Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Bölüm: "Kamp Alanı"

@monanaxg


KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL


(1.KİTAP)


14.BÖLÜM: “KAMP ALANI”


 


 


Yeni bölüme hoş geldiniz askolarım! Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki okunmalardan ve diğer şeylerden ötürü moralim bozuk. Doğru düzgün ne beğeni ne de yorum geliyor (yapanlara teşekkür ederim<3) Gerçekten büyük heveslerle yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim. Sadece bu kadar az okunma, beğeni ve yorum gelince istemeden de olsa üzülüyorum çünkü çok emek veriyorum (diğer bütün yazarlar gibi)


O yüzden LÜTFEN oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Eğer kitabı beğendiyseniz arkadaşlarınıza da önerip söylerseniz çok çok mutlu olurum! Sizleri seviyorum. <3


Ayrıca bölüme geçmeden önce şunu da ekliyeyim: Bölümü Şimşek Hırsızı’ndan esinlenerek oluşturdum. Bahsettiğim şey ise bir kamp alanının olması… Kitabını okuyan ya da filmini izleyen varsa orada da bir kamp yeri geçiyordu, fakat benimkisi biraz daha farklı olacak:)


Keyifli okumalar o halde!


Bölüm Şarkısı: Boy In Space- Cold


 


^^^


 


 


Yaşadığımız ve yaşamaya devam edeceğimiz tüm bu kargaşaların bir an önce son bulması dileğiyle nefes alıyordum. Ümitlere, hayallere bel bağlayarak, aileme yeniden kavuşabilmek adına savaş veriyordum.


Elbette ki herkes güzel bir geleceği, yaşantısı ve başarısı olsun ister. Bunu kim istemez ki? Kim başarısız ya da kötü bir hayata sahip olmayı diler? Şahsen ben istemezdim.


Özellikle de yeni yıl zamanı geldiğinde sadece benim okuyabileceğim, yazabileceğim ve dertleşebileceğim bir deftere tüm güzellikleri, niyetlerimi ve hedeflerimi yazardım. Bunlardan en önemlisi ise sağlığım ve huzurumdu. Bu ikisi olduğu sürece hayatımı düzene sokabileceğime inanırdım.


Şimdi ise kendimi olduğum noktada hiç huzurlu hissetmiyordum.


Dünyamız sanki tersine dönmüştü. Şimdiye kadar ortaya çıkmamış olan onca kötülük bir günde herkesin hayatına dahil olmuş, hayatımızın merkezinde yer edinmişti. Anlamıştım ki kaçmaya çalıştığımızda peşimizden geliyordu. O yüzden kaçmak bir şey ifade etmiyordu, etmeyecekti.


Bilmediğimiz, görmediğimiz ve yaşamadığımız o kadar çok şey vardı ki…


Her birimiz tek tek kendi kâbusunu yaşıyordu ama hepimiz bir aradaydık. İhanetler, yalanlar ve daha fazlası, daha ağırı derken yine de hepimiz yüz yüze bakıyorduk. Ares’in bize ihaneti, Atlas’ın yalan söylemesi, Hermes’in ta en başından beri bize oynaması ve daha birçok gerçek…


Üstesinden kalkabileceğimizi biliyordum çünkü ne kadar belli edemesek de hepimizin içinde yatan bir cevher vardı. Damarımıza basmaları o cevheri yok edecekleri anlamına gelmiyordu.


“Az önce gördüklerimi sizde gördünüz mü?”


Rabia’nın şaşkın sesini duydum. Kendimi silkeledikten sonra gerçek dünyaya geri döndüm. Rabia kısa bir süre önce ortadan kaybolan Hermes ve Ares’in olduğu yere gidip durdu. Hepimize bakarak deli deli gülmeye başladı. Gördüklerimiz karşısında bizde şoka uğramıştık fakat en çok etkilenen Rabia’ydı. Olan hiçbir şeye anlam veremiyor, kavrayamıyor ve hâkim olamıyordu.


Güneşin kavurucu sıcağı üstüme fazla gelmeye başlamıştı. Yanmadığımı biliyor olsam da içten yanıyormuşum gibi geliyordu. Biri bedenime ulaşmadan direkt olarak içimi yakıyordu. Isısı ağır geliyordu ve nefes almamı zorlaştırıyordu.


Athena’ya dönüp baktığım sırada hâlâ Morpheus’un kollarında olduğunu gördüm. Ağlaması durmuştu ve yaşadığı sarsıntıya rağmen kendisini hızla toparlamayı başarmış görünüyordu. Neredeyse ölebilirdi ve o bu durumu en kısa ve acısız yöntemle atlatmayı becerebilmişti. Ölmemişti tabii ama yaralanmıştı. Yalnızca fiziksel olarak da değil, mental olarak da yaralıydı.


Boynundaki kanı Morpheus baş parmağıyla silmişti ve saçma bir yöntem olacağını bilmesine rağmen lastik tokasını oraya koyup bastırıyordu. Bir lastik toka akmış olan kanı yok edemezdi ya. Daha fazla kan gelmiyordu çünkü Hermes Athena’nın boynunu sadece göz dağı vermek için yaralamıştı. Onu ne deşecekti ne de öldürecekti.


Özellikle yapmış olduğu kan dondurucu itirafından sonra herkesi korkutup hepimizden üstün olduğunu kanıtlamak istemişti, bu yüzden kendince ufak bir şov düzenlemişti. İsteseydi Athena’yı çoktan öldürebilirdi. Eve geldiğinden beri birçok kez zamanı olmuştu ama hiçbirini değerlendirip bir harekete geçmemişti.


Sonuçta o bir katildi ve bok gibi bir kalbe sahipti. Merhametten ve vicdandan yoksundu. Ertuğrul Bolat’ı öldürdüğünü itiraf ettiğinde yüzünde pişmanlıktan gram iz yoktu. O halde neden Athena’ya da aynısını yapmamıştı? Bizlerden çekinmiyordu ama ona emir verenlerden, çalıştığı kişilerden çekiniyor ve korkuyordu. Emri Zeus ve Hades’in vermiş olmasına rağmen hâlâ Athena’nın nefesine son vermemiş, ona söyleneni yapmamıştı.


Bir nevi onların emrine karşı çıkmıştı ve bizlere söylediği gibi onlara da yalan söyleyecekti.


Afrodit onun aurasına odaklanarak Athena’ya karşı duygular beslediğini ima etmiş olsa da ben buna inanmıyordum. Hermes’in bırak Athena’yı sevip ona değer vermesini, hiçbir kadına bu şekilde yaklaşmayacağını düşünüyordum. Gerçek bir kalbi olan insan şimdiye kadar yaptıklarının hiçbirini yapmaya cesaret edemezdi. Kalbi olmayan biri âşık da olamazdı ne yazık ki.


“Boşu boşuna buraya geldiğimize inanamıyorum! O piç herif hepimizle oynadı ve biz ona kandık!” Efdal, Morpheus’un arkasında kalarak gözükmüyordu ancak kayalardan birine yaslandığı için sadece bacaklarını görebiliyordum. Sesin ondan geldiğini biliyordum çünkü ne zaman sinirlense hep aynı tonda konuşarak hislerini dışa vuruyordu.


“Hermes’in benden çekeceği var. Onu bulduğum anda geberteceğim!” Morpheus Athena’yı sıska kollarıyla sarmaktan bir an bile vazgeçmeden konuşuyordu. Yeşil gözlerindeki öfkeyi ta durduğum yerden görebiliyor, hissedebiliyordum.


Hissetmek istediğim şeyler öfke, üzüntü ya da hırs değildi.


Artık bünyemde sevgiyi, şefkati ve kazanılmış olan tap teze bir zaferi hissetmek istiyordum. Bünyeme bu kadar olumsuzluklar fazla geliyordu. Üst üste binerek içimi karartıyor, umutlarımı söndürmeye çalışıyordu. Ama sönmeyecekler, hâlâ ilk anda oldukları gibi parlamaya ve yeşermeye devam edeceklerdi.


Tüm bunları defalarca, hatta milyonlarca kez kendime hatırlatmaktan başka çarem yoktu. Sürekli bu olumlu düşünceleri kendime dayatarak daha fazla güç kazanacaktım.


“Sende onlarla defolup gitseydin,” dedi Hakan, Atlas’a bakarak konuşuyordu. Kendisi her ne kadar sakin duruyor gözükse de sesindeki ton tam aksini gösteriyordu.


“Onlarla çalışmıyorum,” dedi Atlas bastırarak, hâlâ aynı şeyi diretiyordu. Dişleri gıcırdıyordu ve ellerini yumruk haline getirmesinden sinir katsayısının arttığını görüyordum. Artık onlara çalışmıyor olması geçmişte onların yanında durduğu gerçeğini kapatamıyordu. Verdiği karardan ötürü pişman değildi ancak onlara engel olmak için hiçbir şey yapmamıştı. Bu hareketinden dolayı ondan şüphelenmeden edemiyordum.


İçinde her zaman bir şüphe barındır. En çok güvendiğin insana karşı bile. Sonrasında hayal kırıklığına uğramamak için bunu yapmak zorundasın, dedi derinlerden gelen bir ses. İçimde kopan fırtınaların üstüne bu söz tam üstüne parmak basmıştı.


“Eskiden onlarla çalışıyordun. Yanlışsam beni düzelt,” dedi Hakan, kibirli bir şekilde. Sırtını dikleştirerek emin adımlarla Atlas’a doğru yürüdü. Ondan birkaç adım geride durduğunda bir kaşı havaya kalktı. Sorgulayıcı bakışları Atlas’ın üzerinde gezinirken sırıttı. Sırıtışı sadece alaycılığını gösteriyordu. Yanlış olmadığını kendi de biliyordu, rahat tavırları da bundan kaynaklanıyordu.


“Doğru,” dedi Atlas. Ona hak verirken kasılmıştı. Hakan ile anlaşamadıkları ortadaydı ama bu durum Atlas’ın umurunda değildi. Hakan ile anlaşma gibi bir niyeti de yoktu ancak onunla ters düşmeyi de istemiyordu.


Atlas, “Fakat senin de söylediğin şekilde, eskiden onlarla çalışıyordum,” derken eskiden kısmını bastırarak söylemişti. “Bunda anlaşılmayacak bir durum yok Hakan. Ha eğer senin kafan basmıyorsa orası ayrı, anlayışla karşılarım.”


Ellerini rahat bıraktıktan sonra yayına ve oklarını taşıdığı torbaya daha sıkı sarıldı. Tehditkâr şekilde birbirlerine bakıyorlardı ama ikisinden de bir hamle gelmiyordu. Birbirlerini dövmeyecek ya da birbirlerine saldırmayacaklardı. İkisinin içinden geçenin bu olduğunu bilsem de bunu yapmayacaklardı. Ne ortam buna müsaitti ne de onlar.


Hakan önce dönüp bana baktı ardından sırıtışını yeniden dudaklarına yerleştirirken “Senin de kafanın basmadığı bir nokta var. Zamanla anlamaya başlarsın,” dedi. Neyden söz ettiğini anlamamış olsam da içimdeki ses bunun benimle ilgili olduğunu dile getiriyordu.


“Gözüm üzerinde,” dedi Hakan, sert bir tonda. Ardından bana baktı ve gözleri birkaç saniyeliğine de olsa üzerimde gezindi. Bakışlarımı ondan kaçırarak Athena’ya baktım. Morpheus’dan ayrılmış, Efdal’ın yanına, kayaların üzerine çıkmış oturuyordu. Bacakları aşağı doğru sallanırken bir eli boynundaydı. Morpheus’un saç tokasını bileğine takmıştı.


Athena’nın yanına gitmek istiyordum ama aynı zamanda onu kendi haline de bırakmak istiyordum. Göz ucuyla bana baktığında ona baktığımı gördü. Artık nasıl bakıyordum bilmiyordum ama surat ifademi gördüğü gibi zoraki bir gülümseme gönderdi. Dudaklarını oynatarak “İyiyim,” dedi ve ben onu hemen anladım.


Başımı sallamakla yetindim çünkü şu anda üstüne gitmek doğru bir hamle olmayacaktı. Onun yerine kamp alanına nasıl girebileceğimizi çözmemiz lâzımdı ki kampın doğru olup olmadığı da meçhuldü.


“Şimdi ne yapacağız?” Afrodit’ten gelen soru üzerine düşünmeye başladım. Yapılacak ne vardı ki? Ya burada öylece dikilmeye devam edecektik ya da eve geri dönecektik. Kampın yerini de bulabilirdik de işte doğru mu değil mi emin olamıyorduk.


İşin kötü yanlarından biri ise evin yolunu hatırlamıyor olmamdı. Diğer bir kötü yanı ise eve artık dönemeyecek olmamızdı. Hatırlamadığımdan değildi, ev artık bizler için tamamen güvenli olmaktan çıkmıştı. Hermes nerede kaldığımızı biliyordu ve onun sayesinde artık Zeus ve Hades de biliyordu.


“Eve geri dönelim,” diye bir öneride bulundu Rabia. Göz ucuyla Hakan’a bakıyordu ve ona baktığında yüzünde bir gülümseme belirdi. Başını yan yatırıp cilveli bir şekilde ona bakıyor olması içime bir kurt düşürdü. İçimi kemiren bir kurt.


“Eve dönemeyiz. Orası bizim için güvenli değil.” Efdal’ın da benimle aynı kanıda olması bana bir rahatlama sağlamıştı. En azından benim gibi düşünen birinin olması güzeldi. Özellikle de Ertuğrul Bolat’ı Hermes’in öldürdüğünü öğrendikten sonra oraya dönmeyi hiç ama hiç istemiyordum. Başka nereye gidebilirdik diye kafa patlatmaya çalıştım ama sonuç sıfırdı.


“Kıçımın kamp alanı. Hani nerede?” Efdal oturduğu yerde başını kaldırarak gözlerini kıstı ve sanki bahsedilen kamp alanını arıyormuşçasına etrafa göz gezdiriyordu. “Ne kadar da aptalız,” diye mırıldandı kendi kendine. Sesindeki hayal kırıklığı ve kızgınlık birbirine karışıyordu.


Morpheus bir anda aydınlanma yaşayarak işaret parmağını havaya kaldırdı. “Buldum!” diye bağırdı neşeyle. “O şerefsiz bize doğruyu söyledi. Rüyamda kamp alanında olduğumuzu görür gibi olmuştum ama tam emin olamıyordum. Şimdi hatırladım da orada gerçekten bulunuyorduk ve sanırım oraya nasıl gireceğimizi biliyorum.”


Efdal, “Nasıl?” diye sordu, hevesle.


“Oradan çekilirsen bakacağım,” dedi Morpheus. Efdal alıngan bir tavırla oturduğu yerden kalkıp Morpheus’un arkasına geçti. Meraklı gözlerle yanlarına doğru ilerledim. Morpheus bir elini Athena’nın hâlâ sallanmakta olan bacağına vurup “Sende in bakayım,” dedi. Adeta çocuk azarlayan bir ebeveyn gibi takılmaya başlamıştı.


Bu haline gülmekle gülmemek arasında gidip gelirken dudaklarımı birbirine bastırdım. Athena da Morpheus’un dediğine uyarak oturduğu yerden indi. Bir elimi uzatarak onun elini tutup sıktım. Anında bana döndü ve başka bir gülümseme gönderdi. Bu seferki biraz daha içtendi.


“İyisin,” diye fısıldadım ona doğru.


“İyiyim,” diyerek onayladı. İkimizde bunun tam olarak doğru olmadığını bilsek de o an için bozuntuya vermedik. Sürekli iyi olmaya çalışmakta bir yerden sonra çok yorucu bir hal alıyordu. İyi olmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu çünkü ancak bu şekilde ayakta durabiliyorduk.


Morpheus tamamen kayaların üzerine çıktığında hafifçe eğilerek kayaların üzerinde bir şeyler aramaya koyuldu. O sırada bende elimi Athena’nın elinden çekerek boynundaki yaraya yerleştirdim. “Bıçak yarasını geçirebilirim,” dedim. Bunu söylerken daha çok soru soruyormuşum gibi konuşmuştum.


Athena gülümseyerek “Bırak, elleme,” dedi.


Parmaklarım yaranın üzerinde geziniyordu. Elim kurumuş kanın üzerinde durduğunda gözlerimi onunkilere bakmak için kaldırdım. “Neden?” Yarasını iyileştiremeyeceğimden endişelenmediğini biliyordum. Başka bir sebepten ötürü bunu istememişti.


“Çünkü ne zaman boynuma dokunup Hermes’in bana verdiği bu yarayı hissedecek olursam ondan intikam almak için o kadar yanıp tutuşacağım,” dedi, keskin bir sesle. Parmaklarımı acele etmeden yavaş hareketlerle boynundan çektiğimde hiçbir şey söylemedim. Kararına saygı duyuyordum, o nasıl istiyorsa öyle olacaktı.


Sadece nefretinin onu ele geçirmesini istemiyordum. Athena’nın harika, sıcacık bir kalbi vardı ve Hermes’e duyduğu nefret yüzünden bunun bozulmasını istemiyordum, hiçbir zaman da istemeyecektim.


Dilediği şekilde ondan intikamını alabilirdi ve bende ona bu konuda kesinlikle yardım edecektim. Sonuna kadar arkasında durarak onu destekleyecektim. Bir tek Athena için de değil, hepimiz için.


“Kendi kendine iyileşmesi daha iyi olur. Yine de teklifin için teşekkür ederim güzellik,” dedikten sonra yanağımdan bir makas aldı. Göz altlarındaki kurumuş gözyaşlarını parmaklarıyla iyice sildikten sonra saçlarını düzeltti.


“Sen iyiysen gerisi önemli değil,” dedim, gülümseyerek.


“Şu regl sancısı geçerse çok daha iyi hissedeceğim,” dedi, karnını göstererek. Numaradan kaşlarını çattı ve yüzünü buruşturdu ardından tatlı tatlı gülümsedi.


O an fark ettim ki hiçbirimizin akıl sağlığı yerinde değildi. Bir şekilde iyi olduğumuzu ispatlamak adına birçok uğraş veriyorduk. Çoğu zaman ağlıyor, haykırıyor ve deliye dönüyorduk ama bu genelde kısa sürüyordu. Tekrar kendimizi toparlayarak güç kazanmayı amaçlıyorduk ancak bilmiyorduk ki dışardan ne kadar da yapay duruyorduk.


Yorgunduk, bitiktik ve bıkkındık. Eskiye dönmeyi iple çekiyorduk ama o ip bizim için koparılmıştı ve geri dönüşü olmasın diye yakılmıştı.


Odamı, yatağımı, odamda geçirdiğim o güzel vakitlerin özlemini, hasretini duymak beni daha da hırslı bir hâle getiriyordu. Verdiğimiz savaşı aslında sadece hayatta kalabilmek için veriyorduk. Belki de en değerli olan yanı buydu içinde bulunduğumuz savaşın fakat normale dönebilmek için çabalamadığımızı yeni yeni idrak ediyordum.


Savaş. Çırpın. Çabala ve hayatta kal.


Nefes al. Ne olursa olsun nefes almayı bırakma.


Derin bir nefes alarak güzel havanın tadını çıkarmaya çalıştım. Güzel olan tek şey havanın verdiği hissiyattı. Rüzgâr usulca saçlarımın arasından geçiyor, güneş bulutların arkasına saklanarak kaşıntımı önlüyor ama bir yandan da önümüzü aydınlatmaya devam ediyordu.


“Hadi!” diye hayıflandı Morpheus durduğu yerden. Gözlerini kocaman açmış bir şekilde kayaların üzerinde gidip geliyordu. Ayağı takılır da düşer diye ödüm patlıyordu. Sarı saçları aşağıya doğru sarkmıştı, bu yüzden yüzünü göremiyordum ama kaşlarını çattığına emindim.


“Bir giriş kapısı olması gerekiyor ama bulamıyorum!” Elleriyle saçlarını geriye attı ama saçları tekrardan öne doğru düştü. Eğildiği için sırtı kamburlaşmıştı ve bacakları titremeye başlıyordu. Kayaların üzerinde biraz daha ileriye gitti, aradığı şeyi bulmak için çok çaba sarf ediyordu.


“Hadi lan! Belim koptu burada!” diye bağırdı Morpheus. Kayalara bakarak konuşuyor olması kıkırdamama neden olmuştu. Dışarıdan biri bizi görse ciddi anlamda deli olduğumuzu düşünebilirdi. Çoğu zaman bende öyle düşünüyordum. Kafayı yemiş bir grup genç.


Morpheus artık kayaların üzerinde zıplamaya başlamıştı. Botları belki bir düğmeye falan denk gelirde kamp alanının kapıları açılır diye ümit ediyordu. “Morph, bırak artık uğraşmayı. Görmüyor musun Hermes hepimizle oyun oynadı,” dedi Athena. Hermes’in adını söylerken zorlanmıştı, vücudu kasılmıştı ve eli refleks olarak boynuna gitmişti.


“Geçitlere gidebilmek aslında ne kadar da kolaymış,” dedi Afrodit, kendi kendine. Sonra bize döndü ve “Başka geçitlere gidebilmek için yalnızca ufacık bir cihaz yeterliymiş,” dedi. Bunu biliyorduk ama Afrodit sanki yeni fark ediyormuş gibi büyük bir şaşkınlıkla açıklama yapıyordu.


Hakan, ablasının yanına gidip bir elini onun omzuna yerleştirdi. “O şerefsizi bulduğumda cihazı onun götüne sokacağım,” dediğinde sesindeki kini anlamamak imkânsızdı.


“O cihaza ulaşmamız gerekiyor,” dedi Afrodit, dönüp Hakan’ın yüzüne baktı. Açık gri gözleri parlıyordu. “Artık nasıl çalıştığını biliyoruz. Hermes bu detayı atladı. Cihazla birlikte yeniden onu bulduğumuzda onu kullanarak cihazı çalıştırabilir ve diğer boyutlara geçebiliriz.”


Hakan elini çektiğinde kaşlarını çattı. “Diğer geçitlere gidince ne yapmayı planlıyorsun tam olarak? Burada bile ne kadar zorlandığımızı görmüyor musun? Kim bilir diğer boyutlarda bizi neler bekliyordur.”


“Bunu bilemeyiz,” diye diretti Afrodit. “Diğer boyutlarda belki daha mutlu olabiliriz.” Dudaklarını kemirmeye başlamıştı. Yaşadığı stresten dolayı söylediklerinin mantıklı olabileceğini sanıyordu. Kaldığımız bu boyut bu haldeyken kesinlikle diğer boyutlar daha rezil bir haldeydi, bu konuda Hakan’a katılıyordum.


“Mutluluğu unut,” dedi Hakan, kaygılı bir nefes vererek. “Bu işi çözmeden mutlu olmamız zor Afrodit. Ama şunu bilmeni istiyorum. Mutluluğu sana kendi ellerimle getireceğim, söz veriyorum abla.” Sesindeki samimiyet yüzüne de yansımıştı. Ablasına küçük bir çocuk gibi bakıyordu, yardıma muhtaç ama bir o kadar da cesur.


“Senin gibi bir kardeşe sahip olduğum için çok şanslıyım Mirza.”


Afrodit’in sözlerinin üzerine hem ben hem de Hakan çok şaşırmıştık. Durduğum noktadan bile Hakan’ın gözlerinin çabucak sulandığını görebiliyordum. Buruk bir gülümsemeyle ablasına baktı fakat hiçbir şey söylemedi.


“Aman tanrım! Düşeceğim şimdi!” Morpheus hızlı hareketlerle kayaların üstünden atladı. Az kalsın yere yapışacaktı, son anda dizlerini kırarak düşmeyi engelledi. Yerinden doğrulduğunda büyük bir heyecanla ortadan ikiye ayrılan kayalara bakıyordu.


Hepimiz yanına gittiğimizde bizlerde aynı şekilde iki tarafa açılan kayaları izliyorduk. Büyük bir gürültü çıkararak kayalar otomatik bir şekilde iki yana açıldı. Taşa bir zarar gelmedi, hatta onların gerçek birer taş olduğundan bile şüphe duydum. Çatlama ya da kırılma gibi bir durum söz konusu değildi. Kamp girişini gizleyebilmek adına düzenlenmiş bir düzenekti.


Daha dikkatli baktığımda kayaların altına yerleştirilmiş olan ufak tekerlekleri gördüm. Bu düzeneği kim kurmuştu? Daha önce burada bir kamp alanı olduğunu bilen başka insanlarda var mıydı? Yaşadığımız dehşetten sonra çoğu insan buraya toplaşmış olmalıydı ama bizim bu kamptan yeni haberimiz oluyordu.


Şu ana kadar böyle bir yerin varlığının sahte olabileceğini düşünüyordum. Demek ki Hermes bize doğruları söylemişti. İyi de neden? Bizi koruyacak bir yeri bize söylemesinin sebebi bizi düşündüğünden olamazdı.


Morpheus yeniden kayaların üzerine çıktı ve açılan boşluğa doğru baktı. “Burada merdiven var,” dedi bize dönüp. “İçerisi çok karanlık, bir şey göremiyorum.”


“İçeri girmeyi planlamıyorsunuz değil mi?” Rabia kuşkulu gözlerle bize döndü. Daha çok Hakan’ın üzerinde dolanan bal rengindeki gözlerinde büyük bir yoğunluk gizliydi. Yapmayın, der gibi bakıyordu.


“Doğru olup olmadığını öğrenmemizin başka bir yolu yok,” dedi Morpheus, bıkkınlıkla. Suratı bize dönük bir şekilde dizini kırdı ve bahsettiği merdivenin ilk basamağına bastı. Ellerini merdivenin iki kenarına birden yerleştirirken ellerinin titremesini gizlemeye çalışıyordu. Başka bir yol olmadığını söylemişti ancak kendisi de tereddüt içerisindeydi.


Gözlerinde korku barınıyordu, kararından dönmeyerek merdivenleri dikkatli bir şekilde inmeye başladı. Bedeni gittikçe karanlığın içerisine girerken görüş alanımızda bir tek başı kalmıştı. Boynundan yukarısı hâlâ açıktaydı ve yeşil gözleri bize bakıyordu. “Az kaldı,” dedi ve bir saniye sonra Morpheus tamamen görüş açımızdan çıktı.


Aşağıdan gelen düşme sesiyle Athena “Morph! İyi misin? Düştün mü?” diye seslendi. Kayaların üzerine çıktı ve aşağıya baktı. “Morph!” diye bağırdı yeniden.


“İyiyim! Bir yerime bir şey olmadı! Sadece burası karanlık olduğu için önümü göremedim, biraz erken atlamışım,” dedi. Sesi yankılanıyordu. Aşağıdan gelen birkaç adım sesinden sonra “Güvenli gözüküyor. Aşağıya gelin!” diye bağırdı, bizi bilgilendirmek amacıyla.


İlk önce Athena aşağıya indi. Arkasından sırasıyla bizlerde indik. İnmeden önce ise defalarca etrafımıza baktık. Bulunduğumuz çevrede bizi gören birileri var mı diye emin olmak istemiştik. Açıkçası, kimseyi görmediğimiz için mutluydum.


Merdivenlerden inerken kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Başta ikilemde kalmıştık ama Morpheus devamlı olarak yanına gelmemizi söyleyerek bizi azarlamıştı. Bir yerden sonra hepimiz onu dinlemek zorunda kalmıştık. Lafına uyup ona güvenerek söylediğini yaptık.


Hepimiz aşağıya indikten sonra, sanki bu ânı bekliyormuşçasına kayalar aynı şekilde geri kapandı. Kapanmadan hemen önce içeriyi hafifçe aydınlatan güneş tamamen yok oldu. Şimdi komple karanlığın içerisinde sıkışıp kalmıştık. Dar bir koridorun içinde duruyorduk. Tek bir tane çıkış yolu vardı çünkü arka tarafımızda kalan kısımda duvar vardı, ilerisi yoktu.


Arkamız çıkmaz yoldu, önümüz ise bize yol gösterebilecek şekilde uzaktan parlıyordu.


İçeriden sesler geliyordu ve bütün sesler birbirine karışmıştı. Derin bir nefes aldım ama içerideki rutubet havası ciğerlerime dolduğunda buna pişman oldum. Çok eski bir yere benziyordu ama ona rağmen hâlâ sağlam gözüküyordu.


Yanımda ya da önümde kimin olduğunu tam olarak göremiyordum. Gözlerim kamaşıyordu, karanlığa fazla bakmak gözlerimi yoruyordu. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırma gereği duydum.


Elim bir anda yanımda duran kişinin elini tuttu ve sıktı. O kadar çok sıkıyordum ki sebebini anlayamamıştım. Nefes almakta zorlanıyordum. Karanlık ve dar alanlara karşı fobim vardı. Fazla duramıyordum, içimi sıkıntı kaplıyordu ve göğüs kafesime bir taş oturuyordu.


“Anka elimi kıracaksın,” dedi Hakan, yarı gülerek. O an elini tuttuğum kişinin kendisi olduğunu fark ettim fakat buna rağmen elini bırakmadım. Parmaklarımı parmaklarının içine geçirerek tutuşumu sıkılaştırdım. “Buradan acilen çıkmamız gerekiyor,” diye fısıldadım.


“Tamam, çıkacağız. Halledeceğim.”


Boşta kalan eliyle önündekileri hafifçe itekledi. “İlerleyin hadi. Daha fazla zaman kaybetmeyelim burada.”


Yavaş adımlarla ilerlemeye başladığımızda ileriden ufak bir ışık hüzmesi görünüyordu. Bu ufak ışık bile daha iyi hissetmemi sağlamıştı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, herkes kamp alanına gidebilmeye odaklanmıştı.


Dar koridorun sonuna geldiğimizde bakışlarımız sol tarafta kalan kamp alanına takıldı. Burası gerçekti ve hiç tahmin edemeyeceğim kadar büyüktü. Ağzım açık bir şekilde alanı incelemeye koyuldum. Bir grup halinde kapının girişinde dikilmiş içeriye bakıyorduk. Benim gibi diğerlerinin de şokun verdiği etkiden ağızları açılmıştı. Şaşkınlığımız yüzümüzden kolayca okunabilirdi.


Görebildiğim kadarıyla sağ tarafta bir sürü ev vardı. Atlas’ın kaldığı evi andırıyorlardı, ahşaptan küçük evler. Bungalov evlerine benziyordu ve çok düzenli bir şekilde yan yana dizilmişlerdi. Bu evlerden bir sürü vardı, demek oluyordu ki burada yaşayan birçok insan vardı. Evlere bakmadan da bunu anlayabilirdim çünkü etrafta koşuşturan, antrenman yapan ve birbirleriyle sohbet eden birçok insan vardı.


Başımı kaldırıp tepeye baktığımda gözlerime inanamadım. Gökyüzü gözüküyordu ve bulutlar sanki bana doğru gülümsüyorlardı. İçimi bir huzur kaplamıştı, uzun bir süredir bu hissi tatmamıştım. Yerin altındayken tepede nasıl olurdu da gökyüzünü görebilirdik? Çok ileride ise deniz vardı. Berrak bir su ve insanın içine işleyecek kadar güzel bir mavi rengi vardı.


Atlas’ın göz rengiyle aynıydı. Deniz mavisi. Muhteşem gözüküyordu.


Deniz görmeyeli de çok uzun zaman olduğunu anladım. Bütün güzellikleri sanki ilk kez görüyormuşum gibi tepki veriyordum çünkü hepsine aç kalmıştım.


Sol tarafta antrenman yapan insanlar nefes nefese kalmışlardı. Kılıçlarla dövüşüyorlardı, üzerlerinde forma diyebileceğim tarza kıyafetler vardı. Bir anda bu kadar çok yeni yüzle karşılaşmak hem mutluluk vericiydi hem de fazla gelmişti. İyi tarafta olduklarını umduğum bunca insan kendilerini o kadar çok yaptıkları işlere vermişlerdi ki henüz kimse bizim geldiğimizi fark etmemişti.


İplerin üzerinde denge çalışmaları yapanlar, oklarını karşılarında duran tahtaya isabet ettirmeye çalışanlar, kılıçlarla karşılıklı dövüşenler, spor egzersizleri yapanlar, yumruklarını konuşturarak rakibini alt etmeye çalışanlar…


Bunun yanı sıra renkli çiçeklerin arasında sandalyelerine oturup kahve ya da çay eşliğinde sohbet eden bir sürü insan daha vardı. O kadar kalabalıktı ki gözlerim hiçbirini takip edemeyecek raddeye gelmişti. Sağa sola bakmaya çalışıyor, herkesi gözlemlemeye ve yapılan bütün aktivitelere hâkim olmayı deniyordum.


En sonunda siyahi bir adam bizi fark ederek yanımıza geldi. Adam dememe aldanmayın, en az bizim yaşlarımızda falandı. Saçlarının üç numaraya vurulmuş olmasına rağmen koyu renkte saçları olduğunu görebilmiştim. Tam önümüzde durup tek tek bize baktı.


“Unitatem kampına hoş geldiniz,” dedi, bizi sıcak bir gülümsemeyle selamlayarak. Unitatem de neyin nesiydi? İşaret parmağını yukarı kaldırdığında gösterdiği yere baktık. Giriş kapısının tepesinde asılı duran bir levha vardı. Üzerinde ise rengârenk bir şekilde kamp alanının ismi yazıyordu. Gelirken bunu nasıl fark edememiştik… Çok dalgın olmamızdan kaynaklı olsa gerekti.


UNITATEM KAMP ALANI


“Unitatem nedir?” diye sordu Rabia, afallamış bir halde. Bal rengi gözleri levhanın üzerinde dolanıyordu.


Karşımızdaki adam bir an bile olsun sıcak gülümsemesinden vazgeçmeyerek “Latince’de birlik anlamına geliyor,” dedi. Elini bize doğru uzattığında ela gözleri parlıyordu. Bizi gördüğüne bu kadar çok sevinmiş olması garibime gitmişti. “Ben Poseidon. Denizlerin tanrısı olan Poseidon.”


Morpheus, az önce adının Poseidon olduğunu öğrendiğimiz adamın elini tutarak sıktı. Kısa bir selamlaşmanın ve kendimizi tanıtmanın ardından “Kapıda durmayın, içeri gelin. Bende sizleri bekliyordum,” dedi. Bir eliyle önden ilerlememizi işaret ederken bir yandan da teker teker bizi inceliyordu.


“Bizi mi bekliyordun? Bizi tanımıyorsun ki,” dedi Efdal, şüpheyle.


Poseidon’un gülümsemesi genişlediğinde “Sizlerde bizim gibi yolunuzu kaybetmiş insanlar değil misiniz? Size kaybolduğunuz yolu açabilmek için burada toplanıyoruz,” dedi. Eliyle kamptaki insanları göstererek “Diğerleri gibi,” diye ekledi. Buradaki insanlar da yollarını kaybetmiş insanlardı, bizim gibilerdi.


Poseidon bu alanı önceden biliyor olmalıydı ki hayatta kalan insanları burada toplamıştı.


“Hayatım?” dedi bir kadın sesi. Poseidon ona seslenildiğini anladığında başını sesin geldiğini yöne çevirdi. “Buradayım sevgilim,” dedi, kadına doğru. Belinde biten kahverengi, kıvırcık saçları olan bir kadın Poseidon’un yanına geldiğinde bizlere baktı. “Hoş geldiniz,” dedi, az önce sevgilisi olan Poseidon’un bizi karşıladığı sıcaklıkla konuşmuştu.


Bakışları bir anda donup kaldı. Gözleri kocaman açılırken bedeni kaskatı kesildi, adeta hareket edemiyor gibiydi. Bir gözü diğerine göre daha koyu tonda bir maviydi. Çok değişik ama bir o kadar da çarpıcı görünüyorlardı. Poseidon da dahil hepimiz kadının nereye baktığını anlamaya çalıştık.


Kafamı çevirdiğim sırada Atlas’a baktığını gördüm. Atlas da aynı şekilde ona bakan kadına kitlenmiş, aynı onun gibi kaskatı kesilmişti. Yayı tutan eli titrediği için yay, avucunun içinde hafifçe sallanıyordu. “Atlas?” diye sordu kadın, gördüklerine inanamıyordu. Çok bariz bir şekilde sesi titriyordu. Bir az önceki neşesi çabucak kaybolmuştu.


“Artemis,” dedi Atlas. Daha fazla tepki vermek isterken tek söylediği bu oldu. İkisi arasında geçen bu belli belirsiz diyalog karşısında hepimiz suspus olmuştuk. Hiçbirimiz neler döndüğüne anlam veremiyorduk.


Artemis. Bu isim bana çok tanıdık geliyordu. Nerede duymuştum bu ismi?


“Atlas,” dedi yeniden, adının Artemis olduğunu öğrendiğimiz kadın. Mavi gözlerindeki ifade sıcacıktı. Atlas’a bakarken gözlerinin içi gülüyordu ama bu gülüş henüz dudaklarına yansımamıştı. Uğradığı şokun etkisinden bir türlü sıyrılamıyordu. Her an ağlayacak gibi duruyordu, gözleri parlamaya başlamıştı.


İşte o anda Artemis ismini nereden hatırladığımı buldum.


Atlas’ın yıllar önce Sirenlerin saldırısına uğradıklarında ortadan kaybolan ikizinin adıydı.


Bakışlarım tekrardan ikisi üzerinde gidip geldiğinde Artemis’in Atlas’a ne kadar benzediğini fark ettim. İkisinin de mavi gözleri vardı, her ne kadar Artemis’inkiler ikizininkinden farklı olsa da aynı renkteydi, yüzlerindeki benler aynı noktalara değmişti ve ikisinin yüz hatları neredeyse tıpa tıp aynıydı.


Atlas yıllar sonra ikizini bulmuştu. Artemis’i bulmuş, ona kavuşmuştu.


“Buna inanamıyorum,” diye mırıldandı Artemis. Kollarını Atlas’a sardığında çoktan ağlamaya başlamıştı. “Seni buldum. Buna inanamıyorum,” diye tekrar etti, boğuk bir sesle. Atlas ise Artemis’in ona sarılması üzerine hiç zaman kaybetmeden elindeki yayı kenara attı ve kollarını onun beline doladı, yüzü ikizinin kıvırcık saçlarına gömülmüştü.


“Meşhur Atlas sensin demek,” dedi Poseidon. Sevgilisinin ikizini bulmuş olmasına en az onun kadar sevinmişti. Şahit olduğum görüntü içimi şefkatle sarmalamıştı. Atlas adına gerçekten çok sevinmiştim, aynı şekilde Artemis içinde. İkisi de kayıp olan ikizini bulmuştu, bu es geçilecek bir şey değildi.


İkisi hasret giderirken Poseidon yeniden bize döndü. “Siz ikinizde mi sevgilisiniz?” diye sordu bana ve Hakan’a bakarak. Bunu nereden çıkardığını düşünürken hâlâ birbirine kenetlenmiş olan ellerimize baktı. Parmaklarımı Hakan’ın parmaklarından çektikten sonra terlemiş olan elimi bacağıma sürdüm.


“Hayır, değiliz,” dedim. Sevgili olduğumuzu düşünmesinde bir sorun yoktu ama sevgili olmadığımız halde bu şekilde düşünülmesini istememiştim. Eğer bir gün resmi olarak Hakan ile sevgili olursak o zaman bu sorunun tekrar sorulmasını isterken buldum kendimi.


“Öyle mi? Oysaki sizi çok yakıştırmıştım,” dedi Poseidon, sesinde neredeyse hayal kırıklığı vardı. Rabia alayla gülerek “Hakan benim sevgilim,” dedi. Pardon?


Hakan ona bakma zahmetine bile girmeden “Benim sevgilim yok,” dedi, sesindeki tını sertti. “Şimdi bu konuyu da açıklığa kavuşturduğumuza göre kampı gezebilir miyiz?” diye sordu, rahatsız olduğu her halinden anlaşılıyordu. Rabia homurdandığında Poseidon’un kaşları havalandı. Onun bu hareketini tuhaf bulmuştu.


Sahiden, Rabia neden böyle bir şey söyleme gereği duymuştu, anlayamamıştım.


Artemis ve Atlas birbirinden ayrıldığında çok uzun süredir sarıldıklarını fark ettim. Biraz da olsa özlemlerini giderebildikleri için ikisi de yarı tatmin bir şekilde birbirine baktı. “Öldüğünü sanmıştım,” dedi Artemis, artık ağlamıyordu ancak sesi hâlâ ağlamaklı çıkıyordu.


“Benden o kadar kolay kurtulabileceğini düşünmüş olmana inanamıyorum,” dedi Atlas, onunla alay ediyordu. Artemis onun omzuna vurduğunda “Tüh. Halbuki ne hayallerim vardı,” diyerek o da ikiziyle aynı şekilde dalga geçti.


“Hayallerini dilediğin kadar anlatabilirsin ikiz. Seni sonsuza kadar dinlerim.” Artemis’e bir göz kırptı ve kolunu onun omzuna atarak saçını öptü. “Hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.”


İkisi birlikte alana giriş yaparken Atlas’ın “Demek sevgilin var ha? Söyle bana ikiz, o çocuğu dövmeli miyim yoksa sevmeli mi? Lütfen ilk seçenek olsun,” dediğini duydum. Gerçekten de aşırı keyiflenmişti. İkiziyle şakalaşırken sesindeki mutluluk ortadaydı.


Poseidon “Lütfen beni takip edin,” diyerek alana giriş yaptı. Peşine takılıp yürürken gözlerimi kampın içinden alamıyordum. Burasıyla alakalı sormak istediğim tonlarca soru vardı. Sanki gerçekten evime gelmişim gibi bir his kapladı içimi ancak bu kısa sürdü.


Burada sadece insanlar yer almıyordu, farklı türlerde yaratıklarda mevcuttu. Örneğin, sarı gözleri olan devasa aslanlar vardı. Gücümüzü yeni yeni keşfettiğimiz zaman bize saldırmayı planlayan aslanlardan farklıydı, onların gözleri kırmızı renkteydi. Buradakilerin sarı gözlü olmasının nedenini ise henüz anlayamamıştım.


Gökyüzünde uçuşan kuşlar ve onlara eşlik eden periler. Evet, periler. Gördüklerimin bir hayal ürünü olduğunu düşündürecek bir sürü sebep vardı fakat olmadıklarının bilincindeydim. Bu bir rüya değildi, gördüklerimin hepsi gerçekti. Bir şeyin gerçek olmasına bu kadar çok sevindiğimi hatırlamıyorum.


Küçükken hep bir peri görmek istemiştim çünkü dinlediğim masallarda periler genelde çok sevimli oluyorlardı. Peri bir dostum olur da ihtiyacım olduğunda bana yardım eder diye hayaller kurarak uyurdum çoğu gece.


Şu anda onlardan birine bakıyor olmak çok acayip bir histi. Duyduğum, yaşadığım ve kalbimde yer edinen, kalbime dokunan hisler çok acayipti. Bu hisler olmasaydı ne yapardım hiç bilmiyordum. Küçük kanatlarıyla tepemizde adeta bir kovalamaca içinde olan perileri izlediğimde onlar gibi kanatlarım olmasını umdum. İstedikleri yere özgürce, hiç zorlanmadan ulaşabilmeleri çok güzel olmalıydı.


“Burası inanılmaz bir yer,” diye mırıldandı Afrodit, o da en az benim kadar büyülenmişti. Kapıldığımız bu büyünün etkisi bir süre bizimle kalacaktı, bunu şimdiden anlamıştım. “Tüm bu insanlar, yaratıklar ve inşa ettiğiniz onca güzel şey,” dedi Afrodit, her adımında gözüne başka bir şey takılıyordu ve hayranlığını dile getirmekten çekinmiyordu.


“Ah, çok naziksin. Teşekkür ederim. Afrodit idi yanlış anımsamıyorsam?” Poseidon ilerimizde yürüyüp bize etrafı gezdirirken adımlarını yavaşlatarak başını çevirdi ve Afrodit’e baktı.


“Doğru hatırlıyorsun,” dedi Afrodit, gülümseyerek.


“İsimlerinizi duymuştum,” dedi Poseidon, bu sefer yürümeyi tamamen durdurmuştu. Bedenini bize doğru çevirerek “Anonsta geçen isimler sizlerin isimleriydi,” dedi.


Anons. Evet, isimlerimiz anons edilmişti. Hâlâ sebebini çözememiştik.


“Anonsu yapanlar Zeus ve Hades miydi?” diye sordu Athena. O da yapılan anonsta bizim isimlerimizi duymuştu, karşılaştığımız ilk anda bunu kendisi söylemişti.


“Bunu biliyor musunuz?”


“Tam olarak emin değildik ama şimdi açığa kavuştu,” dedi Athena, tatmin olmuş bir gülümsemeyle.


Klasik Athena. Zekice bir hamleydi.


Poseidon bunu bildiğimiz için şaşırmıştı. “Anonsta senin adın geçmiyordu. Hatta birkaçınızın adı geçmiyordu,” dedi. Ela gözleri Athena, Morpheus, Efdal ve Rabia’nın üzerinde gidip geldi. “Anka, Hakan, Afrodit ve Ares’i duyduğumu hatırlıyorum.”


“Neden sadece biz dördümüzün isimleri anons edildi?” diye sordu Afrodit, merakla. “Anonsu yapan kişinin ya da kişilerin, artık her neyse, kim olduğunu biliyorsan bu sorunun cevabını da bildiğini varsayıyorum.”


Poseidon bir süre durup düşündükten sonra “Bu sorunun cevabını bildiğimden emin değilim,” dedi. Üzgün ve bir o kadar da şaşkın görünüyordu. Cevabı bilmediğinden ötürü müydü yoksa başka bir şeyden mi, bilmiyordum. Neden sadece dördümüzün isminin anons edildiğini Poseidon da dahil hiçbirimiz bilmiyorduk.


“Zeus ve Hades olduğunu nereden biliyordun?” Hakan’ın sorduğu soru üzerine Poseidon’un anında gerildiğini gördüm. Her zaman olduğu gibi yine aynı şüpheli bakışlarıyla Poseidon’u izliyordu. Her şeyden nem kapan bir yapısı vardı, o yüzden şaşırmamıştım.


“Onları tanıyorum,” dedi Poseidon, sesinde iğreti vardı. Onların bahsi geçtiğinde vücudu tiksinmenin verdiği bir duyguyla titriyordu ama bu sıra sürüyordu. “İkisi de benim ağabeyim.” Poseidon’un ela gözlerindeki hayal kırıklığı çok belirgin bir hâle büründü, ses tonundaki utançta yerli yerindeydi. Onların kardeşi olduğu için mi hayal kırıklığı yaşıyordu, yoksa ikisinin de ne kadar iğrenç insanlar olduğunu bildiği için mi? Veya her ikisi birden.


“Nasıl yani? O orospu çocukları senin ağabeyin mi?” Morpheus sesini yükselttiğinde Athena onun kolunu kavradı. Buraya daha yeni gelmişken bir tatsızlıkla karşılaşmak istemiyordu. Daha taze olan tatsız bir olaydan çıkmışken yenisi eklenmesin istiyordu.


“Maalesef öyleler. Daha doğrusu üvey ağabeylerim.” Üvey derken bastırarak söylemişti, kendisini göstererek onlardan biri olmadığını anlatmaya çalışıyordu. “Baksanıza bana.” Kendisinin bir hayal kırıklığı olduğunu gösterir şekilde davranıyordu.


“Bakıyoruz zaten,” dedi Athena, kaşlarını çatarak. Poseidon’un kendisini bu denli aşağılar nitelikle konuşması Athena’yı sinirlendirmişti. “Buradaki sorunun siyahi olduğundan kaynaklandığını düşünmüyorsun değil mi?”


Poseidon buruk bir gülümsemeyle Athena’ya baktı. Ona cevap vermeden önce derin bir nefes aldı. “Ağabeylerim, pardon üvey ağabeylerim, benim gibi değiller. Belki de şimdiye kadar siyahi olduğum için beni sevemediler,” dedi Poseidon. Son cümlesindeki varsayımı beni anında dehşete sürükledi.


Onu sevmemelerinin nedenini görünüşü ya da kendi değimiyle rengi yüzünden olduğunu sanıyor olması çok yaralayıcıydı. Sebep buysa, eğer böyle bir şey olduysa bu çok aşağılık bir hareketti.


“Eğer sen siyahi olduğun için senin farklı olduğunu, çirkin olduğunu ya da ne bileyim kötü biri olduğunu düşündülerse bu onların şerefsizliği, karaktersizliği ve cahilliği. Hepimiz insanız ve hepimiz eşitiz. Bu, dış görünüşümüz ya da cinsel yönelimimiz yüzünden değişmeyecek. Değiştiremeyecekler. Böyle bir saçmalık kabul edilemez.”


Athena ona içtenlikle gülümsediğinde Poseidon kendisini daha rahat hissetmişti. Söyledikleri karşısında “Herkes bizler gibi düşünmüyor ne yazık ki,” dedi, hayıflanarak. Maalesef doğruydu. Herkes bizim gibi düşünmüyordu çünkü böyle düşünen her insan aptaldı. Başka bir açıklaması yoktu.


Anladığım ve gözlemlediğim kadarıyla Poseidon kişiliği, dış görünüşü yüzünden birçok darbe almıştı. Bunlar olmamalıydı, tamamen saçmalıktan ve cahilce bir düşünceden ibaretti. Birinin dış görünüşüne ya da cinsel yönelimine aldanarak karşımızdaki insanları yargılayamazdık. Kimsenin haddine değildi ve hiçbir zamanda insanlar bu haddi kendilerinde bulmamalıydı.


İnsanlar önce dönüp kendilerine bakmalılardı. Onlar bu şekilde konuşup davranarak bir bok başardıklarını sanıyorlardı ama asıl kendi boklarına batmış bir halde daha çok dibe çekiliyorlardı. Umarım böyle düşünen insanlar bir gün bu kötü ve iğrenç zihniyetlerinden kurtulurlardı.


“Senin adına üzüldüm ama artık asıl konuya dönebilir miyiz? Ayakta durmak biraz yordu çünkü,” dedi Rabia. Gözünün önüne düşen siyah saçlarını geriye doğru itekledi. Sesi hem sevecen hem de agresif çıkmıştı. Bu kızı bir türlü çözemiyordum. Belki o da geçmişte bu tarz iğneleyici şeylere maruz kalmıştı ve sırf eskiyi hatırlamamak için konuyu değiştirmek istemişti. Bunu bilemezdik ne de olsa.


Poseidon boğazını temizledikten sonra “Elbette,” dedi, nazik bir şekilde. Az da olsa kırgın görünüyordu ancak bunun asıl sebebinin ağabeyleri olduğunu biliyordum. Onları sevmiyor değildi, seviyordu. Tahminimce onları ailesi olarak benimsediği için içindeki sevgisine kilit vuramıyordu.


“Rica etsem bize buradan bahsedebilir misin?” Rabia az önceki minik patavatsızlığından ötürü kibar bir dille Poseidon ile konuşmuştu. Kısmen yapmış olduğu kaba hareketini hızlı bir şekilde fark ederek kendini kaba biri olmadığına dair ispatlamaya çalışmasını ne yalan söyleyeyim, takdir etmiştim.


“Burası bizim yuvamız,” dedi Poseidon, başlangıç olarak. Etrafına aşkla bakıyordu. Buraya, yuva dediği yere, ne kadar bağlı olduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. “Burayı sadece bizim gibiler bulabilir, keza öyle oldu. Sizler burayı bulabildiniz ve gördüğüm kadarıyla hislerinize güvenerek kapıyı açtınız ve şimdi de buradasınız, bizimlesiniz.” Ellerini kaldırarak etrafı gösterdi.


Yeni yüzlerin, yeni insanların onun yuva olarak adlandırdığı yere erişebilmesi onu derinden mutlu etmişti. Bizim adımıza çok sevinmişti. Ciddi anlamda mutluydu ve bunu bize yansıtıyordu.


Biraz daha ileride çiçeklerin içerisinde kalan bir oturma alanı vardı. Orayı gösterdikten sonra kendisini takip etmemizi istedi. İkiletmeden onu takip ettiğimizde çiçeklerin arasından geçerek ahşaptan yapılma sandalyeleri gördüm. Deniz manzarasına karşı kurulmuş çok tatlı bir alandı. Dalgalardan gelen sesler kulaklarımı doldurduğunda bu sesi ne kadar özlediğimi fark ettim.


Sandalyelerden birine oturduğumda gözüm hâlâ kıyıya vuran dalgalardaydı. Denize girmeyi, ferahlamayı ve o cezbedici suyun derinliklerine dalmayı çok istemiştim. İleride buna zamanımız olursa bu dilediğimi kesinlikle yerine getirecektim.


“Aç mısınız? Ya da içecek bir şeyler ister misiniz? Muazzam bir aşçımız vardır.” Poseidon karşımdaki sandalyeye oturdu, başını denize doğru çevirdi ve yeniden bana döndü. “Çok büyüleyici değil mi? Bende her baktığımda gözlerimi alamıyorum.” Sevecen bir tavır takınıyordu. O kadar içtendi ki Poseidon’a ısınmam çok uzun sürmemişti.


Başımla onu onayladım. Gerçekten de gözlerimi denizden alamıyordum. Gökyüzünden yansıyan ışık sayesinde çok daha güzel gözüküyordu.


“Aslında gelirken bir şeyler atıştırmıştık. Aç olan varsa bilemiyorum tabii ama ben soğuk bir şeyler içmek isterim,” dedi Morpheus, Poseidon’un teklifine karşı. Poseidon parmağını şıklatarak “Vulcan!” diye seslendi. Kısa bir süre sonra seslendiği kişi olduğunu tahmin ettiğim Vulcan yanımıza geldi. “Bir şey mi istedin Poseidon?” Ardından bizlere döndü ve aynı Poseidon ile Artemis’in sıcak gülümsemesini takınarak hepimizi başıyla selamladı.


“Merhaba. Unitatem kampına hoş geldiniz. Ben Vulcan,” dedi. Açık kumral renginde saçları vardı ve saçları Afrika örgüsüydü. Boyu çok uzun değildi, bu sebeple Poseidon’un yanına geldiğinde rahatça ona doğru eğilebilmişti. Bir nevi Poseidon’u selamlamak için eğilmiş gibiydi. Dudağında bir piercing vardı ve konuştuğunda piercingi oynuyordu. Bebek gibi bir surata sahipti, cildi parlıyordu ve yanaklarında doğal bir kırmızılık hakimdi.


Koyu yeşil gözleri Morpheus’a döndü ve bir anlığına ona kilitlendi. Dudaklarındaki gülümseme gittikçe büyüdü. Morpheus’a dönüp baktığımda kızarmaya başladığını gördüm, bunun üzerine kıkırdadım. Kızardığında çok sevimli ve masum görünüyordu. Athena ile göz göze geldiğimiz sırada onun da benim gibi güldüğünü gördüm.


“Ben bir buzlu limonata alabilir miyim?” Efdal’ın isteği üzerine Vulcan ona döndü bu sefer. Gözleri zor da olsa Efdal’ın yanında oturan Morpheus’dan ayrılmayı başarmıştı. Efdal oturduğu yerde ellerini dizlerine yerleştirmiş, diz kapaklarını sıkıyordu. Az önce ikisi arasında geçen bakışmadan pek hoşlanmamıştı.


“Tabii. Başka bir arzusu olan var mı?”


“Bende aynısından alayım,” dedi Afrodit.


“Sen en iyisi hepimize birer bol buzlu limonata getir Vulcan,” dedi Poseidon. Vulcan onu başıyla onayladıktan sonra limonatalarımızı getirmek için yanımızdan ayrıldı.


“Vulcan benim sağ kolumdur,” dedi Poseidon, yeniden tüm ilgisini bize yönlendirmişti. “Benden ve Artemis’ten sonra burayı o yönetiyor. Eğer bir sorunuz olur da ikimizden birini bulamazsanız Vulcan’a sorabilirsiniz. Size yardımcı olacağına dair garanti verebilirim.” Yeniden gülümsedi.


Bunu bildiğimiz iyi olmuştu. Ancak üç kişi bir araya gelip bu kadar büyük bir yeri yönetebilirdi. E bir de o kadar çok insan olduğunu göz önünde bulundurursak yerinde bir tercih olduğunu söyleyebilirdim.


Efdal homurdandığında Morpheus onu görmezden gelerek “Demek burayı sen ve Artemis yönetiyorsunuz,” dedi, ilgili bir şekilde. Poseidon “Aynen öyle,” dedikten sonra “Artemis ile burayı şu anki haline getirebilmek için çok çalıştık. O olmasaydı ne yapardım bilmiyorum,” dedi.


Sevgilisinden söz ederken gözlerinin içi parlıyordu ve gülümsemesi bir an olsun dudaklarından silinmiyordu. Kafamı çevirip Artemis ve Atlas’ı aramaya başladım, içeri girdiğimizden beri ortalıkta görünmüyorlardı. Çok uzun bir aradan sonra nihayet baş başa kalmışlardı ve kaybettikleri onca zamanı değerlendirmek için ellerinden geleni yapmaya başlamışlardı.


Başımı biraz daha çevirdiğimde okçuların yanında olduklarını gördüm. Artemis gülerek Atlas’ın saçlarını karıştırıyordu ve Atlas da muhtemelen ikizinin yaptığı hareketten ötürü atışını ıskaladığı için onu azarlıyordu. Buradan bile ne kadar mutlu olduklarını net bir şekilde seçebiliyordum. Kaybettiklerini sandıkları insanı -bir diğer yarılarını- buldukları için onları az da olsa kıskandığımı itiraf etmem gerekiyordu.


“Zeus ve Hades’in bundan haberi var mı?”


Sorulan soru üzerine gözlerimi ikizlerden ayırarak kafamı çevirdim ve asıl dikkatimi bu konuya verdim. Poseidon rahatsızca yerinde kıpırdandığında “Buradan mı?” diye sordu. Rabia ‘evet’ anlamında başını sallayarak onu onayladı. “Burayı kurduğunuzdan, burayı yönettiğinizden ve onca insanın burada sizinle birlikte çalıştığından,” dedi, daha açıklayıcı olmak adına.


“O ikisinin her şeyden haberi var,” dedi Poseidon. Sırtını sandalyeye yasladı ve ellerini kucağına alarak parmaklarını birbirine geçirdi. Bir anda, ışık hızıyla çok ciddi bir hâle geçiş yaptı, bu kurduğu alanın sahibi olduğunu belli etmek istedi. Buraya kadar yürürken insanların Poseidon’u başlarıyla selamlamasından bunu çok bariz bir şekilde anlamıştım zaten.


Burada topladığı insanlar ona çok saygı duyuyorlar, ona karşı büyük bir sevgi besliyorlardı. Ne de olsa hepsinin hayatını değiştiren, daha güçlü birer savaşçı yapan Poseidon’un ta kendisiydi. Artemis’in ve Vulcan’ın da emeği vardı elbet fakat bu kamptaki asıl patron oydu. Kendisi de dahil sevgilisi Artemis ve sağ kolu diye bahsettiği Vulcan da bunu gayet iyi biliyordu. Diğer insanlar gibi onların da Poseidon’a çok saygı duyduğu aşikârdı.


“Ağabeylerimle çalışmayı hiçbir zaman istemedim. Onların yapmak istedikleri çok ama çok kötü şeyler, bunları tarif bile edemem. Evet, buradan haberleri var ancak bu sizi korkutmasın çünkü burayı öyle bir ayarladım ki bizden olmayan hiç kimse kamp alanının girişini bulamayacak. Gerçekten buraya girmeye hakkı olan insanlar girişi bulabilirler ve sizde o hakka sahip olduğunuz için girişi kolayca açabildiniz.” Hepimizin suratlarına sırayla baktı. Resmen buraya girebildiğimiz için bizimle gurur duyuyordu.


O esnada, Vulcan elinde bir tepsiyle limonatalarımızı getirdi. Arkasında duran -hatta saklanan- bir kız vardı ve o da elinde bir tepsi tutuyordu. Tepsinin içerisinde ufak atıştırmalıklar vardı. Kurabiye ve mini sandviçler bulunuyordu. Son zamanlarda yediğim tek şey sandviç olduğu için artık sandviç görmek istemiyordum ama yaptıkları çok hoş bir davranış olduğu için ikramlarından tadacaktım.


Vulcan ilk önce tepsiyi Poseidon’a uzattığında “Önce misafirlerimiz,” dedi Poseidon. Ses tonu uyarıcı bir tonda çıkmıştı ama hiçbir şekilde onu azarlamıyordu. Vulcan mahcup bir şekilde tepsideki limonataları sırasıyla bizlere getirdiğinde hepimiz birer bardak kaptık. Bardağın içerisindeki buzları görünce susamış olduğumu idrak ettim.


Limonatadan büyük bir yudum aldığımda boğazımdan aşağı inen soğukluk çok ferahlatıcıydı, limonatanın tadı da bir o kadar lezzetliydi. “Teşekkürler,” dedim, onların bize yaptığı gibi bende nazik olmaya çalışıyordum.


“Afiyet olsun,” dedi Poseidon ve Vulcan aynı ağızdan.


“Kayra,” dedi Poseidon, hâlâ ayakta dikilen kıza bakarak. Kahverengi saçlarını topuz yapmıştı ve çekinerek bakan bal rengi gözlerini Poseidon’dan ayırarak bizlere çevirdi. Gözleri Rabia’nın gözleriyle aynı renkteydi, sıcak bir renk iken bariz bir soğuklukla bakıyorlardı.


“Tepsiyi masaya bırakabilirsin güzelim,” dedi Poseidon. Kayra’ya karşı ekstradan bir kibarlık gösteriyordu ve onunla konuşurken daima gülümsüyordu. Ağzından çıkan her sözden sonra ona sıcacık bir gülümseme gönderiyordu ancak Kayra Poseidon’a aynı şekilde karşılık vermiyordu. Ufak tefek bir kızdı, yaşı da çok büyük durmuyordu. On sekizinde bile olmayabilirdi, o derece ufak görünüyordu.


Kayra titreyen elleriyle tepsiyi önümüzdeki ahşap masaya bıraktığında Poseidon’a döndü. Ağzını hiç açmamıştı, diğerleri gibi bize bir hoş geldin dememişti. “Rahatsız olduysan gidebilirsin Kayracığım,” dedi Poseidon, o da Kayra’nın çekingenliğini ve huzursuzluğunu görmüştü. Kayra arkasını dönerek geldiği yönden giderek yanımızdan ayrıldı. Herkese karşı çok soğuktu, halbuki çok tatlı bir kıza benziyordu.


“O iyi mi?” diye sordu Athena. Belli ki o da benim gibi Kayra’yı incelemiş ve onda bir gariplik olduğunu sezmişti. Gariplik dediğim sadece konuşmamış olması değildi, gözlerinden geçen ifade de çok donuktu. “Konuşmaktan pek hoşlanmıyor. Çok nadir ağzını açar ve bu genelde benimle olan diyaloglarında gerçekleşir,” dedi Poseidon.


“Özel değilse sebebi nedir?”


“Bunu daha sonra konuşalım,” diyerek geçiştirdi Poseidon. Görünüşe bakılırsa özel bir meseleydi ve yeni tanışmaya başladığı insanlara belki de yıllardır tanıdığı birinin hayatını anlatmak istemiyordu. Bizlerle konuşmamış olması demek bu yüzdendi, konuşmayı çok sevmediğinden. Aynı zamanda utangaç bir yanı da vardı, gözümden kaçmamıştı.


“Ha bu arada sormayı unuttum. Ares Güçlü sizinle gelmedi sanırım. O nerede?”


Ares’in ismini duyduğumuzda hepimiz huzursuzca yerimizde kıpırdandık. Elimdeki bardağı sıkıca kavrarken “O artık bizimle değil,” dedim. Daha fazla detay vermedim çünkü gerek duymadım, Poseidon’un Ares’i bilmesine lüzum yoktu. En azından şimdilik.


“Kendisi bir ikiyüzlü hain olduğu için gruptan kovuldu,” dedi Hakan, gülerek. Gülüşü buz gibiydi. Komik bir şeyden bahsetmediğini Poseidon da Vulcan da anlamıştı. Bunu söylerken ilk kez bizi bir grup olarak tanımlamıştı. Dışarıdan bakıldığında sahiden de bir grup gibi görünüyorduk. Birbirine tamamen güvenemeyen bir grup.


“Nasıl? Anlamadım,” dedi Poseidon ardından limonatasından bir yudum aldı. Vulcan elindeki tepsiyle ayakta, Poseidon’un yanı başında duruyordu. Sağ tarafında, hazır ol da bekliyordu. Poseidon’un ağzının içine bakıyor ve kendisi ondan bir şey isterse diye yanından ayrılmıyordu. Sadakat dediğin böyle olmalıydı, değil mi? Ares’in bize davrandığı şekilde olamaması gerekirdi fakat o tam tersini yaptığı için artık bizimle değildi.


“Açık konuştuğumu sanıyordum,” dedi Hakan, rahat bir tavır takınarak. Bardağını masaya koyup bakışlarını Poseidon üzerinde yoğunlaştırdı. “Ares Güçlü denen herif artık bizimle değil ve bundan sonra da olmayacak. O yüzden eğer Ares’i bekliyorsan, boşuna bekleme.”


“Pekâlâ,” dedi Poseidon, başını sallayarak. “Anlıyorum. Yalnızca sebebini öğrenmek istemiştim ama anlaşılan sebebi az önce söyledin.” Bize ihanet etmesinden bahsediyordu. Üstünde daha fazla durmayarak konuyu kapattı.


Tabaktaki kurabiyelerden birini alıp ağzıma attım. Tarçınlı, cevizli bir kurabiyeydi ve tadı inanılmaz güzeldi. “Bunlar çok leziz,” dedim, kurabiyelere iltifat ederek. “Ellerinize sağlık.” Denize karşı harika zaman geçiriyordum. Ruhumun buna ihtiyacı olduğunu biliyordum.


Poseidon tekrardan aynı gülümsemesiyle “Afiyet olsun,” dedi. “Beğenmenize çok sevindim.”


Ares mevzusu daha tam açılmamışken bir anda kesip atmak doğru bir karardı. Ares’ten bahsederek neşemizi bozmayı istemiyorduk. Ares’in yanında aklımıza Hermes de geliyordu ve burayı bulmadan önce Hermes’in Athena’ya yaptıklarının yanında etmiş olduğu birçok itirafı da anımsıyorduk.


Tüylerim diken diken olduğunda iştahım bir anda kaçıvermişti. Halbuki daha fazla kurabiye yiyerek midemi doldurmak istemiştim. Belki daha sonra tekrardan yerim düşüncesiyle kendimi memnun etmeye çalıştım.


“Dilerseniz yavaştan kalkalım da size kalacağınız minik evleri gezdirelim,” diye bir öneride bulundu Poseidon. Ardından bizim cevap vermemizi beklemeden Vulcan’a dönüp “Yeni evler hazır değil mi? Hiçbir eksik ya da herhangi bir aksilik istemiyorum,” dedi, uyarıcı bir tonda.


Vulcan anında, “Hepsi hazır ve hayır, hiçbir eksiklik yok. Özellikle gidip kendim kontrol ettim, hem de üç kez,” dedi, kendisiyle gurur duyuyordu. Bütün hazırlıklar çok önceden tamamlanmıştı, bu da demek oluyordu ki bizim burayı bulacağımızdan son derece eminlerdi. Burayı keşfetmemiz uzun sürmüş olsa da burada olduğumuz için heyecanlıydım. Hermes ilk kez bizim için güzel bir şeye vesile olmuştu.


“Madem bizim buraya geleceğimizi biliyordunuz, neden daha önce bizi aramadınız?” Sonuçta Hermes bize buradan söz etmemiş olsaydı bu kamp yerini hiçbir zaman keşfedemeyebilirdik.


Yerimizden kalkıp evlere gitmeden önce son kez bir soru yönlendirdim. Son dediğime bakmayın, sorularımın asla bir sonu olmayacaktı ama en azından şimdilik bugün için son bir soru hakkımız daha olduğunu düşünüyordum.


“Önceden de söylediğim şekilde, burayı sadece siz kendiniz arayarak bulabilirdiniz. Bizlerin sizi bulması, sizin burayı bulmanızdan daha zor olacaktı,” diye açıkladı Poseidon. “Sizin isimlerinizi ilk işittiğimde sezgilerim bir anda devreye girdi. Ağabeylerim boş yere sizin isimlerinizi haykırmamıştı, bir ayrıcalığınız olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Buraya kendi hür iradeniz ve başarınız sayesinde gelmeyi başardınız. Ne yazık ki daha erken geleceğinizi umuyorduk ancak olsun, sonuçta buradasınız ya mühim olan da bu.”


“Evleri gezmeye başlayalım mı?” Vulcan elindeki tepsiyi masaya bıraktıktan sonra eliyle gideceğimiz yönü işaret etti. “Umuyorum ki burada kaldığınız süre boyunca kendinizi rahat hissedersiniz. Sizde bizlerdensiniz, bunu unutmanızı asla istemeyiz.” Dişlerini göstererek güldü. Şimdiye kadar görmüş olduğum en muntazam ve beyaz dişlere sahip olabilirdi.


Poseidon da ayaklandığında “Müsaadenizle gidip Artemis’e bakacağım. Vulcan sizlere en iyi şekilde hizmet edecektir, endişeniz olmasın. Lütfen keyfinize bakın,” dedi. Vulcan’ın omzunu tutup sıkarken kulağına doğru eğilip bir şeyler fısıldadı. Vulcan ise karşılık olarak “Telaşlanacak bir şey yok,” dedi, kendinden emin bir sesle.


Poseidon yanımızdan ayrılıp sevgilisinin ve hâlâ birlikte vakit geçirdiği Atlas’ın yanına gitmek için harekete geçti. Bizde yerlerimizden kalkarak Vulcan’ı takip etmeye başladık. Athena sol tarafımda yürürken bana doğru eğilerek “Kızım burası rüya gibi bir yer. Filmlerdeki gibi büyülü bir havası var,” diye fısıldadı. İçinden sevinç çığlıkları attığını biliyordum. Ona katılıyordum, kaldığımız ev ile çok farklı bir yerdi.


Athena’nın heyecanı, söyledikleri ve açıkça belli ettiği sabırsız hareketleri doğru bir yolda olduğumuzu düşünmeme neden oldu. Zihinlerimize ulaşabildiği ve orada geçenleri her zaman olmasa da çoğunlukla okuyabildiği için içim rahattı. Aksi bir şey söylememişti, diğerlerine güvenmemek, tedbiri elden bırakmamak gibi.


Rengârenk çiçekleri arkamızda bırakarak taşlı yoldan geçip sola döndüğümüzde bungalov evlerden birinin önünde durduk. Yan yana dizilmiş olan bu evler çok tatlı duruyordu. Kendimi bir anda tatil yerine gelmişim gibi hissetmiştim. Çok iç açıcıydı ve bir o kadar da huzur veriyordu. Yansıttığı atmosferin yanında sakin havası da tüm bunlara aç kalan ruhumu doyurmayı başarmıştı.


Vulcan bize döndükten sonra “Aslında evleri herkesin tek başına kalacağı şekilde ayarlamayı planlamıştık ancak dilerseniz çiftler halinde de kalabilirsiniz,” dedi. Ardından “Kendinizi ekstradan güvende hissetmek için evlerin anahtarlarını size teslim edeceğim. Bu şekilde gece yatmadan önce kapınızı kilitleyebilirsiniz ama çoğumuz buna gerek duymuyor,” diye ekledi.


“Önce giriş yapmamız gerekmez mi?” diye sordu Rabia. Girişten kastının ne olduğunu başta anlamamış olsam da sonradan kavramıştım. Vulcan ona bakıp gülerek “Burası bir tatil mekânı değil, giriş yapmanızı gerektirecek bir durum yok. Burası artık sizlerin evi, yuvası,” dedi. Vulcan da Poseidon gibi üstüne basa basa buranın bir yuva olduğunu dile getiriyordu.


Yuvam burası değildi, bunun bilincindeydim. Benim yuvam yerle bir olmuştu, bölgelerin çatışması sonrasında fakat adım attığımız bu yer umuyordum ki zamanla yuvamız haline gelecekti. Bir yuvaya tekrardan sahip olabilmenin verdiği özlemi iliklerime kadar hissettim.


“Evlere geçtiğinizde dilerseniz önce bir duş alabilir ya da sizler için önceden hazırlanan konforlu yataklarınızda biraz kestirebiliriz. Sonrasında ise antrenmanlara başlayacağız, bu nedenle dinç olmanız bizim için çok kıymetli.”


“Antrenmanlara bizde mi katılacağız?” Morpheus’un sorusuyla Vulcan ilk evin kapısını açacakken durdu. “Elbette,” dedi ve ardından kapıyı açtı. Ev tamamen ahşaptandı ama sağlam görünüyordu. Buradaki birçok şey ahşaptan yapılmaydı ve bana kalırsa ortamı daha sıcak kılıyordu. Evin kendisine yakışır küçük pencereleri vardı, birkaçının önünde saksıda duran ufak çiçekler mevcuttu.


Burası o kadar renkli bir yerdi ki şimdiye kadar boğucu renklerin içerisinde kaldığımızı yeni anlıyordum. Ertuğrul Bolat’ın evi de çok güzeldi fakat bu kadar renkli değildi, içimi bu kadar çok açmıyordu. Karşımızda duran evlere resmen bayılmıştım, tam benim zevkime göre inşa edilmiş olması benim açımdan çok büyük bir artıydı.


“Ne yapacağız peki?”


“Antrenmanlarda mı? Ah, dilediğiniz şekilde çalışabilirsiniz ancak öncelik olarak kendinizi savunmayı öğrenmeniz gerekecek. Dediğim gibi, biraz dinlenin. Derslere bugün değil, yarın sabah erken saatlerde başlayacağız.”


Vulcan örgülü saçlarını geriye attıktan sonra tatlı gülümsemesiyle bana ve Athena’ya baktı. “Anka ve Athena,” dedi, isimlerimizi doğru söyleyip söylemediğini kestirmeye çalışıyordu. Athena ile birbirimize baktığımızda “Buraya siz ikiniz yerleşeceksiniz. İsteğiniz üzerine sizleri ayrı şekilde de yerleştirebilirim,” diye bir öneride bulundu.


Vulcan’ın koyu yeşil gözleri bir süreliğine Athena’nın boynundaki yaraya takıldığında Athena yarayı saklama gereği duydu. Olaya şahit olmayan, yeni tanışmaya başladığımız birinin yarasına bakıyor olması onu huzursuz etmişti. “Bana uyar,” dediğimde Vulcan’ın gözleri benimkilere tırmandı.


“Athena ile kalmak benim için daha iyi olur. Tek başıma kalmaktan pek hoşlanmam, canım sıkılıyor.”


Athena da hızlı bir şekilde davranarak “Aynen. Güzel kızımla birlikte yaşamakta bir sorun yok,” dedi. Benden bu şekilde bahsetmesi beni her defasında mutlu ediyordu. Vulcan başıyla onay verdiğinde diğerlerine döndü. “Sizler beni takip edin o halde,” dedi, diğer evleri göstererek. Bütün evler birbirinin aynısıydı. Kimseye bir ayrıcalık tanışmamışlardı, bu ‘hepimiz eşitiz’ demekti sanırım.


Hakan, diğerleri gibi Vulcan’ın peşine takılmadan önce dönüp son bir kez bana baktı. “İyi olacak mısınız?” diye sordu. Bu soruyu daha çok Athena’ya sormuş olması üzerine benim yerime o cevapladı. “Bizi merak etme Hakan. Gidip evine yerleş.” Elini kaldırarak salladı, bu güle güle demekti.


Hakan’ın gözleri benim üzerimden ayrılmıyordu, asıl cevabı aynı şekilde benden de beklediğini anladım. “İyi olacağız,” diye mırıldandım. Verdiğim yanıta karşı Hakan yine gitmedi. Beklediği tepki bu değildi, gerçekten iyi olup olmadığımızı görmek istiyordu. Zamanla tüm bunları aşacaktık.


“Hadi diğerlerini daha fazla bekletme,” dedim en sonunda.


Vulcan biraz ileride Afrodit’i evine yerleştiriyordu. “Hakan! Sen benimle kalacaksın kardeşim,” diye seslendi Afrodit. Elini bize doğru sallıyordu fakat Hakan’ı sırtı onlara dönük olduğu için bunu göremiyordu. “Afrodit seni bekliyor,” dedim, çenemle arkasında kalan Afrodit’i işaret ettim.


Athena çoktan evin içerisine girmişti ama kapıyı kapatmamıştı, beni bekliyordu. Öyle ki beni beklediğini göstermek için ayağını ahşap zemine vurup duruyordu.


“Sabah görüşürüz,” dedi Hakan, büyük bir içtenlikle.


“Görüşürüz,” dedim aynı şekilde, onun aksine soğuk bir şekilde dile getirmiştim.


Ardından arkasını dönüp sabırsızca onu bekleyen Afrodit’in yanına gitti. O gidince bende eve girmek için hareketlendim. Kilit kısmında duran anahtarı çıkartarak içeri geçtim ve kapıyı kapattım. Sol tarafta küçük ama bize yetebilecek bir mutfak vardı, sağ tarafta ise oturma yeri bulunuyordu. Mutfak ve oturma odası birbirinden ayrı değildi, neredeyse bitişik inşa edilmişti.


Televizyon da vardı ama çalışmadığını biliyordum. Diğer hiçbir elektronik eşya gibi televizyonlarda da tık yoktu. Herhalde güzel bir görüntü oluşturması amacıyla, süs niyetine konulmuştu.


Tam karşıda büyük bir pencere vardı, arka tarafta kalan yeşillikleri görebiliyordum. Tekli koltuklar ve onların hemen karşısında ise şömine yer alıyordu. Her evin içerisine bir şömine yerleştirmiş olmaları hoşuma gitmişti. Yani hepsi aynı şekilde tasarlanmış olmalıydı, diğerlerini görmediğim için çok da emin olamıyordum ama kimseye ayrıcalık tanımadıklarından ötürü hepsini aynı tasarladıklarını düşündüm.


Duvarlar taştandı ve kırık beyaz rengindeydi. Aynı evin kendisi gibi yerler de ahşaptandı. Sıcacık bir ortam oluşturulmuştu, duvar kenarlarında bulunan renkli çiçekler büyük saksıların içerisinde iç içe geçmişlerdi. Şahit olduğum bu manzara ruhuma bir kez daha dokunmuştu, uzun bir süre soğukta kalan içimi ısıtmıştı.


Yine önceki kaldığımız evde olduğu gibi burada da ahşap merdivenden vardı. Her şey ahşaptandı ve ben bu görüntüyü sahiden çok seviyordum. Sağ tarafta baktığımda ise sürgülü bir kapı yer alıyordu ve diğer evleri görebileceğimiz şekilde mini bir balkon yapılmıştı.


Evin bir üst katı vardı, gelirken kapının önünde bu detayı atlamış olmama şaşırmıştım. Dışarıdan çok da çift katlı bir ev gibi durmuyordu. Burayı kimin tasarladığını, buranın mimarını merak etmiştim doğrusu.


Athena üst kattan bana bağırdı. “Anka buradaki odalar kocaman! Ve bir de ayrı banyolarımız var, hem de jakuzili!” Sesindeki heyecanı duymamak mümkün değildi. “Yukarı gelsene! Odaların tasarımı baya iyi,” dedi, yeniden.


Erken uyandığım için kendimi uykusuz hissediyordum, gözlerimdeki ağrı gözkapaklarımı zorluyordu. Gözlerim açılıp kapandığında esneme dürtümü bastıramadım. Vücudumda halsizdi, parmaklarım, bacaklarım, belin ve kafamın içerisi. Kim bilir evden çıkıp buraya gelirken kaç saat geçmişti.


Merdivenlere yöneldim ve trabzanlara tutunarak yukarı kata çıktım. Sağ tarafta ve sol tarafta olmak üzere iki tane kapı vardı. Bir de tam karşıda yer alan başka bir kapı mevcuttu. Athena hortlak gibi bir anda sağdaki odadan çıktığında baş parmağımı damağıma vurdum, ödümü patlatmıştı.


Minik bir kahkaha attıktan sonra “Seni korkuttuysam üzgünüm. Ayak sesleri durunca gelip gelmediğinden emin olamadım,” dedi. Fark ediyordum ki Hermes ile yaşadığı tatsız olaydan sonra mutlu gözükebilmek, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi yapmak için ekstradan bir çabanın içerisine girmişti.


Ben daha cevap veremeden beni kolumdan yakaladığı gibi odaya soktu ve kendisini yatağın üstüne attı. Ellerini karnında birleştirdikten sonra tavandaki avizeye bakarak “Yataklar çok rahat ve evet diğer yatağı da kontrol ettim,” dedi. Ardından hiç nefes almadan “Dolapların içerisine de baktım, fazlasıyla geniş ve içerisini bizim için doldurmuşlar, bir sürü güzel ve temiz kıyafet var,” dedi.


Artık nefes nefese kalmıştı. Kendisine hiç es vermiyor, durup bir nefes almıyordu. Yatakta yanına oturduğumda suratına baktım, o ise bana bakmıyor hâlâ aynı şekilde avizeye bakıyordu. “Athena,” dedim, çekingen bir tavırla. “Kendini bu kadar zorlamana gerek yok.”


Dudaklarına yerleştirdiği gülümsemesi solduğunda ellerinin kasıldığını gördüm. İnatla gözlerini avizeye dikmeye devam ediyordu. Boynundaki kurumuş kana, bıçağın ucunun oluşturduğu o ufak ama ona göre büyük olan yaraya baktım. Bana bakmamasına rağmen nereye baktığımı anlamıştı, elinin birini boynuna götürdü.


“Oraya bakmayı kes,” dedi, sert bir tonda. Rica değildi, emirdi.


Suratına baktığımda artık kahverengi gözlerini avizeden ayırarak bana baktığını gördüm. Kızıl saçları beyaz çarşafın üzerinde yayılmıştı. Sanki beyazlık kana bulanmış, kanla lekelenmiş gibi duruyordu. Midem kasıldı, aklıma yediğim kurabiye geldi. Tadı damağımda kalmıştı fakat sanki mideme indirdiğim her şeyi geri çıkartacakmışım gibi hissetmiştim.


“Benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Hermes,” dedi ve durdu. Yüzünü buruşturduğunda ondan ne kadar tiksindiğini bir kez daha gördüm. “O piçin bana bu yarayı bırakması umurumda değil. Sebebi olduğu bu yara yalnızca onun bana bıraktığı emanetiydi ancak ben hem ondan hem de emanetinden kurtulacağım.”


Kararlılığı gözlerinden kolaylıkla okunabiliyordu. Ağzından çıkan her cümlede samimiydi, bunu anlayabiliyordum. Sesimi çıkarmadan sadece başımla onayladım. Yarı tatmin olmuş bir şekilde bana bakarak gülümsedi. “Şimdi izin verirsen biraz dinlenmek istiyorum.”


Tekrardan aynı şekilde başımı salladım ve oturduğum yataktan kalkarak odadan çıktım. Kapıyı kapatıp kapatmamam konusunda bana bir şey söylememiş olsa da kapıyı ardımdan kapatmıştım. Tek başına kalmak istiyordu ve bunu hep yapmaya çalıştığım şekilde anlayışla karşılıyordum.


Koridorun sonunda bulunan odaya göz atmamaya karar vererek karşıdaki odaya geçtim. Athena’nın bulunduğu oda gibiydi, tek farkı dışarıya açılan minik bir balkonunun olmasıydı. Aşağıda gördüğüm balkondan daha küçüktü. Balkona bile bir sürü çiçek yerleştirilmişti ve iki tane de koltuk koymuşlardı.


Gözlerim derli toplu duran yatağa kaydığında oraya yöneldim. Bacaklarımı artık hissetmiyordum, buraya gelene kadar bir sürü yollardan geçmiştik. Ayak bileklerim yürümekten acıyordu. Kendimi yatağa attıktan sonra hafiften kararan hava bir anda odanın içerisini kapladı.


Birkaç saniye sonra göz kapaklarıma engel olamayacağımı anladım, gözlerim kapanmaya başlıyordu. Gözlerimi kapatıp karanlığa teslim olmadan önce son kez burasının bizler için bir dönüm noktası olabileceği fikri aklımın bir ucunda yer edindi.


Sabırsızlıkla bekliyordum. Yarın bizi neler bekliyordu tam olarak bilmesem de bu kez güzel bir şeylerle karşılaşacağımızı umuyordum.


Adım attığımız bu Unitatem Kamp Alanı belki de bizim merhemimiz olacaktı, bekleyip görecektik.


 


^^^


 


Şunu söyleyeyim, bölümleri kopyala yapıştır yapıyorum :') Umarım okurken çok keyif alıyorsunuzdur, bu benim için çok önemli.


Ayrıca, bu benim ilk kitabım. O yüzden yorum yaparken bunu göz önünde bulundurursanız çok sevinirim :) Hepinize çok teşekkür ederim. Seviliyorsunuz! <3


Beni takip edebilirsiniz:


instagram: semina.akaydin


Loading...
0%