@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP) 11.BÖLÜM: “YANIK İZİ” Vay be… Neredeyse kitabın yarısını devirdik. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Şu anda kitabımı okuyarak bana destek olan herkese çok teşekkür ederim. Ne kadar mutlu olduğumu tarif bile edemem sizlere. Bölümler yavaş yavaş aksiyonunu arttırmaya başlıyor, bilginiz olsun:) Gerçi şimdiye kadar yayınladığım bölümlerde de aksiyonu olabildiğince sıcak tutmaya çalıştım skjfjksfk Lütfen oy vermeyi ve yorum atmayı unutmayın. Okuyup okumadığınızı ya da sevip sevmediğinizi anlayamıyorum. Tekrardan teşekkür ederim. <3 Keyifli okumalar! Bölüm şarkısı: Conan Gray – Memories ^^^ Uzun bir süredir baygındım. Algılarımı, bilincimi ve benliğimi kaybedecek derecede. Sirenlerin beni havaya kaldırıp kanat çırpmalarının ardından baygınlık geçirmiştim. Fazla yükseğe çıktığımızı varsayıyordum; bayılmam bundan olsa gerekti. Bu yüzden gökyüzünde ne tarafa doğru uçtuğumuzu görememiştim. Olanları tamamıyla hatırlayamıyordum. Son gördüklerim bileğimden düşen kırmızı bilekliğim ve bana kederli gözlerle bakan sevdiğim birkaç insandı. Aslında hepsi iyi ya da kötü kalbime dokunmuşlardı. Rabia ve Hermes bile. Birine kalbimi kolayca açamasam da bilmeden de olsa o kişiyi kalbime davet ediyordum. Dürüst olmak gerekirse yufka yüreğim vardı ama hak edene. Hak edene, hak ettiği kadar değer vermeye çalışsam da bazen sınırı aşabiliyordum. İyi veya kötü, fark etmiyordu. İnsanların çoğu ile olabildiğince iyi anlaşmaya çalışmıştım. Kalp kırmamaya hep özen göstererek karşımdaki insanla empati kurmayı denerdim. Belki dışarıdan beni gören biri bunları düşünmezdi çünkü çok sıcak bir yapım da yoktu. Kendimi ben bile daha tanıyamamışken bir başkasından bunu bekleyemezdim. Kişi kendini tanımadığında saçma sapan davranabiliyordu. Ne istediğini bilmiyordu belki. Ya da ne istediğini biliyordu da o isteğine, arzusuna nasıl ulaşacağını bilmiyordu. Kendini güçlü sanıyordu ama aslında değildi. Hiçbir şeyden yüzde yüz emin olamıyorduk. İstisnalar olabiliyordu ama genele vurduğumuzda bu böyleydi. 23 yaşında biri olarak henüz kendimi tanıyamamış olmak canımı sıkıyordu. Daha çok yol kat edecektim, bunu biliyordum. Kendi arayışıma çıkmak, benliğimi bulmak ve her alanda kendimi geliştirmek için çabalayacaktım. Hem belli mi olurdu ya zirveye ulaşacaktım ya da dibe çökecektim. Kendimi neden tam olarak tanıyamadığım konusunda az çok bir fikrim vardı. İçimdeki ses -hiç susmayan o ses- bunun sebebi olabilirdi. Her defasında o bilinmeyen sesi duyuyor, hissediyor ve yaşıyordum. Farklı bir duyguya neden olurken bir yandan da içimdeki ateşe cesaret vererek onu yüceltiyordu. Bazen de sınırlarını aşarak benimle tutarsızca oyun oynuyordu. Küçüklüğümü hatırlamaya çalışıyordum. O zamanlar 6 yaşında, küçük ama cesur bir kız çocuğuydum. Ondan öncesi yoktu fakat o dönemleri ve ondan sonrasını benim bile kafamı karıştıracak şekilde hatırlayabiliyordum. Normal miydi ki 6 yaşındaki halimi hatırlamam? Bir insan, 23 yaşına gelmiş bir insan, 17 yıl önceki halini, yaşadıklarını veya yaşayamadıklarını hafızasında taşıyabilir miydi? Sanırım artık her şey mümkündü. Alay ederek, küçümseyerek mümkün olmayan şeyleri dile getirmiş olsam da şimdi küçümsediğim imkansızlıkları bile imkanlı hâle getiriyordum. Hafızam yenileniyor muydu, diye düşünüp duruyorum ara sıra. Burada da mı bir büyü vardı? Bilemezdim, bilemiyordum. Birileri bıkmadan usanmadan, yemek bile yemeden tüm bunları bizler için ayarlıyor olabilir miydi? Bir oyunun içerisinde olamayacak kadar gerçekti yaşananlar. Bir simülasyon olamayacak kadar da kusursuzdu. O halde hiçbiri değildi. Ne oyundu ne de simülasyonun içindeydik. Geriye sadece tüm çıplaklığıyla gerçekler kalıyordu. Yıllar önce bize anlatılan, efsane olarak benimsediğimiz her şey bir bir gerçekleşiyordu. Sadece bizler de değil, yaratıklar ve daha birçok şaşırtıcı hatta büyüleyici şeyler bile dünyamıza hakimdi. Epochal efsanesi artık bir hurafe olmaktan çıkalı çok olmuştu. Bizim için yaratılan bu dünya, bu evren bir efsane değildi; bizi uçurumun ucuna götüren gerçeklerdi. Dilim damağım kurumuştu; ağzımın içinde acı bir tat belirdi. Halsizlik bütün bedenimi sararken sınırlarımı zorlayarak direnmeye çalışıyordum. Gösterdiğim her çabanın karşılığını elbet bir gün alacaktım. İnancım sonsuzdu çünkü beni ayakta tutabilen şeylerden biri de inancımdı. Her ne olursa olsun. İnancım her ne için geçerli olursa olsun, inancım için yaşıyordum. E bir de hayallerim vardı. Amaçlarım, hedeflerim, sevdiklerim ve daha birçok neden bulabilirdim. Bir şeye inanmazsan onu nasıl elde edebilirsin ki? İnanmak, gerçekten de başarmanın yarısıdır. Bu söz o kadar doğru ki, her aklıma düştüğünde yeniden küllerimden doğuyor gibi hissediyordum. Bir doğuş ancak bu kadar doğru gelebilirdi. Yeniden doğmak, küllerinden doğarak yeniden var olmak. Bir ihtimalle birçok ihtimale daha ulaşabilirsiniz. Sanırım bende yeniden doğarak kendimi bulabilirdim. Gerçek Anka Özçelik’i. Tüm bunları düşünüp dururken Sirenler beni çimenlerin üzerine, yere indirdiklerinde başımı kaldıracak halim yoktu. Bana üzülmelerini beklemiyordum tabii fakat neden beni bir anda böyle ıssız bir yere getirmişlerdi ki? Bana yardım eli uzatmayacakları kesindi. Baygınlık geçirdiğim sırada onlara fazladan yük olmuş olmalıydım. O büyük ve geniş kanatlarına rağmen beni daha fazla taşıyamamışlardı. İki tanesi birden beni taşımıştı; gözlerim ara sıra aralandığında görmüştüm. Onlar ise o kadar odaklanmışlardı ki benim göz ucuyla bile onlara baktığımı anlayamamışlardı. Ellerim çimenlerin üzerindeyken parmaklarımı hareket ettirmeye başladım. Çimleri hissedebilmek bile beni rahatlatmak için bir nebze de olsa işimi görüyordu. Gökte geçirdiğim süre boyunca çoğu şeye çok fazla hâkim olamamıştım ancak şimdi konfor alanımda gibiydim. İki tanesi yanımdan geçip giderlerken ele başları tepemde durmuş beni seyrediyordu. Görüntü çok bulanıktı ama o olduğunu anlamıştım. Benden ne istediklerini, benimle ne yapacaklarını hâlâ kestiremiyordum. Sirenleri ilk kez duyup görmüşken onlar hakkında pek bir bilgim -hatta hiç bilgim- olmaması da normaldi. Bana karşı merhamet göstermeyeceklerdi. Yüzlerindeki devamlı değişen ifadelerinden ve aralarında kıkırdamalarından bariz bir biçimde anlaşılıyordu. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve ağrıyan başıma aldırış etmemek için efor sarf ettim. Arkamdan gelen çıtırdama seslerine kulak astım. Ne yapıyor olabilirlerdi? Beni öldürecekler miydi sahiden? Bu kadar mıydı yani her şey? Bu kadar çabuk ve kolay bir şekilde ölmek istemiyordum. Ölümden korkmazdım ama zamansız ölüm beni irkiltiyordu. Yaşadığım onca yıl, tonlarca anı bir anda gözümün önünden geçti. Hani derler ya bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer de sen yaşadıklarını tekrardan görürsün. Tam olarak öyle olmuştu. Bir kez daha farkına varmıştım ki son zamanlarda yaşadıklarımı çekip alırsam güzel bir hayatım olmuştu. Beni seven bir ailem vardı; değinmem gereken en önemli nokta burasıydı. Bundan sonra düzgün bir hayatımın olmayacak olması beni her geçen gün kahrediyordu çünkü ailem yanımda yoktu. Evime gidip ailemle birlikte keyifli bir akşam yemeği yemeyi ve sonrasında televizyon karşısına geçerek sohbetler ederek gülmeyi istiyordum. Bahsettiğim şey ufak, basit sayılacak bir örnekti. Hayallerim vardı ama hayallerimi yıkarak toz haline getirmişler ardından da komiklik olsun diye avucuma koymuşlardı sanki. Toz olan hayallerimi yeniden nasıl inşa edecektim? Yapabilirdim, değil mi? Bu savaştan sağ çıkabilirdim. Bir çözüm yolu bulabilirdim, hatta gerektiği yerde çözüm yolumu kendim oluşturacaktım. Hayallerimin toza dönüşmüş olmasına aldırış etmiyordum. Tozları alıp tekrardan bir bütün haline getirebilirdim ne de olsa. Her şey bana bağlıydı çünkü onlar benim hayallerimdi. Yalnızca benim. Başka ellerin dokunmasına karşı çıkar, buna müsaade etmezdim. Benim hayallerim. Benim yaşantım ve benim inançlarım. Ayın ışığı gözlerimi kısmama neden olurken tepemdeki siren “Ayağa kalk,” diye emretti. Ayağa kalkacak halimin olmadığını biliyordu ama ısrarla gözlerimin içine bakarak dediğini yapmamı bekliyordu. “Neredeyiz? Beni nereye getirdiniz?” diye sordum zorlanarak. Boğazımda bir kez daha yumru vardı sanki. Yumrunun geçmesini umarak yutkundum. Geçmemişti; oradaydı. Boğazımı yakarken bir yandan da kaşındırıyordu. Uzandığım yerden kalkmaya çalışarak etrafımda olanları görmeyi denedim. Yalnızca başımı kaldırabildiğim için her şeye hâkim olamıyordum. Gerçek bir adı olup olmadığını bilmediğim Siren ayağıyla bacağıma vurdu. “Ayağa kalk dedim sana!” Bana bağırmasını beklemediğim için olduğum yerde sıçradım. Gecenin bu vaktinde etraf ıssızdı çünkü şimdiye kadar bizden başka kimseyi görememiştim. Genellikle ağaçların olduğu bir alandaydık. Komple yeşilliklerle doluydu fakat tek bir tane bile çiçek görememiştim. Bir çiçek görebilmek bile bana şu anda hissettiklerimden daha iyisini hissettirebilirdi. Çiçeklerin renkleri, kokuları, en mühimi de varlıkları beni mutlu ederdi. Lakin yoklardı. Bir tek devasa ağaçlar bulunuyordu. Birçoğunun yaprakları solmuş, yerlere saçılmıştı. Kuruyan ağaçların dalları o ağacın zayıfladığını gösteriyordu. Benim içinse tam tersiydi. Sararıp solan bir ağaçta en az insanlar kadar küllerinden doğabilirdi. Tam olarak kül olmasa da yeniden yeşerebilirlerdi. Tıpkı diğer bitkiler gibi. Mesela çiçekler, evet. Aynı çiçeklerin tekrar yeşermesi gibiydi. Kafamın içinde belirip duran kendi düşüncelerimi saymazsam bir tek onun sesini ve hâlâ arkamda çatırdamaya devam eden sesleri duyuyordum. Arkamdan yansıyan turuncu ışık Siren’in yüzüne çarptı. O anda anladım ki dış güzelliğin hiçbir değeri bulunmuyordu. Güzel bir kadındı ama yaptıkları tam aksiydi. İçindeki nefreti ve hainliği aslında onun nasıl biri olduğunu gösteriyordu. Yüzünü incelemek istedim ama bana bakmayı bırakıp arka tarafımda olan bitene baktı. Arkamdaki ışığa baktığında anında gülümsedi. Tatminlikten gülümsüyordu. Onu bu denli sevindiren şey neydi? Kollarımı kaldırarak dirseklerimden destek aldım. Sırtım artık çimle temas etmiyordu ama bacaklarım hâlâ çimenin üzerindeydi; tamamen ayağa kalkamamıştım. Başımı yavaşça arkaya çevirdiğimde dalları kurumuş, neredeyse göğe ulaşacak derece uzun olan bir ağacı ateşe verdiklerini gördüm. Daha yeni yeni tutuşmaya başladığından ısısının bana ulaşması zaman almıştı. Zaten ölmekte olan bu ağacı neden daha fazla mahvederek yok etmek istiyorlardı? Tek dertleri yangın çıkartıp olay yerinden sıvışmak değildi herhalde. Her ne kadar aptal olsalar da bundan daha zeki olduklarını umdum. Bir ağacın köklerine zarar verecek kadar acımasızlardı. Doğayı zedeleyecek kadar kötü bir ruhları ve kafa yapıları vardı. Gözlerim alevlere takılırken bir anda kolumdan tutularak ayaklarımın üzerinde durmam sağlandı. Yanımda durarak beni kaçmayayım diye kolumdan sıkıca tutan Siren’e baktım. Tek hamlesinde beni ayaklandırmıştı. Ben şaşkınlıkla ona bakarken o gittikçe alevlenen ağaca bakıyordu. Elinin soğukluğuyla ateşten gelen ısı zıtlaşıyordu. Bir ölüyü andıran teni buz gibiydi. Bir yanım donarken bir yanımı ısı kaplıyordu. Beni yanmakta olan ağaca doğru sürüklediğinde diğer iki Siren kahkaha atmaya başladı. “Kahkahanızı sonraya saklayın sizi budalalar. Önce bana yardım edin de şunu ağaca bağlayalım.” Ne dedi o az önce? Beni yanan ağaca mı bağlayacaklardı? Şu diye tarif etmeye çalıştığı kişi yalnızca bendim, orası bariz bir şekilde ortadaydı. Beni yakacakları için gözle görülür bir şevk içerisindelerdi. Üçüne birden baktığımda hızlı hızlı hazırlıklara başladıklarını anladım. Beni yakmak için yaptıkları hazırlıklara… Ben daha sesimi çıkartamadan bir anda ağzıma bir bant yapıştırdılar. Çığlık atmaya çalıştım ama bandın dudaklarıma uyguladığı baskıdan ötürü sesim çıkmıyordu. Kolumu çekip engel olmak isterken diğer kolumu da yakaladı. Yapmam gereken şey karşı koymaktı, bu nedenle çırpınmaya başladım. Beni olduğum yere sabitlemek için kollarımı sımsıkı tutuyordu. İki kolumu birden tek bir Siren tutuyordu ve beni o kadar çok sıkıyordu ki kollarımı kullanamayacağımı anladım. Aniden gelişen olaylardan hoşlanmazdım ve bu da onlardan yalnızca bir tanesiydi. Kollarımı kullanamayacağımdan ötürü iş, bacaklarıma düşüyordu. Bununla beraber başımı da geriye yatırıp arkamdaki Siren’in yüzünü hedef almayı deniyordum ama kafamı her geriye attığımda bir şekilde benden kaçmayı başarabiliyordu. Kaltak. Kaçma konusunda oldukça becerikliydi; belli ki refleksleri kuvvetliydi. Açılıp kapanan kanat seslerini işittim. Benim her hareket edişimde kanatları otomatik olarak devreye giriyordu. Bir tanesi arkamda, bir diğeri önümde bana gülerek bakarken sonuncusu da yanan ağacın hemen yanındaki bir başka ağacın arka taraflarında bir şeyler arıyordu. Onun da diğer ağaç gibi dalları kurumuş, yaprakları yerlere saçılmıştı. Kupkuru olan bu iki ağaçtan ne istemişlerdi? Benden ne istiyorlardı? Gerçekten beni yakarak mı öldüreceklerdi? Nefesime bu şekilde son vermek istemiyordum, hayır bunu asla istemiyordum. Her zaman daha az acı çekerek ölmeyi dilemiştim. Yanarak can vermek ise ölümlerin en kötüsüydü. Vücudum yavaş yavaş yanıp kömüre dönecekken ben her anı hissedecektim. Yapamazlardı. Bunu bana yaşatamazlardı. Yanmayacaktım. Ölmeyecektim. Boktan bir dünyaya rağmen nefes almaya devam edecektim. Anlık yaşadığım korkudan ötürü bacaklarımı havaya kaldırarak önümdekine doğru savurmaya başladım. Tekme atmayı başarabilirsem bir tanesini yere sererdim ve belki bir ümit koşup bir yere kaçıp saklanabilirdim. Bu bir ağacın arkası olurdu çünkü çevrede başka saklanabileceğim yer mevcut değildi. Arkamdakinin güçlü ellerinden kurtulmaya çalıştıkça beni ikinci ağacın olduğu tarafa sürüklüyordu. Önümdeki ise saçımdan tutup çektiğinde çığlık atmak istedim ama sadece ufak bir inilti çıktı. Ona tekme atmayı tekrardan denedim ama her defasında benden kaçıyordu. Ayaklarımı olabildiğince çimenin üzerine bastırarak karşı gelmeye gayret ediyordum. Hem cebelleşmekten hem de alevlerin kavurucu ısısından dolayı alnım, ensem ve yüzüm ter içindeydi. Yüzüm yanıyordu; alev alev olmuştu. Sıcaklık o kadar yoğunlaşmıştı ki başımı döndürecek raddeye gelmişti. Kıpkırmızı olduğumdan emindim. Ayakkabılarımın uçları çimin altındaki toprağa batıp çıkıyordu ama yerimde durabilmem için fayda etmiyordu. “Direnmeyi bırak artık sürtük!” dedi kollarımdan tutan Siren. Gözlerim yaşlarla dolmuştu ve başımı iki yana sallayarak sessizce onlara bunu yapmamaları için yalvarıyordum. Sesimi duyuramıyordum. Lanet olsun ki beceremiyordum. Duyursam da anlamayacaklardı zaten. Vazgeçmeyeceklerdi; beni bırakmayacaklardı. Üçünün gözlerinde de aynı ifadenin yapıştığını biliyordum; kararlılıktı. O kadar kararlıydılar ki onları kararından nasıl caydıracağıma dair fikirler yürütmeye başladım. Kesin bütün bu düzenlemeyi beni ilk yere indirdikleri anda yapmışlardı. Resmen arı gibi çalışıyorlardı ama arılar gibi iğneleri değil, yangınları vardı. Ve beni de o yangına doğru çekiştirmeye başlamışlardı. Artık alevlerden çıkan kızıllıklardan gözükmeyen ağacın yanından geçtiğimizde önümde ilerleyen Siren’i ayakkabımın tabanıyla ittirerek alevlerin içine dalmasını amaçladım. Dengesini sağlamaya çalışırken arkaya döndüğü için ilk önce kanatları ateşin ucuna değdi. Kanatlarından biri tutuşurken göğe kadar çıkan alevlerden biri siyah saçlarına sıçradı. Can havliyle çığlık atarak yanıp kül olmaktan kaçmaya çalışıyordu. O sırada arkamdakinin beni tutan elleri gevşedi; şokun etkisinden olsa gerek, sıkmayı bırakmıştı. Fırsattan istifade onu da geriye doğru atarak yere düşmesini sağladım. Artık rahat bir nefes alabileceğimi umarak hızlı hareket etmeye başladım. Onlar kendi derdine düşmüşken boşta kalan elimle ağzımdaki bandı çıkarttım ve arkamı dönerek var olan gücümle karanlığın içine doğru bağırdım. “Yardım edin! Beni öldürmeye çalışıyorlar!” Bir yanım birinin beni duyabileceği ihtimalini düşünüp dururken, diğer yanım da sesimin sadece karanlığın içinde sessiz bir yankıdan ibaret olduğunu söylüyordu. Yankınız bile sessizleşebilir miydi? Şu anda tam olarak böyle hissediyordum. Bant elime yapıştığında yere düşürdüğüm Siren kaşla göz arasında ayaklandı ve ben ne olduğunu anlayamadan önümde bitti, tek eliyle boğazıma yapıştı. Diğer eli kolumu sıkıca kavrarken, “Kes sesini seni lanet olası!” diye bağırdı. Boğazımı o kadar çok sıkıyordu ki nefes almakta zorluk çekmeye başladım. Elimi onun elinin üzerine yerleştirerek kendimi ondan çekip kurtarmaya çalıştım ama hayır. Benden kat be kat kuvvetliydi. En sonunda diğer kolumu onun elinden çekebildiğimde onu ittirdim. Bu defa, yerinden bile oynamamıştı. Kanatlarını açıp kapattığında gözlerindeki öfkeyi gördüm; ateş saçıyordu. Onlara hiçbir şey yapmamıştım. Onları tanımıyordum ve onlara hiçbir zararım dokunmamıştı. Başka birinden emir alıyor olabileceklerini düşündüm o anda. Yoksa beni nereden tanıyıp da ta buralara kadar sürükleyeceklerdi ki? Zeus ya da Hades. Veya ikisi birden Sirenlere emir vermiş olabilirlerdi. Arkadaki sıcaklığa rağmen bu fikir karşısında kanım dondu. Bu kadar gaddar olabilirler miydi? Olabilirlerdi elbette. Her şeyin sorumlusu o iki şeref yoksunuydu. Alevlerin içinde kalan Siren, “Söndürün şunu! Söndürün dedim size!” diye bağırıyordu. Hâlâ nefes alabiliyor olması bir mucizeydi. Çığlığını kademe kademe arttırırken geriye kalan iki Siren’den herhangi bir yardım almıyordu. Önümde duran ele başları boğazımı serbest bıraktığında yüzüme sert bir tokat indirdi. Nihayet beni serbest bıraktığı için sevinecek hale gelmiştim. Neredeyse. Öksürmeye başladığımda nefes almaya çalıştım. Boğazım o kadar çok yanıyordu ki nefeslerimi bir türlü düzene sokamıyordum. Elimi boğazıma götürdüğümde beni saçımdan tutup çekti. Her fırsatta canımı daha çok yakabilmek için çaba sarf ediyordu. “Orospu!” dedi yüzüme tükürürcesine. Beni omuzlarımdan tutup sarsarak, “Seni geberteceğim,” dedi. Tehdit edildiğimi hemen anlamıştım. Mecazen söylemiyordu bunu, beni gerçekten öldürmek istiyordu. Gözlerimin içine bakarken nefret doluydu. Zorlukta yutkunarak yardım için tekrar şansımı denemek istemiştim ama bana izin vermemişti. Parmaklarımdaki bandı sertçe çekti ve yeniden dudaklarımın üzerine örttü. Şu lanet bandı nereden bulmuşlardı? İnatla sesimi kısıtlamaya çalışıyordu. O kadar çok şey yaşanıyordu ki ne yapacağıma karar veremiyordum. Bir yandan onu tekmeleyerek kaçmak isterken diğer yandan beni yine tutup boğacağından endişe duyuyordum. Tek başımaydım ve onlar üç kişilerdi. Yani, teknik olarak iki kişi kalmışlardı çünkü diğeri alevlerin içinde boğuşmaktan başka bir şey yapamıyordu. Muhtemelen kanatları çoktan küle dönmüştü. Kanatlarını ondan koparıp almıştım. Bu esnada sırtım can çekişen Siren’e dönük olduğu için ne halde olduğunu göremiyordum ama çığlıkları hâlâ kulaklarımı dolduruyordu. Bir düşme sesi duydum. “Yardım edin! Tanrım yanıyorum!” Yardım dilenmesi bir işe yaramıyordu. İkisi de kılını kıpırdatmamıştı onu kurtarmak için. Bunlar ne tür manyaklardı böyle? Kendilerinden biri olana yardım eli uzatmıyorlarsa kim bilir bana neler yapacaklardı. Ya da neler yapmayı planlamışlardı… Özellikle de az önce yaptığım hareketimden sonra işim bitmişti. Beni yok edeceklerdi. Etlerimi yakacaklar ve beni kül haline getirene kadar durmayacaklardı. Bunlar benim düşüncelerimdi. Eğer sahiden de bunları yapmayı kafalarına koymuşlarsa onlara asla izin vermeyecektim. Asla. Çimin üzerindeki tepinmeleri ayaklarımın altında hissediyordum. Başımı çevirip bakmak istiyordum ama beni tekrardan ağaca doğru iteklediğinde sendeledim. O beni tuttuğu için düşmemiştim, yoksa çoktan yere kapaklanmıştım. Dudaklarımın üzerine kapanan banttan dişlerimle kemirip kurtulmak istiyordum fakat ağzımı hiç oynatamıyordum. Kalın gri bir bant yapıştırmışlardı ve yapışkanı çok kuvvetliydi. Canımı kurtarmanın derdindeyken yardım çığlığımda bir işe yaramamıştı. Üstüne üstlük deli gibi bağırmış olmama rağmen. Demek ki gerçekten de bu çevrede kimse bulunmuyordu. Acı acı çığlıklar en sonunda kesilmişti. Ateşin içine attığım Siren artık ölmüş olmalıydı. Keşke bir tanesini değil de üçünü birden öldürme şansım olsaydı. O anda onu ateşin içine ittirmekte anlık gelişen bir şeydi, o yüzden diğerleri için bir plan yapamadım. “Öldü,” dedi ikinci Siren ağacın arkasından. Sesinde üzüntünden eser yoktu; en ufak bir kırıntısı bile bulunmuyordu. Ellerinde tuttuğu kalın ipi ağacın uzağına bıraktı ve yanıma gelerek arkama geçti. Bunca zamandır ağacın arka taraflarında ip mi arıyordu? Arkadaşına -ya da ailesinden biriydi- hiç yardım etmemesi üzerine gram suçluluk duymuyordu. İkisinde de pişmanlık belirtileri yoktu. Beni parça pinçik edeceklerdi. Sırtımdan tutarak beni ağacın dibine götürdüler ardından biri dolanmış ipi ayırmaya çalışırken diğeri de beni ağaca yaslamış kaçmayayım diye sıkıca tutuyordu. Kollarımı ve bacaklarımı sağa sola savuruyordum ama bir sike yaramıyordu. Neden yaramıyordu? Şimdiye on defa kaçıp saklanmayı başarabilirdim oysa. Beni ip yardımıyla hızlı davranarak ağaca bağlamaya başladılar. Hatta öyle ki biri beni tutmayı sürdürürken diğeri kanatlarını açarak ağacın etrafında birkaç tur attı. Tüm bu süre zarfında çırpınmaktan son ana kadar vazgeçmiyordum. Olabildiğince tepki göstererek onlara bu kadar kolay yenilmeyeceğimi anlatmak istiyordum. Kanat çırpınışlarını arttığında etrafımda fazla havalanmadan dönüp duran Siren işini çabuk bitirmeye niyetliydi. İpi daha çabuk ve basit hamlelerde doluyordu. İpi her üzerimden geçirdiğinde başımla onun kanatlarına vurmak istiyordum. Biraz ötemden hareket ettiği ve ben ağaca yapışık bir halde olduğum için ona bir türlü ulaşamamıştım. Kaşlarım çatık bir halde onlara bakıyordum ama ciddiye aldıkları falan yoktu. Siren’in her etrafımda dönmesini seyrederken başım dönmeye başlamıştı. Gözlerim gittikçe kapanmaya başlarken başım da öne doğru düşüyordu. Direnebilirdim. Hâlâ hiçbir şey için geç kalmış sayılmazdım. Kendimi bu bataklıktan kurtarabilirdim. Yapabilirsin Anka. Kanat çırpma seslerini artık duymuyordum. Tekrar bayılmış olma ihtimalimi göz önünde bulundurursam bu normal olurdu. Fakat hayır, daha kendimi kaybetmemiştim. Neredeyse. Sadece ayaklarım, ellerim ve boğazımın olduğu kısımdan beni biraz -teşekkür ederim- rahat bırakmışlardı. Ellerimi ve ayaklarımı oynatabiliyordum ama tabii ki bunun bana hiçbir yararı dokunmuyordu. İpi çok sert bir şekilde bağlamışlardı. Karnımın üzerindeki baskıyı hissetmemek mümkün değildi. Son ana, son nefesime kadar vazgeçmediğimi görmeleri gerekiyordu. İkisi de karşımda dikilerek bana bakıyordu. Dudaklarındaki gülümseme bir an olsun silinmiyordu. Bundan daha iyi olacaklarını umardım. Kendi planları bile değildi üstelik beni ağaca bağlayarak yakmak. Bir kez daha Zeus ve Hades’in ne kadar pislik olduklarını gördüm. Eğer ağzıma bir bant yapıştırmasalardı onlara bunu dile getirecektim. İnkâr etmezlerdi çünkü onlarda en az Zeus ve Hades kadar kirlenmiş bir ruha sahiplerdi. Kendilerinden olan birinin bile canını hiçe saymışlardı. Bakışlarım sağ çaprazımda yerde yatan Siren’e döndü. Adını bile bilmediğim bu kadını kendi ellerimle kül yığınına çevirmiştim. Suçluluk duymuyordum. Tek suçluluk duyduğum şey diğer ikisine de aynısını uygulayamadığımdandı. Onların da yanarak ölmelerini sağlamak istiyordum ama şu an ağaca bağlı olan bendim. Onlar benden birkaç adım öndelerdi ve ben ne olursa olsun bunu değiştirmek için elimden geleni yapacaktım. Kazanmalarına, bu hazzı tatmalarına müsaade etmeyecektim. Düşün Anka, düşün. Ne yapabilirsin bu ağaca bağlıyken? Kafanı çalıştır kızım. Sen bundan daha üstünsün. Birazcık kendine inan ve güven. Hadi Anka, yapabilirsin. Amaçlarını düşün. Hayallerini, hayatını, inançlarını… Hepsi bir anda puf diye yok olamazlar. Uğruna neleri feda edebileceğini bir düşün. Düşüncelerimden beynimin içi zonkluyordu. Sağ tarafımdaki ağaç artık tamamen küle dönmüştü. Kokular o kadar baskın ve acıydı ki, başımın ağrısını şiddetlendiriyordu. Alevler henüz sönmüş değildi. Çimlere sıçramıştı ve bulunduğumuz zemin komple yanmaya başlıyordu. Sağ tarafım artık alevlerin genişliğinden görülemeyecek haldeydi. Alevleri bana ulaşamayacak kadar uzaktaydı ama artık çimlerde yanmaya başladığı için ne kadar sürem kalmıştı bilmiyordum. Terlemeye başlamıştım. Alnım ıslanmaya ve yanmaya başlamıştı. Derin nefes almak isterken oluşan yanık kokusundan bu isteğimi yerine getiremedim. Nefes almakta da zorluk çekiyordum ve öksürmek istiyordum. Boğazım hâlâ yanıyordu. Beni henüz ateşe vermemişlerdi fakat ben şimdiden bile ateşlendiğimi hissediyordum. Bu korkunçtu. Yanarak ölmek korkunç olmalıydı. Ayaklarımın dibinde yere düşmüş dallardan bir tanesini aldı. Şu anda sadece siyah saçlı ve solgun sarı saçlara sahip olan Sirenler vardı. Sarı saçlı olan elindeki dalı cebinden çıkardığı çakmakla alevlendirdi. Ardından ayaklarımın altına doğru fırlattı. Dal doğru düzgün yanmamıştı bile. Bir dalı yakmayı beceremeyen beni nasıl yakacaklardı? Diğeri sinirlenerek çakmağı elinden aldı ve “Ver şunu beceriksiz,” dedi. Kanatlarının arkasından bir yerden mendil çıkarttı. Kanatlarına mendili nasıl saklayabilmişti, hayret etmiştim. Gözlerim kocaman açıldı ve başımı iki yana sallayarak durmasını istedim. Elbette ki beni kâle almayıp durmayacaktı. Resmen hazırlıklı gelmişlerdi. Tüylerim ürperdi bu plan karşısında. Rüzgâr her estiğinde alevlerdeki kıvılcımlar etrafa saçılıyordu. Bir tarafıma gelmesin diye kendimi geri çekmek için uğraşıyordum ama gram kıpırdayamıyordum. Hep söz ettiğim gibi bu sefer gerçekten ellerim kollarım bağlıydı. Mendili çakmakla ateşe verdiğinde ağacın dibine fırlattı. Yavaş yavaş ağaç dipten alev almaya başladığında ayaklarımı çekmeye çalıştım. Bir yere kadar başarılı olabilmiştim çünkü ağacın gövdesi bana engel oluyordu. Tek sorun bununla da sınırlı değildi. Bağlı olduğumdan dolayı kaçacak pek bir alanım yoktu. Hatta hiç yok desem daha doğru olur. Yükselen ve yayılan alevlere baktığımda gözlerimin içi yandı. Gözlerim hem ateşin sıcaklığından sulanıyordu hem de ağlamak üzereydim. Beni kurtaracak hiç kimsenin olmaması sonumun geldiğine işaretti. Kendi kendimi kurtarmak için gayret göstersem de bu çok zordu. Ama imkânsız değildi. Evde bıraktığım onca insanı düşündüm. Bencilce olacak belki ama keşke burada olsalardı, dedim içimden. Ayaklarımda oluşmaya başlayan ısıdan anlamıştım artık. Yanmaya başlıyordum. Isı gittikçe artarken ayakkabılarımdan gelen yanık kokuları burnuma doldu. Karşımda duran Sirenler yeniden o tiz kahkahalarına kavuşmuşlardı. Çığlık atamıyordum, sesimi kesmişlerdi. Hareket edemiyordum, bedenime engel olmuşlardı. Onlar kendi aralarında gülmeye devam ederlerken ben burada can çekişiyordum. Ağaç dipten ve kenarlardan yanıyordu. Bir kısım ayaklarıma ulaşmışken bir kısımda ellerime doğru yol çiziyordu. Gözlerimden yaşlar akıyordu çünkü artık kendi irademe karşı gelemiyordum. Ateş sol elime değdiğinde hiçbir şey hissetmedim. Gözlerimi kırpıştırarak yaşların verdiği bulanıklıktan kurtulmayı denedim. Doğru mu görüyorum diye tekrar tekrar aynı noktaya baktım. Evet ısının hissini alabiliyordum. Ve yine evet, elim alevlerin arasında kaybolmuştu. Şok geçiriyordum. Elime değen ateş canımı yakmıyordu. Aksine bana dayanma gücü bahşediyordu. Sirenlerin kahkahaları bir anda buz gibi kesildi. Başımı kaldırıp onlara baktığımda büyük bir şaşkınlıkla elime baktılar. Elimden kollarıma doğru yol alan ateşe odaklandılar. Birkaç adım gerilediler ve ikisi de aynı anda başlarını iki yana salladılar. “Hayır, bu mümkün olamaz,” dedi biri. Diğeri de hemen onun arkasından, “Gördüklerim gerçek olamaz,” diye mırıldandı. İp yanmaya başladığında aklıma nasıl bu kadar aptal olabildikleri geldi. Eğer ip yanarsa ben çok rahat bir şekilde kaçabilirdim. Onların düşüncesine ve planına göre ip yanmadan önce ben çoktan bir ölüye dönüşecektim. Lakin planladıkları gibi gerçekleşmedi. Hâlâ şok etkisinden tamamen çıkamamışlardı. Ele başları boğazını temizledikten sonra, “Efendimiz haklıymış,” dedi. “Bunu yaptığımız için bizi mahvedecek. Bize çok kızacak ve bizi kesin öldürecek,” dedi korkuyla. Efendimiz dedikleri kişinin kim olduğunu biliyordum. Kesin bir sonuca varmıştım artık. Tanrı şahidim olsun ki, yaptıkları bütün bu zalimlikler için Zeus ve Hades’in peşine düşecektim. Kendime verdiğim bir sözdü bu. Yaşattıklarını yaşamadan ölmeyeceklerdi. Sürekli olarak enselerinde gezecek ve planlarını suya düşürecektim. İşlerine çomak sokacak ve en derine batmaları için onları cezalandıracaktım. Parmaklarımı oynattığım sırada alevleri de beraberinde hareket ettiriyordum. Parmaklarımın üzerinde dönüp duruyorlardı. Bu inanılmaz bir görüntüydü. Bunu yapabildiğime inanamıyordum. Tiz bir çığlık duyduğumda ne olduğunu anlamak için dikkat kesildim. Siyah saçlı Siren eğilerek bacağının arkasını tutuyordu. Yanındaki ise arkasına dönüp etrafa hızlıca bir göz gezdirdi. Karanlık ve uzak olduğu için hiçbir şey seçemiyordu. Tavırları bir anda değişti ve siyah kanatlarını açtı. Sağ kanadına bir ok saplandığında bağırdı. “Siktir!” dedi, hiddetle. Kanadına saplanan oku çıkartmaya çalışırken ardı arkası kesilmeyen oklar yeniden onları hedef aldı. Havalanıp uçmak istiyorlardı ama yedikleri darbeden ötürü başarılı olamadılar. Beni sardıkları ip yandığında serbest kalmıştım. Ağzımdaki bandı çıkartıp yere fırlattım. Ağaç yanmaya devam ederken sanki hiçbir şey olmamış gibi alevlerin içerisinden çıktım. Tek aldığım yara avucumun içindeki küçük bir yanık iziydi. Acıtmamıştı, kanatmamıştı, yakmamıştı ancak izini bırakmıştı. Artık yanmıyordum ki yandığımı da hissetmemiştim. Kontrolümü elime almıştım fakat bunu nasıl başarabildiğimi henüz bilmiyordum. Alevler üzerimde gezinmeyi bırakarak yok olmuştu ve ben, ateşin içinden sağ çıkmayı becermiştim. Mucizeler gerçektir, dedi iç sesim. Kollarımı ve bacaklarımı hareket ettirdiğimde uyuştuğumu yeni idrak edebiliyordum. Bütün her şey çok çabuk gelişiyordu ve her zaman olduğu gibi nereye odaklanacağımı kestiremiyordum. Oklar tüm hızıyla Sirenlerin üzerine uçarken gözlerimi kısarak okların nereden geldiğini çözmeye çalıştım. Bir taraftan da okların bana isabet etmemesi için geride duruyordum. Sirenler zor da olsa havalanmayı başarmışlardı. Dönüp bana bakmadılar çünkü tek dertleri bir anda önce buradan kurtulmaktı. “Sizinle hesaplaşacağım! Yemin ederim ki mezarlarınızı kendi ellerimle dikeceğim!” diye bağırdım onlara doğru. Açık bir tehdit savurduğumda beni duymadılar bile. Kanatlarını çırpmaya başladıklarında yavaş hareket ediyorlardı. Alçaktan havalanıp ters yöne uçmaya başladıklarında onlardan geriye kalan kanlar yere damlıyordu. Zarar görmüşlerdi ama fazla bir hasarları yoktu. Geberip gitselerdi keşke. Doğal olarak içimin yağları erimemişti. Yaralanmaları fayda etmiyordu, ölmeleri gerekiyordu. Onların ölümü benim elimden olacaktı. Unutmayacaktım bana yaşattıklarını. Yerdeki dallardan gelen çatırdamaları daha yakından duyuyordum. “Kim var orada?” diye sordum bir cevap alabilmek ümidiyle. Karşıdaki ağaçların arasından birini gördüğümde istemsizce geri çekildim. Bileklerimi ovuştururken gelen kişiye baktım. Tanıdığım birine benzemiyordu. “Kimsin?” diye sordum tekrar. Beni kurtarmış olabilirdi belki ama tanımadığım biri olduğu için ona hemen güvenemezdim. Beni kendi elleriyle öldürmek istediği için Sirenlerden kurtulmuş bir katil bile olabilirdi. Yanlış da görme ihtimalim olabilirdi çünkü şu anda hiçbir şeye doğru düzgün kanalize olamıyordum. “Atlas,” dedi bir erkek sesi. Kısık ışıkların altında durduğunda yüzünü seçebilmiştim. Kesinlikle tanıdığım biri değildi. Siyah saçları omuzlarının biraz altındaydı ve deniz mavisi gözleri vardı. Yüzündeki benler ışığın etkisiyle daha çok belirginleşiyordu. Boğazımı temizledikten sonra “Seni tanımıyorum,” dedim sakin olmaya çalışarak. Sol elinde yay vardı ve bir omzunun üzerinde de okları koyduğu çanta tarzında bir şey vardı. Yayı kaldırarak arkamdaki ateşi işaret etti. “Onlar az önce seni yakmaya çalışıyorlardı. Bunun farkındasın değil mi?” dedi küstahça. Tabii ki de farkındaydım. Dalga mı geçiyordu benimle? “Şaka yapıyorsun! Gerçekten öyle mi yaptılar?” dedim alaya vurarak. Sinirden gülmemek için kaslarımı sıkıyordum resmen. Bilmiş tavrıyla karşıma geçerek bir de bana hesap sormaya başlıyordu. “Affedersin,” dedi ne yaptığını anlayarak. Boştaki elini bana doğru uzattı ve yeniden, “Atlas,” dedi kendini tanıtmak amacıyla. “Bu senin marifetin mi?” diye sorarken çenesiyle yerde yanmaktan tanınmayan birine dönüşen Siren’i işaret etti. Başımla onayladığımda dudakları kıvrıldı. Yaptığımdan ötürü mutlu olmuştu. Eli havada asılı kaldığında elini sıkıp sıkmamak arasında gidip geldim. Avucumun içine baktığımda yanık izi hâlâ oradaydı ve küçük bir daire şeklindeydi. Ateşin içerisinde tek zarar gördüğüm nokta burasıydı ve ben buna anlam veremiyordum. Avucuma bile doğru düzgün alev gelmemişti. Elimin üzeri, ayakkabılarımın kenarları ve belli belirsiz birkaç yer daha yanıyorken tek bir yanık izine sahip olmuş olmam inanılmazdı. “Anka,” dedim. Elini tutup sıkmamıştım çünkü o küçük daireye odaklanmıştım. Yanık izime. “Söylesene Anka,” dedi elimi göstererek. “Nasıl oldu da yanmadın? Senin şimdiye kadar yanıp kül olman, ölmen gerekirdi.” Bana bilmediğim bir soru yöneltmişti. Nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. “Hiçbir fikrim yok,” dedim çünkü bu doğruydu. “Anka kuşunun hikayesini biliyorsundur herhalde,” dedi. Bulunduğumuz yerin tersine doğru ilerlemeye başlarken peşinden gidip gitmemek konusunda tereddüt ettim. Saçlarıma değen ve yüzümü ıslatan birkaç damla suyu hissedince yağmurun yağmaya başladığını anladım. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakmadım. Sadece zararsız bir yağmur olmasını diledim içimden. Şimşek olmadan, gökyüzü gürleyerek yarılmadan yağsın istedim. “Geliyor musun?” diye sordu bende bir hareket görmeyince. Olduğu yerde durdu ve başını çevirerek bana baktı. “Yağmurun altında sırılsıklam olmak istersen orası ayrı,” dedi ve güldü. Tatlı bir gülüşe sahipti. Başımı iki yana sallayarak “Geliyorum,” dedim ve peşine takıldım. Başka ne tarafa gideceğimi bilmiyordum ve o beni kurtarmıştı, o yüzden mesafemi koruyarak yavaştan onu takip etmeyi denedim. “Seni tanımıyorum,” dedim tekrar. Yine mesafeme özen göstererek bir anda yan tarafına geçtim ve ona eşlik ederken yüzümü ona doğru çevirdim. Karşıya bakarak “Bende seni tanımıyorum ama seni evime davet ediyorum,” dedi sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi. Adımlarım yavaşladığında “Evine mi? Neden evine gidiyoruz?” diye sordum. Çat diye nasıl beni evine davet edebiliyordu ki? Sonuçta o da beni tanımıyordu. Belki de katil bendim. Hah. Bu komik bir düşünceydi. “Merak etme Anka. Kurtardığım insanları evime götürüp öldürmüyorum. Birini bir kez kurtardıysam ölümüne sebep olmam için bana ihanet etmesi gerekir,” dedi rahatlıkla. Sonra yeniden gülerek “Ya da fazlasıyla canımı sıkması lazım,” diye ekledi. Sanki söyledikleri içime su serpecekmiş kadar rahat bir tavır takınıyordu. Yaptığı açıklamanın onun evine elimi kolumu sallayarak girmem için yeterli olduğunu düşünüyor olmalıydı. “Peki beni neden kurtardın?” “Amacım seni kurtarmaktan ziyade o lanet olası Sirenleri öldürmekti,” dedi soğukkanlılıkla. Onun hızına yetişmek zordu cidden. Peşinden giderken yağmurda en az Atlas -bana söylediği isim buydu- kadar hızını arttırmıştı. Her adımında omzundaki oklar inip kalkıyordu. “Onları tanıyor musun?” Sorumun üzerine aniden durduğunda az kalsın öne doğru düşecektim. “Tanımak mı?” dedi büyük bir öfkeyle. Deniz mavisi gözlerini benimkilere dikerken “Onlar benim ailemi benden aldılar,” dedi. Sözlerinin karşılığında ona nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. “Bana üzülmeni istemiyorum,” dedi hemen ve tekrardan yürümeye başladı. “Üzüldüğümü söylemedim,” dediğimde bir an ağzımdan çıkanların ne kadar tuhaf olduğunu düşündüm. Üzüldüğümü dile getirmemiş olmam üzülmediğimi de göstermezdi. Kimse ailesini kaybetmek istemezdi sonuçta. Gerçi insanın ailesine bağlıydı biraz. Evlatlarına sevgi ve ilgi vermeyenler için bu çok basit bir durumdu. “Bunu söylediğin iyi oldu,” dediğinde gülümsedi. Kederli bir gülümsemeydi. Kendimi açıklamak istercesine “Hayır o anlamda demedim,” dedim. Elini kaldırıp boş ver der gibi salladı. “Gözlerindeki ifadeden bana üzüldüğünü gördüm,” dedi. O kadar saçma bir şekilde tanışmış -ki tam olarak tanışmıyorduk- ve yine o kadar saçma bir sohbetin içerisindeydik ki halime gülecektim. Yağmurdan dolayı her tarafım ıslanmıştı. Ayaklarımın içi sırılsıklam olmuştu ve adım atmamı zorlaştırıyordu. Sessiz kalmayı seçerek en son söylediğine karşılık vermedim. Bir yandan ailesini düşünürken diğer yandan da Atlas’ın nasıl biri olabileceğini düşünüyordum. Onu hâlâ takip ediyor olmam bile garipti. Geri dönerek eve gitmeliydim aslında ama evin nerede olduğunu bilmiyordum. Eve çok uzakta bir yerde olma ihtimalimiz yüksekti. Havalanıp uçarak gelmiştik sonuçta. Beni zorla götürmek için kapımıza dayanan Sirenler yüzünden elbet. Şimdi bir tanesi benim sayemde ölmüştü ve geri kalan iki tanesi de Atlas sayesinde yaralanmıştı. Diliyordum ki onlarda en kısa sürede benim avucuma düşerlerdi ve böylelikle onların ipini ben çekebilirdim. ______ Atlas, beni ev olarak adlandırdığı küçük bir kulübeye getirdiğinde çoktan titremeye başlamıştım. Normal şartlar altında yağmur yağdığı için sevinebilirdim ancak o kadar yolu bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda yürüdüğümüz için hasta olma ihtimalimiz olabilirdi. Hiç düşünmeden geride bıraktığımız yangının sönmüş olmasını diledim. Buraya geldiğim için tedirgindim. Diğer yandan da ısınacak ve komple ıslanan üstümü kurutabileceğim için şanslı hissediyordum. Çenem titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Bu süre zarfında Atlas üzerimi değiştirebilmem için bana kendi kıyafetlerinden vermişti ve ufak şöminesinde ateş yakmıştı. Daha fazla ateş görmek istemesem de şu anda ısınmak için ihtiyacımız olan tek şey buydu. Beni kurtardığı için ona hiç teşekkür etmemiştim. Etmem gerektiğinin farkındaydım ama onun da söylediği gibi bunu benim için yapmamıştı. Sirenleri öldürebilmek için oklarını savurmuştu. Ailesini kaybettiğini söylediğinde bunun nasıl olduğunu ona soramamıştım. Kulübenin içerisi sadece çatırdayan odunların sesleriyle doluyordu. İkimizde tek kelime etmeden şöminenin karşısında oturarak boş gözlerle alevleri izliyorduk. Her alevlere bakışımda yaşadığım o taze olay aklıma geliyordu. İçimden bir ürperti geçtiğinde elimdeki kahve fincanı sallandı. Kahveyi üzerime dökmekten son anda kurtardığımda Atlas bana baktı. “Ellerin titriyor. Hâlâ üşüyor musun?” Ona hayır diyecektim ki bir anda yerinden kalktı ve içeriye gitti. Kısa bir süre sonra döndüğünde elinde kalın bir battaniye vardı. Grili siyahlı yün battaniyeyi bacaklarımın üzerine örterken gözleri benim üzerimde geziniyordu. “Bana neden yardım ediyorsun?” diye sordum daha fazla dayanamayarak. Tamam beni kurtarma sebebi Sirenleri öldürmek istemesiydi ama şimdi neden hâlâ bana yardım eli uzatıyordu? Şikâyet ettiğimden değildi, yalnızca merak ediyordum. “Sen hep böyle soru mu sorarsın?” Yanıma oturduğunda birazcık geriye doğru çekildim. Kahvemden bir yudum aldığımda ona baktım. Boğazını temizledikten sonra elini nemli saçlarının arasından geçirerek düzeltti. “Yardıma ihtiyacın olduğunu düşündüğüm için bunu yapıyorum. Kötü biri olmuş olsaydım bunu da pek umursamazdım gerçi,” dedi dizlerini kendine doğru çekerken. Deniz mavisi gözlerini üzerime dikmişti. Her hareketimi dikkatlice izliyordu. Camlara çarpan yağmurun sesi azalmıştı. Keşke biz yürürken de bu şekilde yağsaydı, diye söylendim. “Sana teşekkür etmek istiyorum,” dedim uzun bir bekleyişin ardından. Söylediklerimin üzerine güldüğünde kaşlarım çatıldı. “Nihayet aklına geldi,” dedi alay ederek. Parmaklarım kahve fincanını daha sıkı sararken “Şok etkisinden ne yapacağımı bilemedim,” dedim kendimi açıklamak isteyerek. Bir bakıma doğruydu. O anda ne yapmam gerektiğini gerçekten bilememiştim. “Bir sürü soru sormayı biliyorsun ama,” dedi gülmeye devam ederek. Gülüşünü bana da geçirdiğinde hafifçe gülümsedim. Bakışlarımı ondan kaçırarak fincandaki filtre kahveye baktım. Baloncuklarda gözlerimi gezdirirken “Üzgünüm,” dedim mahcup bir ifadeyle. Niye böyle söylemiştim, bunu bile bilmiyordum. Aklım başımda değildi. Kendi normalime dönememiştim bir türlü. “Şaka yapıyorum Anka. Soru soruyor olman kadar doğal bir şey olamaz,” dedi. Gülmeyi durdurarak beni rahatlatmaya çalışıyordu. “Teşekkürüne gelecek olursak hâlâ tam anlamıyla bir teşekkür etmedin,” dedi. Bu sefer kahkaha attığında başımı kaldırarak ona baktım. Bana belli belirsiz göz kırptığında benimle hâlâ alay ettiğini gördüm. Cidden arızaydı bu çocuk. Ama bana bu şekilde yaklaşıyor olması içten içe iyi gelmişti. Hesap sormuyordu ya da üzerime gelerek beni sıkıştırmıyordu. Olayı -her ne kadar komik olmasa da- komik bir hâle getirmeye çalışıyordu. Çabasını takdir etmiştim. Başka bir teşekkür etme sebebim daha olmuştu. Sürekli benden bir teşekkür koparabilmek için yaptığını bile düşünmeye başlamıştım. Elbette ki dalga geçiyordum. Bir elimle fincanı tutarken diğer elimi havaya kaldırarak onu durdurdum. “Tamam,” dedim. Ufak bir tebessüm etti ve dikkatini bana vererek bekledi. “Tüm içtenliğimle teşekkür ederim Atlas,” dedim. “Benim için bir zevkti,” dedi teşekkürüme karşılık olarak. “Şimdi sor bakalım kafanı kurcalayan sorularını,” dedi. Yerinde kıpırdanarak daha rahat bir pozisyona geçti. İlk olarak hangi soruyla başlamam gerektiğini bilmiyordum. Duvarda asılı duran çerçevelere göz gezdirdim. Çerçevelerden birinde bir ailenin fotoğrafı vardı. Direkt olarak kendisi ve ailesi olabileceğini düşündüm. Benim nereye baktığımı anlamış olacaktı ki “Aileme ne olduğunu mu merak ediyorsun?” diye sordu. Sesi çok hüzünlü çıkmıştı. Kahveden bir yudum daha aldığımda ona döndüm. O ise çerçevedeki fotoğrafa bakmaya devam ediyordu. “Yıllar önce Sirenler kasabamızı bastı. Kasaba dediğime bakma. Köy kasabasıydı ve çok az kişi yaşıyordu. O zamanlar küçüktüm. Yaşımı bile hatırlamıyorum ama aileme olanları asla unutmadım,” dedi başlangıç olarak. Devamında anlatacakları için bir süre durup bekledi. Ona baskı uygulamak istemiyordum çünkü buna hakkım olduğunu düşünmüyordum. Şu anda bunları bile anlatıyor olması ilgimi çekmişti. Bana çenemi kapatmamı söyleyerek haddim olmadığından da söz edebilirdi fakat o anlatmayı seçti. Muhtemelen artık içinde biriktirdiklerini birine dökmek istiyordu. Eve ilk girdiğimde burada tek başına kaldığını anlamıştım. Doğru düzgün hiçbir şey yoktu içeride. Sadece kendisini koruyabilmek amacıyla burada kaldığı ortadaydı. Zaten ailesini de kaybetmiş biri olarak başka kimsesinin olmayacağını göz önünde bulundurmuştum. Bir arkadaşa bile sahip olmayabilirdi. Onunla aramızdaki farklardan bir tanesi ben ailemin ölüp ölmediğini bilmiyordum ve tek başıma değildim. Yanımda bir sürü insan vardı ve neredeyse hepsi bana değer veriyordu. Çoğunlukla öyle hissediyordum. “Annem ve babam gözümün önünde öldürüldüler. Sirenler onlara hiç acımamıştı,” dediğinde sesi titremeye başlıyordu. Deniz mavisi gözlerini bana çevirdiğinde zorlukla yutkunmayı başardım. Artık hiçbir şey keyif vermiyordu. Yaşamak bile bir yerden sonra ağır geliyordu. Sesimi çıkartmadan devam etmesini bekledim. Bana ailesine olanları anlatıyor olması hoşuma gitmedi desem yalan söylemiş olurdum. Aramızdaki şey güven değildi, başka bir şey olabilirdi ama tam olarak ikimizde birbirimize güvenmiyorduk. “Bir ikiz kardeşim var ya da vardı. Adı Artemis.” Vardı demesinin sebebini az çok tahmin ediyordum. “Ona ne oldu peki?” “Artemis’e ne olduğunu hiçbir zaman bulamadım. O gün ölmediğini biliyordum ama kayıplara karışmıştı ve bende bir yerden sonra onun ölmüş olabileceğini düşünmeye başladım.” Tahminlerimin doğru çıkması üzere sıkıntılı bir nefes verdim. İkizine ne olduğunu bilmiyor olması çok berbat bir durumdu. Aynı hissiyatı ben, kendi ailem için her gün yaşıyordum. “Umarım Artemis hâlâ dışarda bir yerlerde güvendedir,” diyebildim sadece. “Umarım. Teşekkür ederim Anka,” dedi zoraki bir gülümsemeyle. Gözlerinin altındaki ıslaklığı parmaklarıyla sildi. “O günden sonra Sirenlerin sonunu getirebilmek için her gün çalıştım. Kendimi eğittim ve okçuluğa adım attım,” dedi ve başıyla duvarın kenarına koyduğu yayı ve okların bulunduğu çantayı gösterdi. “Okçuluğu kendimi koruyabilmek ve karşıma çıkacak olan bütün canavarların nefesini kesebilmek için öğrendim. Yaptığım işte başarılı da oldum. Birçok yaratığın sonunu getirdim ama bu bana asla yetmedi.” Yetmemesini anlayabiliyordum. Bilmediğimiz daha birçok yaratık ve kalbi kötü insanlar olduğu sürece yetmeyecekti. Yettirebilmek ise bizlerin elindeydi. “Peki ya sen?” diye sordu, daha fazla kendi ailesi hakkında konuşmak istememişti. Onu anlayışla karşılayarak “Bende aileme ne olduğunu bilmiyorum,” dedim. Kaşları havalandığında şaşkınlığını görmüştüm. Onunla kısmen de olsa aynı kaderi paylaştığımı görünce hem üzülmüştü hem de şaşırmıştı. “Herhangi bir ipucu bulabildin mi peki?” Ah, ipucu. İpucu bulmayı o kadar çok isterdim ki. Surat ifademi gördüğü anda “Bulamamışsın,” diye mırıldandı. “Bir kitap bulmuştuk,” dedim. Bunu neden ona söylediğimi bilmiyordum. Sanırım o bana içini döktüğü için bana da cesaret gelmişti. Ona küllerin doğuşu ve Epochal efsanesi ile ilgili olan kitaptan bahsedince bir daha o kitabı evin hiçbir yerinde göremediğimizi fark ettim. Meraklı gözlerle bana bakarken anlatacaklarım için heyecanlanmaya başlıyordu. Heyecanlı bir yanı yoktu aslında ancak Atlas bu zamana kadar hiçbir şey bulamadığı için onun bu heyecanını anlamaya çalıştım. “Kitabın tam olarak neyi anlattığını çözememiş olsak da içerisinde Epochal efsanesine dair birkaç detay bulunuyordu.” Detay demiştim ama detayları bile hatırlamıyordum. “Ne gibi detaylar?” “Bir çığır açılmasından söz ediyordu,” dedim. “Ayrıca küllerin doğuşu ile alakalı da olabileceğinden söz ediliyordu.” “Yanlış bilmiyorsam Epochal Latince bir kelime,” dedi büyük bir kafa karışıklığıyla. Yanlış bilmiyordu, haklıydı. Latince bir kelime olan Epochal’in neden küllerin doğuşundan bahsedilen bir kitapta yer aldığını bilmiyordum. Bir anlamı olabilir miydi? Her şeyin bir anlamı vardı aslında ancak biz birçoğundan habersizdik. Fincanımı ne zamandır tuttuğumu fark ettiğimde çaprazımdaki minik sehpaya koydum. Parmaklarım fincanı kavramaktan ağrımaya başlamıştı. Ellerimi oynatarak sızının dinmesini sağladım. Kalbimdeki sızı buna güldü. Onu dindirebilmek için bir şey yapamıyordum. Şöminedeki alevler yavaş yavaş sönmeye başlayınca Atlas yerinden kalktı. İçeriden birkaç odun daha getirerek şöminenin içerisine dikkatli bir şekilde yerleştirdi. Sönmeye yakın olan ateşi tekrar alevlendirebilmek için yerdeki yırtılmış karton parçalarını kullandı. Amacına ulaştıktan sonra tekrar yanıma gelip oturdu. “En son istediğin şeyin bunu görmek olduğunu biliyorum,” dedi ve şömineyi işaret etti. “Isınmamız gerektiği için yakıyorum,” dedi. Bana bunu açıklamasına gerek bile yoktu. Isınmamız için yaptığını biliyordum tabii ki. Gülümseyerek, “Hadi canım,” dedim. Aynı şekilde gülümsedi. İçim ısınmaya başlamıştı. Onun sayesinde içimi ısıtacak bir yerim olmuştu. Benden hiçbir beklentisi olmadan bana evini açmış ve bana iyi davranmıştı. Atlas’ın gerçekten de iyi kalpli olan nadir insanlardan biri olduğunu anlamıştım. İleride yanılmamak ümidiyle iyi biri olduğuna inandım. İnançlarım diyordum ya. Bu da onlardan bir tanesiydi ve çok yeniydi. Aklıma evdekiler geldiğinde “Benim gitmem gerekiyor,” dedim. Battaniyeyi bacaklarımdan kaldırarak ayağa kalktım ve üstümü düzelttim. Bana vermiş olduğu eşofman takımı çok boldu ama sıcacıktı. O da oturduğu yerden kalkarak “Nereye gideceksin?” diye sordu. Nereye gitmek istediğimi biliyorken nasıl gideceğim konusunda bir fikre sahip değildim. “Eve gitmem lazım,” dedim aceleyle. Karşıma geçip “Tamam evine gideceksin. Nasıl gideceğini biliyorsan sana eşlik edebilirim,” dedi. Hayır, nasıl gideceğimi maalesef ki bilmiyordum. Tanrım bu çok kötüydü. “Yolu hatırlamıyorum. Nerede olduğumuzu bile bilmiyorum,” diye fısıldadım. Ellerini omuzlarıma yerleştirerek “Bir çözüm yolu bulmaya çalışırız o halde,” dedi gülümseyerek. Deniz mavisi gözlerinden içten ve fazlasıyla samimi olduğunu anladım. “Teşekkür ederim Atlas.” “Bir teşekkür yetmişti bana ama tekrar rica ederim,” dedi. Gülümsemesi genişlemişti. Bir anda kendimi ona sarılırken buldum. Yüzümü boynuna gömerek kollarımla ona sımsıkı sarıldım. Ona bu kadar yakınken parfümünün kokusunu alabilmiştim. Keskin bir kokuya sahipti. Görüntüsüne yakışmıştı. Ağlamamak için kendimle savaş verdim. Zamanla artan tüm bu olaylar silsilesine katlanmak ağır geliyordu. Toparla kendini Anka. Maalesef ki bunlar daha hiçbir şey. Atlas’ın kolları havada kaldı, bana geri sarılmadı. Onu bu şekilde şaşırttığımı biliyordum çünkü ben de ona sarılmayı beklemiyordum. Anlık olarak içimden gelmişti ve uygulamıştım. Birine sarılmayı ne kadar çok özlediğimi ve ufak bir sarılmaya ne kadar aç olduğumu fark etmiştim. “Birkaç saat önce seni öldürebileceğimden endişe duyarken şimdi bana sarıldığın için asıl ben sana teşekkür ederim Anka,” diye fısıldadı. Söyledikleri karşısında ağlama isteğim yok oldu. Onun yerine kıkırdadım. Onun da bir sarılmaya ihtiyacı vardı. Kollarını bana doladığında bir yandan da yanlış bir hamlede bulunmamak için dikkat ediyordu. Bana sarılırken kendisini çok fazla kasıyordu. Ona rahatsızlık verdiğimi düşünerek sarılmayı kısa tuttum ve geri çekildim. Utançtan yüzüne bile bakamıyordum. Bu normal miydi? Birine sarılmak normaldi ama daha yeni tanıdığın birine sarılmak… Bilemiyorum. Hayat çok enteresan ve sürprizlerle dolu. “Affedersin. Normalde böyle bir şeyi yapmazdım,” dedim mahcup bir şekilde. “Yapman hoşuma gitti,” dedi. Bunu samimi bir şekilde dile getirmişti, başka bir imada bulunmadan. Kulübenin dışarısından araba sesi geldi. Bir arabanın tekerlekleri toprak yoldan geçerken buraya doğru yaklaşmış olduğunu anladım. Korna sesini duyduğumuzda bakışlarımız kesişti. Anlam veremeyerek cama doğru ilerdim. Atlas da peşimden gelerek yanımda durdu ve dışarıya baktı. Arabayı tam olarak seçemiyordum ama bir yerden tanıdık geliyordu. “Bunlar kim? Tanıdığın birileri mi?” diye sordum Atlas’a dönerek. Başını iki yana salladıktan sonra zaman kaybetmeden duvarın kenarına bıraktığı yayı aldı. Bir tane ok alarak beklemede kaldı. Ben ise hâlâ camın kenarında çok gözükmemeye çalışarak arabanın park etmesini izledim. Park edilen arabadan ilk önce kızıl saçları olan biri indi. Aklıma hemen Athena geldi. Onlar olabilir miydi? Beni aramaya mı gelmişlerdi? Kalbim bu istekle hızla atarken gözlerimi kısarak gelenlerin kim olduklarını anlamaya çalıştım. Gökyüzü pek aydınlık olmadığı için bulunduğum yerden seçmek zor oluyordu. Arabanın kapıları sırayla açıldı ve içeriden iki kişi daha çıktı. Biri diğerine göre daha uzun boyda olan iki tane erkek. Camın önünden çekildim ve Atlas’ın yanına gidip elimi bileğine yerleştirdim. “Bekle,” diye mırıldandım. Ani bir hareketiyle beni bulmaya gelen arkadaşlarıma zarar vermesini istemezdim. “Tehdit olarak birini görürsem çekinmeden oku saplarım,” dedi ciddi bir tavırla. Yapacağından şüphem yoktu ama yine de “Biraz zaman ver. Kim olduklarına bakayım,” dedim. Onun yerine ben kapının olduğu tarafa gittim ve yanındaki perdeyi hafifçe aralayarak camdan kapının eşiğine yürüyen insanlara baktım. Ayak sesleri durdu ve ben onları gördüm. Athena, Morpheus ve Hakan gelmişti. Buraya, içinde olduğum kulübeye beni bulmak için gelmişlerdi. Tek gözümle onları incelerken burayı nasıl bulabilmiş olduklarına hayret ettim. Geri çekildim ve Atlas’a dönerek “Onları tanıyorum,” dedim. İçim kıpır kıpırdı çünkü onları özlemiştim. Beni Sirenlere kolaylıkla teslim etmek isteyen Hakan’ı bile özlemiştim. Tanıdık yüzler görmek gülümsememe neden oldu. Hakan’a gelecek olursam ona karşı içimde görmezden gelemeyeceğim büyük bir kızgınlığım vardı ve tercihi yüzünden ona hesabımı en iyi şekilde soracaktım. “Fakat ben tanımıyorum,” dediğinde elindeki oku yaya geçirerek nişan aldı. Kapı açıldığı anda onları vurabilecek olması düşüncesiyle midem kasıldı. “Yapma,” dedim bir kez daha. “Bunun için söz vermedim Anka,” dedi ve tek gözünü kısarak bekledi. Ona bakılırsa beni de tanımıyordu ama evine davet etmekten çekinmemişti. Şimdi ne fark vardı? Üstelik Atlas’a gelenleri tanıdığımı söylemiştim. Arıza tarafı geri gelmişti herhalde. “Anka?” Dışarıdan adımı söylediklerini, bana seslendiklerini duyduktan sonra Atlas’ın yanına gittim ve havaya kaldırdığı yayı indirmeye çalıştım. “Onlar kötü insanlar değiller,” dedim üstüne basa basa. “Sana iyi olmaları onların iyi insanlar olduğu anlamına gelmeyebilir,” dedi inatla. Temkinli olmak istediğini biliyordum ama bana hiç yardımcı olmuyordu. “Atlas,” dedim derin bir nefes aldıktan sonra. “Lütfen şu yayı indirir misin?” “Anka! Burada mısın?” Kulübenin çevresinde dolanan ayak sesleri farklı yerlerden geliyordu. İçeriye bakmaya çalışıyorlardı ama bir yandan da neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için mesafelerini koruyorlardı. Onların gölgelerini görebiliyordum ki muhtemelen onlarda bizim gölgelerimizi görmüşlerdi. “Orada iki kişi var,” diye fısıldadı Morpheus. Birkaç adım geriye gitti ve beklemeye başladı. “İçeri giremeyiz. Anka burada olmayabilir,” dedi Athena hayal kırıklığıyla. Hakan’dan herhangi bir cevap gelmiyordu. “Burayı nasıl buldular?” diye sordu Atlas, dediğimi yaparak yayı indirmişti. Bu sorunun cevabını bende bilmiyordum. Beni nasıl bulduklarını deli gibi merak ediyordum çünkü nereye getirildiğimi ben bile bilmiyordum. “Bilmiyorum,” dediğimde doğruyu söylüyordum. Tahminler yürütmeye çalışıyordum ancak hepsi sınıfta kalıyordu. Başıma sancılar giriyordu. “Umarım doğruyu söylüyorsundur,” dedi Atlas gözlerimin içine bakarak. Ona kumpas kurulduğunu falan mı sanıyordu yoksa? Ondan geriye kaçtığımda “Söylediklerimde ciddiyim,” dedim sinirle. Bana bakmayı sürdürürken dışarıdaki adım sesleri durdu. “Gidip kapıyı açmam gerekiyor,” dedim ve kapıya yöneldim. Kapıyı açtıktan sonra dışarıya doğru bir adım attım. “Athena?” diye seslendim. Athena birkaç saniye sonra önümde belirdiğinde sevinçten çığlığı bastı ve kollarını bana doladı. Beni boğacak şekilde bana sarılırken “Tanrıya şükür hayattasın!” dedi. Kollarımı sırtına yerleştirip sıvazladım. “İyiyim,” diye fısıldadım. Ne yalan söylüyordum ne de tam anlamıyla doğruyu. Her ne kadar iyi olunabilirse, işte o kadar iyiydim. Athena geri çekildiğinde yüzümü ellerinin arasına aldı ve yanaklarımdan öptü. “Sana bir şey olmayacağını biliyordum. Sen benim kızım olduğun sürece sana kimse dokunamaz,” dedi ve güldü. Gülmesi içimi ısıttı. Yanımda olduğu için kendimi şanslı hissettiğim nadir insanlardandı. Kolunu omzuma atarak “Morpheus! Bak burada hangi güzellik var!” diye bağırdı. Sağ kulağım sağır olacaktı neredeyse. Kıkırdadım. Morpheus ve Hakan karşımızda belirirken Morpheus’un dudakları kıvrıldı. Yeşil gözleri mutluluktan parlıyordu. “Çek şu kolunu,” diye azarladı Athena’yı. Athena homurdanarak kolunu benden çektiğinde Morpheus beni kollarının arasına aldı. Bir kardeşin şefkatiyle saçlarımı okşarken “Athena ve ben iyi bir ekip olduk,” dedi. Neden böyle söylediğini anlamamıştım. Bunun üzerine Athena “Morpheus’un gördüğü rüya ve benim muhteşem, harika ötesi ve herkesi kıskandıracak zekamın yardımıyla seni bulduk,” dediğinde güldüm. Kendisinden bu şekilde bahsetmiş olması şu halime rağmen beni gerçekten güldürmeyi başarmıştı. Morpheus beni serbest bıraktıktan sonra Athena’nın koluna vurdu. “Yalnızca senin muhteşem zekân sayesinde bulmadığımızı, beni de yalandan araya kattığını duymak güzel,” dedi alıngan bir tavırla. Ona dil çıkarttığında küçük bir kahkaha attım. Bu ikisi beni çıldırtıyordu. Modumu hemen yerine getirmeyi başarmışlardı. “Harika ötesi ve herkesi kıskandıran zekâm,” dedi Athena ekleme yaparak. Onlarda birbirine sarıldıklarında gözlerim Hakanınkileri buldu. Koyu kahverengi gözleriyle beni inceliyordu. Bana sarılıp sarılmamak arasında gelgit yaşıyordu. Hareketleri kendisini ele veriyordu. Bana sarılmaya kalkışacak olursa tepkimin hangi yönde olacağının gayet farkındaydı. Bu nedenle yanıma bile yaklaşmadı. Her zaman bu kadar mantıklı davranmasını dilerdim. Atlas içeriden boğazını temizlediğinde onu neredeyse unutuyordum. Hakan’ı es geçerek arkamı döndüm ve elimle Atlas’a gelmesi için işaret verdim. Atlas elindekileri kenara bırakarak kapının önüne geldi. Hakan ile kısa bir bakışmalarının ardından bana baktı. Aramızdaki gerginlikten ötürü Hakan’ın benim için ne ifade ettiğini öğrenmiş olmasını bakışlarına karşılık verdiğimde anladım. “Bu Atlas,” dedim diğerlerine dönerek. Olabildiğince Hakan’a bakmıyordum. Yanımda olmayı bile hak etmiyordu. Neden burada olduğunu bile bilmiyordum. Hâlâ yüzsüz gibi Athena ve Morpheus ile beni aramaya çıkmış olması sinirlerimi zıplattı. Ona bağırıp buradan siktir olup gitmesini söylemek istiyordum ama bu isteğimi bastırdım. Hesaplaşacaktık. Bunu ilk göz göze geldiğimizde o da anlamıştı. “Beni Sirenlerin elinden o kurtardı,” dedim gülümsemeye çalışarak. Athena beklemediğim bir anda Atlas’a sarılarak “Arkadaşımı, kız kardeşimi kurtardığın için teşekkür ederim Atlas,” dedi. Atlas neye uğradığını şaşırarak bana baktı. Athena’nın benden kız kardeşim diye bahsetmesi üzerine gözlerim doldu. Ardından, “Sirenlerden bu kadar nefret etmeseydi kurtarmayabilirdi,” dedim dalga geçerek. Athena geri çekildikten sonra afallayarak bana baktı. “Benimle şakalaşıyor,” dedi Atlas, Athena’nın surat ifadesini gördükten sonra. Hakan’dan bir homurtu yükseldiğinde Atlas ona baktı. “Sevgilini kurtardığım için bana teşekkür etmeyecek misin dostum?” diye sordu Hakan’a. Bunu neden yaptığını az çok anlamıştım ancak şimdi zamanı değildi. “Anka,” dedi Hakan. Geldiğinden beri ilk kez sesi çıkmıştı. Ona cevap vermek bir yana dursun, dönüp yüzüne bile bakmamıştım. Hâlâ gözleri Hakan’ın üzerinde gezinen Atlas’a bakarak, “O benim sevgilim falan değil. Hiçbir şeyim,” dedim. Bu sözleri artık sarf etmem gerekiyordu. Bu saatten sonra Hakan benim hiçbir şeyimdi. Umarım bu söylediğimi unutmazdım. “Anka,” dedi Hakan bir kez daha. Sesi fazlasıyla gür ve baskın çıkmıştı. Sabrının tükendiğini biliyordum. Athena ve Morpheus birbirlerine baktılar. Athena alt dudağını kemiriyordu. İçinden söylemek istediği tonlarca şey geçiyordu fakat tahminimce benim için sessiz kalmayı sürdürüyordu. Emindim ki Athena ve diğerleri -en azından belirli kişiler- Hakan’a çoktan hesap sormuşlardı. Buraya gelene kadar defalarca Hakan’ı canından bezdirecek sözler sarf etmişti. Küfürler, hakaretler, artık ne ararsan vardır. Sırf beni bu denli sevdikleri için öfkeden küplere bindiklerini biliyordum. Buraya gelerek ve bana sarılarak bunu bir kez daha kanıtlamışlardı. “Benimle muhatap olma,” dedim dişlerimin arasından. İnat ederek Hakan’a dönüp bakmıyordum. Ona bakmamı beklediğini biliyordum. Mümkünse bu isteğini alıp götüne sokabilirdi. “Seni öldürmeyeceklerini sana söylemiştim,” dedi. Hâlâ nasıl kendini haklı görebiliyordu? Aklımı kaybedecektim. Bardağı taşıran son damla az önce söyledikleri olmuştu. Aniden ona döndüm ve üzerine doğru yürüdüm. Onu göğsünden ittirerek “Beni öldürmeyeceklerine bu kadar emindin, öyle mi?” diye bağırdım. Her insanın bir yere kadar sabrı vardı ve ben gereğinden fazla sabırlı davranmıştım. Onu tekrar ittirirken “Beni yakacaklardı! Hatta beni yaktılar Hakan!” dedim. Sesimi ben bile tanıyamıyordum. Kontrolümü kaybetmiştim. Hak ettiği muamele bundan ibaretti. Sabırla onu beklemek ya da ona üzülen küçük bir kız çocuğu olmam değildi. Arkadan Athena’nın “Nasıl yani? Ne demek beni yaktılar?” diye sorduğunu duydum ama kulak asmadım. Atlas olanları bir bir onlara anlatmaya başlarken ben bütün hıncımı Hakan’dan çıkartmakla meşguldüm. “İçeri geçin isterseniz,” dediğini duydum Atlas’ın. Beni Hakan ile tek bırakmak istediğini anlamıştım. Çözülecek büyük bir meselemiz vardı ancak nasıl çözülebileceğini bilmiyordum. Sanırım en iyisi bir daha onunla görüşmemekti. Hakan en sonunda beni kollarımdan tuttu ve hareket etmemi engelledi. “Anka sen ne diyorsun?” Yüz ifadesi değişti ve gözlerine korku bulaştı. Kendinden ve kendi geri zekalı fikrinden artık nasıl emindiyse şoka uğramıştı. Bir şeyler bildiğini sanıyordu ama tam tersi, bir bok bildiği yoktu. “Ne dediğimi duydun!” “Seni yakmış olamazlar. Hiçbir yerine bir şey olmamış,” derken geriye çekilerek baştan aşağı beni inceledi. Üzerimdeki bana oldukça bol gelen kıyafetleri görünce anlık kaşları çatıldı. “Yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?” “Yalan söylüyorsun demedim. Bir tarafına zarar gelmemiş Anka. Bu imkânsız.” Kollarımı ondan kurtarmaya çalışırken “Bırak beni!” diye bağırdım. “Çek o pis ellerini üzerimden Hakan!” Hayatımda ilk kez ona iğrenerek baktım. Nefretimin aşkımın üstüne geçmesini diledim içimden. Artık onu sevemezdim. Onu sevmek istemiyordum ama kalbime söz geçiremiyordum. “Anka,” dedi acı çekerek. Acıların en âlâsını ona tattıracaktım ve bunu görecekti. “Çek!” dedim bir kez daha. Ellerini üzerimden çekerek havaya kaldırdı. “Tamam. Sana bir daha dokunmayacağım,” diye mırıldandı. Sesi titrerken bakışları derinleşti. Çenesi kasılıyordu. “Siktir git hayatımdan,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Siktir git Hakan. Seni hayatımda istemiyorum,” dediğimde zaten aslında hiç de hayatımda var olmadığını fark ettim. Buruk bir tebessümle “Açık konuşmak gerekirse hayatımın içinde hiç yoktun,” dedim. “Vardım,” dedi bastırarak. “Yoktun. Senin de söylediğin gibi küçüktük ve aptaldık. Buna ne arkadaşlık denir ne de başka bir şey.” “Anka,” dediğinde elimi kaldırarak onu durdurdum. Adımı bu kadar çok söylemesi bana batıyordu. Eskiden olsa onun dudaklarından ismim döküldüğünde içimi heyecan duygusu kaplardı. Şimdi ise nefret ediyordum benim adımı söylemesinden. “Aslında beni hiç sevmedin,” dedim. Gözlerimden yaşlar akarken kendimi salıvermemek için çaba sarf ediyordum. Özellikle de onun karşısında ağlamaktan nefret ediyordum. Ondan da nefret ediyordum. Kalbimi sökerek kalbimle oynamasına artık dayanamıyordum. Artık eski Anka’dan eser yoktu. Ona kör kütük âşık olan kız olmayacaktım. Sevgimin kolayca uçup gitmeyeceğini biliyordum ancak ondan nefret etmek için büyük bir savaş verecektim. Nefret edemesem de sevmeyi bırakacaktım. Kalbime söz geçirecek ve Hakan’a dair olan bütün o güzel, iyi niyetle yaklaştığım duygularımı silip atacaktım. En azından eskiye nazaran bunun için daha çok çaba gösterecektim. “Böyle konuşma,” dedi yalvarırcasına. Onun yalvarmasının hiçbir değeri yoktu gözümde. Cehenneme kadar yolu vardı. Sürekli ona göre hareket etmekten mala dönmüştüm. Bana her defasında gerçekleri bin kere göstermişti ama ben hep gözümü kapatarak görmezden geliyordum. “Böyle sevgi olmaz Hakan. Aç artık şu gözlerini de gerçekleri gör. Beni kendi rızanla Sirenlerin eline tutuşturmak istediğinde bunu sevgi olarak adlandıramam.” “Yemin ederim ki- “ “Kes sesini ve beni dinle. Yeter senin yalanlarını dinlediğim,” dedim. Aklıma yaptığı anlaşma geldi. Gözlerimi kapatıp biraz bekledikten sonra geri açtım. Sesini çıkartmayıp şaşkınlıkla bana bakmayı sürdürüyordu. Benden böyle bir tepki beklemiyordu çünkü bu zamana kadar hep onun suyuna gitmeye çalışmıştım. “Sen benim yarama tuz basmıyorsun,” dedim yavaşça. Ellerini ceplerine soktu ve derin bir nefes aldı. Tahammülüm kalmamıştı artık, bu yüzden ağzıma gelenlerin hepsini söyledim. “Ateşini yarama basıyorsun. Yalnızca acıtmıyor, yaramı da derinleştiriyorsun Hakan. Beni Sirenler yakmadılar. Sen yaktın.” Gözlerimden yanaklarıma akan yaşları elimin tersiyle sildim. Ağzını açıp bana cevap vermek istiyordu fakat yine onu susturacağımı biliyordu. “Beni yaktığın yerde koskocaman bir iz var. Yanık izi.” Sesim kısık çıkıyordu. Kelimeleri toparlayamıyordum. Derin nefesler aldıktan sonra burnumu çektim. Bir daha asla böyle ağlamayacaktım. Ne onun için ne de bir başkası için. Elimi kaldırıp avucumu onun görebileceği şekilde tuttum. “Buradaki iz var ya,” diye fısıldadım. Gözleri avucumdaki yanık izine takıldığında güçlükle yutkundu. Ellerini ceplerinden çekti. Bir elini elime doğru uzattığında elimi geri çektim. “İşte buradaki iz beni yaktığın iz Mirza,” dedim. İlk defa dudaklarımdan onun ikinci ismi dökülmüştü. Gözlerini kapattı ve ellerini yumruk yaptı. Göğsü hızla inip kalkarken “Her şey için çok üzgünüm,” diye mırıldandı. Kendinden ve yaptıklarından utanıyordu ancak bu utanç için geç kalmıştı. Pişmanlık duyuyor olması artık fayda etmiyordu. “Şu dakikadan sonra üzgün olman bir şeyleri değiştirmiyor. Beni yaktığın gerçeğini değiştirmiyor ve asla da değiştirmeyecek.” Yanık izi. Sadece avucumun içinde değildi. Kalbimin içine de işlenmişti. Hakan Mirza Dalkıran’ın beni yaktığı iz, sonsuza dek benimle olacaktı çünkü artık avucuma mühürlenmişti. ^^^ Bir bölümün daha sonuna geldik... Umarım bölüm hoşunuza gitmiştir :) Bu arada, beklettiğim için üzgünüm :') Anca düzenleyebildim bölümü... Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın! Çok yardımı dokunuyor <3 Anka ve Hakan beni biraz delirtiyor ve ilerleyen zamanlarda daha çok delirtecekler ama olsun... Zamanla çözeriz kejfajfjkf Her neyseeeeeee. Ben kaçıyorum, bir sonraki bölüme kadar öpüldünüz!
Beni takip edebilirsiniz: instagram: semina.akaydin kitabın instagram hesabı: kullerindogusuofficial (düzenlemeler yapacağım) |
0% |