Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm: "Perde Arkası"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

12.BÖLÜM: “PERDE ARKASI”

Destekleriniz için teşekkür ederim.

Burada mısınız bilmiyorum ama iyi ki varsınız. Kocaman bir aile olmamızı çok isterim. <3

Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın.

Keyifli okumalar!

Bölüm Şarkıları: Khalid – New Normal,

Sadie Jean – Locksmith

^^^

Hayatımızı yaşarken beraberinde verilen seçimler bizleri suçlu kılar mıydı?

Bazen verdiğim seçimlerden ötürü pişmanlık duysam da bazen de seçimlerimin arkasında duruyordum. Hayat çok garip. Ciddi anlamda yaşadığımız tüm bu süre boyunca seçimlerimizi kendimiz oluşturuyor ve iyi ya da kötü, sonuçlarına yine bizler maruz kalıyorduk.

İyi mi yapıyordum yoksa kötü mü bilmiyordum fakat elimden geldiğince doğruyu seçmek için çaba sarf ediyordum. Umuyordum ki, verdiğim seçimlerin sonucunda büyük bir pişmanlık duymayayım. Hoş, pişmanlık duysam da geriye dönüp hatalarımı düzeltemezdim.

Hiçbirimiz bunu yapamazdık.

Hayatımızı, geleceğimizi ve daha birçok şeyi bizler belirliyoruz. Bir birey olarak kendi seçimlerimizi uyguluyor ve sonrasında arkamıza yaslanıp sonuçlarını bekliyoruz. Şimdi de doğru bir karar verip vermediğimi düşünüyordum.

Şu anda kesin konuşamasam da sonuçlar illaki ileride tecelli edecektir.

Şimdiye dönecek olursam, Hakan’a gösterdiğim yanık izinden sonra bana sarılmayı denemişti ama ona izin vermemiştim. Bana acımasını istemiyordum. Hiçbir zamanda bana acıyan gözlerle bakmasını istememiştim. Beni tüm kalbiyle, saf ve içtenlikle sevmesini istemiştim. Gerçek bir aşkı tatmak ve yaşamaktı tek amacım.

Şimdi ise isteğim çok başkaydı.

Ondan küçük bir iyilik bile istemiyordum. Benimle konuşmasını, yüzüme bakmasını, benden söz etmesini, ya da en basiti adımı bile söylemesini istemiyordum. Ona karşı duyduğum bu derin öfkem dinmeyecekti. Hep içimde taşıyacaktım, unutacak olursam kendime hatırlatacaktım. Bana karşı gelen zaman dahi buna engel olamazdı.

Zaman hep iyileştirir derlerdi ya hani. Bu kez iyileştirmiyordu.

İyileşmeyi bırakalı çok olmuştu. Çok zaman geçmişti ama hiçbiri dinmemişti.

Hakan eve dönmemiz gerektiğini, ablasının ve belirli kişilerin beni özlediğinden bahsetmişti. Eğer buraya tek başına gelmiş olsaydı onunla asla geri dönmezdim. Beni kimin özlediğini bile umursamazdım. Ancak Athena ve Morpheus da yanında olunca kararımı eve dönmekten yana kullanmıştım.

Peşimden Atlas’ı da sürüklemiştim. Bana o kadar çok yardımı dokunmuştu ki onu geride bırakmaya gönlüm el vermezdi. Başta itiraz etse de onu bir şekilde ikna etmeyi başarmıştım. Birkaç eşyasının yanında oklarını ve yayını da almayı ihmal etmemişti. Çantasını ve diğer kalan her şeyi bagaja yerleştirmiştik.

Yol boyunca Hakan arabayı kullanmış, Morpheus ise yan koltukta oturmuştu. Ben, Athena ve Atlas arka koltukta ses çıkarmadan oturup dışarıyı seyretmiştik. Athena birkaç kez bana göz kırparak Atlas’ın ne kadar çekici olduğundan ve aramızda bir şeylerin geçip geçmeme ihtimali olabileceğinden söz etmişti.

Ona şakayla karışık kaşlarımı çatarak bakmıştım ve Atlas ile aramda hiçbir şey geçmediğini söylemiştim. O kadar kısık sesle söylemeye gayret etmiştim ki Athena bir yerde bağırarak beni duyamadığını söylemişti. Hakan da dahil arabadakiler dönüp bize bakmışlardı. Athena’nın koluna çimdik atarak sesini kesmesini söylemiştim.

Klasik Athena işte.

Atlas’ın bizi duymadığından emin olmak için çaktırmadan ona döndüğümde dudaklarında tebessüm vardı. Ya hepsini duymuştu ya da aklına başka bir şey gelmişti. İkinci seçenek olduğunu zannetmiyordum, bu yüzden kıpkırmızı olmuştum. Başını çevirip bana bakacağını anladığım sırada hemen kafamı çevirip yola odaklanmıştım.

Eve vardığımızda ise Afrodit beni gördüğü gibi çığlığı koyuvermişti. Bana sarıldığında bugün ne kadar çok insana sarıldığımı düşündüm. Atlas, Athena, Morpheus ve şimdi de Afrodit. Gerçekten bir günlük sarılma kotamı doldurmuştum.

Afrodit, nihayet beni serbest bırakıp “İyi olmana ne kadar çok sevindiğimi bilemezsin,” dedi, mutlulukla. Ona tatlı bir gülümseme gönderirken dediklerinin gerçek olmasını dilemiştim. Fiziksel olarak iyi olsam da -yanık izi dışında- zihinsel ve kalp sızısı olarak kesinlikle iyi değildim.

Geçmeyecek bir yanık izi ve kalp sızısı vardı.

İlk kez zamanın bana karşı gelmeyip merhemini bana sürmesini ve beni bu sıkıntılardan kurtarması için yalvarmıştım. Biliyorum, yaptığım saçmaydı. Şu anda mantıklı hareket etmeyi beklemiyordum zaten. Ancak nereden tutarsam o kadar kârdır diye düşünmüştüm.

Ares uzakta durup bana bakarken yalnızca buruk bir gülümsemeyle yetinmişti. Yanıma yaklaşmamasını takdir etmiştim çünkü onu çekecek durumda değildim. Aslında kimseyi çekebilecek durumda olduğumu pek sanmıyordum. Yatıp dinlenmekten başka bir şey istemiyordum.

“Bu kim?” diye sordu Afrodit arkamda duran kişiyi işaret ederek. Neredeyse Atlas’ın da bizimle geldiğini unutacaktım. Atlas benden önce davranarak Afrodit’in karşısına geçti ve elini ona doğru uzatarak “Atlas,” dedi. Afrodit ona karşılık verecekken Hakan Atlas’ın elini indirdi. “Ablam Afrodit,” dedi. Yaptığına karşılık gözlerimi devirdim.

Bütün her şey bitmişti şimdi de ablasını Atlas’tan korumaya mı çalışıyordu? Buna neredeyse gülecektim.

“Tanıştığımıza memnun oldum aşk tanrıçası Afrodit,” dedi Atlas, gülümseyerek. Hakan’ın üstü kapalı tehdidiyle ilgilenmiyordu. Hakan da bunu fark etmişti. Onun da en çok sinirine dokunan Atlas’ın umursamaz tavırlarıydı. Başından beri Atlas gibi davranmam gerektiğini o an anladım.

Hiçbir şey için geç sayılmazdı. Mühim olan geciktirdiğin işi layıkıyla yapabilmekti. Benim de niyetim o yöndeydi. Kendi içimde Hakan için verdiğim savaşıma yenilmiştim. Bir savaşa yenildiğime bu kadar sevineceğimi tahmin etmezdim.

Afrodit ona tatlı bir gülümseme gönderdikten sonra kardeşine dönüp kaşlarını çatmayı da ihmal etmedi. Atlas’ı salona doğru götürürken rahat etmesini söyledim. O bana kendi evinde çok ilgili davranmıştı, o yüzden ona borçlu hissediyordum.

“Hermes nerede?” diye sordum çünkü geldiğimizden beri bir tek onu görememiştim. Athena omuz silkerek “Sen gittikten sonra o da kayıplara karıştı,” dedi.

Bunun üzerine Hakan “Cehenneme kadar yolu var,” dedi dişlerinin arasından. Ben Hakan’a kızgındım; Hakan ise Hermes’e kızgındı. Durumlarımız çok farklıydı. O arkadaşı tarafından ihanete uğramış gibi hissederken, ben sevdiğim adam tarafından ihanete uğramıştım. Benim için mevzu, yaptığı anlaşmadan ibaret değildi.

“Hermes’i boş verin. Sirenler senden ne istedi? Sana hiçbir şey yapmamışlar,” dedi Efdal, baştan aşağı beni kuşkulu gözlerle taradı. Bunu kimsenin sormayacağını umarak Efdal çok olası bir soruyla geldi. Yanık izinden söz etmek istemiyordum ama diğer olan biteni anlatabilirdim. Tüm ayrıntılarıyla değil tabii.

“Beni yakmayı planladılar ama Atlas sesleri duyunca beni kurtarmaya geldi. İstedikleri şey buydu ama beceremediler. Zeus’a ‘Efendi’ diye hitap ettiklerini de eklemem lazım,” dedim, sakin konuşmaya özen göstererek.

Afrodit bana hüzünlü bir gülümseme gönderdi. “Çok üzgünüm Anka. İyi ki Atlas oradaymış da seni çok geç olmadan kurtarabilmiş,” dedi. Ona gülümsedikten sonra daha fazla bir şey söylemedim. Detaylara inmeme gerek yoktu, asıl önemli noktaları açıklamıştım.

Dilediğim gibi başka kimse de olayın üstüne gitmeyerek sessiz kaldı. Bu işin burada bitmediğinin farkındaydım ancak şimdilik sessiz kalmaları benim açımdan daha iyi olacaktı.

Koltuklara geçip yayıldığımızda aklıma küllerin doğuşu kitabı geldi. Athena’ya dönerek “Bulduğunuz kitap nerede biliyor musun?” diye sordum. Athena başta şaşırdı, daha sonra hangi kitaptan bahsettiğimi anladığında “Hayır. Kitabı her yerde aradık ama bulamadık,” dedi.

Kitap nereye kaybolmuş olabilirdi ki? Cidden bir bu eksikti.

Ares yanımıza gelip Atlas’a elini uzattığında “Ares,” dedi kendini tanıtarak. İkisi tokalaşırken Atlas “Biliyorum,” dedi. Ares gözlerini açıp ona bakarken hemen elini geri çekti. Atlas’a döndüğümde “Yani tokalaşmasından ne kadar kuvvetli olduğunu anladım,” diye açıklama yaptı. Fakat Ares’in elini daha sıkmamışken resmen onu tanıdığını ima etmişti.

Lafı toparlamaya çalışmıştı ama ne beni ne de Ares’i ikna edebilmişti. Ares yanımızdan ayrılıp içeriye geçtiğinde “Ares’i tanıyor musun?” diye sordum. Bana bakıp güldüğünde “Hayır Anka. Onu ilk defa gördüm. Nereden tanıyabilirim ki?” dedi. Gülmesi ‘saçmalama’ der gibiydi.

Daha fazla diretmedim. Birbirlerini tanıyor olma ihtimalini es geçerek Rabia’ya döndüm. Tırnaklarını kemirirken boş gözlerle sehpaya bakıyordu. Boğazımı temizleyip “Rabia,” dedim. Başını hemen kaldırıp bana baktı. Kısa siyah saçlarını dağılmıştı.

“Beni hiç özlemedin mi?”

Sorum karşısında bozguna uğradı. Ona böyle yaklaşacağımı tahmin etmediği her halinden anlaşılıyordu. “Ö-özledim tabii,” dedi ama ben yalan söylediğini biliyordum. Efdal hemen çaprazından “Yalancı,” diye fısıldadı ona doğru. Ardından “Sen gittikten sonraki yüz ifadesini görmeliydin Anka kuş,” dedi kaşlarını çatarak.

Geriye doğru yaslanıp rahat bir tavır takınarak “Neredeyse mutluluktan havalara uçacaktı,” dedi.

Rabia hemen atlayıp “Öyle bir şey olmadı!” diye itiraz etti. İstediği kadar sevinebilirdi, beni bağlamıyordu. Önemli olan geri dönmüş olmamdı. Sağlam ve tek parça halinde olduğum için seviniyordum.

Kısmen sağlam, dedi iç sesim. Hep yaptığı gibi yine beni bozmuştu.

Avucumu açıp yanık izine göz gezdirdim. Damga gibi duruyordu. Her ne kadar sebebi Sirenler olsa da başı Hakan çekiyordu. Baş parmağımla yanık izinin üstüne bastırdım. Sanki ovalarsam silinip yok olacakmış gibi gelmişti fakat hâlâ aynı yerinde durup bana pis pis gülüyordu.

O kadar çok dalmıştım ki Athena yanıma gelip kulağıma doğru eğildiğinde irkildim. “Ped var mı? Sanırım regl oldum,” diye fısıldadı. Bir yandan da karnını tutup surat asıyordu. Merdivenleri işaret ederek “Odamdaki lavaboda birkaç tane olacaktı,” dedim. Saçımdan öpüp merdivenlere gitti ve aceleyle ikişer ikişer tırmanarak gözden kayboldu.

Ayağa kalktım. Mutfağa gidip Athena için sıcak bir çay yapacaktım. Diğerlerine döndüğümde “Çay isteyen var mı?” diye sordum. Atlas ve Afrodit “Olur,” deyince başımı sallayıp mutfağa geçtim. Kettle’a su koyup düğmesine bastıktan sonra mutfak dolaplarını açıp fincan aramaya başladım.

Yorgunluğumuzu bir nebze de olsa atacak olan papatya çayından yapmaya karar verdim. Bir yandan felaketlerle uğraşırken, diğer yandan normal hayatımıza dönmeye çalışıyordum. Bayadır çay içmemiştim çünkü buna zamanım olmamıştı.

Papatya çayı, bizim yeni normalimiz olabilirdi. Bu fikirle kendi kendime kıkırdadım.

Dört tane fincan çıkarttıktan sonra çayların nerede olabileceğine bakmak için bazı dolapları karıştırdım. Sahi, papatya çayımız var mıydı ki?

“Ne arıyorsun? İstersen yardım edeyim.” Kafamı kaldırıp Afrodit’e baktım. Yanıma geldiğinde “Ah. Papatya çayının olma ihtimali var mı? Hepimize ondan yapacaktım,” dedim. Gülümseyip buzdolabının yanındaki dolabı açtı ve bir paket çıkardı.

Tezgahtaki dört fincanı görünce dört tane poşet papatya çayı çıkarttı. Fincanların içine poşetleri koyduktan sonra kettle’da kaynamış olan suyu doldurmaya başladı. Gözleri fincanların üzerindeyken “Bilekliğin bende,” dedi bir anda. Tabii ya. Bilekliğimi düşürmüştüm. Sirenler tarafından götürülürken.

Benden cevap gelmeyince “Kaybetmek istemezsin diye düşünerek almıştım,” dedi.

“İstemiyorum,” dedim. Ses tonumun sert çıktığını fark ettiğimde “Beni düşünerek aldığın için teşekkür ederim ama istemiyorum,” dedim daha kibar bir şekilde. Suları doldurduktan sonra iki tane fincanı aldı. “O halde çöpe atayım,” dediğinde açık gri gözlerini benim ela gözlerime dikti. “Gözlerin bu ışıkta çok güzel görünüyor,” diyerek konuyu değiştirdi.

Ona teşekkür ettiğimde bende geride kalan iki fincanı aldım ve tekrar salona döndük. Gerçekten de Afrodit’in bilekliği benim için alıp saklaması hoşuma gitmişti çünkü bilekliğin bendeki değerini biliyordu. Lakin bu saatten sonra bilekliği takmamın bir anlamı yoktu, o yüzden çöpe atabilirdi.

Athena beline kalın bir şal bağlamış, salondaki koltuklardan birine kıvrılmıştı. “Of. Belim çok ağrıyor,” dedi gerginlikle. Gidip ayaklarının ucuna oturdum ve elimdeki fincanlardan birini ona uzattım. “Bana mı?” diye sordu şaşırarak. Başımla onayladığımda hafifçe doğrularak elimdeki fincanı kaptı.

“Çok tatlısın. Teşekkür ederim,” diye mırıldandı ve çaydan bir yudum aldı. “Mmm. Papatya çayını çok severim.”

Afrodit’e baktığımda elindeki fincanlardan bir tanesini Atlas’a uzatıp “Afiyet olsun,” dedi. Küçük, masum bir kız çocuğu gibi ona bakarak kıkırdadı. Afrodit’in bu zamana kadar birinden etkilendiğini hiç görmemiştim. Athena bana doğru eğilerek “Afrodit’e bak sen. İlk günden çocuğun ağzının içine düşecek,” deyip güldü.

Bende güldüğümde “Bırak da iki flört etsin,” dedim. Alt dudağını sarkıtarak yalandan üzülmüş gibi yaptı. Gözlerim Hakan’a kaydığında gülüşüm soldu. Üzerimdeki etkisini bu şekilde değiştirmiş olması inanılmazdı cidden. Artık ona bakarken gülmüyordum ya da karnımda kelebekler uçuşmuyordu.

Karnımda uçuşan kelebekleri kendi elleriyle öldürmüştü.

Afrodit çayından bir yudum aldıktan sonra Atlas’a dönüp “Ailen nerede? Sende bizler gibi onların nerede olduklarını bilmiyor musun yoksa?” diye sordu. Sorusunda kötü bir niyet barındırmıyordu ancak bilmeden pot kırmıştı. Bilmiyor olmasından ötürü Atlas, sorduğu soruyu anlayışla karşılamıştı.

Atlas fincanı dudaklarına götürecekken durdu. Ardından hızlı bir şekilde “Bilmiyorum,” diye yalan söyledi. Göz ucuyla bana baktığında neden yalan söyleme gereği duyduğunu anlayamamıştım. Onu bozacak aksi bir şey söylemedim çünkü benim haddime değildi. Kendisi ne zaman hazır hissederse o zaman söylerdi nasıl olsa.

Rabia omuz silkerek, “Umarım benimkiler ölmüştür,” dedi. Bunun üzerine Efdal, “Neden öyle söylüyorsun? Eminim senin gibi bir kızları olduğu için kendilerini çok şanslı hissediyorlardır,” diyerek kinaye yaptı. Rabia’ya gıcık gıcık bakarken dudaklarımı ısırdım. Şimdi gülmenin sırası ve yeri değildi. Hoş, gülünecek bir şey de yoktu ama Efdal pat diye söyleyince gülme isteği gelmişti.

Hoş değil Anka.

“Aileni sevmiyor musun?” Soru Atlas’tan gelmişti. Rabia ile ilk kez ikili diyaloğa girmişti. Arkama yaslanıp ikisini seyrettim. Rabia fazla rahat bir tavırla “Beni sevmediklerini düşünüyorum. Bu yüzden onlar beni sevmezken ben neden onları seveyim ki?” dedi.

İstemeden de olsa bakışlarım Hakan’a kaydı. Durgunlaşmıştı. Annesi tarafından yara aldığı için o da Rabia gibi annesinin ölmesini istiyor muydu acaba? Bunu bilmiyordum.

Hakan’ın bana baktığını görünce başımı çevirdim. Tüm dikkatimi Rabia’ya verdim.

Rabia’nın ailesi tarafından sevgisizce büyütülmüş olma ihtimali kalbimi kırmıştı. Her çocuk ailesinden sevgi görmek isterdi. Gerçek bir aile olmanın kaynağı da karşılıklı sevgi ve saygıdan geçiyordu.

Zarar vermeyen koşulsuz bir sevgi ve şefkat. İnsanı iyileştirecek kadar güçlüydü.

Ailem konusunda çok şanslıydım. Bunu dile getirmekten hiçbir zaman vazgeçmemiştim fakat şimdi ailemin bana verdiği sevgiden söz etmek istememiştim. Rabia’ya baktığımda suratının düştüğünü gördüm. Aslında içten içe ailesini seviyordu. Gözlerindeki ifadeden anlaşılıyordu çünkü onlardan bahsederken ilk anda kendisini ele vermişti.

“Neden seni sevmediklerini düşünüyorsun?” Atlas’ın Rabia’nın aile ilişkilerine fazla ilgi duyuyor olması tuhaf gelmişti. Sadece bir sohbet ortamı oluşturmaya çalışıyor da olabilirdi. “Çünkü sevmiyorlar. Daha ne kadar net olabilirim bilmiyorum,” dedi basit bir şeyi ifade ediyor gibi. Her cümleden sonra ses tonu git gide alçalıyordu.

Atlas çayından bir yudum aldıktan sonra “Aileni gerçekten kaybettiğin zaman onların aslında ne kadar değerli olduklarını anlarsın,” dedi.

“Bazı ebeveynler için geçerli değil bu,” diye itiraz etti Rabia. Üstüne basa basa ailesini sevmediğini, hiçbir zaman sevmeyeceğini ve onlar üzülse hiç gözyaşı dökmeyeceğinden bahsediyordu. Direkt olarak dile getirmiyor olsa da sözlerinde gizlenen imalardan anlaşılıyordu.

“O zaman üzgünüm Rabia,” dedi Atlas son çare olarak. Rabia hiçbir şey söylemedi. Tüm bunları bizler ona üzülelim diye anlatmamıştı, biliyordum ama Atlas’ın söylediği şey üzerine rahatsız olduğunu gördüm. Parmaklarıyla oynamaya geri döndüğünde ortam yeniden sessizleşti.

“Epochal efsanesini anlatan kitaptan söz etsenize,” dedi Atlas konuyu değiştirerek. Hakan dönüp bana baktı. Adeta ışık hızıyla kaşları çatıldı. Atlas ile kaldığım o kısa -bana göre geçmek bilmeyen- süre boyunca ona kitaptan söz etmiş olmamdan rahatsız olmuştu. Her şeyden nem kaptığı gibi bundan da nem kapmıştı. Sorgulayıcı bir yapıcı vardı ama bunu her zaman yapmıyordu.

Bir tek kendi yaptıklarından rahatsızlık duymuyordu. Enteresan.

“Bizde fazla bir şey bilmiyoruz,” dedi Afrodit, kimseden ses çıkmayınca.

“Bu evi nereden buldunuz peki? Sizin olamaz diye düşünüyorum.”

Bu defa Hakan, Atlas’a dönerek “Sana ne kardeşim? Geldiğinden beri amma konuştun,” dedi. Atlas onu ciddiye almayıp çayından bir yudum daha aldı. “Sevgilinde baya asabiymiş,” dedi Atlas bana dönerek. Kendi evinin önünde de aynı şeyi söylemişti ve inatla sevgili olmadığımızı dile getirmiştim.

Şimdi yine aynı şeyi söylemişti. Ona kaşlarımı çatarak baktığımda Atlas sadece omuz silkmekle yetindi. Üstüne basa basa Hakan ile sevgili olduğumuzu diretmesi hoş bir davranış değildi benim gözümde.

Hakan ile benim yerime Rabia cevap vererek “Onlar sevgili değiller,” dedi. Neredeyse öfkelendiğini düşünecektim çünkü ses tonu birden yükseldi.

“Ama öyle havaları var,” dedi Atlas bu kez. Havasına sokacaktım şimdi. Dışarıdan bakan üçüncü bir göz olarak sahiden de sevgili olabileceğimize inanıyor muydu? Buna biz bile inanmıyorduk ki doğru da değildi zaten.

“Alakası bile yok. Anka Hakan’a aşık ama Hakan onu istemiyor.” Kendine eğlenebileceği bir konu bulmuştu. Dudaklarında sırıtış beliriyordu ama saklayamaya çalışıyordu. Rabia’nın Hakan’ı sevdiğini biliyordum ve bu çok normaldi. Birini sevmek kadar normal bir duygu yoktu.

Tabii sevdiğimiz kişinin doğru insan olması önem taşıyordu.

“Senin Hakan’a âşık olup Hakan’ın seni istememesi gibi yani,” dedi Morpheus. Döndüğümüzden beri ilk kez sesini duymuştum. Nerede ne söylemesi gerektiğini nasıl da iyi biliyordu… Efdal, Morpheus’un elini kaldırıp bir beşlik çaktı. Rabia kızarıp bozardığında susmayı seçti.

Mevzu Rabia’nın Hakan’ı sevmesi ya da Hakan’ın beni istememesi değildi. Asıl olan şey, Rabia’nın da istenmeyen kadın olduğunu bilerek bana -istenmeyen diğer kişi- yüklenmeye çalışmasıydı. Kendisini çok sevmesem de içten içe iyi bir kalbi olabileceğini değerlendiriyordum.

En azından saf olduğunu biliyordum. Beni Sirenlere teslim etmek istediğinde bile bunu kötü olduğu için yapmak istediğine inanmamıştım.

Elimdeki fincanı farkında olmadan o kadar çok sıkıyordum ki parmak uçlarım beyazlamıştı. Dudaklarımı kemirmeye başlamıştım. Bir şeyler söylemek isteyip söylememeyi tercih ediyordum. Gergin bir ortam oluştuğu için tadım kaçmıştı.

Ayağa kalkıp fincanı sertçe sehpaya bıraktım. Koltuğun köşesindeki başka bir şalı kaparak sırtıma attım ve kapıya gittim. Kapının kenarında duran botlarımı ayaklarıma geçirdiğimde diğerlerinin seslerini duydum.

“Nereye?” Afrodit arkamdan seslendiğinde cevap vermedim. Rabia kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu ancak onu duymamıştım.

Athena “Rabia kapa çeneni,” dediğinde, Rabia ona karşılık olarak “Yanlış tek bir kelimem yok,” dedi. Ne söylediğini bilmiyordum ama arkamdan konuştuğunu anladım.

Kapıyı açıp dışarı çıktım. Soğuk hava suratıma çarparken derin nefes aldım. Kelimenin tam anlamıyla buradan çekip gitmek istiyordum. Huzurun olduğu bir yerde yaşamıma devam etmeyi istiyordum. Gerçeklerin bir kez daha yüzüme çarpılmasından nefret etmiştim. Aslında Rabia’nın da söylediği gibi yanlış tek bir kelimesi yoktu.

Hakan’ın bana önceden söylediği o tek gerçek aklıma geldi. Kendisine göre olan o tek gerçek.

“Seninle birlikte olmayı ne kadar istediğimi bilemezsin,” demişti bana. Söylediklerine o zaman inanmıştım ancak şu anda inanmıyordum. İçimden gelmiyordu. Seven insan bu şekilde davranmazdı. Ablasını yine kaybedemezdi, biliyordum. Fakat Ares’in de söylediği gibi bana bir pislik muamelesi yapamazdı.

Daha mühim problemlerimiz vardı.

Eskiden aşk önceliğimken şimdi her şey tersine dönmüş, tepetaklak olmuştu. Önceliğim hayatlarımızdı, en başından olması gerektiği şekilde. Meğer ne kadar da safmışım. Ares’in beni Hakan konusunda neden uyarmak istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Belki de onun üstüne çok gitmiş ve ona haksızlık etmiştim ama yine de benimle emir veren imayla konuşmasını sevmemiştim.

Düşüncelerimin içinde boğulurken evden uzaklaştığımı fark ettim. O kadar çok düşünüp duruyordum ki bu bir yerden sonra beni çok hırpalıyordu. Şalıma daha sıkı sarılırken ne tarafa gittiğimi anlamaya çalışıyordum çünkü dalgınlığımdan ötürü yolu şaşırmıştım.

Arkamdan gelen ayak sesleriyle olduğum yerde durdum. Arkama bakıp bakmama konusunda kararsız kalmıştım. Başka bir yaratık olabilir mi diye düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım. Eğer hareket edecek olursam bunu bir tehdit olarak algılayabilirdi belki.

“Benim Atlas. Korkma,” dedi, nazik sesiyle. Rahatlıkla tuttuğum nefesimi verdim. Önüme geçip durduğunda “Aranızın bu kadar kötü olduğunu düşünmemiştim. Seni kırdıysam üzgünüm,” dedi, utangaç bir tavırla. Yanına yine yay ve oklarını koyduğu çantasını almış omzunda taşıyordu.

“Onlara gerek var mıydı?” diye sorduğumda gülümsemeye çalıştım. Konuyu başka tarafa çekmek istemiştim. Fazlasıyla yetmişti bana Hakan Mirza Dalkıran mevzusu. Dilediği yere, dilediği şekilde siktir olup gidebilirdi.

“Onlar dediğin benim kaç kez hayatımı kurtardı sen biliyor musun?” Güldü. “Ayrıca bebeklerime ne zaman ihtiyacımız olacağını asla bilemeyiz,” dedi. Bebeklerim diye hitap etmesi karşısında kendimi tutamayarak güldüm. “Çok enteresan birisin Atlas,” dedim. Atlas ile iyi anlaşabileceğimizi düşünüyordum.

“Seni neşelendirebildiysem ne mutlu bana Anka.” Göz kırptı. Deniz mavisi gözleri gerçekten de büyüleyiciydi. Afrodit’i şimdi anlıyordum. Sarışın kızım kesin Atlas’ın gözlerine tutulmuştu. Bu düşünceyle kendi kendime kıkırdadım.

“Bu kadar komik olan ne?” Neye gülmeye başladığımı bilmemesine rağmen o da bana eşlik etmeye başlamıştı. Bu kadar uyum sağlıyor olması iyi gelmişti.

Bir yandan sohbet ederken diğer yandan da tekrar yürümeye başlamıştık. “Hiç,” diyerek yalan söyledim. Afrodit konusunu şimdi açsam hem çok belli etmiş olurdum hem de belki Afrodit ona sormadan böyle bir şey yaptığım için bana darılabilirdi.

“Söylediğin yalana kandığımı sanma,” dedi, gülümsemeye çalışarak. Gülmeyi ve şakalaşmayı ne kadar çok seviyordu… Keşke hepimiz her anımızda bu kadar pozitif ve neşeli olabilseydik.

Konuyu dağıtmak için “Bana da öğretsene,” dedim. Şaşkınlıkla bana baktığında neyden söz ettiğimi bilmiyordu. Omzundakileri işaret ettim.

Aslında sadece konuyu dağıtmak için değil, ok atmayı cidden öğrenmek istiyordum. Değişik ve alışılmadık bir aktivite olabilirdi. Hem ilerleyen zamanlarda kendimi geliştirebilirdim de. Kendimi spora adamak hem ruhuma iyi gelirdi hem de normalleşmeyi elden bırakmamayı sağlardı. Yani, kısmen.

“Ok atmayı mı?” Şaşkınlığı hâlâ sürüyordu. Başımı hevesle ‘evet’ anlamında salladım. Dudaklarını büzüp başını sallayarak etkilendiğini gösterdi. Sanki kendisine ok atmak için heveslenen bir öğrenci bulmuş gibiydi.

“Konuyu nasıl saptıracağını çok iyi biliyorsun Anka,” dedi, sinsi sinsi gülerek. Tüh. Yakalanmıştım. Tam olarak niyetim bu olmasa da büyük bir parçası konuyu dağıtmaktı.

“Niye bu kadar çok şaşırdın?” diye sorduğumda ağacın gölgesinin altında duruyorduk. O biraz daha geri çekildiğinde karartının altında gizlendiği için suratındaki ifadeyi artık göremiyordum. “Bu zamana kadar hiçbir kız ona ok atmayı öğretmemi istememişti,” dedi. Neden ki? Eğlenceli bir spora benziyordu. Diğer sporlara olduğu gibi okçuluğa da karşı hep bir ilgi duymuştum aslında.

“Sebep? Kızlar ok kullanmayı öğrenmek isteyemez mi?” diye sordum, yalandan kaşlarımı çatıyordum. Hemen açıklama ihtiyacı duyarak “Hayır, hayır. O anlamda demek istemedim. Karşıma hiç ok kullanabilmek için hevesle çıkan bir kız görmemiştim, onu demeye çalıştım,” dedi.

İfadesine karşılık küçük bir kahkaha attım. “Bir ilk oldu o zaman,” dedim, gülümseyerek. O benim gülümsememi seçebilecek konumdaydı. Tepemde kocaman bir sokak lambası ışığını üzerime yansıtıyordu. “Çok fenasın. Resmen benimle dalga geçmene izin verdiğime inanamıyorum,” dedi.

Ardından diğer söylediğimin üzerine, “Kesinlikle öyle oldu,” dedi, tatminlikle. O da eğleniyordu. Ara sıra eğlenmeye de ihtiyacımız vardı ve şu an bunu yakalayabilmiş olmamıza seviniyordum.

“Eee? Öğretecek misin yoksa öğretmeyecek misin?”

“Baya da sabırsızız,” dedi, bir kahkaha atarak. Ardından gölgenin altından sıyrılıp yanıma geldi. Elini bana uzattığında “Gel. Düzgün bir yer bulalım o halde,” dedi, kibarca. Elini tuttuğumda peşinden gittim. Yalnızca parmaklarım onun soğuk parmaklarını tutuyordu. Eli elime tam değmiyordu.

Karanlığın içine çekilirken büyük ağaçların dolu olduğu bir alana girdik. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Büyüleyici olduğu kadar insanın içini ürpertiyordu. Gökyüzüne bakmaktan her zaman keyif almıştım. Tabii gök gürlemediği zamanlarda.

Parmaklarını benimkilerden çektikten sonra “Daha önce hiç denedin mi?” diye sordu, bir yandan da oklardan birini eline almış bekliyordu. Bu zifiri karanlıkta önümü bile göremezken oku nasıl isabet ettirecektim ki?

“Hayır denemedim,” dedikten sonra “Karanlıkta göremem ki. Nasıl yapacağım?” diye ekledim.

“Görmen gerekmiyor. Hissetmen lazım.”

“Hisle mi nişan alıp oku isabet ettireceğim?” diye sorarken alay ediyordum.

“Hislerine güvendiğini düşünüyordum,” dedi, ciddiyetle. Benim aksime ses tonu komik bir şey söylüyormuş gibi çıkmamıştı. Başarılı olabileceğimi pek düşünmüyordum fakat ilk seferim olacağı için çok da sallamadım.

“Hislerime her zaman bel bağlamak istemiyorum,” dediğimde gerçekleri dile getirmiştim. Ardından, “Sonrasında yaralayıcı sonuçlara sebebiyet verebiliyorlar,” dedim. Beni anlıyormuşçasına başını salladı. Kimi kastettiğimi anlamıştı, hem de olayları hiç bilmeden. Her şeyi bu kadar göz önünde yaşıyor olduğum için içten içe kendime kızıyordum.

Yay çantasını arkasındaki ağacın dibine koydu. Yay kabzasından tuttu ve oku yerleştirdi ve yayı gerdikten sonra gözlerini kapattı. Yaptığı her adımı seyrediyordum. Derin bir nefes aldı ve atış yaptı. Ne tarafa doğru attığını bile bilmiyordu ama eli o kadar alışmıştı ki atışı korkmadan gerçekleştirdi.

Gözlerini açtığında karşıya baktı ve oku nereye isabet ettirdiğini anlamaya çalıştı. Tam karşımızdaki ağacın gövdesine başarılı bir şekilde oku saplayabilmişti. Hem de karanlığa karşı gelerek.

“Bana inanman için gözlerimi kapatarak denedim,” dedi ve gidip oku ağacın gövdesinden çıkardı. Hiç zorlanmamış olması bu işi sıklıkla yaptığını gösteriyordu. Kendini okçuluğa adamıştı ve işinde gerçekten ustalaşmıştı. Gözleri kapalıyken bile bu kadar düzgün isabet ettirmiş olmasına hayran kalmıştım.

Geri dönüp yanıma geldiğinde başka bir oku bana uzattı. Yayı elime tutuştururken “Şimdi sana adımları söyleyeceğim,” dedi. Elinden yayı ve oku aldığımda “İlk önce oku yaya yerleştir,” diye emretti. Söylediklerini yaparken ellerim titriyordu. Yapamayacağımdan ya da çekindiğimden falan değildi, hava bir anda serinlemişti. Omzumdaki şal yere düştüğünde Atlas eğilerek şalı benim için yerden aldı ve silkeledi.

“Daha sonra yayı gereceksin. Ok bir anda fırlar diye endişe etme,” dedi, gülerek. Homurdanarak diğer dediğini de yerine getirdim. Onun elindeyken daha hafif geliyorlardı. Kendi elime aldığımda ise yay ağır gelmişti. Kollarım onunkilere göre sıska olduğu için dengeyi sağlamaya özen gösteriyordum.

“Ne yani? İlk atışımda bana yardım etmeyecek misin?”

“Yardım ediyorum ya Anka,” dedi, anlamamış gibi. Tam olarak demeye çalıştığım bu değildi. Talimatları vererek yardım etmiş sayılmıyordu. Ya oku birine saplarsam -gerçi burada bizden başka birinin olduğunu zannetmiyordum- ya da ne bileyim kendi gözüme sokarsam falan.

Harika senaryolar kuruyorsun kızım. Biraz gevşe.

“Oradan durup şunu yap bunu yap demekle olmuyor. Adı üstünde Atlas, ben ilk kez deniyorum ve sen ise yıllardır okçulukla ilgileniyorsun,” dedim, dayanamayarak. Zaten ellerim titriyordu, bir de soğuk esinti vurunca titrememi daha fazla arttırıyordu.

“Tamam bekle,” dedi ve arkama geçip durdu. “Yayı kaldır,” diye talimat verdi. Dediğini yaptığımda arkadan kollarını kaldırarak ellerini benimkilerin üzerine yerleştirdi. Ondan yardım isterken bu kadar yakın olacağımızı düşünmem gerekirdi. Hakan dışında başka bir erkeğe yakın olmak güzel hissettirmemişti. Zamanla buna da alışacağımı umuyordum.

“Tamam şimdi ger,” derken benden çok kendisi söylediklerini uyguluyordu. “Gözlerini kapatmaya ne dersin?” diye fısıldadı kulağıma doğru. Başımı sallarken gözlerimi kapattım. “Sakın bana bir numara yapmaya kalkma,” diye yalandan tehdit ettim. Ciddi olmadığımı bildiği için güldü. Dudaklarından çıkan her sözden sonra nefesi kulağıma, saçlarıma ve enseme değiyordu.

“Şimdi oku birlikte atıyoruz ama yönünü ben belirlemiyorum,” dedi bilgilendirmek adına. “Tamam mı? Fırlatıyorum oku,” dediğimde kahkaha attı.

“Fırlat Anka.”

Oku nereye fırlattığımı bilmeden hareket ettim. “Gitti mi?” diye sorduğumda “Gözlerini artık açabilirsin,” diye karşılık verdi. Ellerini ve kollarını geri çekerek birkaç adım geriye gitti. Artık nefesini o kadar net duymuyordum.

Gözlerimi açtığımda sanki etraf daha da karanlık olmuştu. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra oku nereye attığımı anlamaya çalıştım. “İlk seferine göre fena değilsin,” dedi Atlas. Sanki bir öğretmendi ve bende onun öğrencisiydim. Bu duruma çabucak adapte olmuştu.

“Böyle söylediğine göre bok gibi bir yere fırlattım,” dedim, ona döndüğümde. Tekrar kahkaha attı. Atlas yaşadığı şeylere rağmen -bana söyledikleri doğruysa tabii- neşesini kaybetmemişti. Sürekli gülüyor, eğleniyor ve her şeyle dalga geçiyordu. Umursamaz tavrı bende de olsun istedim.

Çok umursamaz biri olmasam da bazen konuya göre değişiyordu. Benim sıkıntım sürekli olarak bir şeyleri düşünüp durmaktı. Öyle ki, yakında migren ağrıları atak verebilirdi.

“Biraz önüne baksan nereye attığını görürsün,” derken yeri işaret ediyordu. Önüme baktığımda benden birkaç adım ötede toprağa saplanmış oku gördüm. Hayıflanarak “Bak işte söylemiştim sana,” dedim. Gidip oku saplandığı yerden çıkardı ve yay çantasının içine atarak çantayı tekrardan omzuna astı.

Yayı ona uzattığımda elimden aldı. Aynı şekilde şalımı bana uzattığında elinden kaptım ve omuzlarımın üstüne attım. Beni istediğim gibi ısıtmıyordu ama hiç yoktan iyiydi.

“Zamanla kendini geliştirirsin. Eğer hâlâ öğrenmek istiyorsan,” dedi. Hevesle başımı ‘evet’ anlamında salladım. Sıcak bir gülümseme gönderdikten sonra “Yavaştan eve doğru geçelim mi?” diye teklif etti. Teklifini kabul ederek geldiğimiz yoldan geri çıktık. Ters yöne yürümeye başlarken devasa evi olduğumuz yerden görebiliyorduk.

Epey uzaklaşmıştık ama evin beyaz renkte olması bize ayrıcalık tanımıştı. Loş ışıklar evi aydınlatıyordu. Uzun zaman sonra güzel vakit geçirdiğimi fark ettim. Atlas’a ayrı bir teşekkür borcum olmuştu.

Biz sessizce yürümeyi sürdürürken kafamı kurcalayan soru işaretleri çabucak geri gelmişti. Aldığım zevkin bu kadar kolay kaybolması kırıcıydı. Sorumu sorup sormamak arasında kaldım ama hazır baş başa kalmışken bu şansı bir daha elde edemeyebilirdim.

Yerdeki taşları botumun ucuyla iterken “Ailen hakkında neden yalan söyledin?” diye sordum. Dudakları düz çizgi haline geldi, derin bir nefes aldı ve karşı yolu izlemeye koyuldu. “Herkesin bilmesi gerektiğini bilmiyordum,” dediğinde sesinde alınganlık vardı.

“Tabii ki herkesin bilmesi gerekmiyor ama bana anlatıp onlara sadece bilmediğinden bahsedince garip hissettim,” dediğimde bu kez doğruları söylüyordum.

“Sadece senin biliyor olman kötü bir şey mi senin için?”

“Hayır,” dedim, tüm samimiyetimle.

“O zaman ortada bir sorun kalmadı.” Fazlasıyla bilmiş ve umursamaz bir tavırda konuştu. Yürümemi yavaşlattım çünkü bu konuşmayı yapmadan eve girmek istemiyordum.

“Aklıma takılan başka bir şey daha var,” dedim. Alt dudağımı kemirmeye başladım. Merak ettiğim soruyu evdeyken sormuştum fakat verdiği cevaba bir türlü inanmamıştım. Omzunun üzerindeki saçları geriye atıp “Yine ne soracaksın acaba,” dedi alayla.

Cidden gereğinden fazla soru soruyordum. Asıl amacım onu huzursuz etmek değildi, bunu istememiştim ama bir yandan da kendime engel olamıyordum.

“Canını sıktıysam sormayabilirim,” dedim. Daha birbirimizi tanımıyorduk, bu yüzden ilk andan itibaren onu sıkmak, sorularla boğmak mantıklı gelmemişti. Lakin az önce de söylediğim gibi birbirimizi doğru düzgün tanımadığımız için tüm bu soruları sorma gereği duyuyordum.

Doğal olarak, ona tamamen güvenmiyordum ama içimdeki ses onun güvenilir bir insan olabileceğini vurgulayıp duruyordu. İç sesim her zaman benden yana olmasa da çoğunlukla mantık çerçevesi içerisinde bana yol gösteriyordu.

Bende bir insandım sonuçta. Elbette ki kuşkularım vardı. Kuşkularım olmasaydı, hayatı sorgulamayı bıraksaydım o zaman ne olurdu? Hep temkinli olmaya çalışırdım ve şimdi de sorgulayan tarafımı harekete geçirmiştim.

“Hadi sor,” dedi, sakindi ama yarı bıkkın bir tavırla konuşmuştu. Her adımımızda omzunda taşıdığı oklar birbirine çarpıyordu. Ellerimi saçlarımın arasından geçirdikten sonra yüzümü ona çevirdim. Hâlâ yolu izliyor, bana bakmıyordu. Galiba bilerek bakmayı reddediyordu.

“Ares ile tanışmadığınızı söyledin,” diye mırıldandım. Devamında ne soracağımı biliyor olmalıydı. Hemen “Evet söyledim Anka,” dedi. Sesi az önceki kadar yumuşak çıkmamıştı. “Ailen hakkında yalan söylediğin gibi Ares hakkında da yalan söylediğini düşündüm çünkü sanki onu tanıyormuşsun gibi gelmişti,” dedim uzun bir bekleyişin ardından.

Çünkü bu doğruydu. Eve geldiğinde diğerleriyle üstü kapalı selamlaşmalar havada uçuşurken Ares kendisini tanıtmak için özel olarak yanına geldiğinde farklı bir atmosfer oluşmuştu. Bir insanla tokalaşırken onun kuvvetinden karşındaki insanın adını tahmin etmek -ki nokta atışı yapmıştı- çok da olası bir durum gibi gelmiyordu.

Yürümeyi kesti. Karşıma geçerek deniz mavisi gözlerini bana dikti. O kadar ani bir şekilde gerçekleşmişti ki neredeyse ona çarpacaktım. Ellerini omuzlarıma yerleştirip çarpışımı engelledi.

“Bu konuda neden yalan söyleme gereği duyduğumu düşünüyorsun?” Benim yaptığım gibi geçmiş zamanı kullanmamıştı. Hâlâ aynı fikirde olduğumu biliyordu ve sırf bu yüzden sondaki kelimeyi vurgulayarak söylemişti. Yutkunduktan sonra “Sadece bir histi,” dedim, en uygun şekilde. Tamamen yalan değildi. Cidden böyle hissediyordum.

“Hislerine her zaman güvenir misin?” diye sordu bu defa.

“Bana bu soruyu birkaç gün önce sormuş olsaydın evet diyebilirdim. Ancak şimdi tam emin olamıyorum.”

Söylediğimi çok takmayarak pat diye soru sordu. “Ares ile yakın mısınız?”

Bu soru karşısında bozguna uğradım çünkü hiç beklemiyordum. Neden özellikle Ares ile yakın olup olmadığımı merak etmişti, anlamamıştım.

Ellerini omuzlarımdan çektikten sonra tepkimi görmek istiyormuşçasına yüzümü inceledi. “Ona fazla güvenme bence,” dediğinde başka bir şok yaşadım. Hem Ares’i tanımadığı konusunda ısrar ediyordu hem de ona güvenmemem gerektiğini söylüyordu. Bunu neye istinaden söylemişti? Muhtemelen önyargıyla yaklaşıyordu çünkü aklıma başka bir açıklama gelmemişti.

Ancak fazlasıyla kendinden emin ve kesin bir dille konuşuyordu. Bir yerden sonra bunun sadece önyargı ile sınırlı olmadığını kavradım. Söylediğinin altında başka bir şey yatıyordu ama onu bana açıklamaya zahmet etmedi.

“Hiç tanımadığın biri hakkında bunu nasıl söyleyebiliyorsun?” Tanımadığın derken özellikle bastırarak söylemiştim. Omzundan düşen çantayı tutup tekrar yerine sabitledi. Omuz silkip “Sadece bir histi,” dedi, beni taklit ederek. “Ares’in güvenilmeyecek bir yanını henüz görmedim,” dediğimde bana güldü.

Bu, öyle bir gülmekti ki sanki bana ‘salaksın’ diye üstü kapalı hakaret ediyormuş gibi gelmişti. Üstü kapalı imalardan çok hoşlanan bir yapım yoktu çünkü herkesin direkt olarak doğruları söylemesi gerektiğine inanırdım. İmalar çoğunlukla yorucu ve çözülmesi zaman alan şeyler olabiliyordu.

İnsanlara bu kadar kolay güvenmek istiyor olmam benim suçumdu. Olabildiğince herkesi incelemeye ve nasıl biri olduklarını anlamaya çalışıyordum. Bazen doğru düşünüyor -ya da hissediyor- bazen de her insan gibi yanılabiliyordum. Aslında çok da kolay güvenmiyordum, sadece güvenmeyi seçiyordum. Neden böyle yaptığıma gelecek olursam, bilmiyordum.

“Sahiden Atlas, neden ona güvenmemem gerektiğini söyledin?” Ondan daha elle tutulur bir cevap bekliyordum. Benim söylediklerimi tekrar etmesini değil. Eğer bir şeyi ortaya atıyorsa onun devamını dile getirmesi gerekirdi.

“Çünkü Anka,” dedi, bıkkınla nefesini verirken. Konudan pek hoşnut değildi fakat ilk önce kendisi açmıştı, o yüzden ona soru sormaya devam etmem çok normaldi. Etrafına kısaca bir göz gezdirdikten sonra sıkıntılı bir nefes verdi.

Şalı daha fazla göğsüme doğru çekerek ısınmaya çalıştım. Rüzgârın esintisi bulunduğumuz ağaçlık bölgede daha şiddetliydi. Uğultu sesleri geliyor ve ağaçlardaki yapraklar delicesine sallanıyordu. Titrememek elde değildi. Bir an önce bu tatsız sohbeti bitirip eve dönmek ve ısınmak istiyordum.

“Her işin bir perde arkası vardır ve önünde sonunda gün yüzüne çıkarlar.” Hangi işten söz ediyordu? Hangi perde arkasından? Yaptığı imalar kesinlikle öylesine değildi. Boş atıp boş konuşan birine benzemiyordu.

“Hatta ve hatta yalnızca bir işin değil, bir kişinin saklandığı bir perde arkası vardır Anka. Bunu sakın unutma. Benden sana minik ancak yararlı bir tavsiye.” O kadar ciddi görünüyordu ki, kendi ailesinden söz ettiğinde bile onu bu kadar ciddi bir tavırla görmemiştim.

Beni korumaya mı çalışıyordu? Özellikle bir isimden bahsetmiş ve onun üzerine böyle konuşmuştu. Onu tanımadığını söylediği, benim onunla yakın olup olmadığımı sorduğu ve üstüne basa basa ona güvenmemem gerektiğini vurguladığı kişi.

Ares Güçlü.

Benden bir ses çıkmayınca, “Ares’e güveniyor olsan bile o benim elimi sıkmak için yanımıza geldiğinde istemsizce geri çekildiğini görmedim sanma,” dedi. Ares’e yakın durmamak için geri çekildiğimi, ondan kaçtığımı sanmış olsa gerekti. Oysaki böyle yapmayı planlamamıştım.

Başarılı bir okçu olmasının yanı sıra başarılı bir gözcüydü de aynı zamanda. Ares geldiğinde geriye çekildiğimin farkında değildim ve Atlas bunu dile getirmeyene kadar da ne yapmaya çalıştığımı anlamayacaktım. İşin aslı, ona zarar verdikten sonra eskisi gibi yakınında durmak istememiştim.

“Böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum,” dedim, kendimi savunmaya çalışarak.

“O kaslı çocukla aranızda bir şey geçmiş. Hakan denen o asabiyle de aranızda bir şeyler dönüyor.” Şaşırarak bana baktı. Daha ilk anlardan itibaren onlarla olan aramdaki kötü enerjiyi sezmişti. Bir çıkarımda bulunmamıştı ama gerekte yoktu.

Midem guruldadığında sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi fark ettim. Karnıma baktıktan sonra gözlerini yeniden bana çevirdi. “Kurt gibi aç olmasın,” dedi. Yanaklarım kızardığında elimi mideme yerleştirdim. “Evet, bayadır tek lokma bile atmamıştım ağzıma,” dedim. Şal bir omzumdan düştüğünde Atlas hemen şalı omzuma geri yerleştirdi.

Tahminimce aramızda en fazla beş santim vardı ama zayıf biri olduğu için daha uzun görünüyordu. Bana tepeden baktığında “Hadi eve dön,” diye mırıldandı. Sokak lambalarının loş ışığı sayesinde yüzündeki ifadeyi seçebiliyordum. Tezat bir şekilde hem endişeli görünüyordu hem de umursamaz. Kendisini geri çektiğinde başını iki yana salladı.

Dudaklarımı ıslattıktan sonra “Sen gelmiyor musun?” diye sordum. Eve yaklaşmış sayılırdık. “Biraz daha yürümek istiyorum,” dediğinde ısrar etmedim. Tek başına kalmak istemesi en doğal hakkıydı. Onu uyarmak adına “Dikkatli ol. Gözünü dört aç,” dedim. “Endişelenme. Bebeklerim yanımdayken kendimi koruyabilirim,” dediğinde çantasına vurdu.

Eve geri dönerken temiz havayı olabildiğince çok içime çektim. Evin içerisi rutubet gibi kokuyordu. Geldiğimizden beri camları hiç açmamıştık çünkü apartman olmadığı için camdan herhangi bir şey -çoğunlukla yaratık ya da şeytani kızlar- içeri kolaylıkla sıvışabilirlerdi.

Demir kapıyı iterek açtığımda gıcırdadı. Biraz daha dışarıda yürüyüş yapabilirdim ama hem çok acıkmıştım hem de donuyordum. Sırtımdaki şal elverişsiz kalıyordu.

Kapıyı tıktıkladım. Athena elinde bira şişesiyle kapıyı kocaman gülümseyerek açtı. “İşte benim kızım geldi!” diye bağırdı içeriye doğru. Efdal’ın içeriden “Anka kuşu!” diye bana seslenişini duydum. Elindeki bira şişesini havaya kaldırmış sırıtıyordu. Yavaştan sarhoş olmaya başlamışlardı, açıkça görülüyordu. Kim bilir kaçıncı biralarını yudumluyorlardı.

“Evde bira da mı vardı?” diye sordum kapıdan içeri geçerken.

“Olmaz olur mu? Başka türlü nasıl bu iğrenç dünyayı çekeceğiz?” Kendi kendine gülmeye devam etti. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Hatta öyle ki, her hareketinde elindeki bira şişesi de onunla beraber sallanıp duruyordu. Neyse ki Morpheus yardımına koştu da Athena’yı omuzlarından tutarak salona doğru yönlendirdi.

“Sen neden içmiyorsun?” diye sordum Morpheus’a. Bir tek onun elinde içki şişesi göremiyordum. Onu da geçtim, içki içmiş gibi görünmüyordu çünkü gayet kendisindeydi.

Morpheus, Athena’yı Efdal’ın yanına oturttuktan sonra “Bu gece canım istemiyor,” dedi, açıklayabileceği en basit şekilde. Topuzundan dışarı fırlamış birkaç saç tutamını gözünün önünden alarak “Ayrıca baksana şu ikisine. Onlara mı göz kulak olayım yoksa keyfime mi bakayım?” diye hayıflandı.

Onlar dışında salonda sadece Ares ve Rabia vardı. Ares de birasını yudumluyordu, Rabia ise boş boş yeri seyrederken şarap kadehine sarılmıştı. Athena ve Efdal ise birbirlerine vurup şakalaşarak kıkırdıyorlardı. Neye güldüklerinden bihaberlerdi ama onlar için bu bir nimetti. Bir anda herkesin kendisini alkole vermesi çok üzücüydü.

Sorunlardan bu şekilde kaçmak istememiz bizi aciz yapar mıydı?

Aslına bakacak olursak bir yere kadar kaçabiliyorduk. Kafamız yeniden normale -artık normalin tam olarak ne olduğunu bilmiyordum- döndüğünde bütün problemler su yüzüne geri çıkıyordu. Bunu bile kasten yaptıklarına yemin edebilirdim ama maalesef kanıtlayamazdım.

Hakan ve Afrodit yoktu. Abla kardeş baş başa sohbet mi ediyorlardı acaba?

Midem yeniden guruldadığında “Yiyecek bir şeyler ister misiniz? Kendime ufak bir sandviç hazırlayacağım,” dedim, herkese bakarak. Morpheus, “Biz çok aç olduğumuz için atıştırmıştık. Zaten sabahtan beri o kadar çok içtiler ki ağızlarına bir şey atsalar anında geri çıkarırlar,” dedi, yüzünü buruşturarak.

“O yüzden sen kendine yetecek kadar hazırla,” derken tatlı tatlı gülümsedi. Bunun üzerine mutfağa geçerek kendime bir tabak çıkarttım. Buzdolabından kaşar ve salamı da çıkardıktan sonra özensiz bir sandviç yaptım. Yanında bir iki tane küçük domates koydum. Şimdilik midemi doldurması benim için yeterliydi. Çok fazla iştahım olmadığı için yiyebileceğim kadar hazırlamaya çalıştım.

Buzdolabında bu kadar çok yiyecek olması ve neredeyse hiçbirine dokunulmamış olması aklıma Ertuğrul Bolat’ı getirdi. Kesin kendisi ve ailesi adına yaklaşan felaket için hazırlık yapmıştı. Ailesinin bir ümit döneceğini -bir kısmımız gibi- sanarak almış olmalıydı. Çoğu çürümemişti, bu iyiye işaretti.

En azından geride kalan bizler nasibimizi alabilirdik. Bir şekilde hayata tutunmak gerekiyordu.

Bir elimde sandviçi koyduğum tabakla, diğer elimde de bir bardak suyla mutfaktan çıktım. Salondakiler kendi aralarında gülüşüyorlardı. Alkolün etkisinden boş boş güldüklerine emindim ama yine de bir şekilde gülüyor olmaları beni sevindirmişti.

Merdivenleri çıkarak odama geçtim ve ayağımla kapıyı arkamdan kapattım. Yatağa yerleştikten sonra baş ucundaki lambayı açtım. Fazla ışıktan hoşlanmıyordum, gözlerimi kamaştırıyordu. Bağdaş kurmadan önce bardağı komodine koydum. Tabağı önüme aldım ve sandviçi elime alıp tam ısıracaktım ki odamın kapıyı sesli bir şekilde açıldı.

Kapı duvara çarptığında sandviçi tabağa geri koydum. Hakan kapının önünde dikilirken ayakta durmakta zorlanıyordu. İlk önce yatakta duran tabağa baktı, ardından gözleri benimkilere tırmandı. “Odamda ne arıyorsun? Çık dışarı,” dedim, sertçe. Hiçbir şey olmamış gibi öyle pat diye odama dalamazdı. Şu an tamamen saygısızlık yapıyordu.

Söylediğimi duymamazlıktan geldi. Kapıyı arkasından kapatmayı başardığında yatağın kenarına geldi. Yalpalayarak yürüyordu, o yüzden bacağını yatağın kenarına çarpmıştı. Bacağını çarpmış olmasını önemsemeden tepemde dikilmeye başladı.

“Seninle konuşmam gerekiyor.”

“Benim seninle konuşacak bir şeyim kalmadı.”

“Anka lütfen- “

“İstediğin bu değil miydi Hakan?” diye sorduğumda lafı bölündü. Yatağa, tam karşımda duracak şekilde oturdu. Tabağı alıp komodinin üzerine koyduktan sonra ona döndüm. Boğazımdan bir lokma bile geçirmeme izin vermemişti. Yaptığı bencillikten başka bir şey değildi.

Leş gibi alkol kokusu yüzünden burnumun içi yandı. “Berbat kokuyorsun,” dedim, yüzümü buruşturarak. Gözleri bayık bakıyordu ama kendisini kaybetmemişti. Kim bilir ne kadar içmişti de gelip benimle konuşacak cesareti elde etmişti…

Hâlâ aynı yerde oturmaya devam etti. Birazcık geriye çekilmesini ummuştum ama bunu yapmamıştı. “Benden uzak durmak isteyen sendin. Senden uzak durmadığım için resmen bana pislik gibi davranıyordun ki senden vazgeçeyim diye. Al işte,” dedim. O kadar hızlı konuşmuştum ki nefes nefese kalmıştım. “İstediğin oldu,” dedim daha sonra.

Gözlerini kapatıp kendisine birkaç saniye tanıdıktan sonra geri açtı. “Anlamıyorsun,” dedi, öfkeyle. Ben mi anlamıyordum? Sürekli aptal muamelesi görmekten ve bir şeyleri anlamadığımı söylemesinden gına gelmişti. Ellerimi yatağa koyup öne doğru eğildim. “Ben mi? Pardon da tam olarak neyi anlamıyorum Hakan?”

“Olay sadece Afrodit’i kaybetmekten ibaret değil,” diye fısıldadı. “Sadece ablamla sınırlı değildi Anka.” Kaşları çatıldı. Beni dikkatle incelerken aynı zamanda bana meydan okumayı da ihmal etmiyordu.

Alkol aldığına sevinecek raddeye gelmiştim çünkü alkolün verdiği cesaretle bana gerçekleri bir bir dökmek istiyordu. Dinleyecektim fakat inanamamak için kendimle savaşacaktım. Artık onun dudaklarından dökülen sözlere kanmak istemiyordum. Bana yalan söylememiş sayılırdı ama gerçekleri sorduğumda da sessiz kalmış, yaşadıklarını benimle paylaşmamıştı.

Zamanında en yakın arkadaşım olan Hakan, beni hiç öyle görmediğini yüzüme vurmuştu.

“Ailene de mi zarar verecekmiş?” Alayla güldüm. Bunlara sahiden inanıyor muydu?

Zitra denilen kötü ruhun bunları yapabilecek gücü ya da yetkisi var mıydı ki? Tamam, Hakan o zamanlar 9 yaşındaydı ve Zitra’ya bel bağlaması normaldi çünkü küçüktü ama şimdi de aynı fikirde olması akıl kârı değildi.

“Sevdiğim ve değer verdiğim herkese,” derken yüzünde acı çektiğini gösteren bir tebessüm oluştu. Konuşurken başı aşağı yukarı sallanıyordu. Sarhoş olmasına rağmen kendini iyi toparlıyordu. Kelimeleri bir araya getirmekte zorlanmıyordu ancak kendisini dilediği şekilde ifade edebildiğini zannetmiyordum.

“Sence de bu çok mantıksız değil mi?”

“Şu zamana kadar yaşadıklarımızın hangisi mantıklı ki Anka?”

Doğru bir noktaya parmak basmıştı. Şu haline rağmen ağzı hâlâ iyi laf yapıyordu ve bundan nefret etmiştim. Onu kıstırmak istiyordum ama daha fazla ne sorabileceğimi bilmiyordum.

“Konuşman bittiyse çıkabilirsin. Huzurla sandviçimi yemek istiyorum,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Bitmedi,” dedi sadece. Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım. Saçlarını karıştırıp buklelerini iyice bozduktan sonra derin bir nefes aldı.

“O piçe söyle,” dedi, dişlerinin arasından. Vay be. Konuyu çok çabuk değiştirmişti. Bende saf gibi hâlâ aynı mevzuyu konuşacağımızı sanıyordum. Kaşlarım havalanırken sonrasında ne söyleyeceğini bekledim. Öfkeyle bakan gözlerini benimkilere dikti.

“Bir daha sana dokunmayacak.”

Yalandan bir kahkaha attım. “Ne oldu? Kıskançlık krizlerin mi tuttu birden?”

“Anka ben ciddiyim,” dedi. Lambadan çıkan ışık gözlerine vuruyordu. Birkaç kez gözlerini kırpıştırdıktan sonra “Atlas’ın sana dokunduğunu gördüm,” dedi. Bizi mi gözetlemişti? Bu çocuğun dengesizliği, ne istediğini bilmemezliği en sonunda beni öldürecekti. Ölümüm Hakan’ın saçmalıkları yüzünden olmazdı umarım, diye geçirdim içimden.

“Farkındaysan sevgilim değilsin.”

“Sevgilin olmayabilirim ancak âşık olduğun adam benim,” dedi bastırarak.

Ona vurmak istiyordum. Benimle bir oyuncakmışım gibi oynamaya devam ediyordu. Yok benden uzak dur yok başka biri sana dokunamaz yok âşık olduğun kişi benim ama birlikte olamayız. Siktir git Hakan Mirza Dalkıran. Bu saatten sonra neyi yapıp neyi yapmayacağıma bir tek ben karar verebilirim.

“Siktir git odamdan,” diye tersledim onu, daha fazla dayanamamıştım.

Burnundan soluyordu. Ani bir öfke patlamasıyla “Atlas. Veya. Başka. Biri. Bir. Daha. Sana. Dokunmayacak,” dedi. Her kelimeyi tane tane, bastıra bastıra söylemişti.

“Ben senin malın mıyım? Ne bu sahiplenici tavırlar?” Artık bende sabrımı kaybetmiştim.

Bir anda durdu ve kaskatı kesildi. Gözlerinde oluşan ifadeye baktığımda üzüldüğünü gördüm. “Malım mı? Anka sana hiçbir zaman o gözle bakmadım,” diye mırıldandı. Bana bir malmışım gibi muamele ettiğini fark edince kendisini yumuşattı. Gözleri artık öfkeyle bakmıyordu, hayretle bakıyordu.

Ardından, “Sen benim miniğimsin,” dedi şefkatle.

Toplarla kendini Anka. Yine seni kandırmaya çalışıyor. Bu işte gerçekten usta.

“Senin hiçbir şeyin değilim,” dedim.

“Sen benim için birçok şeysin,” dediğinde artık ses tonu da yumuşak çıkıyordu.

“Hakan kalk git artık.”

Yatakta iyice bana doğru geldi. Birbirimize o kadar yakın duruyorduk ki alkolün kokusu iyice artmaya başlamıştı. “Çekil şuradan. İğrenç kokuyorsun,” dedim, iğrenir gibi. Söylediğime alınmamıştı, yalnızca gülmüştü.

“Güya bir anlaşma yapmışsın ama uygulamak konusunda sınıfta kalıyorsun,” dedim onu ittirerek. Hiç hareket etmemişti. “Ben aklımı kaybetmişim. Ne yaptığımın bilincinde miyim sence?” Gülmesi soldu, hüzünlü bakmaya başladı.

“Gayet de bilincindesin. Şimdi alkol almışsın diye cesaret gelmiş sana fakat yutmuyorum artık söylediklerini.”

“Kendime hâkim olamıyorum. Bir yanım her şeyi siktir etmek isterken diğer yanım direnmem için beni dürtüyor.” Eliyle saçımın birkaç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdı. Elinin değiyor olması bile bana enerji veriyordu. Başka hissettiriyordu.

“Dokunma saçıma,” deyip elini ittim.

Dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra “Bunu bana değil, Atlas’a söylemen gerekirdi,” dedi. Kafayı şimdi de Atlas’a takmıştı. Kıskanç halleri bile inandırıcı gelmiyordu. “Atlas’a gel bana dokun demedim Hakan. Abartma,” dedim.

“Sen söylemeden sana dokunuyor olmasına sinirlenmedin mi? Az önce bana sinirlendiğin gibi ona neden sinirlenmedin?”

Konuşulan konular birbirine giriyordu. Ya Atlas diyordu ya da anlaşma. Sarhoşken ekstradan çekilmez oluyordu. “Neye sinirlenip sinirlenmeyeceğimi ben daha iyi bilirim,” diye mırıldandım.

Oturduğu yerden kalktı ve ayakta dikildi. “Tüm öfken bana mı?”

“Çoğunluğu evet,” derken doğruları söylüyordum.

“Seni incittiğim için mutlu olduğumu mu düşünüyorsun?”

Bende ayağa kalktığımda karşısında durdum. “Ben artık senin kim olduğunu bilmiyorum,” diye fısıldadım. Sözlerim karşısında bozguna uğradı. Elleriyle saçlarını geriye attığında “Beni en iyi sen tanıyorsun. Herkesten de en iyi sen biliyorsun,” dedi hayal kırıklığıyla. Eskiden olsa cevabım evet olurdu ancak son yaşanan olaylardan sonra ona evet diyemiyordum.

“Hayır,” dedim. Sesim titremeye başlamıştı. Sırtımı dikleştirdikten sonra “Daha demin kendin demedin mi aklımı kaybettim, ne yaptığımı bilmiyorum diye? Sen bile daha kendini çözememişsin Hakan. Bütün yükü benim omuzlarıma atarak kaçmaya çalışma,” dedim.

Yüzü donuklaştı. “Küçük yaşımda ablamı kaybettim, daha sonra ablamı tekrardan kazanabilmek için aşkımdan vazgeçmek zorunda kaldığım bir anlaşma yaptım. Eğer anlaşmayı bozarsam Afrodit de dahil tüm sevdiklerimi kaybedeceğim. Senden uzak durmak benim için hiç kolay değil Anka ve hiçbir zamanda olmadı. Özellikle de o Atlas denen piçle seni yakın gördüğüm zaman işler benim için iyice karmaşıklaşıyor,” dedi.

“Madem ablanda dahil değer verdiğin insanları kaybetmek istemiyorsun,” dedim. Bakışları dudaklarıma indiğinde yutkundum. “O zaman benden tamamen uzak dur. Yanıma gelme, benimle konuşma, bana bakma Hakan,” dedim. Sesimin olabildiğince net ve yüksek çıkması için uğraştım.

“Peki sana dokunabilir miyim?” diye sorarken ses tonundaki çaresizliği gördüm. İçtiği zaman ne söylediğinin farkında mıydı? Nasıl olacaktı ki… Bende ki soru mu? Yemin ederim akıl kalmamıştı.

Aşk ve savaş bir arada olmuyordu. İkisini bir arada yürütemiyordum, fazla geliyordu.

“Sen beni gözden çıkardığından beri bana dokunma hakkını da elinden aldın. Ben istemediğim sürece bana dokunamazsın. Anladın mı?”

Avucumu açıp yanık izini ona doğru tuttum. “Eğer en başından gelip bana bütün her şeyi anlatsaydın şu an bu halde olmayacaktık,” dedim. Bakışları önce yanık izime kaydı ardından bana. Kaygılı bir nefes verdikten sonra “Ne yapacağımı bilemedim Anka. Çok korktum ve inanır mısın bilmiyorum ama hâlâ korkuyorum,” diye fısıldadı. Fısıltısı kalbimi delip geçecek gibiydi.

Elimi indirdikten sonra “Artık benim problemim değil. Beni yanında istemedin Hakan. Seni yıllar sonra ilk kez gördüğümde bile bana soğuk davrandın. Sana yardım edebilirdim. Zitra’ya karşı birlik olup dimdik bir şekilde ona karşı gelebilirdik,” dedim.

Ama şu anda size düşman olanlara karşı gelemiyorsunuz, diye mırıldandı içimdeki o alaycı taraf.

Başını iki yana salladığında “Lanet olsun!” diye bağırdı. “Bu riske giremezdim! Bir daha aynı acıya katlanamazdım. Bana hiçbiriniz yardım edemezdiniz,” dedi, yüksek sesle. Gözleri dolmaya başlamıştı. Başı döndüğünde bana tutundu. Başını omzuma yaslamak için eğildiğinde düzensiz nefesleri tenimi gıdıklıyordu. “Seni Sirenler’e teslim etmek istediğimde niyetlerinin sadece göz korkutmak olduğunu zannetmiştim,” diye mırıldandı.

Her ağzını açtığında dudakları tenime değiyordu. Kendimi geri çekmem, onu itmem gerekiyordu ama yapamadım. Ona olan aşkım, öfkeme ağır basıyordu. Gitmesini istiyordum ama söyleyemedim. Hareket edemiyordum. Bacaklarım uyuşmaya başlıyordu sanki.

“Hakan,” diye fısıldadım. “İstediğini sana verdim. Lütfen daha fazla ikimiz içinde işleri zorlaştırma.”

“Ben aşkına sahip çıkamayacak kadar aciz, rezil, pislik bir herifim,” dedi. Kendini benden uzaklaştırdığında yanaklarındaki ıslaklığı sildi. Boynumdaki ıslaklığı o benden ayrılınca hissetmiştim.

Ağlamış, göz yaşı dökmüştü. Onu ilk defa böyle görüyordum.

“Sen ablana sahip çıkacak kadar harika bir kardeşsin,” dedim.

Burnunu çektikten sonra gözlerini ovuşturdu. “Senden uzak durmak için kendimle savaşıyorum. Şu anda bunları bile yaşıyor olmamız bir risk. Sana yakınlaştığımda arkasından bir felaket tecelli ediyor. Biliyorum bunu söylemek bencilce olacak ama,” dedikten sonra bir süre bekledi.

“Beni bekler misin?” diye sordu sesi titreyerek.

“Peki ya Afrodit? Sevdiğin onca insan?” Nasıl bir tepki vereceğimi bilmiyordum.

“Bir çözüm yolu bulmaya çalışacağım,” dedi. Az önce hiçbir çıkış yolu olmadığından bahsediyordu. Şimdi değişen ne olmuştu? Ona boş gözlerle bakarken söyleyeceklerimi düşünüyordum.

“Seni yeterince bekledim,” dedim. Bir 17 yıl daha Hakan’ı bekleyecek takatim kalmamıştı.

“Atlas yüzünden mi? Ondan mı hoşlanmaya başladın?” Bir anda delirdi. Odanın içinde volta atmaya başladı. Ellerini saçlarına geçirerek çekiştirmeye başladı. “Atlas piçi seni etkiledi mi Anka?” Biraz daha böyle konuşmaya devam ederse yumruğu yiyecekti.

“Etkilediyse de bu seni alakadar etmiyor artık,” dedim. Yürümeyi durdurdu ve kızgın bakışlarını bana çevirdi. Çenesi kasılmıştı, dişlerini sıkıyordu.

“Öyle mi? Beni ilgilendirmiyor?”

“Aynen öyle Hakan. Bundan sonra herkes kendi işine bakıyor,” dedim net bir sesle.

“Pekâlâ, minik. Bu sözlerini unutma,” dedi ve daha sonra kapıyı açıp odayı terk etti. Kapının çarpma sesiyle yerimden sıçradım. Ona bunları söylemiş olmak güzel hissettirirdi diye umarken tam tersi olmuştu. Açlığında verdiği etkiyle midem bulanmaya başladı.

Az önce saçma sapan karışıklıklarla dolu bir konuşma yapmıştık. Gerçi buna konuşma demeye de bin şahit isterdi. Bazen her şeyin üst üste geldiğini düşünüyordum. Daha doğrusu bunu istemeden de olsa bilinçaltıma yerleştiriyor ve öyle olması gerektiği fikrine kapılıyordum galiba.

Kendimi yatağa bıraktığımda sandviçi elime aldım ve zoraki bir ısırık aldım. Elim titriyordu ve kalbim deli gibi çarpıyordu. Bir elimle kalbimi sakinleştirmeye çalışırken diğer elimle de sandviçi yemeğe çalışıyordum. Her yutkunuşumda boğazım yanıyordu ve lokmalarım zor aşağı iniyordu.

Zorla da olsa sandviçi bitirip suyu da üzerine içtikten sonra yatağımdan kalkıp odayı terk ettim. Aşağıya indiğimde ise hâlâ aynı insanlar vardı. Bir dakika. Tekrar incelediğimde Rabia’nın olmadığını gördüm. Bir problemle karşı karşıya kalınca bana gelmek yerine Rabia’yı seçiyordu. Herhalde ona karşı bir şey hissetmediği için kendini daha güvende sanıyordu. Zitra Rabia’ya dokunmazdı ne de olsa.

Atlas’ı da göremeyince hâlâ eve dönmediğini gördüm. Diğerlerine odaklanmak yerine ana kapıya yönelip dışarı bir adım attıktan sonra gözlerimi kısarak karşıya doğru bakmaya başladım. Biraz daha yürüdükten sonra geleceğini söylemişti fakat görünürde yoktu. Başına bir iş açılmış olsaydı da büyük ihtimalle o çok güvendiği oklarıyla kendini korurdu.

Yine de endişe duyduğum için tamamen kendimi dışarı atıp bahçe yolundan çıkarak demir kapının önünde dikildim. “Atlas!” diye bağırdım bir ses vereceğini umarak. Demir kapıyı açtım, biraz daha ilerleyip onu aramaya koyulduğumda ağaçların arkasında bir silüet gördüm. Hemen kaybolduğu için başımı iki yana sallayarak doğru mu gördüm diye kendimi sorguladım.

Halüsinasyon falan görmeye başlamamıştım herhalde. O halde gördüğümü sandığım şey neydi? Bir insan silüetine benziyordu ama yeniden saklanması o kadar kısa sürmüştü ki başka bir şey de görmüş olabileceğime dair tereddüde düştüm.

Ancak bir bakıma da emindim. Siyah bir gölge ağacın arkasına gizlenmişti ve ben ortaya çıkınca hemen tüyüvermişti. Atlas olamazdı diye tahmin yürütüyordum çünkü beni gördükten sonra neden saklansın ki? Ya da en başından beri neden bir ağacın arkasında saklanma gereği duysun? Birinden kaçıyor olma olasılığı da olabilirdi ama bunların hiçbiri kulağa pek de makul gelmiyordu.

“Atlas!” Yine bir ümitle bağırdım ama ses yoktu. Sağ taraftan dönerek ilerlediğimde Atlas’ın yerde yatarken bir yandan da ona saldırmaya çalışan bir köpeğe ok fırlatmaya çalıştığını gördüm. Köpek ayak seslerimi duyduktan sonra bana döndü ve havlamaya başladı. Havlama demek de doğru olmazdı çünkü normal bir köpeğe göre bir ses çıkartmıyordu. Keskin hırlama belki daha uygun olurdu.

Tanrım. Normal bir köpek de değildi ki zaten. İki başlı bir köpekti ve gövdesi kadar kafaları da kocamandı. Ayrıyeten normal bir köpekten daha iri ve büyüklerdi.

Gördüğüm akıl almaz manzara karşısında çığlık attım. Muhtemelen sessiz kalmam gerekirdi ama bu durumda sessiz kalamamıştım. Sonuçta her gün devasa iki başlı köpek görmüyordum. Çatışmadan bu yana herhangi bir köpek, hatta hayvan dahi görememişken şimdi gördüğüm şey çok değişik gelmişti.

Köpeğin dikkatimi benim üzerime çevrilince Atlas “Anka! Eve geri dön!” diye bağırdı. Her ne kadar aramızda mesafe de olsa şimdi koşmaya başlarsam eve yetişmeyi başaramazdım. İki çift göz bana beni parçalamak istiyor gibi bakıyordu. Ağızlarını açtıklarında hırladılar ve salyaları yere doğru sarktı. Mide bulandırıcı bir tabloya bakıyordum. Ürkünç olmalarının yanında aynı zamanda da sıra dışıydılar.

Ben eve gidemeden beni yarı yolda yakalayıp parçalara ayıracaklarını biliyordum. “Hey pis yaratık!” diye bağırdığımda Atlas “Anka sus!” diye uyardı beni. Atlas’a o kadar yakındı ki benim peşime düşmek yerine onu, her an olduğu yerde parçalayabilirdi. İki tane kafalarının olduğunu da düşürsek bu çok kolay olurdu.

Benim geldiğim sırada yay Atlas’ın elinden düşmüştü. Ona çok uzakta değildi, bu yüzden köpek bana koşarken Atlas onun işine son verebilirdi. Beni bir kez kurtardığı için yine aynı şeyi yapacağını umuyordum. Zaten asıl olay benden de ziyade kendisini kurtarabilmesiydi.

Köpek hızını arttırarak bana doğru koşmaya başladığında bacaklarım anında harekete geçti. Onun hızıyla benimki elbette ki aynı değildi. Bacaklarımı olabildiğince çok açarak koşmaya başladım. “Atlas! Vur onu!” diye bağırdım, bütün gücümle. Boğazım ağrımaya başlamıştı. Nefes alışverişim anında düzensizleşti.

Arkamdan gelen yırtıcı havlama sesleri gittikçe artıyordu. Bu da demek oluyordu ki bana çok yaklaşmıştı. “Oku sapla!” diye bağırdım bu defa.

Acele et Atlas. Yoksa parça pinçik olacağım. Bir köpeğin yemeği olmak istemiyorum.

“Deniyorum!” diye seslendi geriden. Bacaklarım o kadar çok yorulmuştu ki daha fazla dayanamayacaktım. Koşmam yavaşladı, nefes nefese kalmıştım. Elimi hızla inip kalkan göğsüme koydum. Bacaklarım yanmaya başlıyordu.

Hermes ağacın arkasından çıkıp bir anda önümde belirdi. Tökezleyerek ona çarptığımda burnum acımıştı. Geri çekildiğimde yüzünde pis bir sırıtış vardı. Saçları birbirine karışmıştı ve gri gözlerinde heyecanın belirtisi vardı.

Artık iki başlı köpeğin havlamalarını duymuyordum. Ani bir hareketle arkamı dönüp baktım. Yerde can çekişerek kıvranıyordu. Birkaç adım geride kalmıştı ve üzerinde dört tane ok vardı. Dört tane ok anca onu yavaşlatmıştı. Ölmemişti fakat fena yaralanmıştı. Vurulduğu yerlerden kanlar zemine doğru akıyordu ve köpeğin gövdesi titriyordu.

Okların açtığı etki çok fena olmalıydı. Titremek bir yana dursun ciddi anlamda sarsılmışlardı. Atlas gerekeni yerine getirmişti. Açıkçası ilk defa bir canlıya, özellikle de bir hayvana zarar geldiği için üzülemiyordum çünkü bu gördüğüm şey kesinlikle masum bir hayvan değildi. Mutantlaşmış tehlike arz eden bir yaratıktı.

Atlas’a baktığımda o da benim gibi nefes nefese kalmıştı. Koşuşunu yavaşlatarak yanıma geldi. Hermes’i gördüğünde ise donup kaldı. Yüzünde sanki bir hayalet görmüş gibi bir ifade vardı. Kafam karışarak Hermes’e döndüm. Elinde yuvarlak, siyah bir tane cihaz tutuyordu. Işıkları yanıp söndüğünde gözlerimi kıstım. Bu da neyin nesiydi?

Dilim damağım kurumuştu. Nefessizlikten bayılacaktım. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya, bedenim ise titremesini sürdürüyordu. Yanaklarım sıcaklıktan yanıyor, alnımdan terler aşağı doğru yol çiziyordu. Daha önce hayatımda hiç bu kadar hızlı konuştuğumu hatırlamıyordum.

“Anka,” dedi Hermes, memnuniyetle. “Seni gördüğüme sevindim hayatım.” Bana bir öpücük gönderdikten sonra güldü. Takındığı tavır midemi daha çok bulandırmıştı.

Atlas’a döndükten sonra “Seni de yeniden görmek güzel eski dostum,” dedi. Atlas olduğu yerde kızarıp bozarırken hareket edemiyordu.

Eski dostum mu? Hermes ve Atlas önceden tanışıyorlar mıydı? Neler dönüyordu burada?

Bacaklarım gibi beynimde uyuşmaya başlıyordu. Nefeslerimi düzene sokmaya çalışırken “Siz… siz ikiniz birbirinizi tanıyor musunuz?” diye sordum. Kekeleyerek cümle kuruyordum. Kalbim feci şekilde atıyordu. Saçlarım terlemiş enseme yapışmış, tenimi kaşındırıyordu.

Elimi enseme attıktan sonra yapışan saçlarımı çektim. “Bilmediğin çok fazla şey var,” dedi Hermes. Büyük bir keyif alıyordu. Sebebini bilmiyordum ama davranışlarının arkasında yatan şeyin güzel olmadığını biliyordum. İç açıcıdan çok iç karartıcı şeyler olduğuna bahse girerdim. Yoksa aksi takdirde bu kadar keyifli olamazdı.

Boğazımı temizledikten birkaç kez yutkundum. Tenim artık alev alevdi. Onca adrenalinden sonra yanıyordum. Cildimin kızardığına emindim. Şok üstüne şok yaşıyordum ve gel gör ki hiçbiri olumlu yönde ilerleyen şeyler değildi.

“Elindeki ne?” Soru Atlas’tan gelmişti. Başka bir şeyin önemi yokmuş gibi konuyu değiştirmeye çalışarak Hermes’in elindeki cihaza odaklanmayı seçti.

Hermes elindekini büyük bir gururla kaldırarak “Ah. Bu mu?” dedi, gülerek.

Sonrasında ise hiç beklemediğim bir şekilde, “Diğer geçitlere ulaşmamı sağlayan muhteşem bir cihaz,” dedi. Sırıtışı git gide genişlerken bir aptala anlatıyormuşçasına cihazı havada sallayıp gözümüze sokmayı ihmal etmedi.

Bu da ne demekti şimdi? Diğer geçitlere gidebiliyor muydu? Üstelik elinde tuttuğu göt kadar cihazla mı? Bizim diğer geçitlere nasıl gidebileceğimize dair kafa patlattığımızı biliyordu. Elindeki cihazı ise bizden saklamıştı.

Elimi alnıma koyduktan sonra derin bir nefes almayı başardım. “Bunca zamandır bunu mu yapıyordun?” diye sorduğumda gülmeye devam ederken başıyla onayladı. Bir tek onun gülüşleri yankı yapıyordu.

Atlas ve ben sessizce olan biteni sindirmeye çalışıyorduk. Atlas’a bakmasam da onun bana baktığını anlayabiliyordum.

Aklıma söylediği sözler düştüğünde bedenim bir kere daha titredi.

“Her işin bir perde arkası vardır ve önünde sonunda gün yüzüne çıkarlar.”

Kim bilir daha neler görecektik. Perde arkalarına saklanan ikiyüzlü insanlar ve beraberinde getirdikleri felaketler ne zaman bitecekti?

^^^

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi çokkk merak ediyorum! Teorileriniz var mı acaba? Merak ettim :)

Beğeni ve yorum yaparsanız çok mutlu olurum! Kitabıma ve bana bir şans verdiğiniz için tekrardan teşekkür ederim. <3

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%