeye çalışıyordum ama sırf bundan ötürü karşıma geçip kiminle konuşup konuşmayacağıma o karar veremezdi. "Buna yalnızca ben karar verebilirim," dedim hislerimi dışa vurarak. Elimi kaskatı kesilmiş kolundan çektim. "Şu anda mantıklı kararlar verebileceğin bir durumda değilsin," dedi sinirle. Gözlerimi kocaman açarak ona bakmaya devam ettim. Benim mantığımı ya da kararlarımı, artık her neyse, sorgulayacak kişi kendisi değildi. Kaçırdığı noktalardan biri de burasıydı işte. "Nasıl bir durumun içinde bırakıldığımı çok iyi biliyorum Ares." "Hayır Anka. Kendinde değilsin ve dünden sonra uzun bir süre kendini toparlayamayacağını biliyorum." Parmaklarım fincanı sıkarken ondan bir adım geriye kaçtım fakat aramızdaki mesafeyi kapatması uzun sürmedi. Üzerime doğru yürüdüğünde bana üstten bakıyordu. Gözlerinde beliren alev her an beni yakacakmış gibiydi. İrkildim ve tekrardan geriye kaçmak isterken ayağım taşa takıldı. Tökezlediğimde kolumdan tutarak yeniden öfkeden deliye dönen gözlerine bakmamı sağladı. Öfkesi oldukça belirgindi ve saklamak için uğraşmıyordu. Tam tersi, öfkesini net bir şekilde görüp kavrayabilmem için yeniden gözlerine bakmamı istemişti. "Yanlış yapıyorsun," dedi dişlerinin arasından. "Yanlış yapıyorsun ve bunun farkına bile varamayacak kadar gözün kör olmuş," dedi. Sözlerindeki imayı gizlemiyordu. Düpedüz aklını yitiren çaresiz bir âşık olduğumu vurguluyordu. "Elini çek," dediğimde sesimin volümünü yükseltmemeye özen gösteriyordum. Başka birinin daha bu olaya şahit olmasını istemiyordum. İkimizin adına hiç gerçekleşmemesi gereken bir konuşmayı yapıyorduk. Kolumu sıkarak, "Hakan'ın ne kadar pislik biri olduğunu unutuyor olamazsın," dedi. Savaş tanrısının ismine sahip olması şimdi bir işime yaramıyordu. İsteyerek ya da istemeyerek, benim temellim ikinci seçenekti, canımı yakıyordu. "Asıl sen onun nasıl biri olduğunu unutmuş gibisin," derken bir yandan da kolumu onun kuvvetli parmaklarından kurtarmaya çalışıyordum. Bir parmak şıklatması kadar kolay gerçekleşen bambaşka bir kişiliğe bürünmüştü ve şok olmuştum. Hakan'dan bu kadar çok nefret etmeye başlamasının tek sebebi ben olmamalıyım diye söylendim içimden. Bilinmeyen başka bir sebep daha vardı kesin. "O seni hak etmiyor Anka ve hiçbir zamanda seni hak etmeyecek." "Kim hak ediyormuş peki beni? Sen mi?" diye sordum alayla. Tepkisini ölçmek istiyordum. Sınırlarını görmek istiyordum, neler yapabileceğini. Daha fazla ne kadar çizgisini bozarak çirkinleşebileceğini görmek istedim çünkü fark etmiştim ki Ares bu yanını daha önce gizlemişti. Eli kolumun üzerinde durdu ama bırakmadı. Tutuşunu hafifletti ama hâlâ temkinli bir şekilde hazırda bekliyordu. "Evet, ben. Seni hak eden kişi benim," dediğinde sinirden gülmeye başladım. Karşıma geçip küçük bir çocuk gibi o seni hak etmiyor, ben hak ediyorum konuşmaları yapıyordu. Boyuna posuna göre bazen tam bir çocuk gibi davranabiliyordu, bunu da görmüş oldum. "Saçmalamaya başlıyorsun artık." Sinirden dişlerim gıcırdadı. Siktiğimin fincanı yüzünden hareket edemiyordum. Kolumu ondan kurtarabilmek için kendimi geriye çekip dursam da bir işe yaramıyordu. Tuttuğu kolumu hareket ettirmeye çalışsam da hâlâ durduğum yerdeydim; gitmeme müsaade etmiyordu. Söylenen sözlerin hiçbir değeri ve anlamı kalmıyordu. Bir tarafta aşkından vazgeçen Hakan varken diğer yandan da aşkı için canımı yakmayı göze alabilen Ares vardı. Her şey eskisi gibi boka sarıyordu. "Yeter artık. Çek elini üzerimden!" "Hakan sana göre biri değil. Sen-" "Kes artık şunu!" "Sen bambaşkasın Anka ve Hakan tam bir geri zekalı olduğu için bunu göremiyor! Anlamıyor musun?" "Yeter dedim! Sus!" Fincan elimden kayıp taş zeminde paramparça olurken yüksek çarpma sesiyle gözlerimi kırpıştırdım. Elim boşta kaldığı için Ares'i göğsünden itekledim. Salondan mutfağa doğru gelmekte olan ayak seslerini duyunca diğerlerinin bizi duymuş olma ihtimallerini düşündüm. Elim Ares'in göğsünün üzerindeyken tişörtünde kırmızılıklarla birlikte turuncu renkler belirdi. Ares anlık, gür bir sesle, "Siktir!" diyerek geriye doğru çekildi. Beni serbest bıraktığında nefes nefes kalmıştım. Tişörtünde açılan delik ve oluşan yanık izini o anda gördüm. Her şey birkaç saniyede gerçekleşip son bulmuştu. Ona zarar vermiştim. Üstelik verdiğim zararı kolay ve bir o kadar da hızlı şekilde gerçekleştirmiştim. Dilediğim zaman insanların canını yakabildiğimi bilmiyordum. Başka bir özelliğim, gücüm -ya da az önceki yaşanana artık ne deniyorsa- olduğundan haberim yoktu. Vadi’de Ogre’ye karşı sergilediğim tutumdan farklıydı. Ona zarar vermemiştim yalnızca avuçlarımda sıcaklık hissetmiştim ama onu yakmamıştım. Ares’in göğsünde oluşturduğum yanığı bile isteye yapmamıştım ama oradaydı. Küçükte olsa tenini gösteren delikten ona zarar vermiş olduğumu anlayabiliyordum. Cildi kızarmıştı. Mavi gözlerini şaşkınlıkla bana kaldırdı. "Sen- sen bunu nasıl yaptın?" Büyük bir şok içerisindeydi, ne yapacağını bilemiyordu. Aynı şekilde bende öyle. Soğuk havanın tenine çarpmasıyla ona açtığım yaranın acısının dindiğini tahmin ediyordum fakat kalıcılığı hâlâ orada duruyordu. Gitmemişti ve o yarayı sadece ben iyileştirebilirdim. Her şey kaşla göz arasında olmuştu; ufak bir yanma hissiyle tişörtte delik oluşarak tenine işlemiş ardından sıcaklık bıçak gibi kesilmişti. İlk defa sebebi olduğum bir yara oluşmuştu ve yine ilk defa açtığım yarayı iyileştirmek içimden gelmemişti. "Bir daha sakın yanıma yaklaşma. Anladın mı beni?" Mutfak kapısını sertçe açarak içeri geçtim ve kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim. Hızla kalkıp inen göğsümü dizginlemeye çalışıyordum. Yaşananlar korkunçtu ve asla tahmin bile edemeyeceğim şekilde ilerlemişti. Ares'in baştaki mahcupluğu ardından deliye dönüp canımı acıtması ve sonrasında onu incitmem. Tanrım. Tüm bunlar gerçekten yaşanıyor muydu? Ben hâlâ ısrarla hayal dünyasında olduğumuzu düşünmek, buna inanmak istiyordum ama yaşananların her biri gerçekti. "Bir kırılma sesi ve bağrışmalar duydum. Sen iyi misin?" Athena mutfağın girişinde endişeli gözlerle duruyor ve beni inceliyordu. "Anka," dedi tedirginlikle. "Yüzün sapsarı." Dönüp arkama, bahçeye doğru baktığımda Ares'i orada göremedim. "Fincan kırıldı," dedim sadece. Athena'nın bunu yutmadığını biliyordum çünkü bakışlarında tatminlik yoktu. Başka bir şey söylemeden yanından geçip salona geçtim. Peşimden geldi ve kolumu nazikçe tutarak ona dönmemi sağladı. Kaslarım gerildiğinde bunu fark etti ve elini hemen kolumdan çekti. "Ares ile ne konuşuyordunuz?" "Boş konuşuyordu işte ama ben icabına baktım," diyerek kestirip attım. İcabına baktım derken şaka yapmıyordum. Gerçekten de icabına bakmıştım. Ne yaptığımın farkına varamayarak onu kendimden uzaklaştırmayı başarmıştım. "Bana bak," derken parmaklarını çeneme yerleştirdi. Yüzüne bakmam için başımı kaldırdığında gözlerinde bin bir türlü ifade vardı. Kızgınlık, şaşkınlık, tatminsizlik ve en çok dikkatimi çeken, endişeydi. Benim için olan endişesini gizlemiyordu, hatta bunu daha net kavrayabilmem için ona bakmamı sağlamıştı. "Aptal bir kadın değilim. Düşüncelerin karmakarışık Anka," dedi mırıldanarak. "Aptal olmadığını biliyorum," dedim gülümsemeye çalışarak. Ona yalan söylemek hoşuma gitmiyor olsa da az önce olanların üzerinde daha fazla durmak istemiyordum. "O zaman az önce yaşananların sadece ufak bir fincan kırılmasından ibaret olmadığını bildiğimi bilmen gerekir." "Şu anda bunu konuşmak istemiyorum ama söz," dedim ve derin bir nefes aldım. "Söz veriyorum sonra anlatacağım." Sonra demiştim ama o sonra ne zaman gelirdi, bilmiyordum. Çenemi serbest bıraktıktan sonra yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. "Her zaman buradayım," dedi güven veren sesiyle. Aklıma Morpheus'un Athena ile ilgili gördüğü kâbus geldi ve gülümsemem soldu. Aniden ona bir şey olacağı düşüncesiyle kalbim sıkıştı. Refleks olarak elim kalbimin üzerine gitti. Kalbim deli gibi çarpıyordu ve ben sakinleyebilmek adına bir şey yapamıyordum. Athena nefeslerimin düzensizleştiğini görünce kollarımdan tuttu ve yüzüme doğru eğildi. "Anka bana bak. Tamam, sakin ol. Sakinsin. Derin bir nefes al. Evet, aynen böyle." Derin bir nefes almam için kendisi de aynı şeyi uyguluyordu. Kahverengi gözlerine kitlendim ve sanki nasıl nefes alındığını unutmuşum gibi bana gösterdiği şekilde derin nefesler aldım. "Orada her şey yolunda mı?" Hermes'e arkam dönüktü ama sesinden o olduğunu anlamıştım. "Kes sesini," dedi Athena öfkeli bir şekilde. "Bizim iyi olup olmamamız seni ilgilendirmiyor." "Sakinleş kızıl. Kötü bir amacım yoktu." Athena benim sakinleştiğimi görünce beni kenara doğru çekti ve Hermes'e doğru yürüdü. Elinde olsa Hermes'i oracıkta koltuğun dibine gömebilirdi. Hermes oturduğu yerden ayaklandı ve ikisi burun buruna geldiler. "Bana baksana sen. Trivia ve Venüs kaltaklarını nereden tanıyorsun?" Doğru ya. Bir de bu meselemiz vardı. Tamamen aklımdan uçup gitmişti. Athena'nın zekâsı öpülecek cinstendi. "Trivia ve Venüs mü? Onlarda kim?" Rabia'nın sorusuna karşılık Efdal'ın kaşları yukarıya kalktı. İkisi de onları görmemişti çünkü onların geldiği sırada Deha ile mahzende saklanıyorlardı. Trivia ve Venüs'ün büyü yapması sonucu hayatını kaybeden Deha ile. Efdal onun ölümüne çok üzülmüştü ve sebebi olan kişilerin hiç göremediği insanlar olduğunu bilmiyordu. "Görünüşe bakılırsa," dedi Athena, Efdal ve Rabia'ya dönerek. Ardından yeniden bakışlarını Hermes'e çevirdi. "İkisi de Hermes'in kaltakları." Hermes'in dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Yüzüne bakılınca bu durumdan fazlasıyla keyif aldığı belli oluyordu ve bunu gizlemiyor, Athena'nın da bunu bilmesini istiyordu. "Ne o öyle? Yoksa beni kıskanıyor musun kızıl?" Athena iki eliyle birden Hermes'in üzerindeki kazağın yakalarından tuttu ve onu kendine doğru çekti. Aralarında milim bir mesafe kalmıştı. Alnını onun alnına yaklaştırarak, "Senin neyini kıskanacağım manyak herif," dedi dalga geçercesine. Ondan tiksindiği her halinden belliydi. Ve bu, Hermes'e değişik bir şekilde zevk veriyordu. Athena ile atışmaktan haz duyuyordu, tam bir ruh hastası gibi. "Bana bu kadar yakın olman çok hoşuma gidiyor," dedi Hermes sırıtarak. Athena onu koltuğa doğru ittiğinde yalandan üstüne kusuyormuş gibi yaptı. "Er ya da geç senin ne boklar karıştırdığını öğreneceğim. Çok az kaldı, bunu o boş kafana yaz," dedi ciddiyetle. Hermes ise hâlâ sırıtmayı sürdürüyordu. Athena'nın ona karşı olan davranışlarından ötürü bu kadar zevkten dört köşe olması gerçekten mide bulandırıcıydı. "Ne oldu Anka kuş? Senin için yaptığım iyiliği unutacakmışsın gibi duruyorsun." Hermes bu kez de beni hedef haline getirmişti. Pislik herif. Dünden bu yana resmen ışık hızıyla değişmişti. Athena direkt olarak bana döndü ki bunu bekliyordum. "Bu sikik ne iyiliğinden bahsediyor?" Hermes tiz bir kahkaha attığında Rabia ve Efdal'ın kaşları çatıldı. Rabia, Efdal'a göre daha rahat görünüyordu. Sebebinin ise bir şekilde olan olaylardan haberdar olması olduğunu düşünüyordum. Ancak Hakan ona bunu anlatmış mıdır ki? Bana bile anlatmamışken gidip Rabia'ya yaptıklarını söylemiş midir? Bu olasılığı düşünüyor olmam bile saçmalıktı. "Ağzını kapalı tutması gereken, onu ilgilendirmeyen bir mevzuyu Anka'ya yetiştirdi," dedi Hakan. Sesi arkamdan geliyordu. Dönüp ona bakmadım çünkü bunu yapmak istemiyordum. Onunla göz göze gelmek ya da bir diyalog içine girmeyi istemiyordum. Onun bana karşı takındığı tavırdan ötürü artık yüzsüz gibi onun peşinden sürüklenemezdim. "Hadi beni ilgilendirmiyor," dedi Hermes, yeniden ayağa kalkmıştı. Athena ile arasındaki boy farkı onlar yan yanayken daha çok belli oluyordu. Athena başını çevirip iğrenerek Hermes'e baktı. "Anka'yı ilgilendirdiğini ikimizde çok iyi biliyoruz ama öyle değil mi dostum?" "Trivia ve Venüs bitti de şimdi üçünüz aranızda yaşanan olayı mı bizden saklıyorsunuz?" Efdal kendisini ve isteksizce Rabia'yı gösterdi. Haklı olabilirdi. Birkaç şeyi onlardan gizlemiş gibi olmuştuk fakat bunu isteyerek yapmamıştık. En azından Trivia ve Venüz olayını bilerek gizlememiştik. Hakan yanımdan geçip Hermes'in tam karşısında durdu. Yanımdan geçtiği esnada içimi bir ürperti kapladı ve refleks olarak kollarımı bedenime doladım. Hakan'ın bu zamana kadar bana hissettirdiği en kötü duygu hayal kırıklığıydı. Uzun bir sürede geçecek gibi görünmüyordu. Hakan'ın Hermes üzerinde pek bir etkisi yoktu. Anladığım kadarıyla ikisi o kadar da yakın değillerdi. Gerçi Ares'in bile, en yakın arkadaşı olduğunu sandığım kişi, Hakan'a karşı tavırları çabucak değişmişti. "Üçü arasında geçen olayı bende bilmiyorum Efdal," dedi Athena, imalı bir şekilde. Kaşları çatıktı ve direkt olarak bana bakıyordu. Dün bizi rahatsız etmek istemediğini kendisi dile getirmişti fakat şimdiki bakışları ona olanları anlatmadığım için bana kızmış olduğunun habercisiydi. Hazır hissettiğimde anlatacaktım. Sorun şuydu ki hazır değildim. Geçmişin üstüne toprak atmak istiyor, geçmişi komple rafa kaldırmak istiyordum. Eskiden geçmişten bu kadar kolay vazgeçebileceğimi düşünemezdim ama şimdi işler değişiyordu. Bizler değişiyorduk. En önemli nokta burasıydı sonuçta. Salondaki atmosfer bir anda tepetaklak oldu. Duvarlar karanlığa gömüldü, etraf ise sessizliğe. Hakan ve Hermes kısa bir an bakıştılar. Hakan'dan yeni bir atak beklerken bunu yapmadı. "Yaptığının hesabını vereceksin," dedi dişlerinin arasından. Hermes ise hâlâ aynı bilmiş tavrını takınarak, "Asıl sen yaptığının hesabını ver," dedi. Düpedüz birbirlerine meydan okuyorlardı. Burada Hermes'i ilgilendiren bir konu dönmüyordu ama inatla arkadaşının -eski arkadaşı- yaptığı, ona göre hata olan bu mevzudan bir an olsun vazgeçmiyordu. Hakan'da buna delleniyordu işte. Burnunu sokmaması gereken bir konunun içine balıklama atladığı için ona karşı büyük bir nefret duyuyordu. Nefretini dile getirmemiş olsa da gözlerindeki keskinlikten anlaşılabiliyordu. Hakan elini kaldırarak Hermes'in yüzüne doğru yaklaştıracaktı ki yukarıdan Afrodit'in bağrışı yükseldi. "Hemen buraya gelin! Çabuk olun!" Sesi o kadar telaşlı geliyordu ki hemen başımı kaldırıp ona baktım; nefes nefeseydi. Gözlerindeki korku durduğum yerden bile okunacak cinsten belirgindi. "Yine ne oldu?" diye sordu Rabia bıkkınlıkla. "Morpheus! Nöbet geçiyor sanırım." Athena, Morpheus’un adını duyduğu gibi adeta koşarak merdivenleri ikişer ikişer çıktı. Bende peşinden giderken kalbim hızla atmaya başlamıştı. Eğer yanılmıyorsam Morpheus yeni bir kâbus görüyordu ve etkisi hâlâ üzerinde geziniyordu. Morpheus'un odasına girdiğimizde uzandığı yatakta deli gibi sağa sola hareket ediyordu. Ağzından köpükler çıkıyor, gözleri gidip geliyordu. Uzun sarı saçları dağılmış, onun her hareket edişinde yatağın kenarlarına çarpıp duruyordu. Elleri ve ayakları kendinden bağımsız bir şekilde aşağı yukarı iniyor ve eğilip bükülüyordu. Bu görüntü nöbet geçirmekten de ötesiydi. Sanki karanlık biri tarafından ele geçirilmeye çalışan masum bir bedenden ibaretti. Onu bu şekilde görmek kalbimin teklemesine neden oldu. Ellerimi ağzıma götürerek kapının kenarından onu seyretmeye başladım. Ne yapılması gerektiğini bilmiyordum ve yanlış bir hamlede bulunmayı hiç istemezdim. Athena ise bilgili bir şekilde onun yanına, yatağın kenarına koştu. Morpheus'u kollarından tutup yatağa sabitlemek için çabalıyordu ama nafile. Morpheus delirmiş gibiydi. Ses çıkarmak, belki de haykırmak istiyordu ama yapamıyordu. Çığlıkları bile sessizdi. "Morph! Ben buradayım!" Athena'nın sesi ağlamaklıydı. Kendisini sıkmaya çalışıyordu çünkü o da biliyordu ki kendini rahat bırakıp ağlamaya başlasa kendisini hepten kaybedecekti. Morpheus onu duymuyordu. Athena daha fazla bağırmaya ve onu durdurmaya çalıştı ama hiçbir etki etmiyordu. Odadan içeriye Hakan ve Efdal girince Efdal'ın çoktan ağlamaya başladığını gördüm. Kapının kenarına geçip yere çömeldi ve ellerini ağzına kapatarak sesini çıkarmamaya çalıştı. Gözlerinden akan her göz yaşı ellerine değiyor, aşağıya akmasına izin vermiyordu. Korkarak bakan gözleri Morpheus'un üzerinde geziniyordu. Baştan aşağı onu inceliyor, neler olup bittiğini anlamak istiyordu. Vurdumduymaz takındığı davranışlarının arkasında aslında çok hassas bir çocuk yatıyordu. Hakan yatağın diğer tarafına geçerek Morpheus'un başını iki elinin arasına aldı ve yastığa sabitledi. "Onu kontrol edemiyorum," dedi Athena hıçkırıklarının arasından. "Tanrım. Ona yardım edemiyorum," dedi bu defa. Sesindeki keder tüm bedenini sarmıştı çünkü farkında olmadan titremeye başlıyordu. Morpheus'un kollarını tutan elleri güçsüzleşti. "Morpheus bana bak," dedi Hakan ciddiyetle. Başını ona bakacak şekilde sağ tarafa çevirdi ama durduğum yerden gördüğüm kadarıyla Morpheus'un gözleri hâlâ aynıydı. Gözbebekleri görünmüyordu, tümü beyazdı. Kendisini o kadar çok kasıyordu ki ağzını her açmaya kalktığında söyleyeceği her ne varsa geri içeri tıkılıyordu. "Lütfen ona bir şey olmasın," diye mırıldandım kendi kendime. Cılız çıkan sesimi ben bile zor duymuştum. "Morpheus kâbus görüyorsun. Bana bak," dedi Hakan, tekrardan şansını denemek istedi. Morpheus'un ağzından çıkan köpükler son buldu ve dudaklarının kenarlarından yanaklarına doğru döküldü. Yataktan sadece gövdesini kaldırarak boğulmaktan son anda kurtarılmak için derin bir nefes aldı. Yeşil gözleri ilk önce Hakan'a baktı ardından Athena'ya ve yerde ağlamaktan ciğeri parçalanan Efdal'a. Afrodit'te kısa bir an durduktan sonra bana döndü. Gözlerindeki dehşeti görebiliyordum. "Bizi buldular," dedi ve başı tekrardan yattığı yere geri düştü. Neyse ki başının altındaki yastık düşüşünü yavaşlatmıştı fakat gözleri yine kapanmıştı. Athena dayanamayarak ayağa fırladı ve hepimize baktı. "Bizi buldular mı dedi o?" "Evet, bende öyle duydum," dedi Afrodit onaylayarak. "Morph! Kim bizi buldu?" Morpheus'un üzerine doğru eğildi ve yüzüne, dudaklarına ve yanaklarındaki kuruyan köpüklere yapışan sarı saçlarının birkaç tutamını geriye doğru ittirdi. Ürkerek yatağa doğru yaklaştım. Yakından bakılınca çok daha kötü bir haldeydi ama sakinleşmiş görünüyordu. Yeniden uykusuna dalmıştı. Onu uykusunda bu şekilde çıldırtan, uyandıran ve geri uyumasını sağlayan kâbus ne olabilirdi? Kâbusu da geçiyordu artık. Morpheus'a yapılan artık her neyse ilk kez onun böyle hissedip kontrolsüzce davranmasına vesile olmuştu. "Hayır, hayır, hayır, hayır." Efdal'a baktığımda hıçkırıklarının arasından haykırışları güçlükle çıkıyor ve nefes almakta zorlanıyordu. Gidip yanına çöktüm ve ellerimi titreyen dizlerine yerleştirdim. "Efdal," dedim, sesimin sakin çıkmasına özen gösteriyordum. Onu daha fazla endişeye sürüklemek, korkutmak istemiyordum. Böyle durumlarda hepimiz birden delirirsek kimse enkazın altından sağ çıkamazdı. Bizim için kurulan o enkaz. Bizler ise birbirimize tutunarak o enkazın arasından sağ salim sıyrılacak, yeni ve kırılamayan bir bariyer oluşturacaktık. Efdal'ın sesi kesik kesik geliyordu. Ellerini ağzından çektim ve yeniden düzgün nefesler alabilmesi için ona yardımcı oldum. Bir elimi dirseğine koyup sıvazladım. Ona gülümsemeye çalışırken gözleri hâlâ Morpheus'un üzerindeydi. "Parçalanıyoruz," dedi fısıltıyla. Parçalanıyoruz. "Buna izin vermeyeceğiz," dedim, hâlâ dirseğini sıvazlıyordum. Morpheus'u o şekilde görüyor olmak hepimizin içini parçalarken Efdal ve Athena bunu daha yoğun yaşıyorlardı. Athena'nın sebebi Morpheus'u kardeşi olarak görmesiydi; Efdal'ınki ise farklı bir histi. Kardeşlikten çok uzaktı, evet. Ona karşı hissettiği duyguları tarif etmek benim üzerime vazife değildi ancak ne olduğunu Efdal'ın gözlerine bakarken anlayabiliyordum. Morpheus'a karşı bambaşka bir sevgi duyuyordu. Beklenmeyen bir anda odanın içerisi karanlığa gömüldü. Bir yanılsama mıydı yoksa gerçekten de birileri tarafından karanlığın ortasına mı sürüklenmiştik bilmiyordum. "Işıkları siz mi söndürdünüz?" Athena'nın ayak seslerini arkamda duyuyordum. Çömeldiğim yerden ayağa kalktığımda bacaklarım çoktan ağrımaya başlamıştı. Odanın kenarına giderek ışığı yakmak için düğmeye bastım ama yok, çalışmıyordu. Elektrikler kesilmişti. Siktir. Bir bu eksikti, o da tam oldu. Camdan içeri süzen grilikler odayı aydınlatmak için yeterli değildi ama önümüzü bir nebze de olsa görebilmemize yardımcı oluyordu. Hava kapalı olduğundan ötürü bizi kurtaracak aydınlığa henüz erişemiyorduk. Oda bir anda buz kesti ve bunu iliklerime kadar sezdim. Odadaki atmosferin beraberinde enerjisi de değişti. Her şey hızlı bir şekilde gerçekleşiyordu, adeta bir parmak şıklatmasıyla aydınlıktan karanlığa çekiliyorduk. "Sikeceğim şimdi!" Athena dışında kimseden çıt çıkmıyordu. Arkadaşını o halde gördükten sonra deliye dönmüştü ve onu suçlamıyordum. Burnundan çıkardığı hırıltıları duymamak elde değildi. "Hava o kadar kötü değil ki. Neden elektrikler bir anda kesildi?" dedi Afrodit. Kimse hiçbir sikim anlayamıyordu. "Ya," dedi Efdal titreyen sesiyle. "Ya Morpheus'un dediği gibi bizi buldularsa?" Bedenim aniden elektriklendi. Negatiflik üzerime çöktü ve omuzlarımda yer alarak kamburlaşmamı sağlamaya başladı. İnatla sırtımı dikleştirerek başımı iki yana salladım. "Bizi kim bulacak? Zeus mu? Hades mi?" diye sordum, daha çok sesli düşünüyordum. Saç diplerimden parmak uçlarıma kadar karıncalanmalar başladı. Kontrolümü kaybetmemi istiyorlardı ama bunu başaramayacaklardı. Hızlıca diğerlerine baktım. Griliklerin arasında kaybolmamış olsalar da onları seçebilmek güçtü. Gözlerime ağır gelen yoğun karanlık gözlerimi kırpıştırmama neden oldu. Gözlerim sulanıyor ve gittikçe ağırlaşıyordu. Daha çok uyku hali gibiydi. Aşağı kattan yükselen çığlıklar ve ayak seslerini duydum. Rabia'nın çığlıkları koskocaman evi inletecek kadar baskındı. Zemin ilk önce yavaşça titredi ardından şiddetini arttırdı. Yer sallanıyordu. Tanrım, yine mi? Trivia ve Venüs tekrardan mı kapıya dayanmışlardı? En son onlar geldiğinde ev sallanmıştı. Tekrar düşününce gelmeleri için bir neden göremiyordum çünkü o zaman Deha'yı almak için uğramışlardı. Evet, uğramışlardı. Sanki birer dost misali ziyarete gelip istediklerini aldıktan sonra geri gideceklerdi. Lakin sonuç sadece onların darbe alması ve maalesef ki Deha’nın ölümüyle son bulmuştu. İkisinin gelişine göre yerin sarsıntısı biraz daha yumuşaktı. Bacaklarım olduğu yerde hafifçe titriyordu, ötesi yoktu. Odadan çıkarak merdivenlerin başına yöneldim. Trabzana tutunarak salona bakmaya çalıştım. "Elektrikler gitmiş," dedi Hermes olayı açıklamak istercesine. "Şaka yapıyorsun," dedi Hakan kinayeli bir ses tonuyla. "Ares nerede?" diye sordum. Salondaki iki gölgeye bakılacak olursa aşağıya yalnızca Hermes ve Rabia vardı. Ares ile yaşadığımız gereksiz tartışmamızdan sonra kayıplara karışmıştı. Şimdiye kadar çoktan dönmesi gerekirken hâlâ ortalıklarda görünmüyordu. Umurumda olmaması gerekirdi belki de ancak içimden geçenlere engel olamamıştım. Giriş kapısı aniden açıldı ve Ares iri cüssesiyle içeriye girdi. Kapı açıldığında arkasında görünen gökyüzüne baktım. Gittikçe daha bulanık ve karamsar bir hâle geliyordu. Öğle vaktine geçiyorken havanın bir anda değişmesi hayra alamet olamazdı. Burnuma pis kokular gelirken aklıma direkt olarak Zeus ve Hades ikilisi geldi. Onların başının altından mı çıkıyordu, yoksa başka bir problem ile mi karşı karşıya kalmıştık? Artık bu kaçıncıydı, bir yerden sonra saymayı bırakmıştım. Normale evrilemiyorduk. Normal bir hayat bize sunulmamıştı. Lanet olsun. Kapıyı hızlıca kapatarak kilitledi. Yerin titremesi azalırken ışıklar bir anda yanıp sönmeye başladı. Ufacık bir ışık yansımasıyla Ares'in yüzüne baktım. Başını kaldırmış bana bakıyordu. Gözlerindeki anlam artık her neydiyse çabucak kayboldu. Buradan bile nefes nefese kaldığı duyuluyordu. Göğsü hızla inip kalkarken başını sağa sola çevirdi. Bir şey mi arıyordu? "Nerelerdeydin?" Hermes onun yanına gittiğinde bende merdivenleri inmeye başlamıştım. Arkamdaki ayak seslerine bakılacak olursa Hakan da beni takip ediyordu. Ares ve Hermes'e odaklanmışken bu karanlıkta önümü göremediğim için az kalsın ayağım kayıp düşecektim. Hakan hemen beni kolumdan yakaladı ve merdivenlerden yuvarlanmamı engelledi. "İyi misin?" Sorduğu sorunun manasız olduğunu son anda anlayarak, "Dikkatli in," dedi. Ona cevap vermeden kolumu yavaşça çektim ve son basamağı indim. "Kaçtım," dedi Ares. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Elini göğsüne koydu ve düzensiz nefeslerini bir süre dizginlemeye çalıştı. "Kimden kaçtın?" Hermes soruyu sakince sordu. Meraklıydı ama sakinliğini korumaya da çalışıyordu aynı zamanda. "Morpheus birilerinin bizi bulduğundan bahsetti," dedi Afrodit. Ne ara yanımıza gelmişti hiç anlayamamıştım. "Buldular," dediğinde Ares, Afrodit'in söylediğine hiç şaşırmamıştı. Ares'in ağzından çıkan cümleden sonra vücudum yeniden karıncalanmaya başladı. Uyuşukluk hissi yaratıyordu. "Kim? Ne? Artık söyleyecek misiniz ne olduğunu!" Rabia öyle bir bağırdı ki olduğum yerde sıçradım. Her an ağlayabilirdi. "Karanlıktan çok korkuyorum," diye mırıldandı kendi kendine. "Hayır. Karanlıkta kalamam." Afrodit ona destek olmak için yanına gitti. Sehpanın yanından geçerken ayağını çarptı ve acıyla inledi. Hakan ablasına dönüp bakarken, "Bir yerine bir şey oldu mu?" diye sordu şefkatle. Afrodit ona cevap vermedi. Onunla konuşmak istemediğini biliyordum. Hakan'ı günah keçisi yapmasını istemiyordum. Sonuç olarak onun hayatını kurtarmıştı, sonucu her ne olursa olsun. Kardeşine küs kalması beni daha çok üzerdi. "Abla," dedi Hakan. Afrodit'e uzun zamandır abla dediğini duymamıştım. Bunun nedeni belki de aralarında üç yaş vardı. "Bir şey olmadı," dedi Afrodit, dayanamayarak. Ona kıyamıyordu, her ne kadar kardeşine kızgında olsa. Afrodit, kolunu Rabia'nın omzuna atarak, "Kimse gelmedi. Bizi kimse bulmadı. Elektrikler birazdan gelir," dedi. Yalan söylediğini hepimiz biliyorduk ama ses çıkarmayarak aksini iddia etmedik. "Sirenler," dedi Ares. Nefes alışverişleri düzene girmişti. Afrodit'in rahatlatma amacıyla söylediği yalanını hiçe sayarak bir açıklamada bulundu. Güya bir açıklama yapmıştı ancak açıklaması bile kafa karıştırıcıydı. Sirenler de neyin nesiydi? İlk kez duyuyordum. "Sirenler mi?" Hermes'in tepkisine bakılacak olursa bahsedilen şeyin ne olduğundan haberi vardı. "Onların burada olması mümkün değil," dedi. Otomatik olarak başını iki yana salladı. Aklınca inkâr etmeye çalışıyordu ama Ares'in kararlı duruşu bu karanlığa rağmen netliğini koruyordu. Birinin artık çıkıp da Sirenler diye bahsettikleri şeyin ne olduğunu açıklasa iyi olacaktı. Sabrım taşmakla birlikte sinir katsayımda ona eşlik ederek gittikçe artıyordu. Bana fazlasıyla uzun gelen sessiz bakışmalarının ardından sesimi çıkarttım. "Sirenler ne? Artık biriniz açıklasın şunu!" Dayanamadım ve patladım. Geveleye geveleye konuşmanın bir faydası yoktu. Biraz daha hızlı bir şekilde bilgi sahibi olursak eğer daha hızlı davranabilirdik sonuçta. Haksız mıyım? Açıklama ihtiyacıyla, "Sirenler aslında birer denizkızı," dedi Hermes. Denizkızları mı? Az önce kendisinin de söylediği gibi bu mümkün olamazdı. Denizin ortasında değildik, karadaydık ve denizkızları diye bahsedilen Sirenlerin buraya gelmesi imkansızdı. "Biraz daha açıklayıcı ol," dedi Afrodit, emir verici tonda konuşarak. Hermes'in yerine sözü Ares devraldı. "Güzel sesleriyle şarkı söyleyerek denizcileri baştan çıkararak felakete sürüklüyorlar," dedi. Tüm bunları nereden bildiklerini sorguladım. Araştırma mı yapmışlardı acaba? "Biz ne sıçtığımın denizcileriyiz ne de bir denizin içindeyiz!" dedi Rabia, hiddetle. Ona katılıyordum. Tüm bunlar çok mantıksızdı. Ares yanlış biliyor olabilir mi diye düşündüm içimden. Ancak şöyle bir nokta vardı ki, bunun mümkün olmaması karşısında Ares neden onlardan bahsetmişti? Boşu boşuna Sirenlerin konusunu açtığını sanmıyordum. Bu işte başka bir şey vardı. "Aynen öyle. Bu sebeple sirenler olamazlar," dedi Hermes, tekrardan. Ares'e inanmadığını açık bir şekilde dile getiriyordu. Ares sinirlendi ve kasları kasılmaya başladı. Gözlerimi kırpıştırdım. Her kırpışımda gözlerim daha çok sulanıyordu. Ara ara etraf netleşiyor ardından yine kararıyordu. Neyse ki gece olmadığına sevinecektim. Yoksa kimse hiçbir şey göremeden hareket eder ve tökezlerdi. Az da olsa evin içini bir aydınlık kaplıyordu ve tek gerekçemiz gecenin kollarında olmamamızdı. "Ama bunların kanatları var," dedi Ares. Kanatları mı? Hem denizkızı olup hem de nasıl kanatlara sahip olabiliyorlardı? Görüntüyü gözümün önünde canlandırmaya çalışırken beynim uyuşmaya başladı. Kuyrukları olan kanatlı yaratıklar hiç olası gelmiyordu. Her şey mümkün olabilir, dedi iç sesim benimle dalga geçerek. "Bazı kitaplarda denizkızı oldukları söylenirken bazılarında ise yarı kadın yarı kuş olduklarından söz edilir," dedi Ares az önce söylediğini açıklamak istercesine. "Sirenler olduğunu nereden biliyorsun? Onları gördün mü?" Athena yukarıdan seslenerek bize katıldı. Ya kulakları çok iyi işitiyordu ya da bizlere fark ettirmeden sabahtan beri bizi dinliyordu. Ona Morpheus'un nasıl olduğunu sormak istedim ama kendimi durdurdum. "Eve yaklaşırken gökyüzünün belirli kısımlarında gölgeler gördüm. Yanlış gördüğümü düşünerek yoluma devam ettim ama birden fazla gölgeyle karşılaşınca bir yerden sonra görmezden gelemedim." "Şu anda nerede olabilirler?" diyerek Ares'e soru yönelttim. Sesimi duyduğu anda bakışlarını bana dikti. Bir daha onunla muhatap olmak istemeyeceğimi düşünüyordu ama şu anlık bunu bir kenara atacaktım. Canımız tehlikede olabilirdi. Sirenler Ares'i takip ederek buraya ulaşabilirdi ve daha ne kadar zamanımız kaldığını bilmiyorduk. "Buradalar," dediğinde gözleri karanlığın ortasında daha çok koyulaştı. Birkaç dakika önce de aynı şeyi söylemişti ama onu öylesine söylemiş olabileceğini düşünmüştüm. Evin tepesinden, çatıdan yükselen kanat çırpma sesleri ortaya çıktı. Zevkle atılan kahkahalarda beraberinde çoğalıyordu. Evin çevresindeki belirli yerlere kanatların gölgeleri düşünüyordu. O kadar büyük gölgelerdi ki, kanatlarının bu denli büyük olabileceğini ummamıştım. Daha önce hiç Sirenlerle karşılaşmamıştım ya da bir fotoğraflarını görmemiştim, bu yüzden neye benzediklerini bilmiyordum. "Seni takip mi ettiler? Seni takip etmelerine izin mi verdin?" Athena Ares'i hedef aldı. Ares'i buraya kadar takip edip gelmeleri büyük bir olasılıktı. Peki ya Ares? Onların kendisini takip edeceklerini anlayamayacak kadar akılsızca davranmış olamazdı. "Havanın kararmaya başlamasını fırsat bilerek ağaçların dibine saklandım ve buraya kadar koşturdum," dedi, kendini açıklamak istercesine. Kanatlardan çıkan sesler Ares'in konuşmasını bastıracak kadar yoğun geliyordu. Kahkahaları ise dinmemişti. Büyük bir zevk alarak kendi aralarında kıkırdamayı sürdürüyorlardı. "Onu bize verin ve karşılığında hayatınızı bağışlayalım." Kaç kişi oldukları henüz kesin değildi. İçlerinden herhangi biri bize seslendi, sesi derinlerden gelmişti. Evin tepesinde, oldukları konumda uçmaya devam ederlerken bizimle irtibata geçmeyi de ihmal etmemişlerdi. Kimden söz ettikleri hakkında en ufak bir fikre sahip değildim. Trivia ve Venüs'ün istediği Deha gibi evin içerisinde yeni biri yer almıyordu. Peki ya istedikleri kişi kimdi? "Anka," dedi Rabia. İsmimi nefretle, tükürürcesine söylemişti. Bedenim sarsıldı. Beni istiyor olamazlardı. Beni neden istesinlerdi ki? "Bu lanet evde koruma büyüsü yok muydu?" Athena az önce olanları yok sayarak başka bir mevzuya giriş yaptı. Söylediğine katılıyordum. Küllerinden doğan katil koruma büyüsü yaparak ortalıktan toz olup gitmişti. Ya da sadece koruma büyüsü yaptığını söylemişti. Bir katil olduğunu düşünecek olursak, söylediği ya da yaptığı şeylere inanmak mümkün olmuyordu. "Bir katilin yaptığı koruma büyüsüne mi aldanıyorsunuz?" Hakan uzun bir aradan sonra ilk kez sesini çıkarttı. "Büyü var çünkü eğer büyü olmasaydı çoktan bu evi başımıza yıkmışlardı," dedi Ares. Sirenleri göremeyeceğimi bile bile başımı yukarı, tavana doğru kaldırdım. Tek gördüğüm elbette ki yüksek bir tavan ve üzerinde hafifçe sallanan bir-iki tane avizeydi. Beni bir şekilde onlara bakmaya çalışırken hissetmişler miydi acaba? Kaşlarım çatılırken yüz ifademi görmelerini diledim. "Bakır saçlı kızı bize teslim ederseniz geri kalanınız kurtulacak." Tiz kahkahalar evin içerisini dolduracak, vücudumuza yapışacak şekilde artıyordu. Asla alçalmıyor, devamlı olarak yükseliyordu. Rabia öne doğru atıldı ve bir anda, ben ne olduğunu anlayamadan, beni kollarımdan tutup kapıya doğru ittirdi. "Siktir git!" Yüzüme tükürdü. Tükürüğü bana değmemişti ama gösterdiği nefret ve iğrenme hissi bir tükürükten daha fazlasını vermişti bana. Sadece kendini düşünerek beni onlara teslim etmek istemediğini biliyordum. Bensiz daha mutlu olacaklarını -ya da en azından kendisinin- düşünüyordu. "Bakır saçları olan bir tek o! Anka'yı istiyorlar! Ben size demiştim!" Çıldırmış bir şekilde arkasına döndü ve yaptığının doğru bir hareket olduğunu düşünerek kıkırdayarak diğerlerine baktı. Yüz ifadesini göremiyor olsam da el ve kol hareketlerinden kendini belli ediyordu. Onun dışındaki herkes tedirgindi. Beni Sirenlere teslim etmekten gurur duyan bir tek o vardı. İçime su serpilmesini isterdim fakat bu yeterli olmayacaktı. Kanatlara sahip devasa kadınların beni istemeleri beni tabii ki de rahatlatmıyordu. Bu ne saçmalıktı böyle? Ares beni kapının önünden çekerek vücudunun arkasına sakladı. Beni kendi arkasına saklıyor olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Güçlü olduğu bir gerçekti ancak beni Sirenlerden koruyacak kadar değildi. Aslanları tek bir hamlesiyle al aşağı etmişti fakat kanatları olan birden fazla kadına karşı nasıl savaşacaktı ki? Rabia'ya doğru "Ne sikimden bahsediyorsun kızım!" diye kükredi adeta. "Rabia seni onlara versek bizim açımızdan daha makbule geçer," dedi Athena sinirlenerek. Hakan, başını hafifçe eğmiş bana bakıyordu. Direkt olarak gözleri benim üzerimdeydi ve kendince bir şeyleri biçip tartıyordu. "Anka'yı onlara teslim edeceğiz," dedi hiç zorlanmadan. Kalbime bir hançer saplanmıştı. Ne? "Ne?" dedi Afrodit. İçimden söylediğimi sesli bir şekilde dile getirmişti. "Sen ne dediğinin farkında mısın Hakan?" Ablası Hakan'ın yanına gitti ve yanağına sert bir tokat indirdi. Tokadı yapıştırırken hiç tereddüt etmedi, eli bile titremedi. Dünden sonra içindekileri kusuyordu sanki. "Yaptıkların yetmedi mi?" Büyük bir sessizlik. Tek duyulan şey kanatların çırpınışlarıydı, bir türlü dinmiyordu. Şimdiye kadar yorulmuş olmaları gerekmez miydi? Bu ne iştahtı böyle… "Sen nasıl birine dönüşüyorsun böyle? Benim kardeşim bu olamaz!" Hakan hiçbir şey demeden gidip kapının kilidini açtı. "Anka'yı öldürmeyecekler," dedi, çok emin bir şekilde. Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyordu? Ağzından çıkan her cümle beni çıldırtıyordu. Elini kolunu sallaya sallaya beni onlara verecek miydi gerçekten? Buna inanmak istemiyordum. "Bunu bilemezsin." Ares beni daha fazla arkasına sıkıştırmaya çalışmak isterken ona engel oldum. "Bırak," dedim. Yardıma muhtaç korunması gereken küçük bir kız çocuğu değildim. Kendi kararlarını kendisi verebilen birisiydim. "Anka!" Athena bana doğru haykırdığında çoktan merdivenleri inmişti. Efdal görüş alanıma girdiğinde "Tepedekilerde ne öyle?" diye sordu telaşla. Morpheus ile ilgilenmekten aşağıda yaşananlardan bihaberdi. "Anka bunu yapmayacaksın, değil mi?" dedi Athena. Bana inanamayarak bakıyordu. Ses tonundaki telaşı bir an olsun eksilmedi. "İşte böyle küçük kız. Bize gel." "Kim konuşuyor? Kimin sesi bu? Tanrım, kafayı sıyırıyor olmalıyım!" Efdal sesini duyurmaya çalıştı ama nafile. Kimse onunla ilgilenmiyordu çünkü herkes bana odaklanmakla meşguldü. Ağzımdan çıkacak olan her söz için sabırsızca beni bekliyorlardı. Anlayamadığım bir şekilde Hermes bile tedirgin olmaya başlamıştı. Hakan'ın yüzsüzlüğü beni her defasında başka bir uçuruma sürüklüyordu. Tutunuyordum, direniyordum ve savaşıyordum. Uçurumun kenarında olmam atlayacağım anlamına gelmiyordu. Ancak Hakan beni kendi elleriyle bile isteye uçurumun kenarından atmak istiyordu. Bütün sebebi dün olanlar yüzünden miydi? Artık birçok şeye akıl sır erdiremiyordum. Salondaki lambaların birkaçı yanmaya başladı fakat hemen arkasından patladılar. Yerlere patlamanın oluşturduğu kıvılcımlar saçılırken kahkahalar yeniden belirginleşti. Bunu onlar yapıyordu. Eğer onların yanına gitmezsem çok daha kötülerini yapacakları kesinleşmişti artık. İzin veremezdim. Diğerlerine bir zarar gelmesini istemiyordum. Beni hiç tereddüt etmeden onlara yem etmek isteyen Rabia'ya bile. Hakan'dan söz bile etmeyecektim artık. Bana yaşattıklarının yanında şu an yaptığına şaşırmamam gerekiyordu. Daha ne kadar hayal kırıklığına neden olacak diye düşünüp durmaktan da vazgeçmiştim. Elimi eteğimi ondan çekecektim. Ares'in daha birkaç saat önce bana söylediği gibi Hakan beni hak etmiyordu. Ya da biz birbirimizi hak etmiyorduk. Tereddüt etmeden gidip kapıyı açtım. O kadar hızlı gelişmişti ki yanımda duran Ares bile bana engel olamamıştı. Demir kapının tam önünde, ayaklarının üzerinde duran bir kadın vardı. Beraberinde tepeden inen iki tane daha kadın ortaya çıktı. Siyah renkte olduğunu son anda görebildiğim kanatlarını arkalarına saklayarak durdular. Yüzlerindeki pis sırıtışları dudaklarına yansıyan bir zevk dalgası niteliğindeydi. İstediklerine, asıl hedefleri olan bana ulaşmanın hazzını yaşıyorlardı. Üçü de birbirine baktı ve tekrardan bana odaklandılar. Evden dışarıya adımımı attığımda Ares beni kolumdan yakaladı. "Anka hayır." Sesi o kadar çok titriyordu ki çoktan ağlamaya başlamış bile olabilirdi. Kolumu ondan çektim ve arkama bile bakmadan hevesle beni bekleyen üçlüye doğru ilerledim. "Anka yapma!" Athena'nın yalvarışının hemen arkasından Afrodit'in "Eve geri dön! Yaptığın düpedüz delilik!" dediğini işittim. Uzaktan da olsa Efdal'ın bile "Anka ne yapıyorsun! Kafayı mı yedin? Biri şunu durdursun!" dediğini duyabilmiştim. Hakan'ın sesi çıkmıyordu. Hâlâ ümitsiz ve gurursuz bir aşık gibi son anda ondan gelecek olan cümleyi bekliyordum. Yapma Anka. Gitme Anka. Yaptığın çılgınlık. Ve daha niceleri. Ama o bana bunları söyleseydi bile ben yine onu dinlemezdim. Sadece duymayı istemiştim ve isteğimi bana vermemişti. Gözlerim dolarken kendimi sıktım. Tırnaklarımı avuç içlerime batırıyordum. Kaşlarım çatık bir halde Sirenlerin önüne geçip durdum. Demir kapı bariyer niteliğindeydi, kapının ardından üçü birden yüzümü incelemeye başladılar. Daha sonra biri boynuma, diğeri saçlarıma, sonuncusu ise gözlerimin içine bakıyordu. Üçünün de tırnakları upuzun ve sivriydi. Siyah renge boyanmıştı ama oje gibi durmuyordu. Sanki kendi tırnakları hep bu şekilde var olmuştu. Üçü de koyu kahverengi sözlere sahipti ancak bir tanesinin göz çevresinde belirgin bir yara izi vardı. Son zamanlarda o kadar çok yara izine rastlar olmuştum ki… Tüylerim ürperirken bedenim soğuk hava dalgasıyla titredi. Onlardan korkuyor olma ihtimalimi onlara sunmaktan kaçınırken kendimi tuttum. Saçlarına hızlıca bir göz gezdirdiğimde bir tanesi hariç diğer ikisininki siyah ve uzundu. Solumda kalanın saçları solgun sarı rengindeydi. Hem korkunç gözüküyorlardı hem de gülünç şekilde büyüleyiciydi. Şaşkınlığımı gizleyemedim çünkü onlara bu kadar yakın dururken onlardan kaçmak artık olası bir durum değildi. Solumdaki devasa kanatlarını açıp gözler önüne serdi. Kendinden fazlaca büyük olan kanatları nasıl taşıyabildiğini istemsizce merak ettim. Ellerim titriyordu ama korkudan değildi. Buz gibi havanın verdiği etkiden dolayı üşümeye başlamıştım. Onların üzerlerinde kalın kıyafetler varken benimki eşofmandan ibaretti. Soldaki "Onu artık götürebiliriz," dediğinde bedenim kaskatı kesildi. Beni nereye götüreceklerine dair en ufak bir fikrimim olmamasının yanında, bana ne yapacaklarını da bilmiyordum. En başından beni -özellikle beni- neden istediklerini hâlâ anlayamıyordum. "Bu çok keyifli olacak," dedi sağdaki. Hınzırca sırıtırken gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. Onlara vurmak, yüzlerine tükürmek ve olabildiğince uzaklara koşarak onlardan kaçmak istiyordum. Lakin biliyordum ki en ufak hareketimde hem başarısız olacaktım hem de arkamda hâlâ bana, onlara teslim olmamam için delice bağıran insanlara zarar vereceklerdi. Kaçmak istediğim sadece karşımda dikilen Sirenler değildi; tüm bu saçmalıktan uzaklaşmak istiyordum. Siyah tüylerle kaplanan kanatları, kendilerinden emin duruşları ve içsel açlıkları bir yana, uzun tırnaklarıyla bile onlara hemencecik zarar verebilirlerdi. Buna yaparlardı çünkü yapmamaları için bir sebepleri yoktu. Benim dışımda, diye düşündüm içimden. "Onlara zarar gelmeyecek," dediğimde söylediklerime ben bile adamakıllı ikna olamıyordum. Arkamı dönüp geride bıraktıklarıma bakmak istiyordum ama cesaretim yoktu. Arkadan Athena'nın küfürleri ve bağrışmalarını duyuyordum. Son ana kadar beni vazgeçirmek için elinden geleni yapıyordu. Afrodit de ona katılıyordu ve verdikleri yoğun çabalardan ötürü onlara minnet duyuyordum. Ancak bir işe yaramayacaktı. Kendini feda etmeyi göze alan bir aptaldım belki de ama neyin ne olacağını ya da ne zaman olacağını asla kestiremiyordunuz. Benden bunu istemiyorlardı. Aksine hâlâ yapmakta olduğumun büyük bir kaçıklık olduğunu ve bu fikirden cayarak yanlarına dönmemi istiyorlardı. Hepsi olmasa da çoğunluk aynı görüşteydi. "Bana bunu kanıtlayın! Onlara hiçbir şekilde zarar vermeyeceksiniz! Yoksa sizinle bırakın kanatlanıp uçmayı, bir adım öteye bile gitmem," dediğimde sesimin olabildiğince tehditkâr çıkmasına özen gösterdim. Onlarla aramdaki tek engel demir kapıydı. Evin çevresi küllerinden doğan katilin yaptığı koruma büyüsüyle sarılıydı. Demir kapının ardında kaldıkları için bana yaklaşamazlar, dokunamazlardı. Ares yanıma koşarak "Bunu yapmana izin veremem," dedi. Dönüp ona bakmadım bile. Elbette ki izin vermeyecekti fakat onun sözlerine kulan asan yoktu. Şu zamana kadar yaptıklarımı hep kendi isteğimle yapmıştım. Kimseden izin almadan veya kimseye hesap vermeden. Şu andan sonrasında da bu değişmeyecekti. Eğer bir şeyi kafama koyup onu netleştirdiysem kralı gelse bana engel olamazdı. İnatçılığımın yanında kararlılığımda vardı. Karar verdiğim bir şeyi inat ederek hep yerine getirmiştim. Şimdi de böyleydi ve her zaman böyle sürmesi için elimden geleni ardıma koymayacaktım. "Sana teşekkür ederiz yakışıklı," dedi içlerinden biri. Hangisi olduğunu görememiştim ki zaten pek bir önem arz etmiyordu. Ares yanımda dikilirken kasları gerildi. Ellerini yumruk yaparak, "Anka'yı alamayacaksınız," dedi. Çok kesin konuşuyordu. "Anka!" Athena'nın belki de yüzüncü kez bana seslenişi ve ardından Afrodit'in "Ne olur yapma bunu!" dediğini işittim. Onlar için çok büyük bir meseleydi bu ama benim umurumda değildi. Sirenler bana zarar vereceklerse de versinlerdi. Ölümüme neden olamazlardı. Bu konuda neden bu kadar kesin konuştuğumu bilmesem de içimde, derinliklerde yer alan ses bana ölümümün daha yaklaşmadığını dile getiriyordu. Benden söküp almak istedikleri canım, ruhum değildi. Beni ilk anda gördüklerinde gözlerinde beliren parıltı, asıl niyetlerinin altında başka bir şey yattığını göstermişti. "Sen kendini kahraman falan mı sanıyorsun? Bizi kurtarabilmek için kendini feda etmeye çalışmakta neyin nesi?" Athena'nın ses tonu hırçınlaşmıştı. Yanıma geldi ve kolumdan tutup çekiştirerek yüzüne dönmemi sağladı. "Eğer şu demir kapıdan," derken parmağıyla demir kapıyı işaret etti. "Çıkıp gidersen seni temin ederim ki arkandan seni takip edeceğim." "Senin için gelmedik kızıl," dedi Sirenlerden bir tanesi. Yüzüm Athena'ya dönüktü, başka kimseye bakamıyordum. "Seni incitecekler. Sana işkence çektirecekler," dedi cılız sesiyle. Gözlerinde oluşan parlaklıktan gözlerinin dolmaya başladığını gördüm. "Kafalarının içinde beliren plan her neyse hoş bir şey olmadığını biliyorum." "Beklemekten sıkıldık artık. Ya bakır saçlı kızı bize verirsiniz ya da onu sizden koparmak için başka yöntemlere başvuracağız." Apaçık tehdit ediyorlardı. Evden çıkmadığımız sürece bize bir zarar veremeyeceklerini bilmeleri gerekmez miydi? Koruma büyüsünü hissetmemiş olamazlardı. "Kes sesini sürtük!" Athena başını çevirip onlara baktı. Gözlerinden çıkan öfke dalgasından Sirenlerin kanatlarını tutup koparma isteğinin ne denli şiddetli olduğunu görebiliyordum. Odaklandığı yer arkalarında saklanan kanatlarıydı çünkü. Athena'nın arkasındaki toprak çatırdamaya başladı. Üzerinde durduğumuz toprak öyle bir sallanıyordu ki düşmemek için demirlere tutunmak zorunda kaldım. Gözlerimi kırpıştırırken arka tarafta neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Toprağın dibinden kocaman bir yılanın kafası belirdi. Çığlık atmamak için dudağımı ısırdım. Athena'nın arkasında duruyordu ama ona yanaşacak kadar yakınında değildi. Henüz. "Athena!" diye bağırırken boşta kalan elimle onu kendime doğru çektim. Kızıl saçları rüzgârın etkisiyle suratıma çarptı. Bedenini benimkine yakın tutarken topraktan çıkmaya çalışan yılana bakıyordu. Vadi’den eve döndüğümüz esnada karşımıza çıkan, bize saldırmaya çalışan yılanlardan farklıydı. Daha korkutucu ve daha aç görünüyordu. Ağzını açarak bize ulaşmayı denedi ama bedeni toprağın altında can çekişirken başarılı olamadı. Gözleri kocamandı ve parlak yeşildi. İlk defa yeşil rengi bu kadar sarsıcı gelmişti. Diliyle bize doğru tıslarken Sirenlerden gelen kahkahalarla karıştı. Hışımla onlara dönüp bakarken kendi aralarında çok komik bir şeyle karşılaşmışlar gibi eğleniyorlardı. "Eve koruma büyüsü yapılmış olabilir fakat bu demek değil ki size içeriden zarar veremeyiz." Sonunda ortadaki kadın konuşurken sesi diğerlerinden daha nefret dolu ve baskın çıkmıştı. Diğer ikisini yöneten de o olmalıydı. Ele başları diyebilirdim. Yılanın gövdesi toprağın dibinden çıkmaya başlarken birkaç adım geriledim. Evin içerisine koşmaya başlarsak biz kapıya yetişemeden yılan ortaya çıkardı ve kurtulamazdık. Ya da en kötü ihtimalle bizi evin içerisinde yakalayıp nefeslerimize son verebilirdi. Tek bir zehirli ısırığı veya kuyruğunun bize dolanması bizi hiç zorlanmadan ölüme sürükleyebilirdi. Ölüm her zaman bizlere yakın olmuştu. Ertuğrul, Afrodit ve Deha. Hepsinde ölümü tatmıştım ve içlerinden yalnızca Afrodit kardeşinin yaptığı anlaşma sayesinde kurtulmayı, yeniden hayata dönerek nefes almayı başarmıştı. Bizim için geçerli olmayacağını bildiğim bir anlaşma ile. "Anka kuşu." Adımı bastıra bastıra söylemesi refleks olarak ona dönmemi sağladı. Rabia'nın çığlığı, Afrodit'in küfürleri ve Hakan'ın suskunluğu bir bütün olup bıçak gibi sırtıma saplanıyordu. Bıçak yarası hiçbir şeydi. Kırık bir kalbin yanında bir değeri yoktu. Kalbim her biri için bin bir parçaya bölünüyor, kalbimin kırılma sesi zihnimi işgal ediyordu. "Buraya gel." Tek bir emir cümlesi isteklikten çok uzaktı. Benden rica etmiyorlardı, bana hükmetmeye çalışıyorlardı. "Yanımıza gelirsen yılanı daha yüzeye çıkamadan deliğine geri sokarız." Çaresiz kalmıştım. Kalbimdeki sızı içimi yakarken dediklerine uydum. Tutunduğum demir kapıyı dikkatle açtım. Athena bana tutunduğu için benim ondan sıyrılmamla sendeledi. Kapıdan çıkıp Sirenlerin tam karşısında dikildiğimde başımı arkaya çevirdim. Yılan daha toprağın içinden çıkamamışken çok hızlı bir hareketle yeniden deliğine geri yollandı. Bahçenin çevresine toprak parçaları savrulurken topraktaki titreşim durdu ve eski haline döndü. "Herkes sana neden bir beyinsizmişsin gibi yaklaşıyor bilmiyorum ama aslında çok akıllı bir kızsın." Ortadaki her sırıttığında midemi bulandırıyordu. Ona saldırmak, kanatlarını kopartmak ve tırnaklarını sökerek ona yedirmek istedim. Bu dürtümü bastırabilmek adına yumruklarımı sıktım. Dişlerim gıcırdıyor, çenem kasılıyordu. "Siktir. Hayır." Athena gözlerini kocaman açarak bana bakıyordu. Ares ise arkamda beni götürmek için bekleyen Sirenleri kaşlarını çatarak izliyordu. Kapının girişine baktım. Hakan'ın boynundaki damarlar belirginleşmişti ve çene hattı benim gibi kasılmaktan sivrileşmişti. Koyu kahverengi gözlerini seçemiyordum çünkü gölgenin arkasına gizlenmişlerdi. Diğerlerine bakamıyordum. Baksam da gölgenin derinliklerinde oldukları için onları seçemedim. Tek görebildiğim Afrodit'in sarı saçlarını diplerinden çekiştirdiğiydi. Kara bulutlar tepemizdeydi. Gölgeleri bizi birbirimizden ayıracak şekilde, demir kapının ortasındaydı. Kapıdan yansıyan gölge beni ve Sirenleri bilinmezliğe itiyordu. Onlardan ayrılmayı hiç istemiyordum ama buna mecbur bırakılmıştım. Her iki taraftan da bileklerimden tutulup geriye doğru çekilince Afrodit bir çığlık attı. Athena dudaklarını ısırıyor, Ares ise iki elini birden demir kapıya yerleştirip sıkıyordu. Hiçbiri dışarıya adımını atmıyordu. Atsalardı da bir işe yaramayacağını az çok anlamışlardı. Efdal'ın geriden gelen sesi heyecan ve buruklukla karışmıştı. "Morpheus uyandı!" "Teşekkür ederiz," dedi arkamdan bir ses keyifle. Ayaklarım yerden kesilmeye başlarken havalandığımızı anladım. Başımı yere indirip uzaklaştığım zemine baktım. Gittikçe havaya doğru yükselirken kanat çırpma sesleri kulaklarımı dolduruyordu. Yakından daha yoğun ve kulak tırmalayıcıydı. Bileğimden zemine düşen bilekliğime baktım. Yeteri kadar tepeye, bulutlara ulaşmadığımız için yerdeki taşları görmek hâlâ mümkündü. Hakan'ın bana yıllar önce verdiği bileklik artık bileğimde değildi. Kendi isteğimle bilekliği çıkarmamış olsam da düşmesini, benden sıyrılmasını görmek kalbimi daha çok kırdı. Bunun bir işaret olabileceğini düşündüm. Bir kalp daha kaç parçaya bölünebilirdi? Boğazımda bir acı hissettim. Aşağıdan gelen bağrışmaları duyuyordum ama biz havalanmaya devam ettikçe sesler git gide uzaklaşıyordu. Artık o kadar çok yükseğe ulaşmıştık ki bir yerden sonra ne bilekliği ne de bana kalpleri sızlayarak bakan gözleri görebiliyordum. Gözlerimi sıkıca yumdum ve tüm bu yaşananların birer kâbus olmadığını bilmeme rağmen kâbus olmasını dileyerek içimden dualar ettim. Sirenlerin bana merhamet etmeyeceklerini biliyordum. Muhtemelen beni öldürmeyeceklerdi fakat Athena'nın da dediği gibi işkence çektireceklerdi. Öyle ya da böyle lağımı bulduğumu garantiye alacaklardı. Kırık kalbim ve ben daha ne kadar çok yıpranacaktık artık ayırt bile edemiyordum. ^^^ Evet, bir bölümün daha sonuna geldik. Ne olur Anka’ya kızmayın, o biraz saf biri kdjfdkjdfg Destekleriniz için şimdiden teşekkür ederim, sizleri seviyorum. <3 Bölümü sevdiyseniz lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere! Beni takip edebilirsiniz! instagram: semina.akaydin kitabın instagram hesabı: kullerindogusuofficial |
0% |