@monanaxg
|
KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP) 13.BÖLÜM: “İTİRAF” Yeni bölüme hoş geldiniz! Özlediniz mi beni ve hikâyeyi? Bence kesin özlemişsinizdir… Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Öyleyse bölüme geçebiliriz! Keyifli okumalar dilerim! Bölüm Şarkısı: Wallows – Uncomfortable ^^^ Hermes bize geçitlere bir cihaz yardımıyla gittiğini anlattıktan sonra başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bunca zamandır bizimleyken hiç lafını bile geçirmemişti. Ona güvenmememiz gerektiğini biliyordum. Athena da ondan hiç hazzetmemişti. Onun fikirlerine ve sezgilerine çok önem verirdim ve şimdi nedenini bir kez daha iyi anlıyordum. Hermes düpedüz bize ihanet ederek bizi sırtımızdan vurduğuna göre artık hiçbir şekilde güvende değildik. Gerçi şimdiye kadar bizim yanımızda olduğunu da görmemiştim, o yüzden çok da şaşırmamak gerekiyordu ama yine de kendime engel olamamıştım. Peki ya gerekçesi neydi? Sanırım bugün her şey açığa kavuşacak, yalanlar kendisini belli ederek doğruları gün yüzüne çıkaracaktı. Her zaman kötü yönü aramamak gerekiyordu. Olumlu yönlere odaklanmayı denedim. Ufak da olsa, önemsiz de olsa bizim açımızdan olumlu sayılabilecek bir şey bulmuştum. Bir soru işareti ortadan ikiye ayrılmıştı şimdi. Olumlu tek yön, bu vesileyle eve kadar gelen ve yaygara çıkartanların şimdi bizi nasıl bulduklarını anlamış olmamdı. Görünen o ki, hepsinin arkasında Hermes’in parmağı vardı. Acaba Zeus ve Hadesle de iş birliği içinde miydi? Başka türlü nasıl tüm bunları yapacaktı ki zaten. Tek başına dalavereler çevirecek kadar zeki olduğunu sanmıyordum. Evet, kurnazdı. Adının taşıdığı gücü buydu ama sadece kurnazlığı ile bizi bu şekilde kandıramazdı. Başından beri ikili oynuyordu. “Yalnız benim kafama bir şey takıldı,” dedi Hermes. Yalandan işaret parmağını şakağına koyarak düşünüyormuş gibi yaptı. “Asıl güvenmen gereken kişiyi bir çırpıda silip atabiliyorken, nasıl oldu da hiç güvenmemen gereken insanları inatla yanına çekebiliyorsun? Tam bir hayal kırıklığısın Anka kuşu.” Son cümlesini görmezden gelerek dönüp Atlas’a baktım çünkü ondan söz ediyor oluşunu anlamıştım. Ben ona bakarken o kaşlarını çatmış bir halde Hermes’i inceliyordu. “Seni daha akıllı ve çakal zannediyordum hayatım. Keşke arkadaşın kızıl kadar üstün bir zekân olsaydı.” “Athena,” diye mırıldandım kendi kendime. Onun lafını geçiriyor olması kaşlarımı çatmama neden oldu. “Evet. O güzel kız,” dedi Hermes, gülümseyerek. “Sen ne kadar aşağılık biriymişsin,” dedim, sinirlerime hâkim olamayarak. Elini savuşturup söylediklerimin onun için hiçbir değeri olmadığını gösterdi. “Bla bla bla. Bana bilmediğim bir şey söyle,” dedi. Ah. Birçok şey söyleyebilirdim onun hakkında. “Orospu çocuğusun,” dedi Atlas, dişlerinin arasından. Sanki Hermes bunu bilmiyordu. Hermes, Atlas’ın hakareti üzerine kulak tırmalayıcı bir kahkaha attı. Kendisine bu denli hakaret edilmesine bile aldırış etmiyordu. Kafayı sıyırmış bir manyaktan başka bir şey değildi. “Eski dostun hakkında ne kadar kötü şeyler söylüyorsun. Çok ayıp Atlas,” dedi Hermes, alt dudağını bükerek. Üzülüyormuş taklidi yapıyordu. Hiçbir söz onun kalbine dokunmuyordu çünkü bir kalbi yoktu. Kalbi olan bir insan bu kadar kötü ve kurnaz olmayı beceremezdi. İkiyüzlü şeytan. Aynen öyle, Hermes için doğru tanım buydu. Atlas hızlı hamlelerle oku Hermes’in yüzüne doğru doğrulttu. “Eve geç,” diye emretti. Hermes ise numaradan tırsıyormuş gibi yaparak ellerini havaya kaldırdı. Bu saatten sonra rol yapmayı tamamen bırakmıştı. İyi bile dayandığını söyleyebilirdim. Hermes yerinden kıpırdamadığında Atlas oku onun koluna değdirip itekledi. “Eve geç dedim!” “Eve geçersem senin de başın yanacak. Bunu biliyorsun değil mi Atlas?” Ara ara Atlas’a bakıyordum ama o öfkeden deliye dönmüş bir şekilde gözünü kırpmadan Hermes’in suratına bakıyordu. “Bir daha tekrar etmeyeceğim,” dedi sadece, sesi baskın çıkıyordu. Gayet açık bir şekilde Hermes’i vurmakla tehdit ediyordu ve buna rağmen Hermes rahat tavrından taviz vermiyordu. Hermes yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladığında Atlas bana dönüp “Evde ip var mıdır?” diye sordu. İp mi? Hermes’i ya bağlamayı düşünüyordu ya da boğmayı. Ancak sırf onu boğabilmek için eve götürmek istemesinin mantıklı bir yanı yoktu. Ağzından laf alabilmek için onu tutsak olarak tutmayı planlıyor olmalıydı. Eskiden yakın olduğu birine bunu yapacak kadar ondan tiksiniyordu. “Olması gerekiyor,” diyebildim. Aslında söylenecek çok söz vardı fakat hepsini eve saklamaya karar verdim. Bugün bütün kirler ortaya dökülecekti, hissedebiliyordum. Atlas oku Hermes’in sırtına dayayarak daha çabuk yürümesi için ittirdi. O sırada Atlas bana kaş göz işareti yaparak Hermes’in elindeki cihazı gösterdi. “Al şunu,” diye fısıldadı. Dediğini yapmak için temkinli adımlarla Hermes’in yanında yürümeye başladım. Elimi uzattığım gibi cihazı havaya kaldırdı. “Bunu alabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun,” dedi bana dönmeden. Sanki eve girdiğinde cihazı bize vermekten başka bir çaresi kalacaktı da boş boş konuşuyordu. Evdekileri düşündüğüm sırada hemen hemen hepsinin kafasının güzel olduğu aklıma geldi. Umarım kimseye -Hermes dışında- bir zarar gelmeden geceyi atlatabilirdik. Saatin kaç olduğunu o kadar çok merak ediyordum ki. Gün hâlâ bitmemişti ve artık resmen bitmesi için yalvaracak hâle gelmiştim. 24 saat dolmamış mıydı? Yoksa günlerle ve saatlerle de mi oynuyorlardı? Yok artık. İyice uçtun sende, dedi içimdeki ses. Demir kapıdan geçtiğimizde refleks olarak arkama dönüp baktım. Başka bir köpek daha bizi takip ediyor olabilirdi. Lakin görünürde bir şey yoktu. Zili çaldıktan sonra bir süre bekledik. Umarım kimse uykuya dalmamıştır da biri bize şu lanet kapıyı açabilirdi. Zili tekrar çaldığımda parmaklarımın titremeye başladığını gördüm. Bir tür hastalık falan mıydı bu? Belirli koşullarda ara sıra titriyor olmam doğru gelmiyordu. Sanırım yaşadığım stresten bedenim reaksiyon gösteriyordu. Afrodit kapıyı açtıktan sonra şaşkın gözlerle önce Hermes’e sonra bana, en sonunda da Hermes’in arkasında duran Atlas’a baktı. “Hermes?” diye sordu, afallayarak. Atlas onu içeriye ittiğinde Hermes’in ayağı takıldı ve yere düştü. Düşüşüyle birlikte bir kahkaha patlattı. Düşüyor olmasından bile zevk alacak kadar psikopat biriydi. Gördüklerime inanamıyordum. Benim gibi Afrodit de şoka girmişti. Başını eğerek Hermes’e baktı. “Nereye kaybolmuştun?” diye sorunca onun yerine Atlas “Arkanızdan iş çevirmeye,” diye yanıt verdi. Ares ayağa fırlayarak birkaç adımda dibimizde bitti. Kaşları çatık bir halde yerde yatan Hermes’e bakıyordu. Hermes ayağa kalkmayı başardığında “Nasılsınız güzel dostlarım?” diye sordu, hepimizle alay ediyordu. “Beni özlediğinizi biliyordum,” dedi. Athena içerideki odalardan birinden çıktı. Yüzü ıslaktı, sanıyordum ki kendisini toparlayabilmek için yüzünü yıkamaya gitmişti. Net görebilmek için gözlerini daha fazla açtı. Hermes onun geldiğini gördüğünde Athena’ya döndü. “Bende benim kızılım nerede diye endişelenmeye başlamıştım,” dedi. Ares onun kolunu tutup sıktı. Parmak uçları anında beyazladı. O kadar çok sıkıyordu ki Hermes’in kolu hemen kızarmaya başlamıştı. “Ne arıyorsun burada? Sen defolup gitmemiş miydin?” Memnuniyetle “Geri döndüm,” dediğinde Athena yanımıza gelerek “Elindeki şey ne?” diye sordu. Salona çabucak göz gezdirdiğimde Efdal, Rabia ve Hakan’ı bulamadım. Morpheus kanepede uzanıyordu ve gözleri kapalıydı. Yüzünü buruşturuyordu. Bu da onun kâbus gördüğünü düşünmeme sebep oldu çünkü başka türlü uykusundan uyanmamasının açıklaması olamazdı. O kadar gürültülü bir şekilde eve dalmıştık ki onun da Ares gibi yerinden fırlaması gerekirdi. Son zamanlarda devamlı olarak kâbuslar görüyordu. Ya gerçekleşmiş olanlardı ya da gerçekleşecek olanlar. Başka şeyler daha gördüğünü biliyordum ama çoğu zaman bize gördüklerinden söz etmiyordu. “Ay yoruldum açıklamaktan,” dedi Hermes. “Hani sürekli başka geçitlerden bahsedip duruyordunuz ya. Nasıl gidebiliriz, nasıl bulabiliriz vesaire. İşte bu elimdeki cihaz sayesinde diğer geçitlere gidebiliyorum.” Kendisiyle ve elinde tuttuğu cihazla gurur duyuyordu. Ne olmuştu birden? Dürüstlük konusunda level atlamıştı. Ona madalya takacağımızı falan düşünüyorsa anca kendi avucunu yalardı. Utanmaz, ikiyüzlü rezil herif. Bir bok açıkladığı da yoktu ayrıca. Cihaz konusunda söyledikleri de düzmece olabilirdi. Ares bozguna uğradı. Hermes’in kolunu bıraktıktan sonra onu suçlayıcı gözlerle izledi. “Şaşırıyor gibi bakma bana,” dedi Ares’e. Ares ağzını açıp bir şey diyecekti ki son anda kararından vazgeçti. Atlas yayı kenara attıktan sonra mutfaktan bir sandalye getirmeye gitti, sonra Hermes’in arkasına yerleştirdi ve onu yakasından tutup çekerek sandalyeye oturmasını sağladı. Hepimiz girişte durmuş Hermes’e ve elindeki cihaza bakıyorduk. Atlas Athena’ya dönüp “İp bulabilir misin?” diye rica etti. Athena hemen başıyla onayladı ve gözden kayboldu. Evin bilmediğim birçok yeri vardı. Geldiğimden beri hiç gezmemiştim. Giriş kısmındaki odalara bile göz atmamıştım. Hem gezseydim de ne bulacaktım sanki? Klasik odalar, banyolar ve mahzen. Başka bir şey bulacağımdan şüpheliydim. Diğerleri de gezmemiş olmalıydı ki değişik bir şeye rastladıklarından hiç söz etmemişlerdi. Haberim olan tek şey, mahzendeki birkaç kırık televizyon ve silahlarla dolu bir bölme. Birkaç saniye sonra Athena elinde kalın sayılabilecek bir iple döndü. Atlas ipi elinden aldıktan sonra Hermes’in etrafında döndürdü. İsteseydi şu ana kadar çoktan kaçabilirdi ama kaçmayı denememişti bile. Kendinden fazlasıyla emin ve rahat bir tavra sahipti ve geri adım atmıyordu. Hepimizi şoka uğratacak bilgilere sahip olduğunu biliyordum. Atlas ipe sıkı bir düğüm attıktan sonra Hermes’in elindeki cihazı kolaylıkla kaptı. “Bunun bize nasıl çalıştığını anlatmak ister misin?” derken cihazı havaya tutmuş sallıyordu. Hermes başını geriye atıp “İlk önce başka bir şeyden söz etmek istiyorum,” dedi, keyifle. Atlas’ın eli havada asılı kaldı. Kaşlarını çatarken “Sus,” dedi. Neyden bahsedeceğini biliyor muydu? Hermes önce ona, sonra da Ares’e baktı. Keyiften gözlerinin içi parlıyordu. “Müsaadenizle birkaç itirafta bulunmak istiyorum,” dedi. İzin almıyordu aslında. Kesinlikle onların tepkisini ölçmeye çalışıyordu. Asıl derdi başkaydı ve Ares ile Atlas da bunun farkındaydı. “Lafı daha fazla ağzında geveleme de ne söyleyeceksen söyle artık piç kurusu,” dedi Athena. Kendisini toparlamayı başarmıştı ki sesi çok gür çıkmıştı. Şakaklarını ovduktan sonra birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. Hermes bir kahkaha attı. Kahkahasını duymak kulaklarımı tırmalıyordu. “Pekâlâ kızıl,” dedi. “İtiraf bir,” deyip söze başlayacakken Ares onun dizine vurdu. Hermes yüzünü buruştururken bir küfür savurdu. “Kimse senin yalanlarını ve iftiralarını dinlemek için burada toplanmadı,” dedi. Ona karşılık Atlas da “Ares’e katılıyorum,” dedi. Daha bir şey açıklamamışken ikisinin birden birlik olup Hermes’e yüklenmesi normal değildi. Hermes üstüne yüklenilmesini hak ediyor olabilirdi ancak tek bir açıklama bile sunmadan neyin lafını yapıyorlardı? Ares iftira dediğinde Atlas ona katılmıştı. Onların hakkında konuşulmasından korkuyorlardı. Bambaşka olaylar dönüyordu. Zaten ne zaman dönmüyordu ki? diye geçirdim içimden. “İkinizde sesinizi kesin!” Athena ikisine de bağırıp onları susturduğunda Hermes “Beni savunman gözlerimi yaşartıyor kızıl,” diye mırıldandı. “Ortada savunulacak bir şey yok. Şimdi anlatmaya başla bakalım.” Athena kollarını göğsünde birleştirdi. Gözlerim Hermes’inkileri bulduğunda birkaç saniye öylece bana baktı. Bakışlarından rahatsızlık duyduğum için gözlerimi kaçırdım. Çok derin bakması hoşuma gitmemişti. “Nerede kalmıştım? Ah, doğru. İtiraf bir, Ares ve Atlas benimle çalışıyorlardı,” dedi, çat diye. “Benimle çalışıyorlardı derken neyi kastediyorsun?” Soru Afrodit’ten gelmişti. Ben ağzımı açıp tek bir kelime dahi söyleyemiyordum. Yalnızca dinlemeye ve gözlemlemeye koyulmuştum. Bütün söylenmesi gerekenler söylendikten sonra sesimi çıkartacaktım. Dikkatle dinlemeye koyuldum. Bakalım başka hangi sürpriz itiraflar bizi bekliyordu… “Zeus ve Hades’i bilirsiniz,” dedi, dalga geçer gibi. “Onlarla çalıştığımı ve Ares ile Atlas’ın bana eşlik ettiğini söylemeye çalışıyorum.” Ares yüksek sesle “Bundan vazgeçtiğimi söylemiştim!” dedi. Atlas’tan ise herhangi bir tepki yoktu. Hermes’in söylediklerine karşı gelmiyordu. Başını çevirip bana baktığında bilerek ona dönmemiştim. Bana yalan söylemişti. Onu tanımaya başlayalı çok olmamıştı fakat ilk dakikalardan itibaren bana ailesinden söz ettiği için sonrasında böyle bir yalan söyleme gereği duymayacağını düşünmüştüm. Ya da her neyse işte. Hermes konusunda değil de Ares konusunda doğruları söylememişti. “Ares sen Atlas’ı tanıyor muydun? Öyleyse neden ilk defa karşılaşıyormuşsunuz gibi davrandınız? Rol yapma konusunda üstünüze yok!” Afrodit Hermes’in dediklerinden ziyade tüm odağını Ares’e çevirmişti. Ares’i çok uzun zamandır tanıyordu çünkü Hakan’ın arkadaşıydı. Bu yüzden ona hesap soruyor olmasını makul bulmuştum. Ancak hesap sorulması gereken tek kurban Ares olmamalıydı. Önümüzde bir sürü seçenek vardı. Hermes ve Atlas gibi. Yeni yeni vakit geçirdiğimiz insanlar, en başından beri bize köstek oluyorlardı. Atlas’ın beni kurtarması tesadüf olamazdı o zaman. Belki de planlıydı ve planına sadık kalmayı seçerek beni kurtarmaya gelmişti. Beni bir basamak olarak kullanarak evimize girecekti ve böylece kuyumuzu kazmaya başlayacaktı. Duyduklarıma inanmak istememiştim çünkü kandırıldığımı düşünmek beni sinirlendiriyordu. Sindirmem uzun bir zamanımı alacaktı çünkü söylenenler bana hâlâ inanması güç geliyordu. Aklımdan türlü türlü senaryolar geçiyordu. İşin kötü tarafı, hiçbiri iyi yönde değildi. “Bunca zamandır arkamızdan iş mi çeviriyordun ha Ares?” Athena hesap sorarak Ares’e baktı. “Bekleyin, durun. İşin en eğlenceli kısmına geliyorum şimdi,” dedi Hermes, bütün dikkatleri üzerine toplayarak. “Atlas yıllar önce planımızdan ve bizimle çalışmaktan vazgeçti,” dedi, Atlas’a hayal kırıklığıyla bakarak. Atlas olduğu yerde öylece dinliyordu. Kendisini açıklama gereği duymamıştı. Ne zaman kendisini ifade edecekti, merak ediyordum. “Ares ise Anka kuşuna âşık olduktan sonra aramızdan sıyrılmak ve bu plana daha fazla dahil olmak istemediğinden bahsetti,” dediğinde şimdi de bakışlarını Ares’e çevirmişti. Ares’e dönüp baktığımda gözleri benim üzerimdeydi. Athena şaşkınlık içinde “Ares Anka’ya mı aşık?” diye sordu. Afrodit sessiz kalmayı tercih etti çünkü o da Ares’in bana karşı olan duygularından haberdardı. Auralarımızı görebildiği için en başından beri her şeyin farkındaydı. Bana direkt olarak gelip Ares’in hislerinden söz etmemiş olsa da başından beri bildiğini biliyordum. “Anka’ya aşık mı oldun?” O anda Hakan’ı sesini duydum. Merdivenlerin başında dururken bize bakıyordu. Saçları dağınıktı ve üzerindeki kıyafetleri değiştirmişti. Ares ona bir cevap vermediğinde Hakan basamakları indi. Ares’in karşısına geçtiğinde “Anka’ya aşık mı oldun dostum?” diye sordu tekrar. Dostum kelimesini iğneleyici bir şekilde dile getirmişti. Ares çekingen bir tavır sergileyerek “Hislerime karşı gelemedim,” dedi. Dostum dediği insana belki de uzun zamandır söylemeyi istediği şeyin itirafını gerçekleştirmişti. Buradaki odak nokta Ares’in bana karşı olan hisleri değildi. Gerçi Hakan daha yeni aramıza kaldığından ötürü onun odak noktası bu olmuştu. Diğerlerini boş vererek Hermes’e dönüp “Daha sonra?” diye sordum. Hakan’ın beni izlediğini biliyordum. Ona bakmasam bile gözlerini üzerimde hissedebiliyordum ve hissettiklerim güzel duygular değildi. Tartışmamızdan kısa bir süre sonra bunlarla uğraşıyor olmak can sıkıcıydı. “Sonrası sence de açık değil mi? Tabii ki hepimiz buna karşı çıktık. Zeus bunu duyduğunda deliye döndü ve Ares’i sana zarar vermekle tehdit etti,” dedi, sanki çok basit şeylerden söz ediyormuş gibi davranıyordu. Ares’e döndüğümde gözleri yere bakıyordu. “Bu durumda Ares’in devam etmekten başka şansı yoktu. Ona tek bir seçenek sunulmuştu. Ya bizimle devam edecekti ya da senin nefesine bir an önce son verilecekti,” dediğinde gülüyordu. Athena onun bacak arasına bir tekme attı. Hermes acıyla yüzünü buruştururken bağırmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. “Demek tehdit ettiniz öyle mi? Anka’ya hiçbir şey zarar veremez! Bunu o kalın kafanıza soksanız iyi edersiniz,” dedi, ani bir öfke patlamasıyla. Bunun üstüne, Hermes kendini toparlayıp uzun bir aradan sonra “Tehdidi ben etmedim,” dedi rahatça. Kendini savunmaya çalıştı ama savunulacak bir yanı olmadığını idrak edemiyordu. “Zaten Anka’ya âşık olduğundan beri işini eskisi gibi yapamıyor,” dedi. Tekme yemiş olması umurunda değildi, hâlâ kibirli bir şekilde bize cevap veriyordu. “Ah Ares o kadar iyi kalpli ki!” dedi Athena, sesini inceltip küçük bir kız taklidi yapmaya çalıştı. Hakan alaycı gülümsemesiyle “Bana karşı savunduğun insanlara bak,” dedi, bana dönüp. Sahiden tüm mesele benim savunduğum kişiler miydi? Az önce söylenilenleri beyni algılamamış mıydı? “Tüm bunlar doğru mu?” Hakan’ın yersiz sorusunu es geçerek Ares’e döndüm. Başını yerden kaldırıp Hermes’e sesini yükselterek “Seni geberteceğim,” dedi. Kolunu tutup onu kendime doğru çevirdim. “Hermes’in anlattığı her şey doğru mu?” Elimi kolundan çektim çünkü ona dokunmak bile midemi bulandırmıştı. “Evet,” diyerek itiraf etti. Öfkeyle ellerimi saçlarımdan geçirdim. Bunca zamandır onlarla çalışıyordu. Düşmanımız olan insanlarla. “Harika!” dedi Athena. Kısa bir alkış tuttuktan sonra Atlas’a “Peki ya sen?” diye hesap sordu. Atlas ise “Yıllar önce bu fikrin berbat ve acımasızca olduğunu söylemiştim. Hâlâ da aynı fikirdeyim,” dedi. Tek yaptığı açıklama sahiden de bu muydu? Başka söyleyecek, kendini aklayacak bir sözü yok muydu? Ares ile tanışmadığı konusunda yalan söylemişti. Üstelik ona aynı soruyu tekrar sormama rağmen. Onlara ailesi konusunda da yalan söylemişti. Ailesi hakkında söyledikleri de gerçek olmayabilirdi. Bunu yeni yeni idrak ediyordum. “Ailen hakkında da yalan söyledin,” dedim Atlas’a. Bana bakmadan “Hayır Anka. O doğruydu,” dedi. “Ailesinin nerede olduğunu bilmediği konusunda neden bir yalan söylesin ki?” Afrodit’e çok manasız gelen bu cevap aslında ona yalan söylenilen bir sözdü. Yapmacık bir gülüşle “Size ailesi hakkında yalan söyledi. Ailesi Sirenler tarafından öldürüldüğü için beni kurtardı,” dedim. “Yani Sirenlerden nefret ettiği için onlara saldırdı. Aslında beni kurtarmak gibi bir derdi yoktu ama şimdi bakıyorum da Atlas,” dedim ona dönerek. Başımın ağrıyor olmasını ve tüm bunların fazla geldiği gerçeğini görmezden geldim. “Muhtemelen beni bir piyon olarak kullandın ve buraya geldin. Aslında içten içe plandan vazgeçmedin.” Bu defa bana döndü. Nihayet onun ilgisini çekmeyi başarabilmiştim. Deniz mavisi gözleri sert bir ifadeyle bakıyordu. Mavilikleri ilk kez bu kadar soğuk gelmişti. Tanımadığım bir insanı tanımaya başlıyor olma ihtimalimi de elimden çekip almıştı. Nasıl bu kadar saf olabildiğimi düşündüm. İlk anlardan itibaren bana güven vermiş olması bu konuda yalnızca benim suçlu olduğumu göstermezdi. “Seni piyon olarak kullanmadım Anka,” dedi, tok bir sesle. Bana doğru yaklaştığında Hakan elini aramıza koydu ve Atlas’a dönerek “Ona sakın dokunma. Eğer dokunursan olacaklardan ben sorumlu değilim,” diyerek onu tehdit edercesine uyardı. Tehdidini bende dahil olmak üzere herkes anlamıştı. Atlas kendini geri çektikten sonra “Zeus ile çalışmıyorum,” dedi. Sanki söylediğine artık inanacağımızı düşünüyordu. “İlk itirafı yaptığıma göre ikincisine geçebilirim. Ne dersiniz?” Hermes hâlâ oyun oynama peşindeydi. Aramızdaki soğuk savaşı kıçına takmıyordu. Bizi birbirimize düşürme konusunda bir ustaydı. İtiraflarından ziyade benimsediği tavrıyla bizi alaşağı edebileceğini düşünüyordu. Ona bu hazzı tattırmak istemiyordum. Birileriyle bağ kurarken çok aceleci davranabiliyordum. Benim hatam ve eksikliğimde buydu belki de. Sonuçta kimse mükemmel değildi, öyle değil mi? Kendi hatalarımı ve geliştirmem gerektiğini düşündüğüm eksikleri aklımın bir köşesine not ettim. Bunların üzerinde çalışacak ve asıl benliğimi bulduğumda tüm bu şeyleri düzeltecektim. Evet, bir daha ne Ares’in ne de Atlas’ın yüzüne içimden gelerek bakacaktım fakat bunu Hermes’e belli ederek amacına ulaştığını düşünmesini sağlamayacaktım. İkiyüzlü olma konusunda bende başarılı olabilirdim. En azından onun karşısında dururken. Tek gayesi itiraflarda bulunmak değildi. Asıl niyeti bizi düşman yapmak ve tekrardan ikisini kendi himayesi altına alarak bizlere ne kadar akıllı olduğunu göstermekti. Yemezler. Bu tongaya düşmeyecektim. Düşmeyecektik. “İtiraf iki,” dedi. Listeliyor olması iyice sinirlerimi bozuyordu. Daha neyi itiraf edecekti diye durup düşünürken başka biri tarafından daha ihanete uğramış olma ihtimalimiz beni korkutuyordu. “Buraya neden geldiğimi hiç mi sorgulamadınız?” diye sordu. Bize birer aptalmışız gibi bakıyordu. Hatta o kadar şaşkındı ki gerçekten neden burada olduğunu daha fazla sorgulamadığım için kendime kızdım. “Şu güzel kızıl var ya,” dedi, başıyla Athena’yı işaret ederek. Athena ona iğrenerek baktı. “Bana kızıl deyip durma,” dedi Athena, dişlerinin arasından. “Athena için mi geldin?” diye sordu Afrodit. Ardından gözlerini kısarak Hermes’in etrafını incelemeye başladı. Onun aurasını inceliyordu. Ne gördüğünü merak ediyordum. Hermes gibi bir aşağılık insanın aurası ne renkte olabilirdi Tanrı aşkına? Kapkaranlık bir şeyler vardır ki o da en iyi ihtimalle. Hermes derin bir iç çektikten sonra “Athena’yı öldürmek için gönderildim,” dedi. O kadar normal bir şey söylüyormuş gibi davranıyordu ki kafayı yiyecektim. “Doğru mu duydum?” Morpheus uyanmış, yattığı yerden doğrulurken sesi uykulu çıkmıştı. Gözlerini ovuşturmaya başladı. Yeşil gözlerinde derin bir öfke barınıyordu. Söz konusu Athena olunca algıları anında devreye giriyordu. “Bu eve benim kız kardeşimi öldürmek için geldiğini mi dile getiriyorsun?” Athena’ya ne kadar bağlı olduğunu hepimiz biliyorduk. Tamamen yerinden kalkmayı başardıktan sonra Hermes’in arkasında durdu. Saçını çekip kendisine bakmasını sağladığında “Athena’yı öldürebileceğini düşündün mü gerçekten?” diye sordu. Öfkesi hepimizi yıkıp geçecek kadar kuvvetliydi, öfkesindeki alev yakıcıydı. Hermes’in saçını biraz daha çekiştirdikten sonra yüzüne doğru eğildi. Hermes boynunu sandalyenin sırtına yasladığında güçlükle yutkundu. Âdem elması birkaç kez inip kalktığında gözlerini kapattı. “Kokuşmuş elini saçımdan çek!” diye bağırdı ve gözlerini geri açtığında Morpheus’un bakışlarına karşılık verdi. “Benim kız kardeşime dokunmaya kalkacak olursan seni doğduğuna pişman ederim.” Saçını serbest bıraktığında Athena’nın yanına gitti ve bir elini onun beline koydu. Athena’nın kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra Athena, Morpheus’un söylediği şeye karşılık olarak başını salladı. Büyük ihtimalle iyi olup olmadığını sormuştu. Athena ne arkadaşı kadar sinirlenmişti ne de bizler kadar şaşırmıştı. “Peki neden yapmadın?” diye sordu Athena. Morpheus’un elini belinden çektikten sonra Hermes’in tam karşısına geçti. Ellerini sandalyenin tutunma yerlerine koyduktan sonra Hermes’e doğru eğildi. Suratları birbirine çok yakındı. “Beni öldürmek için onca gecen oldu. Neden birinde odama gelip beni gebertmedin?” O kadar sert konuşmuştu ki sanki kendisinin hiçbir değeri yoktu. “Doğru zamanı bulamadım,” dedi Hermes, soğukkanlılıkla. Bir de ciddi ciddi açıklama yaparak cevap veriyordu! İnanılır gibi değildi. Athena sahte bir kahkaha attı. Ondan geri çekildikten sonra “Ertuğrul Bolat’ı öldürmek için doğru zamanı bulabilmiştin ama,” dedi. Athena’nın sözleri üzerine donup kaldım. Ertuğrul Bolat’ı -kaldığımız evin sahibini- Hermes mi öldürmüştü? Bize görünmeden bunu nasıl başarmıştı? “Sen bunu nereden biliyorsun?” Hermes ise buna itiraz etmemişti. Yapmadığına dair karşı çıkmamıştı çünkü hakikaten de Ertuğrul Bolat’ı o öldürmüştü. Korkunçtu. Korkunç ve iğrenç bir şeydi bu. Athena bize döndükten sonra Hermes’in yanına geçerek bir elini onun omzuna koydu. Parmaklarıyla Hermes’in sabit duran omzunu sıkarken tatlı tatlı gülümsedi. “Senin o kurnazlıklarla dolu kokuşmuş zihnini okuyamayacağımı düşünmüyordun herhalde,” dedi, büyük bir tatminlik duygusuyla. Hermes başını çevirip Athena’ya baktığında Athena’da hiç çekinmeden ona bakıyordu. Morpheus’a söylediği kelimenin aynısını bastırarak ona söylemişti. Boşta kalan eliyle saçlarını geriye savuşturdu. Yüzünde büyük bir zafer kazanmış gibi bir ifade vardı. “Zihnimi… Zihnimi okuyamazsın,” dedi Hermes, kekeleyerek. Athena onun omzuna bir kez vurduğunda “Bal gibi de okuyabilirim seni piç kurusu,” dedi. Athena, Ertuğrul’un katilini madem biliyordu, peki ya neden bize söylememişti? “Bunu şimdi mi söylüyorsun Athena?” Afrodit kaşlarını çatarak ona baktı. Athena ise “Hermes’in zihnine yeni yeni ulaşabiliyorum. Onun aklından geçenler uzun bir süre bulanıktı. Ara sıra yine bulanıklaşıyor,” diyerek yanıt verdi. “Koruma büyüsü pek de uzun ömürlü olmamış,” dedi ardından. Hermes ile konuştuğunu biliyordum. Başka bir itiraf meselesine daha gelmiştik böylece. Hermes’in kulağına doğru “Hadisene. Bunu da itiraf et,” dedi. “Artık bu iğrençlikleri midem kaldırmıyor.” Afrodit kapıya yöneldikten sonra arkasına dönüp Hermes’e baktı. “Umarım geberip gidersin,” dedi ve kapıyı açtıktan sonra kendisini dışarıya attı. Belli ki biraz nefes almak istiyordu. Hepimiz Hermes’in itirafları karşısında boğulmaya başlamıştık. Midemiz ve aklımız bir yerden sonrasını kaldıramıyordu. En azından benim öyleydi. Yapılan itirafların bu kadar ağır ve yaralayıcı olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. “Demek Trivia ve Venüs’ü de bu şekilde tanıyordun,” dedim, bir aydınlanma yaşayarak. “Ha bir de o sürtükler vardı,” dedi Athena ardından öğürdü. Onlardan tiksindiğini anlamamak elde değildi. “Koruma büyüsünü onlar mı yaptı?” Hermes’in bana cevap vermesini beklerken sabrım iyice taşıyordu. Sakinliğimi korumak istemiştim ancak onun bu sakin tavırları durumu iyice zor bile hâle getiriyordu. “Demek ki isteyince zekânı konuşturabiliyorsun,” dedi, sırıtarak. Asla, hiçbir şekilde geri adım atmıyordu ve atacak gibi de durmuyordu. Yaptıklarından sonra yüzsüz bir şekilde hâlâ aynı hareketlerle bize bilmiş bilmiş cevaplar sunuyordu. “Athena’yı neden öldürmek istedin?” Morpheus hâlâ aynı noktaya takılıyordu. Hakkı da vardı bu soruyu sormaya. Arkasından gelecek olan itiraf beni endişelendirmişti. “Cevap çok basit. Apaçık ortadaki Athena zihinlerimize ulaşmayı sağlıyor, bu yüzden de bizler için büyük bir tehlike arz ediyor.” “Yani Athena’nın çarpıcı zekâsı sizin için bir tehdit?” Sorudan ziyade bir aydınlanmaydı aslında. Morpheus’un kaşları havalandığında Hermes’in vereceği cevaba odaklandı. “Aynen öyle,” dedi, başka bir itirafta daha bulunarak. Şimdi kaç itiraf etmişti? Üç mü? Sayılar giderek artıyordu ve ben daha fazla artmamasını umuyordum. Bir bakıma işimize de yarıyordu ama aralarından bazıları fazlasıyla sarsıcı itiraflardı. Gerçekliği tüm çıplaklığıyla bize sunmasında bir problem yoktu. Asıl sıkıntı olan şey, bunca itiraftan sonra nasıl toparlanacağımızdı. Önümüzü zaten göremiyorken Hermes’in itirafları karşısında görüşümüz iyice bulanık bir hâle bürünmüştü. “Diğer itirafa geç,” dedi Hakan, sert bir tonda. Hakan’ın emir vermesi üzerine Hermes onu ikiletmeden dediğini yaptı. Bunları neden şimdi bizlere anlatma gereği duymuştu? Aklım bir türlü kavrayamıyordu. Bize bunları anlatıyor olması onun ve diğerleri için bir tehlike değil miydi? Ellerini kollarını sallayarak sıyrılabileceklerini zannetmiyorlardı herhalde. Bu düpedüz geri zekalılıktan başka bir şey değildi. Aslında itirafları ile kendilerini de ateşe sürüklüyordu. Bizi ise çoktan ateşin ortasına bırakmıştı. “Neden bu kadar acele ediyorsun Dalkıran? Daha tonlarca zamanımız var,” dedi Hermes, diğer itirafına geçmeden önce. Hakan ona bir yumruk attıktan sonra “Lafı dolandırma!” diyerek sesini yükseltti. Hermes yüzüne aldığı darbeden sonra suratını ekşitti. Yanağı anında kızarmıştı ama onun dışında başka bir şey yoktu. Kanamamıştı ancak daha fazla uzatmaya devam ederse yüzünü kanatacaklarından emindim. “Kitabı ne yaptın?” Athena şüpheli bakışlarla Hermes’i süzüyordu. Gözlerini kısmıştı, sanırım onun düşüncelerine ulaşmayı deniyordu. Bir anda başını iki yana salladı. “Kitabı sen aldın.” Daha fazla ne kadar sinirlenebilirdi bilmiyordum ama şu anki görüntüsüne bakılacak olursa son raddeye gelmişti. “Anlat!” Morpheus’un da sabrı tükenmişti. Resmen kelime dudaklarından döküldüğünde bir çığlık edasıyla çıkıvermişti. Olduğum yerde irkildim. Derin bir nefes aldıktan sonra havanın çok yetersiz kaldığını fark ettim. Adeta nefes almamı sağlayacak kadar oksijen bulunmuyordu. Bir elim göğsüme giderken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Hakan ne yaptığımı anlayarak yüzümü ellerinin arasına aldı. “Anka. Anka gözlerimin içine bak,” diye mırıldandı. Ellerini yanaklarımdan çekebildikten sonra “Biraz hava almam gerekiyor, hem Afrodit’e de bakmış olurum,” dedim. Geri çekilerek kapıya yöneldim. Atlas’ın bakışları üzerimdeydi ama benim tek istediğim bir an önce evden çıkmaktı. Kimseyle göz göze gelmek istemiyordum. Sadece biraz sakinleşmek istiyordum. Elim kapı kulpuna gittikten sonra “Siz devam edin. O şerefsizin söyleyeceği daha ne kaldıysa hepsini öğrenin,” dedim ve kapıyı açarak dışarı çıktım. Kapıyı arkamdan kapattıktan sonra yavaş adımlarla bahçede ilerledim. Afrodit’i arıyordum ama bahçede değildi. “Afrodit?” diye seslendim. Yakınlarda bir yerden ağlama sesi geliyordu ama Afrodit’i göremiyordum. Biraz daha ilerleyip bahçenin etrafına iyice göz gezdirdiğimde Afrodit’i garajın önünde yerde otururken buldum. Neden oraya gidip ağlıyordu ki? Tek başına ağlıyor olması kalbimi sızlattı. Yanına giderken adımlarımı daha yavaş bir şekilde atıyordum ki bir anda ürkmesin diye. Gidip yanına, yere çöktüm ve bacaklarımı kendime doğru çektim. Elleriyle yüzünü kapatmıştı ve her hıçkırışında başı sallanıyordu. Kolumu omzuna attıktan sonra onu kendime çektim. Başını göğsüme yaslamasına izin verdim ve parlaklığından bir şey kaybetmeyen sarı saçlarını okşadım. Kibar bir şekilde saçlarını okşamaya devam ederken “Neden ağlıyorsun?” diye sordum. Ağlaması tuhaf değildi ama Hermes’in itiraflarının üzerine ağlıyor olması ihtimali doğru gelmiyordu. Sırf itiraflara ağlamadığını biliyordum. İçinde onu yıpratan başka bir şey olmalıydı ve ben onu öğrenmek istiyordum. “Dayanamıyorum,” dedi, zorlanarak. Hıçkırıkları yüzünden söyledikleri belli belirsiz çıkmıştı ama anlamıştım. Hep anlardım. Afrodit’i ya da bir başkasını. İnsanları anlamaya özen gösterirdim çünkü kimsenin sizi anlamamasının nasıl bir duyguya sebep olacağını biliyordum. Sessiz kaldığımızda bile bizi anlayacak insanlar ararız. Ya da aramayız fakat belli etmesek de bunu çoğu zaman isteriz. “Ne mental olarak ne de fiziksel olarak artık kaldıramıyorum.” Başını kaldırıp kızaran gözleriyle bana baktı. Ona yalan söyleyip her şey yoluna girecek demek istemiyordum. Elbette ki her şey yoluna girecekti fakat bizim sandığımız veya umduğumuz kadar kolay bir süreç olmayacaktı. Bir gün evlerimizde huzurla yatarken ya da ne bileyim başka bir şekilde hayatımıza devam ederken kendimizi bir kargaşanın içerisinde bulmuştuk. Bu çabucak sindirebileceğimiz, alışabileceğimiz veya silip atabileceğimiz bir durum değildi. Oysaki ne çok isterdik eski günlere dönebilmeyi… Afrodit’in gözyaşlarını silerken nazik olmaya özen gösteriyordum. Küçüklüğünden beri yaşadıkları herkesin kaldırabileceği tarzda değildi. Bilinen bir örnek olarak, hayatını kaybetmişti. Nefes almayı bırakmıştı. Kalbi artık atmıyordu. Ama o yeniden hayata gözlerini açtı. Tekrardan doğdu. Hiçbir şey olmadan kaldığı yerden yaşamını sürdürdü ancak şu an ona baktığımda ölmeyi dilediğini biliyordum. Keşke hiç kurtulmasaydım diyordu. Gözlerindeki ifade ne kadar yorulduğunu belli ediyordu. Hepimiz gibi o da yorulmuştu ve bundan daha normal bir şey yoktu. Sevdiğim insanları üzgün görmekten nefret ediyordum. “Birlikte üstesinden geleceğiz. Söz veriyorum,” dedim. Bana ne kadar inandığını bilmiyordum. Duydukları karşısında zoraki bir şekilde gülümsedi. “Peki ya bu uğurda ölürsek?” Böyle bir soru beklemediğim için afalladım. Cevap vermeyerek sadece sarıldım. Kolları beni o kadar sıkı kavrıyordu ki, uzun zamandır birine sarılmaya ihtiyaç duyduğunu hissettim. Birbirimize daha sık sarılmalıydık. Canım Afrodit’im. Sarı saçların kadar parlak bir gelecek bizi bekliyor. Kimse bizi birbirimizden koparamayacak, yemin ederim. “Eve geçelim. Burası çok soğuk,” dedim, sırtını sıvazlarken. Başını salladıktan sonra geri çekildi. Burnunu birkaç kez çektikten sonra yüzüne yapışan saçları geriye gitti ve gözünün altındaki ıslaklığı sildi. Oturduğum yerden kalktığımda elimi ona uzattım. Elimi tutarak ayağa kalktığında “Kıçım ağrıyor,” dedi, gülerek. Şaka amaçlı kıçına vurduğumda “Şimdi geçer,” dedim. Ona eşlik ederek güldüm. Moralimizi ve enerjimizi yüksek tutmamız gerekiyordu. İnişler ve çıkışlar yaşıyorduk ve yaşamaya da devam edecektik. Buradan çıkartacağımız ders ise her inişin bir çıkışı olduğunu asla unutmamaktı. Mühim olan düştüğümüzde kalkabilecek gücü kendimizde bulmamızdı. Güç dediğin kazanılırdı. Sonuçta kimse annesinin karnından dünyanın en güçlü insanı olarak doğmuyordu. Eve girmek için kapının önüne geldiğimizde son kez ona baktım. “Bizi ayakta tutan hayallerimiz, umutlarımız ve hedeflerimizdir. Lütfen kimsenin senin hayallerine, hedeflerine ya da hayattaki asıl amacına engel olmasına, yoluna taş koymasına izin verme,” dedim. Bana gülümsediğinde “Anca avuçlarını yalarlar,” dedi. Aşk tanrıçası Afrodit geri dönmüştü. İçimdeki sevinç geri geldi. Elini tutup sıktığımda gülümsedim. Kapı bizim yerimize açıldığında ilk önce Hakan’ı gördüm. “Bende size bakmaya geliyordum,” dedi. Afrodit’e dikkatle baktı, inceledi ve en sonunda “Abla sen ağladın mı?” diye sordu, üzgünce. Afrodit “İçimde birikenleri dışarı vurdum, o kadar. Şimdi eskisinden daha rahatlamış hissediyorum,” dedi. İçeriye geçtiğimizde Hermes’in dudağının kenarının kanadığını gördüm. Biz gittikten sonra onu iyice bir hırpalamışlardı. Başka ne anlatmıştı da bu kadar öfkelenmişlerdi acaba? Athena bizi görünce “Sonunda!” dedi, sevinçle. Ses tonundaki mutluluğun sebebini sordum. “Hermes bir kamp alanı olduğunu söyledi,” diye açıkladı. Anlamayarak ona baktığımda “Doğruyu söylediğini biliyorum,” dedi. Düşüncelerine ulaşmış olması bizim için artı puan demekti. Böylelikle gerçekten doğruları bize aktarıyor muydu, öğrenebiliyorduk. “İsmimin verildiği Hermes tanrısının özelliğini biliyor musunuz çocuklar?” Dudağının kenarındaki hafiften kuruyan kanı yaladı. Cidden hiç sınırları yoktu. Görüp görebileceğimiz her pisliği yaptığına kanaat getirdim. Kendi kanının tadına bakarken bile hazza uğruyordu. Psikopat herif. Şaka maka Hermes’i gördüğümüzden beri içimden ona etmediğim hakaret kalmamıştı. Ama hak etmişti, hem de sonuna kadar. Kimse sesini çıkarmadığında “Hermes tanrısı kurnazlığı ile bilinir,” dedi. Ardından sırıttı. Bize kurnaz olduğunu göstermesi için bunu açıklamasına gerek yoktu. Ne de olsa öğrenmiştik zaten nasıl bir karakteri olduğunu. Bilmediğim birçok şey vardı. Bunlardan biri de Hermes tanrısının kurnaz olduğuydu. Yeni bir bilgi daha eklenmişti ama bu seferki diğerlerine göre daha gereksizdi. “Aynı zamanda Zeus’un habercisidir,” dedi Atlas. Hermes ona göz kırpıp “Beni tamamladığın için teşekkürler eski dostum,” dedi, sırıtışından bir şey kaybetmemişti, aksine sırıtışı genişlemişti. Her sırıtışında, bizleri her alaya alışında sinirlerim tepeme çıkıyordu. “Sen şimdi böyle haylaz bir çocuk gibi sırıtıp eğleniyorsun ya,” dedim, ellerimi belime yerleştirirken. Ona tatlı tatlı gülümseyerek “Sen geberip giderken aynısını ben yapacağım,” dedim. “Çok etkilendim,” dedi, hep yaptığı gibi dalga geçerek. Son gülen iyi güler derler ama Hermes için tam tersi olacaktı çünkü onun gülüşünü solduracaktım. Bir daha asla gülemeyecekti. Ne bu yaşantısında ne de diğer yaşantısında gün yüzü göremeyecekti. Kıçlarının dibinden ayrılmadığı, yardakçılıklarını yaptığı Zeus ve Hades’e olacaklar gibi ona da aynı pis dünyayı tattıracaktım. Sadece ben değil, hepimiz bunu sağlayacaktık. Ares ve Atlas’ı bu kategorinin içine almak istemiyordum. Onlarda aslında bizler gibi birer kurbanlardı. Doğru yolu fark ederek kötülük planlarından uzaklaşmak istediklerinde yargılanmışlardı. Zeus ve Hades’in mahkemesinde yargılanmışlardı ancak ikisi de o zamandan beri toparlanamamıştı. Hem Ares hem de Atlas bizim tarafımızda olmayı seçmişti. Daha doğrusu onların karşısında duracak herkesin tarafında olmayı tercih etmişlerdi ki bu en doğrusuydu. Eğer bu da oyunlarının bir parçası değilse tabii. O ikisini daha sonra dinleyebilirdik. Şimdi Athena’nın dediği kamp alanını araştırmamız gerekiyordu. Hepinize sıra gelecek. Bekleyin ve görün. “Bize kamp alanını anlat,” dedim. “Sabahtan beri beni azarlıyor, bana küfürler yağdırıyor ve bana, şu çekici suratıma zarar veriyorsunuz. Size neden bu iyiliği yapayım?” “O küçük sikini seviyorsan bize her şeyi anlatacaksın,” dedi Athena. Gülmemek için dudağımı ısırdım. Athena her zaman cesurdu ve lafını asla esirgemiyordu. Herkes gibi Hermes de şaşırmıştı. Beti benzi atarken zorlukla yutkundu. Gözleri aşağıya doğru kaydı. Gri gözlerini tekrardan yukarı kaldırdığında Athena’ya baktı. “Henüz sikimin tadına varamamışken beni bu şekilde tehdit ediyor olman duygularımı incitti kızıl,” dedi. Gerçekten midemi bulandırıyordu. Athena tiz bir kahkaha attıktan sonra “O sikini anca sen tadabilirsin,” dedi. Tamam. Konu iyice sapıyordu ve hiç beklenmedik bir yere varıyordu. Üstelik mide bulandıran bir konuydu. “Tanrım iğrençsiniz!” dedi Morpheus ardından böğürme sesi çıkardı. Yüzümü buruşturduğumda Morpheus’un ne kadar haklı olduğunu fark ettim. İğrenç ötesi bir muhabbet dönüyordu ve kimsenin yararına işlemiyordu. “Dökül,” dedi Hakan. Az önce konuşulanları yok sayarak en mantıklısını yapmıştı. Hermes boğazını temizledikten sonra dudaklarını yaladı ve bunu yaparken de Athena’ya bakıyordu. Athena ona dilini çıkarttığında Hermes güldü. Asıl konuya dönelim lütfen! “Anlatmaktan da öte, dilerseniz size kamp yerini gösterebilirim.” “Nerede olduğunu biliyor musun yani?” “Bildiğim birçok şey olduğunu size söylemiştim.” “Bizi kampın olduğu yere götüreceğin ne malum? Yine bir kurnazlık peşindesindir kesin,” dedi Athena. Ondan bir adım önde olmasına bayılıyordum. Her ihtimali değerlendiriyordu. “Adım batsın,” dedi Hermes, dudak bükerek. Keşke batsaydı, dedim içimden. “Ona güvenmiyorum,” dedi Atlas, şüphe barından ses tonuyla. Hermes hakkında konuşurken bunu bizlere söylüyordu. Söz sahibi olduğunu ona düşündüren neydi? O da en az Hermes kadar yalancıydı. Bize güvenmediği için söylememiş olabilirdi, buna hakkı vardı. Ancak herkesi etkileyecek bir yalan, pembe bir yalandan ibaret olamazdı. Gözlerimi devirdiğimde Hermes kıkırdadı. “Bende sana güvenmiyorum. Hatta hiçbiri sana güvenmiyor,” dedi Hermes, Atlas’a bakarak. Atlas içinden sanki bir gölge geçmiş gibi ürperdi. Kasılmaya başlamıştı. Bir elini ensesine götürüp sıvazladığında “Kamp yerini anlat,” dedi, Hermes’i tersleyerek. “Yalnızca konumunu biliyorum. Gizli bir bölmede yer alıyor ve herkes oraya giremiyor. Sizi oraya götürsem bile içeri nasıl gireceksiniz bilmiyorum.” Derin bir nefes aldıktan sonra suratını buruşturdu. Her dudaklarını oynatışında yarası daha çok acıyordu. “Kimler var orada?” Morpheus güzel bir soru sormuştu. Orada kimlerin olduğunu bilmiyorduk sonuçta. Hatta öyle bir yer olduğundan bile şüpheliydim ancak gelen her ihtimali göz önünde bulundurmamızda fayda vardı. “Sizin gibi insanların olduğu kadar Hakan gibi normal insanlar da var. Eğitiliyorlarmış güya fakat bizim karşımızda hiçbir şansınız yok,” dedi, iğneleyici bir edayla ardından göz kırptı. Hermes şimdiye kadar asıl kimliğini gizlemişken neden şimdi tüm bunları bize anlatma gereği duyuyordu? Bu da planın bir parçası olabilird; burnuma kötü kokular geliyordu. Onun ikiyüzlü, kurnaz ve Zeus’a haber yetiştiren biri olduğunu öğrenmiştik. Ancak bize aktardığı bu bilgiler sadece birer düzmeceden ibaret olabilirdi. Diğer ihtimallerin içinde, bu ihtimali de unutmamamız gerekiyordu. Uykusuzluktan gözlerim ağrıyordu. Vücut direncim sıfıra inmişti neredeyse. Bacaklarım artık bedenimi tutamayacak hâle gelmişti. Yatıp dinlenmemiz gerekiyordu. Daha sakin, dirençli ve güçlü olmak için uyumamız şarttı. Bahsi geçen kamp alanına yarın erken saatlerde gidebilirdik. Hermes bütün gece boyunca küçücük sandalyede bağlı kalırken ona göz kulak olabilirdik. Sırayla nöbet tutarak onun kaçmayacağından emin olmalıydık. Uyurken bile gözlerimizi dört açmamız gerekiyordu. “Yarın erkenden götür bizi,” dedim, düşüncelerimin arasından sıyrılarak. Sesli bir şekilde dile getirdiğim bu fikrim karşısında Hakan “Neden sabahı bekliyoruz ki?” diye sordu. Koyu kahverengi gözleri benimkilerle buluştuğunda “Tamam, yarın gidelim o halde,” diyerek çabucak karar değişikliği yaptı. Gözlerimdeki yorgunluğu görmüştü. “Beni bir kez daha misafir edeceksiniz yani? Gözlerim yaşarıyor,” dedi Hermes, yalandan ağlama taklidi yapıyordu. Athena bariz bir şekilde gözlerini devirdi. Bu çocuk sahiden de geri zekâlıydı. Peki ya yarın bizi oraya götürdükten sonra ne olacaktı? Bir tuzak kurmuş olabilirler miydi? Zeus ve Hades’in, belki de Trivia ve Venüs’ünde bizi yolun sonunda beklediği bir tuzak düzenlenmiş olabilirdi. Olabilitesi yüksek olan bu ihtimaller canımı sıkıyordu. Kafamın içi ağrımaya başlıyordu, yükü ağır basıyordu. Daha fazla bir şey söylemeden merdivenlere yöneldim. “O halde odalarımıza dağılıyoruz,” dedi Athena soru sorar gibi. “Sanırım öyle olacak,” dedi Afrodit. Ardından Hakan “Ben salonda yatarım. Şu orospu çocuğunun bir yere kaybolmaması için gözümü dört açacağım,” dedi, nefretle. Her Hermes’den bahsedişinde tüyleri diken diken oluyordu, anlıyordum. Basamakları çıktığımda “Anka bir dakika beklesene,” diye seslendi Morpheus. Kafamı çevirip arkaya baktığımda Athena ve Afrodit çoktan odalara dağılmıştı. Ares ve Hakan ise farklı koltuklara geçerek kendilerine yer yapıyorlardı. Beraber mi nöbet tutacaklardı? Atlas ne yapacağını bilemeden Hermes’in karşı tarafında, kapının önünde durmayı sürdürüyordu. Onu evden kovmak şimdilik akıllıca olmazdı fakat bir daha eve dönme gibi bir durum söz konusu olursa onu kimse evde istemeyecekti. Buna bende dahildim. Gidip odamın kapısını açarken Morpheus’un arkamdan gelmesini bekledim. Odaya geçtiğimde arkamdan girdi ve kapıyı kapattı. Odanın içi zifiri karanlıktı. Sadece sokaktan gelen loş ışığın verdiği parlaklıkla Morpheus’un yeşil renkteki gözlerini seçebiliyordum. Gidip yatağın yanında duran lambayı açtığımda Morpheus’un yüzündeki donuk ifadeyle karşılaştım. Midesi bulanıyor da her an kusacakmış gibi sapsarı olmuş, beti benzi atmıştı. Biz eve geldiğimizde o uyuyordu. Yine bir kâbus görerek kamp alanında bizi bitmek, tükenmek bilmeyen bir felaketin beklediğinden mi bahsedecekti? “Athena ve Hermes’i birlikte gördüğüm o kâbusu hatırlıyor musun? Bir tek sana anlatmıştım ve bak şimdi o şerefsiz kendi ağzıyla Athena’yı öldürmek için gönderildiğini söyledi,” dedi, uzun bir bekleyişin ardından. Demek ki yüzündeki solgunluğun sebebi gördüklerinin gerçekleşmiş olmasından kaynaklanıyordu. Athena’ya zarar gelmeyeceğine dair ona verdiğim sözü anımsadım. Beynimin içinde bir yılan gibi sürüyerek dolanan o düşünceler, konuşmalar, verilen sözlerin hepsi beni yiyip bitirecekti. Yılan en sonunda zehrini salacak ve beyin ölümümü gerçekleştirecekti. Vücudum aniden karıncalanmaya başladığında zorlukla yutkundum. Morpheus’un kaşları havalandığında elini kaldırıp bana doğru salladı. “Anka beni dinliyor musun? Alo?” Bir anda gerçekliğe geri döndüm. Bir elektrik çarpmış gibi bedenim titredi ve elektriklenme kayboldu. “Duydum,” diyebildim bir fısıltıyla. “Lütfen yarın çok dikkatli olalım. Ne Hermes’e ne Ares’e ne de o Atlas denen çocuğa güvenmiyorum. Üçü birlik olup bizi öldürmeye kalkabilir. Ayrıca Ares çok kuvvetli ve Atlas’ın da oku var. Birini bize saplarsa kurtuluşumuz olacağını sanmıyorum,” dediğinde nefes nefese kalmıştı. Şakaklarını ovduktan sonra “İyi geceler diyeceğim ama ne kadar iyi geçecek bilmiyorum. Tamamen acınacak haldeyiz,” dedi, kederli bir ses tonuyla. “İyi geceler Morph. Ayrıca endişe etmene gerek yok. Biz birbirimize kenetlenirsek kimse bize elini süremez,” dediğimde hem kendimi hem de onu rahatlatmayı amaçlıyordum. Kısa konuşmamızın hemen ardından daha fazla vakit kaybetmemek için odadan çıktı. Kapıyı kapattığında derin bir nefes aldım. Üstümdekileri değiştirme gereği duymadan yatağın içine girdim. Pijama giymeye bile mecalim kalmamıştı. Yatak soğuktu. Biraz da olsa ısınabilmek umuduyla yorganı üstüme doğru çektim. İçimi ısıtmak, bedenimi dinlendirmek ve gözlerimi kapatarak uykuya dalmaktan başka bir arzum yoktu şu anda. Uykunun kollarına kendimi bırakmadan önce kapıyı kilitleyip kilitlememek arasındaki o ince çizgide sallanıp durdum. Baktım ki vücudum git gide mayıştırıcı bir sıcaklıkla sarmalanıyor, tercihimi gözlerimi kapatmaktan yana kullandım. ________ Odanın içerisinden sızan yoğun güneş ışıkları tenimin üzerinde geziniyordu. Yansıttığı his sadece sıcaklıktan ibaretti. Yattığım yerde terlemiştim. Vücudum sırılsıklam olmuş, ter içime işlemiş, terin tuzu tenimi kaşındırıyordu. Gözlerimi araladığımda sırtım cama dönük olduğu için sevinmiştim. Gözlerim ela renkte olduğu için güneşin yansıttığı ışık fazla geliyordu. Gözlerim her defasında sulanıyor, tenim kaşınıyor ve ben tümüyle kızarıyordum. Alerjim olabileceğini düşünmüştüm ancak ısının verdiği haz bir yerden sonra enerjiye dönüşüyordu. Güneş ile alıp veremediğim başka bir şey vardı. Henüz hâkim olmadığım bir şey. Kuşların dinlendirici cıvıltılarını işittiğimde bütün o kaşınmalarım bir anda hayalete dönüştü, yok olup gitti. Uzun zamandır kulağıma böyle tatlı gelen sesler duymuyordum. Kuşların sesini bu kadar çok özleyebileceğimi tahmin bile edemezdim. Yataktan kalkmayı başardığımda saçlarım enseme yapışmışlardı. Üzerimdekilerle uyumayı seçtiğim için güneşin altında terletmişlerdi. Kalın kıyafetleri üstümden sırasıyla çıkartıp banyoya geçtim. Duşa girdikten sonra ılık suyu ayarladım. Su başımdan aşağı akarken saçımı şampuanlamak yerine kollarımı kaşımakla meşguldüm. Bugün kamp alanına gidecektik. Bu sebepten ötürü olabildiğince hızlı hareketlerle duşumu aldım. Duştan çıktıktan sonra hemen dişlerimi fırçaladım ve giyinmek için odaya geri döndüm. Cama baktığımda, geçip giden kuşları son anda yakalayabilmiştim. O kadar özgürlerdi ki. O kadar büyük bir özgürlükle, nefes alarak uçuyorlardı ki onların yerinde olmayı dilemiştim. Özgürlüğüme, huzura ve ferahlığa kavuşup buralardan kaçıp gitmeyi çok istiyordum. Ya uçarak ya da uçmayarak, orası fark etmiyordu. Fakat kendi yolumu bularak gitmek istediğimi biliyordum. Özgürlüğe kaç adım kalmıştı bilmiyordum ama yeniden özgür olmayı ve dilediğim şekilde yaşamayı dört gözle bekliyordum. Özgürlüğe birkaç adım. Az kaldı Anka. Çok az daha bekle kızım. Fazla zaman kaybetmeden kurulanıp üstüme rahat edebileceğim kıyafetleri geçirdim. Sürekli bir koşuşturma halindeyken güzel ve şık bir elbise giyemiyordunuz. Elbise veya etek -her neyse- giymeyi ve süslenerek nefis bir akşam yemeğine gitmeyi o kadar çok özlemiştim ki. Eskiden de çok gittiğimi söyleyemezdim ama en azından bir kere bile olsa gidebiliyordum. Şimdi ise bunların hiçbiri yoktu. Ne bir kafeye gidip kahve eşliğinde saatlerce dedikodu yapmak vardı ne de evde öylesine takılarak düz, normal dediğimiz o hayatı yaşamak vardı. Sakinlik istiyordum, ölüm kalım savaşı değil. Neşe istiyordum, keder değil. Çok üzülerek biliyordum ki bizim isteklerimizin bir değeri yoktu. Plan yapıyor olsak da bizim için plan yapılmış oluyordu. Uyup uymamak bize sunuluyordu ve bizler aciz olduğumuz için bir yerden sonra kendi isteklerimizi geri plana atıyorduk. Ama vazgeçip kaçmak asla yoktu. Kaçmanın, vazgeçmenin lügatımızda yeri olamazdı. Değişecekti. Değiştirecektim ve değiştirecektik. El ele, dip dibe, omuz omuza. Bunları devamlı olarak söylediğimi biliyorum çünkü bu sözler, daima inandığım sözlerdi. İnandığım ve uğruna savaştığım şeyleri söylememek için hiçbir nedenim yoktu. Şayet, bir engel olsaydı da ben yine söylemeye devam ederdim. Bu kez daha yüksek sesle. Haykırarak. Bağırıp çağırarak, inatla söylerdim. Geri adım atmadan. Odadan çıkmayı başardığımda kapıyı arkamdan çok ses çıkarmamaya dikkat ederek kapattım. Saati bilmiyordum ama erken olduğunu söyleyebilirdim. Güneş henüz doğmuş olmalıydı. Kavurucu bir sıcaklık hâkim sürmüyordu ancak düne göre daha güzel bir hava vardı. Biz kamp alanına giderken bize zorluk çıkarmayacak bir havaydı. Merdivenlerden yavaş adımlarla inerken salona kaydı gözlerim. Her adımımda saçlarımdan omuzlarıma su damlaları düşüyordu. Saçlarımı kurutucuyla kurutmamıştım, kendi halinde kuruyor olması daha çok hoşuma gidiyordu. Son zamanlarda cildim kuruduğu için dolapta ne bulduysam sürmüştüm. Büyük ihtimalle Ertuğrul Bolat’ın kızına ait nemlendiricilerdi. Makyaj eşyaları da dolapta yerini alıyordu. Kullanıp kullanmama arasında gidip gelmiştim çünkü çok hijyenik olacağını düşünmemiştim. Kendime bakım yapmayalı çok olmuştu. Ufak da olsa ellerimi ve parmaklarımı kullanarak yüzüme bir iki şey sürmüştüm. Ahşap merdivenler gıcırdamaya başladığında neyse ki son basamağa ulaştığım için seviniyordum. Hermes dünden beri aynı sandalyede uyuklarken boynu omzuna düşmüştü. Kaşları çatık bir şekilde uyuyordu. Ellerini ise yumruk haline getirmişti. Ares solda kalan koltukta bayılmış bir halde yatarken Atlas da onun dibinde yerde uzanıyordu. Yayı ve oklarını yanından ayırmamıştı. Sehpayı biraz ileriye alarak onları sehpanın altına, hemen dibine koymuştu. Hakan’a bakmak için parmak uçlarımda yükseldiğimde onu görememiştim. Yine parmak uçlarımda yürüyerek mutfağa geçtikten sonra Hakan’ın sırtıyla karşılaşmıştım. Tezgâhın önünde duruyor, tahminimce kendisine kahve hazırlıyordu. Kahvenin iç açıcı kokusu burnuma geldiğinde kokuyu içime çektim, yeni demlemiş olmalıydı. “Günaydın,” diye mırıldandım. Sesimi alçak tutmaya özen gösteriyordum çünkü bizden başka ayakta olan kimse yoktu. Fincanı eline alarak hızla arkasına döndü. Baştan aşağı beni süzdükten sonra “Günaydın,” dedi, sesi benimkine nazaran daha sıcak çıkmıştı. Omuzlarıma düşen nemli saçlarımı elimin tersiyle geriye attıktan sonra “Kahve mi?” diye sordum, sorunun cevabını bilmeme rağmen. “İster misin?” dediğinde elindekini bana uzattı. İtiraz etmeyerek fincanı elinden aldığımda parmaklarımızın birbirine değmemesi için çabaladım. Onunla yaşadığımız son tartışmadan sonra hemen buzları erittiğimi, onu affettiğimi ve eskisi gibi davranmaya hazır olduğumu zannetmesini istemiyordum. Belini tezgâha dayadıktan sonra ellerini de tezgâha yerleştirdi. Islak saçlarıma baktıktan sonra gözleri benimkilere tırmandı. Kumral saçları güneşin verdiği sıcaklıkla daha tatlı bir renge dönüşmüştü. Onu incelediğimi anlamaması için bakışlarımı fincana indirdim. Kahveye üfledikten sonra bir yudum aldım. Tam da hatırladığım gibi ekstra acı yapmıştı. Küçükken konuşmayı ve görüşmeyi kestiğimizden bu yana onun hakkında bilgi edinebilmek için başka çocukları darlamıştım. Onlardan aldığım bilgiler sayesinde bunca sene nelerle uğraştığını, neleri sevdiğini ve hayatının nasıl şekillendiğini öğrenmiştim. Lakin bir yerden sonra çocuklar bana bilgi vermekten vazgeçmiş, bende üstlerine çok düşmemiştim. Acı kahve sevdasını da bu sayede biliyordum. Yapmamam gereken bir hareketti belki ama o zamanlar bunları düşünecek kadar kafamı çalıştıramamıştım. Hâlâ, ara sıra da olsa kafamı çalıştıramadığım anlar oluyordu. Ben yirmi üç yaşında bir kız iken, kendisi yirmi altı yaşındaydı. Yaşlarımıza rağmen zaman zaman ne o, ne ben, ne de bir başkası zekâsını konuşturmada usta olamayabiliyordu. Yaşla da alakalı değildi aslında. Fakat ben hep yaşımdan ötürü bu tür hareketleri yaptığımı söyleyerek kendimi kandırmayı tercih ediyordum. Ne kadar mantıklı ama değil mi? Verdiğim bazı saçma sapan kararlardan ötürü yaşımı öne sürerek hatalarımdan kaçmaya çalışıyordum. Kural bir, nasıl bir hata yapmış olursan ol bunun sorumlusu her zaman yaşınla alakalı değil. Bunu unutma. Kural iki, ara sıra yaptığın hataları yaşının verdiği bilinçsizliğe dayanarak kullanabilirsin. Her zaman olmamak kaydıyla. Kural üç, saçmalamaya başladığında dur, bekle ve derinlemesine düşün. Bundan daha iyisini yapabilirsin. Sessizliğimiz beni rahatsız ettiğinde, “Atlas ve Hermes konusunda,” diye başladım ama beni susturdu. Elini kaldırdığında sonrasında söyleyeceklerimi geri yutmak durumunda kaldım. “Yalnızca kime güvenmen gerektiğini bilmeni istiyorum Anka,” dedikten sonra ekledi: “Bana güven demiyorum çünkü güvenmediğinin farkındayım. Kime güveneceğini kendin zaten çok net bir şekilde görüyorsun. Ya da görmeye başlıyorsun.” Ondan af dilemeyecektim fakat dünden sonra bana olan bakışları beni huzursuz etmişti. ‘Bak ben sana demiştim’ bakışları hiç hazzetmediğim türdendi. O da ondan özür dilemeyeceğimi biliyordu. Daha doğrusu ne söylemeye çalıştığımı o da benim gibi bilmiyordu, beni susturarak en iyisini yapmıştı. İçeriden mırıldanmalar geldiğinde diğerlerinin de yavaştan uyandığını anladım. Bir rahatlama hissederek mutfaktan çıkıp salona geri döndüm. Athena esneyerek dağılmış kızıl saçlarını karıştırıyordu. Hermes’in düşen kafasına bir tane vurarak “Senin güzellik uykundan uyanmanı bekleyemeyiz,” dedi, sertçe. Afrodit diğerlerine bağırarak aşağıya inmelerine dair talimat verdi. Çok süre geçmeden Efdal, Morpheus ve Rabia aşağıya indi. Efdal ve Morpheus birbirine baktıktan sonra başlarını sallayarak “Mahzene gidiyoruz,” dediler. “Ne için?” diye sordu Ares, kollarını havaya kaldırıp esnerken. “Birkaç malzeme almamız gerekiyor,” dedi Morpheus, soğuk bir sesle. Yanlış hatırlamıyorsam mahzende silahlar ve daha birçok kesici aletler vardı. Her ihtimale karşı yanımıza bu tarz aletler bulundurmak istemesi akıllıcaydı. İkisi de salondan ayrılmadan önce Athena onlara doğru seslenerek “Benim içinde güzel bir bıçak getirin,” dedi. Bıçak için çok uzağa gitmesine gerek yoktu, mutfakta tonlarca bıçak vardı zaten. Herhalde mahzendekiler ona daha cazip ve çarpıcı gelmişti. O anda bende mutfağa geri dönüp bir bıçak alsa mıydım diye düşündüm. Kendini kahraman mı zannediyorsun? diye sordu iç sesim benimle alay ederek. Kes sesini, diye karşılık verdim içimden. İçimdeki karamsar sesten kopmak istiyordum ama bir türlü yakamı rahat bırakmıyor, beni salmıyordu. Benimle ne alıp veremediği vardı? Tüm dengelerimle oynayan da iç sesimdi. Fakat iki farklı iç sesim mevcuttu. Biri alaycı, diğeri ise cesaretlendirici. Morpheus ve Efdal ellerinde yeteri kadar kesici aletle geldiklerinde Afrodit ve Hakan’da herkese birer sandviç hazırlamıştı. Doğru düzgün yemek bile yiyemiyorduk, sürekli ufak tefek şeylerle geçiştiriyorduk. Evden çıkmadan önce Hermes’in iplerini çözüp onu sandalyeden kaldırmışlardı. Fakat ondan önce Hermes’in kaçmayacağından emin olmak adına bu sefer ipi el bileklerine bağlamışlardı. Yapılan itiraflardan sonra Ares ve Atlas’a da pek güvenmediğimiz için Morpheus ve Efdal Hermes’in iki koluna girerek onu yürütmeye başlamışlardı. Yanlarında bıçak ve mızrak tarzında uzun, ucu keskin bir alet taşıdıkları için kendilerini otomatik olarak daha rahat hissediyorlardı. Aksi bir durum yaşanır da Hermes kurtulmak için çaba sarf ederse ikisi de aletleri kullanmaktan gocunmazlardı. Gerçi diğer türlü de ona zarar vermekten çekinmezlerdi, bunun farkındaydım. Özellikle de Morpheus. Athena’yı öldürmek için buraya geldiğini öğrendiğinden beri Hermes’e karşı büyük bir kin ve nefret duyuyordu. İzin versek onu hiç vakit kaybetmeden de bıçaklayarak iç organlarını dışarıya çıkartabilirdi. Yeşil gözlerindeki keskin bakışlardan bunu anlamak basitti. Topluca evden çıktık. Bugün çok işimiz vardı. Güzel sonuçlar elde edeceğimiz bir gün olmasını diliyordum. Bir yandan Afrodit’in bana verdiği sandviçi ısırıp yavaş ve iştahsız bir şekilde çiğnerken, diğer yandan da gruba eşlik ederek Hermes’in bize tarif ettiği yollardan ilerliyordum. “Neden arabaları almadık da bu kadar yolu yalın ayak gidiyoruz? Ayak tabanlarım ağrıyor ve her adım attığımda bir iğne gibi tenime batıyor,” dedi Efdal, oflayarak. Mızmızlanmaya başlaması kısa sürmüştü. Onun da dediği gibi arabalarla gitmek benim de aklıma gelmişti fakat o kadar kişi iki tane arabaya sığamazdık. Hem hava kolaylıkla yürüyebileceğimiz kadar aydınlık ve yol göstericiydi. Tabii Zeus denen aşağılık herif havayla oynamazsa. Her ne kadar güneşin yansıttığı sıcaklık tenimi kaşındırsa da havanın güzel olmasını inkâr edemezdim. Bir elimde sandviçi tutarken diğer elimle de ensemi kaşıyıp duruyordum. Kızarıklık oluştuğuna emindim. Sonrasında yara yapmamak için elimi ensemden çekme kararı aldım. Basbayağı ateş tarafından yakılmak üzereydim ve alevlerin hissi beni bu kadar etkilememişken güneş neden bana iyi gelmiyordu? Bir türlü anlayamıyordum. Efdal’a cevap olarak, “Devamlı olarak üreyip duruyoruz çünkü seni sersem. Görmüyor musun kaç kişiyiz? Sence o arabalara sığabilir miydik?” dedi Rabia, bilmiş bir tavırla. Rabia da Efdal’dan hoşlanmıyordu; hisleri karşılıklıydı. Kısa siyah saçlarını elleriyle düzelterek Hakan’ın dibinden yürümeye devam etti. Sürekli başını çevirip Hakan’a aşk dolu gözlerle bakıyordu. Ona yanaşmaya çalışıyor, elini eline değdirebilmek ve kendisine aynı ifadeyle bakabilmesi için Hakan’a boş boş kıkırdayıp duruyordu. Düne kadar ona bu kadar sıcak ve yakın davranmıyordu. Ona âşık olduğunu biliyordum, hiçbir zaman inkâr etmemişti. Ancak ilk kez Hakan ile bu kadar ilgilendiğini görüyordum. Şimdiye kadar hislerini çok fazla dışarıya vurmasa da şu anda hisleri gereğinden fazla dışarı çıkıyordu. Dün gece ikisi arasında bir şeyler yaşanmış olamazdı, değil mi? Bu tatsız, mide bulandırıcı düşünceyle başımı iki yana sallayarak ağzımdaki lokmadan ötürü boğulmamak için öksürdüm. Efdal, Rabia’nın dediklerine bir cevap vermedi, onu tamamen görmezden geliyordu. Sanki hiç yanımızda değilmiş gibi yürümeye devam ediyordu. Önden gittikleri için yüzünü göremiyordum ama gözlerini devirdiğine yemin edebilirdim. “Arabaları unutun artık. Yürüyoruz çünkü arabaya sığamazdık. İki kere iki dört, bunu tartışmaya bile gerek yok,” dedi Morpheus, bütün hıncını ikisinden çıkartacak kadar gergindi. Athena yanıma ulaştığında acıdan yüzü çok fena bir haldeydi. Karnını tutarak kıvranıyordu ve gözleri sulanmıştı. Ben ne olduğunu soramadan “Şu adet sancıları bir gün sonum olacak,” diye mırıldandı. Ona içten bir gülümseme gönderdiğimde elimi omzuna koydum. “O bedenine söyle seni daha fazla sinir etmesin,” dedim, karnına bakarak. Yalandan kaşlarımı çattığımda gülmek için kendisini zorladı. “Keşke şu an benim yerime o piçin evladı Hermes sancı çekiyor olsaydı,” dedi, iğrenerek Hermes’in sırtına bakıyordu. Hiç olmadığı kadar Hermes’den nefret ettiğini düşünüyordum, haklı olduğu bir noktaydı. Atlas sol tarafıma geldiğinde kulağıma doğru eğilerek “Biraz konuşalım mı?” diye fısıldadı. Herkesin benimle bir şeyler konuşmak istemesi beni delirtiyordu. Kimseyle konuşmak istemiyordum, sadece sessizlik içinde yürümek ve gittiğimiz yolu hafızama kazımak istiyordum. Ona bakmayarak Athena’ya döndüm. Sessiz ricamı anladıktan sonra karnını tutmaya devam ederek Afrodit’in yanına koşturdu. “Teşekkür ederim,” dedi Atlas, minnetle. Ona bakmamak için direnirken “Konuşmak istediğimi söylediğimi sanmıyorum,” dedim. Kendisini terslememi yok sayarak “Ares ile tanıştığımızı senden gizlediğim için üzgünüm,” dedi. “Gizlemedin,” dedim, sesim bana bile fazla gelecek derece sert çıkmıştı. “Bana yalan söyledin Atlas. Arada fark var, bilmem anlatabiliyor muyum?” “Seni tanımıyorum Anka,” dedi, açıklama yapmak istercesine. Tek dayanağının beni tanımıyor olması olduğunu hiç zannetmiyordum. “Doğru,” dedim, zoraki gülerek. “Beni tanımıyorsun ve bende seni tanımıyorum,” dediğimde adımları yavaşladı. “Tanımak istiyorum,” diye fısıldadı. Hayır, bunu istemiyordu. Eğer gerçekten beni tanımak isteseydi yalanlarına başvurmazdı. En azından ben birini tanımak istediğimde çat diye ona yalan söyleyerek mevzuya girmezdim. “Atlas bu olayı büyütmenin bir anlamı yok sanki,” dediğimde bu sefer ona bakıp konuşmaya başlamıştım. Gittiğimiz yolun bir an önce bitmesi için can çekişiyordum. Varacağımız yere ulaştığımızda onunla konuşmak zorunda kalmayacaktım. “Ama bana kırılmışsın,” dedi, gözlerindeki ifadeye bakılırsa benim kırgınlığım onu da kırmıştı. Bakışlarımı ondan kaçırdıktan sonra “Kırılmadım. Tanımadığım birine kırılmam çok saçma olurdu,” dedim, yalana başvurarak. Ona neden kırıldığımı bile tam olarak bilmiyordum. İnsanların bana yalan söylemesini sevmiyordum. Yalanlar insana zarar verirdi. Sanırım insanlara kırılmayı huy edinmiştim. Herkesi kendim gibi doğrucu davut zannediyor, yalandan nefret ettiğim için insanların da bana yalan söylemeyeceğini sanıyordum. Benim söylediğim yalanlar kimseyi incitmiyordu. İncitecek olsaydı da karşımdaki kişi bunu hak etmiş anlamına geliyordu. “İnsanlara çok kolay güveniyorsun, kimse sana yalan söylemez, seni kandırmaz sanıyorsun ancak işler bu şekilde yürümüyor. Her ne kadar dışarıya göstermemeye çalışsan da insanlara kolayca kırılıyorsun. Onları tanıyıp tanımaman önemli değil.” Atlas’ın gücü de insanlara bakarak doğru çıkarımlar yapmak, yüzlerini okuyarak kişiliklerini mi bulmaktı? Buna neredeyse histerik bir kahkaha atacaktım. Dudaklarından dökülen cümlelerden sonra kaşlarım çatıldı. Dediklerinin doğruluk payı epeyce yüksekti ve bu sinirlerimi alt üst etmişti. Onu geride bırakarak yanından ayrıldım ve kızların yanına gittim. Tamı tamına sadece bir gün vakit geçirmiştik ve beni hemen tanıdığını nasıl iddia edebiliyordu? Cesareti yüzünden şaşkınlığa uğramış olsam da bunu ona göstermeden kaçmıştım. Bir kez daha yüzüme baksaydı kendimi iyice ele verecektim. Duygularımı saklama konusunda başarılı olduğumu düşünürdüm ama görünüşe bakılırsa o kadar da yetenekli değilmişim. Ne şok ama. Yola çıkmadan önce Hermes gideceğimiz yerin yirmi dakikalık bir mesafede olduğunu söylemişti. Ya bizi kandırmıştı ya da yirmi dakika tahmin ettiğimden daha uzun gelmişti. Bir an önce kamp alanına ulaşmak ve bacaklarımı dinlendirmek istiyordum. Normalde yürümeyi, doğayla iç içe olmayı severdim ama şimdi iş bambaşkaydı. Ulaşmak istediğimiz bir nokta, bir hedef vardı ve ben gittikçe sabırsızlanıyordum. Şimdiye kadar geldiğimiz noktaya bakmak için gözlerimi çevrede gezdirdim. Sağda solda yıkılmış binalar vardı, hepsi birer toz haline gelmişti. Molozlardan çıkan tozlar havaya karışıyor, griliklerini gökyüzüne ulaştırıyordu. Güneş sayesinde tozlar parıldıyordu ancak tahmin edileceği üzere hiç iç açıcı bir görüntü oluşturmuyordu. Bunların yanında birçok araba da paramparça olmuştu. Kimdi bunlara sebebiyet veren? Koskoca binaları ve binlerce arabayı bu hâle getiren iki kişi olamazdı. Hermes, Trivia ve Venüs’ü de düşünürsek oluşturmaya çalıştıkları ordu bu kadar az insanı kapsıyor olamazdı. Ordu diye bahsederken bile verdiği titreşimden dolayı tüylerim kalkmıştı. Ordu oluşturmuyorlarsa ne sikim yiyorlardı ki zaten? Tüm bunlar ne zaman ve nasıl gelişmişti, bilmiyorduk. Hermes bize bu kısımları anlatmayı es geçmişti. Demek ki yeteri kadar taşaklı değildi. Henüz o kısma gelmek için belirli bir süre kolluyor da olabilirlerdi. Muhtemelen bize itiraf etmediği tonlarca pislik, dalavere vardı. Bize bir bulmacadan söz ediyordu ama parçalarını da eksik veriyordu. Zeus ve Hades’in isteğine göre hareket ediyor, her şeyi bize söylemiyordu. Bilmemizi istedikleri kadarını bahşediyordu kıçımın kenarları. Hermes’in itiraflarından biriyle bir aydınlanma yaşadım. Kamp alanında bizim gibi insanların bulunduğundan ve eğitildiklerinden söz etmişti. Madem onca insan var, peki şimdiye kadar nasıl birbirimizden haberimiz olmamıştı? Bölgeler arasındaki savaşın olduğu gün isimlerimiz anons edilmişti. Yapılan anonsu da mı kimse duymamıştı? Hiçbiri bizleri bulmak, başka insanlara daha ulaşabilmek için neden hiç çaba sarf etmemişlerdi? Orada esir tutulan birçok insan vardı da acaba kamp bahanesiyle Hermes bizi de mi oraya çekmeye çalışıyordu? Sorular yüklenmeye başladı yine… Parmaklarımla şakaklarıma bastırdığımda soruların bünyeme çok fazla geldiğini fark ettim. Türlü türlü sorular vardı fakat hepsinin bir karşılığı bulunmuyordu. Birinin beni izlediği hissine kapıldığımda başımı çevirdim ve Hakan’ın koyu kahverengi gözleriyle karşılaştım. Güneşten dolayı rengi açılmıştı ve gözlerinin içi parlıyordu. Keskin bakışlarını yok sayacak olursam çekici bile gözüküyor diyebilirdim. Birini çekici kılan şeylerden biri gözleriydi bana göre. Gözlerimi kırpıştırarak arkasında kalan güneşten kaçınmaya çalıştım. Sorar gözlerle beni süzüyordu ama neyi sorguladığını bilmiyordum. Daha fazla güneşe maruz kalmamak için önüme döndüm. Herkes yavaşlamaya başladığında geldiğimizi anladım. Hermes başıyla koca kayaların olduğu yeri gösterdiğinde “Onun arkasında bir yerde olmalı,” dedi. Kayaların arkasında nasıl kamp alanı olabilirdi? Bize hakikati söylemediğini biliyordum işte. Yine kandırılmıştık. “Kayaların orada koskocaman bir kamp alanı olduğuna inanmamızı beklemiyorsun değil mi?” Efdal Hermes’in kolundan çıktıktan sonra bahsi geçen kayanın önüne ilerledi. Ellerini taşın üzerine bırakıp bir giriş yolu aramaya başladığında “Burada bir şey yok!” diye isyan etti. Morpheus da Hermes’i olduğu yerde bıraktıktan sonra Efdal’ın yanına gitti ve onun yaptıklarının aynısını bu kez kendisi yaparak bir şey bulmayı denedi. Elde var sıfır. Girişe dair hiçbir iz yoktu. Hermes’i bırakmışlardı ama bilekleri bağlı olduğu için kaçmaya çalışsa da başarılı olamazdı. Hepimizin gözü onun üstündeydi. Bir de bize gösterdiği kayaların. “Ne yani? Bir düğme falan mı bekliyordunuz?” Rabia alay ederek sesini çıkarttığında Hermes kıkırdadı. Hermes defolup gittiğinde Rabia’yı da yanında götürseydi hiç fena olmazdı. Aksine onca yaptıklarının yanında bir sevap işlemiş olurdu. Bazen Rabia’nın kimin tarafında olduğunu sorguluyordum. Onun için değerli olan tek şey Hakan’ın yanında kalabilmekti. Olur da bir gün Hakan kötü tarafı seçerse kuşkusuz ki Rabia’da ona katılırdı. Kendisine saygısı olmayan biri olduğunu her şekilde gösteriyordu. Umarım bir gün kendi gerçeğini bulabilirdi, bunu onun için gerçekten isterdim. Ares ve Hakan da bir şey bulacağına inanarak onlara katılmıştı. Kayaların her tarafını inceliyorlar, herhangi bir ipucu arıyorlardı. O sırada fırsattan istifade Hermes bileklerindeki ipten kurtularak birkaç adım geriye kaçtı. İpin yere düşmesini gördüğüm an “Hey!” diye bağırdım. İpten kurtulmayı nasıl becermişti? Kaşla göz arasında dikkatimizi başka yöne çekerek üzerinden atmıştı. İpin yeterince sıkı olduğunu sanıyordum ama görüyordum ki yanılmışım. Çevik hareketlerle Athena’nın arkasına geçti ve koluyla Athena’nın boğazını sardı. Athena gözlerini açarak ani bir çığlık patlattığında Hermes daha fazla vakit kaybetmemek için Athena’nın arka cebine ters bir şekilde yerleştirdiği bıçağı kaptı. Ağzım açık bir şekilde az önce olanlara odaklanmaya çalışıyordum. Bunların hiçbirini beklemiyordum. Bozguna uğramıştım. Bıçağın sivri ucunu çekinmeden Athena’nın boynuna dayadı. Nefes nefese kalmıştı tüm bunları yaparken. Bir elim ağzıma giderken gördüklerimi sindirmeye çalışıyordum. Athena’nın boynuna bıçağı dayıyordu ve ben, sesimi çıkartamamıştım. Athena zorlukla yutkundu. Kolunu kaldırıp Hermes’in bel kıvrımına dirseği geçirecekken Hermes bıçağın sivri kısmını boğazına bastırdı. Athena yapmakta olduğu hamleden vazgeçerek kolunu indirdi. Nefesini tutmuş bir şekilde hareket etmeden durmaya çalışıyordu. Morpheus ve Hakan öne doğru bir adım attığında Hermes geriledi. Gri gözlerindeki keskin bakışlar onu esiri altına almıştı. Başını iki yana salladığında küpesi sallandı. Dalgalı saçları gözlerine düşerken üfledi ve “Yerinizde olsam dikkatli davranırdım,” diyerek tehdit savurdu. “Ona sakın zarar vereyim deme!” Morpheus elini saçlarından geçirdiğinde her zaman yaptığı topuzu bozuldu ve toka yere düşerek uzun, sarı saçlarını ortaya serdi. “Seni kendi ellerimle boğarım!” Dişlerinin arasından nefretini kusarken Hermes göz ucuyla bıçağı işaret etti. “Bana dokunabilecek durumda değilsin sarışın,” dedi, gülerek. Yaşadığı şoktan ötürü olsa gerek, Athena’nın bedeni titremeye başlamıştı. Hermes’in dayadığı bıçağın ucunda kırmızılık gördüğümde çığlık attım. Onu kanatmaya, boğazına yara bırakmaya çalışıyordu. Onun boğazını kesmeyeceğini biliyordum ama yine de riske giremezdim. Hiçbirimiz bu riski göze alamazdık. Atlas oku yaya geçirdiğinde Hermes’in bacağını hedef alarak, yayı aşağıya doğru indirdi. Bir gözünü kısarak bekledi. “Eğer o ok bana denk gelirse bıçağı bu seksi kızılın boğazına saplayacağıma dair tereddüt etmeyeceğimi bilmelisin.” Sivri kısım biraz daha Athena’nın boynuna baskı uygularken çıkan kırmızılık daha çok belli oldu. “Atlas dur! Athena’ya zarar veriyor görmüyor musun?” Elimi yayın üzerine koyarak indirmesi için ona baktım. Başta ikilem de kalsa da dediğimi yaparak indirdi. Her ihtimale karşı eliyle çok sıkı bir şekilde tutuyordu. “Bırak beni orospu çocuğu!” dedi Athena, adeta ağzından hırıltılar çıkartmıştı. Afrodit büyük bir rahatlıkla “Yapsana hadi,” dedi. “Boğazını kessene.” “Ne diyorsun sen Afrodit? Delirdin mi? Onu kışkırtmaya kalkışma!” Morpheus Afrodit’e bağırdığında Hakan’ın kaşları istemsizce çatıldı. Ablasına sesini yükselten birini gördüğünde sinirlerine hâkim olamıyordu. “Yapamazsın değil mi?” Afrodit’in kaşları havalandığında Hermes’e meydan okuduğunu gördüm. Dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleştirdiğinde keyfi yerine gelmeye başlıyordu. Blöf yapıyordu ama sırası değildi, bunu neden şimdi yapıyordu? Hermes donup kaldığında Afrodit, uzaktan da olsa onun etrafında birkaç tur attı. Gözlerini bir an olsun Hermes’inkilerden ayırmıyordu ve Hermes de Afrodit her döndüğünde başını çevirerek ona bakıyordu. Bizim anlamadığımız bir şeyler dönüyordu ancak Afrodit ve Hermes olayın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bakışmaları bunu ele veriyordu. “Şu diğer sarışının da söylediği gibi beni kışkırtmaya kalkma,” dedi Hermes, ses tonunda keskinlik yoktu. Ağzından çıkanlara kendi de inanmıyorken Afrodit’in ikna olmasını bekleyemezdi. “Auran farklı söylüyor ama,” dedi Afrodit, zafer kazanmışçasına gülümsemeyi sürdürürken. Aurası mı? Hermes Athena’ya karşı sevgi içeren duygular mı besliyordu? Hadi ama, bu hiç gerçekçi gelmiyordu. “Cihazı bana fırlat,” diye emretti Hermes, Ares’e bakarak. Ardından ekledi: “Ve yanıma yanaş ama dikkatli adımlarla.” Bıçağı gösterdi yeniden. Afrodit’in imasını görmezden geldi; ne inkar etti ne de kabul etti. “Ares’i de mi öldürmeyi planlıyorsun?” Efdal’ın sesi titriyordu. Kayalardan birine yaslanarak elini göğsüne koymuş nefeslerini düzene sokmaya çalışıyordu. “Ares ile ilgili başka planlarım var velet.” Ares, Hermes’in emrini yerine getirerek elindeki cihazla ona doğru yaklaşmaya başladı. İki elini birden kaldırarak fevri ve karşı bir hamlede bulunmayacağını göstermek istiyordu. “Daha yavaş gel koca oğlan,” dedi Hermes. Athena kıpırdamak istiyordu ama bıçağın soğuk ve sivri kısmı yüzünden kaskatı bir halde Hermes’in kolunun altında bekliyordu. Ares elindeki cihazı Hermes’e doğru uzattığında bedenini olabildiğince geride tutuyordu. Hermes Athena’yı bırakmadan hemen önce cihazı kaptı ve Ares’i kolundan çekiştirerek yanına aldı. Athena koşarak Morpheus’un kolları arasına gittiğinde hıçkırmaya başladı. Ölüm ile burun buruna gelmişti. Boynuna dayanan bıçak onu incitmişti. Kesmemişti fakat kanatmıştı. Hermes cihaza eğilip bir şeyler fısıldadıktan sonra cihazdan sesler çıktı ve ışıklar yanmaya başladı. Kendi sesiyle cihazı aktif hâle getirmişti. İtiraf etmek istemesem de bu çok zekice bir fikirdi. Demek ki biz isteseydik de o cihazı kullanamazdık çünkü Hermes’in sesi gerekiyordu. Yanıp sönen düğmeye basmadan önce sırıtarak bizlere baktı. Ares ise pişmanlıkla dolu ifadesini her birimizin üzerinde gezdirdi ama en çok benim üzerimde durmuştu. Hermesle gideceğini biliyordum. Bunu yapacağını biliyordum ama bu kez yanılmış olmayı isterdim. “Ares artık benimle. Bundan sonra başınızın çaresine bakarsınız.” Göz kırptıktan sonra ikisi birlikte ortadan kayboldu. Bir ışık süzmesi belirdi ve ben Ares’in suratındaki ifadeye bile göz değdiremeden bulunduğumuz yerden ayrıldılar. Işık onları içine alarak hapsetti ve bum! Artık yoklar. Büyülü gibiydi. Bir an önce buradalarken bir an sonra hop diye yok olmuşlardı. Nereye, hangi geçide ve kimlerin yanına gittiklerini merak ettim. Güneşin yansıttığı ışıklar ile cihazdan çıkan ışıklar birleşince gözlerim kamaşmıştı. Kolumu gözüme siper ederek gözlerimi kıstım. Bugün öğrendiğim acı bir gerçek vardı. Hermes’in itirafları bizim için yalnızca başka bir başlangıç demekti. Nasıl bir başlangıç olduğuna gelecek olursam, henüz bunu hiç kimse keşfedememişti. ^^^ Selamlarrrr! <3 Bölüm sonuna hoşgeldiniz canlarım. Umarım severek okumuşsunuzdur! Lütfen oy vermeyi ve düşüncelerinizi yorumlarda belirtmeyi unutmayın, benim için çok kıymetli. :) Destekleriniz için ise şimdiden çokça teşekkürler <3 Beni takip edebilirsiniz: instagram: semina.akaydin |
0% |