Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16. Bölüm: "Bölgelerin Çatışması"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU (EPOCHAL)

1.KİTAP

16.BÖLÜM: “BÖLGELERİN ÇATIŞMASI”

Selamlar, yine ben :) 1. kitabın finaline çok az kaldı... Şimdiye kadar ki bölümleri severek okuduğunuzu düşünüyorum (umuyorum desek daha doğru)

Hepinizi seviyorum. Lütfen ama lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın. Düşünceleriniz benim için çok değerli ve kitabım hakkında ne düşündüğünüzü gerçekten çok merak ediyorum!

Keyifli okumalar dilerim!

Bölüm Şarkısı: IsakDanielson - Broken

^^^

Küçükken babam bana kötü bir olayla karşı karşıya kaldığımda gözlerimi kapatıp derin nefesler almamı, içimden 10’a kadar saymamı ve beni mutlu eden şeyleri düşünmemi söylerdi. Bana iyi geleceğini, her şeyin üstesinden gelebileceğimi ve her kötü olayın arkasında beni bekleyen harika bir şeyin olduğuna inandırırdı.

Olacak şeyin ne olduğunu söylemezdi, sadece harika derdi ve bende her defasında onun bana bu söylediklerini düşünürdüm. Uzun zamandır düşünmemiştim çünkü çok fazla şey olmuştu ve hangi birinde gözlerimi kapatarak babamın benden istediğini uygulayacağımı bilememiştim. Şimdi ise, Hermes ve ekibi -ekip demek beni güldürüyor- kamp alanına gelmişlerdi ve ben, babamın bana söylediği o şeyi yapıyordum.

Gözlerim kapalıydı.

Babamın bana söylediğinin aksine ben, bir rüyanın içerisinde olmayı diliyordum.

Ya da bir kâbus da olabilirdi, bunun bir önemi yoktu. Yeter ki gözlerimi tekrar açtığımda evimde, sıcacık yatağımda ailemle birlikte olabilseydim ancak biliyordum ki, bu hayal artık son bulmuştu.

Trivia’nın cümlesini sanki tekrar tekrar duyuyordum; kulaklarımı dolduruyor ve zihnimin içinde yer ediniyordu. Kırmızı gözleri ise bir an bile gözümün önünden gitmiyordu. Buradaydılar. Kanlı canlı bir halde bizim bulunduğumuz yere gelmişlerdi. Halbuki bunu yapamazlardı; Poseidon bize bu şekilde söylemişti. Peki ya nasıl girmişlerdi içeriye?

“Sizi tekrardan görmek büyük bir şeref, minik fareler,” demişti Trivia. Her zamanki acımasızlığıyla bizimle alay etmişti. Şimdi her şey yeniden canlanıyor, zihnimin en derinlerinde hayat buluyordu. Trivia ve Venüs en başından beri Hermes’i tanıyorlardı çünkü Deha’yı almak için geldikleri zaman bunu kendi ağızlarıyla dile getirmişlerdi. Bu nedenle Hermes’in gelirken yanında o iki şeytanı getirmiş olmasına şaşırmamıştım.

Tek şaşırdığım insan Ares idi. Çünkü kabullenmek istemiyordum, Ares’in bunca zaman bize ihanet ettiği gerçeğini sindiremiyordum. Vazgeçmek istediyse de onu benimle tehdit etmişlerdi. Bir tehdit karşısında bizimle karşı karşıya kalmayı tercih etmişti. Evet, bu bir tercihti aslında. Ya bana zarar gelecekti ki geldiği de oldu, ya da bize karşı savaşacak, baş kaldıracaktı.

Bana zarar gelmesin diye bana, bizlere ihanet etmeyi seçmişti. Doğru bir seçim olmadığını hepimiz biliyorduk aslında ama kimse bu konu hakkında çok konuşmamıştı.

Tekrardan o iki şeytana gelecek olursam, Hermes’e “Seni yeniden görmek güzeldi Hermes,” demişlerdi. Anılar bir bir su yüzüne çıkıyor, kendisini hatırlatıyordu. Lakin hatırlamak istediklerim bunlar değildi; güzel anılarımı hatırlamayı diliyordum. Babamın da dediği gibi gelecek olan harika şeyleri imgelemek istiyordum.

Nerede yanlış yapmıştım acaba, diye düşünmeden edemiyordum. Neden tüm bunları yaşıyorduk? Neden her defasında önümüze engeller çıkıyordu ve neden hiç yüzümüz uzun süreli gülmüyordu? Bunu bile bize çok görüyorlardı; bir gülümseme, bir mutluluk belirtisi bile onlara fazla geliyordu. Yüzümüzdeki gülümsemeyi, içimizdeki mutluluğu ve kalbimizde taşıdığımız inançları sonsuza dek yok etmeyi planlıyorlardı ama hayır, izin vermeyecektik.

Engebeli yollardan, ayağımıza devamlı olarak değen taşlardan kurtulma vaktiydi.

Yapabilir miydik peki?

Gözlerimi daha fazla sıktım, sanki daha çok kapanabilirlermiş gibi. Derin derin nefesler alıyordum ve aklıma gelebilecek en harika şeyi imgelemek için kendimi zorluyordum. İçimden 10’a kadar saymıyordum artık çünkü biliyordum ki hayalim yalnızca on saniye ile sınırlı değildi. Aslında hiçbir zaman olmamıştı. Bir yerden sonra bunu alışkanlık haline getirerek gece yatmadan önce sürekli gözlerimi kapatıp harika, mucizevi olayların beni beklediğini hayal ederdim.

Hakan’ın benimle yeniden konuştuğunu, görüştüğünü ve beni aslında hiç bırakmadığını imgelerdim daha çok. Tabii belirli bir yaşa geldikten sonra sadece kendi geleceğim için çalışmıştım. Hakan geri planda kalmıştı ve ben yalnızca kendime odaklanmıştım. İyi de olmuştu aslında çünkü şimdiki Anka, bu şekilde doğmuştu. Küllerinden doğan Anka kuşunu kendimle bağdaştırarak her defasında sanki küllerimden yeniden doğuyor gibi olmuştum.

Çok iyi hissettiriyordu ancak bir süreden sonra bu hissi de kaybetmiştim.

Yeniden kazanmalı mıydım diye durup düşünürken kendimi yıllardır yapamadığım, imgeleyemediğim o hayallerimin, mucizeler ve olağanüstü şeylerin içerisinde buldum. Ne kadar işe yarardı bilmiyordum ama en azından tekrardan deniyordum. Bir şeye ara verdiğinizde -bunun ne olduğunun bir önemi yok- o şeyle aranıza daima bir soğukluk girerdi. Lakin ben, soğukluktan ziyade içimi ısıtabilecek o hayallere dalmıştım.

Zamanı ya da şimdilik sırası değildi belki, fakat kendimi biraz da olsa iyi hissedebilmiştim. Bu zamana kadar, çocukluğumdan, ergenliğimden bu yana çok değişmiştim. İyi miydi yoksa kötü müydü, henüz karar veremiyorum çünkü eskiden kendimi daha cesur ve mantıklı bir insan olarak görürdüm. Bunun nedenini hep içimde barındırdığım o yangına ait olduğunu düşünüyorum. Anka ateşi diyebilirim sanırım. Beni dengesiz yapan şey buydu sanırım.

Denge. Denge her alanda çok önemli. Dengemi sağladığım sürece birçok zorluğa göğüs gerebilirdim.

“Burada neler oluyor?”

“Hassiktir. Yine mi siz sürtükler?”

“Athena, sakin ol.”

“Seni yeniden görmek çok güzel kızıl.”

“Kes sesini!”

“Anka?”

“Minik fareler.”

“Anka!”

Birçok ağızdan çıkan onca cümleler.

“Buraya nasıl girdiniz?”

Ve hayallerime ulaşamadan gözlerim yeniden açıldı. Tamamen kendimi kaybedip hayallerimin ortasına dalmak isterken her telden çalan onca gürültü beni bunu yapmaktan alıkoydu. Kaşlarımı çattım ve yanımdaki insanlara baktım. Afrodit, Hakan, Athena, Morpheus, Efdal ve Rabia. Altısı da yanımdaydı. Gözlerimi kapattığım sırada bir tek Hakan yanımda iken şimdi geriye kalan beş kişi de yanımızda toplanmıştı.

Sanki bir bariyer oluşturmak istiyormuşuz gibi yan yana dizilmiştik. Sağımda Hakan, solumda ise Athena yer alıyordu. Gözlerimi kırpıştırdığımda yeniden Hermes’in gri gözlerine baktım. Bizim olduğumuz tarafa dönüktü ve korkarak bakan gözlerle bekleyen Poseidon’a dönüp bakma zahmetinde bile bulunmuyordu.

“Poseidon,” dedi Trivia, büyük bir keyifle. Uzun, kırmızı saçlarını savuşturduktan sonra “Sana ağabeylerinin selamını getirdik,” dedi. Onları henüz inceleme fırsatım olmamıştı ancak şimdi görüyordum ki yalnız değillerdi.

Yanlarında üç adet iki başlı köpeklerden getirmişlerdi ve toplamda altı adet kafa, birer tasmaya bağlanmıştı. Zincirden yapılma tasmalar oldukça cüretkâr görünüyordu. Köpekleri zincirlerinden tutanlara şöyle bir göz gezdirdiğimde birinin Trivia’da, diğerinin Venüs’de olduğunu gördüm.

Üçüncüsü ise Ares’in elindeydi.

İsteyerek ya da istemeyerek, o da gelmişti ve bizim karşımızda duruyordu. Atlas ile birlikteyken bize saldırmaya çalışan köpeğin aynısı, şimdi onun ayaklarının dibindeydi. Demek ki bu köpekler Hermes’e aitti çünkü o gün, o saldırıda Hermes ortaya çıkmıştı ve zoraki de olsa bize itiraflarda bulunmuştu.

Şimdi fark ediyordum ki sırf bu alana girebilmek için bizi kullanmıştı. Bizi düşündüğünden bahsetmemişti bu kamp alanından, tamamıyla buraya girebilmek için bizi buraya getirmişti. İçimden bir ses, kucağında tuttuğu Kayra’yı kullanarak buraya girdiklerini söylüyordu. Her ne kadar içimdeki sese karşı gelmeye çalışsam da bunun doğru olduğunu biliyordum.

“Buraya dört kişi gelerek ne kadar aptalca bir karar verdiğiniz farkında mısınız?” Athena bir adım attı ve bir adım daha. Bilerek sırtını dikleştirip çenesini havaya kaldırdı. Hermes’in ona verdiği bıçak yarasını artık saklama gereği duymuyordu. Zaten saklamanın derdinde de değildi ancak kimsenin onun güçsüzlüğünü görmesini istememişti.

Göz ucuyla Poseidon’a baktım, yüzü kireç gibi olmuştu. Ela gözlerini bir an bile olsun Kayra’dan ayırmıyordu. Artemis ve Atlas el ele tutuşmuşlardı ve Poseidon’un sağında yer alıyorlardı. Aynı Poseidon gibi Artemis’in de gözleri Kayra’nın üzerindeydi. Vulcan ise Poseidon’un solunda kalarak kaşları çatık bir halde dördüne birden bakıyordu. Kayra’yı es geçiyordu, bilerek ona bakmak istemediğini anlamıştım.

“Ona ne yaptınız?” diye sordu Poseidon, sesi o kadar çok titremişti ki, çıkan güçsüz sesine karşın kaşlarını çatmıştı. Sesinin bu denli cılız çıkmış olması onu daha da öfkelendirmişti. Artemis boşta kalan elini sevgilisinin omzuna koydu ve sıktı. Artemis’in gözleri dolmaya başlamıştı çünkü hepimizin tahmin ettiği şeyi düşünüyordu: Kayra’nın öldüğü gerçeğini.

“Fırat, İsis, Aurora! Herkesi toplayın ve olabildiğince güvenli bir yere götürün. Acele edin!” diye bağırdı Vulcan, gözlerini Trivia’nın üzerine dikmişti. Her birine nefretle bakıyordu ancak en çok Trivia üzerinde odaklanmıştı. Verdiği emir üzerine arka tarafta koşuşturma başladı. İnsanlar aceleyle bir taraflara koşuyordu ancak hiçbiri aslında nereye gittiğini bilmiyordu.

Burayı güvenli alan zannederken Vulcan’ın söylediği beni bozguna uğrattı. Başka güvenli bir yer mi vardı? Öyleyse en başında oraya gitseydik, diye düşündüm. Vulcan’ın halkına -evet böyle diyebilirdim sanırım- çok önem verdiğini açıkça görebiliyordum, onların canını acıtacak herhangi bir şey olmasına müsaade etmeyecekti. Öfkeyle bakan gözlerinde kararlılıkta vardı.

Vulcan, Poseidon’un sağ koluydu ve Poseidon buralarda yokken emirleri Vulcan veriyordu, onun da söz hakkı vardı ve insanlar onu da büyük bir ciddiyetle dinliyorlardı. Poseidon şu anda konuşacak halde değildi, bu nedenle emri vermek Vulcan’a düşmüştü.

Fırat, İsis ve adını yeni duyduğum Aurora ilk önce yanlarına birkaç kesici alet aldılar ardından koşuşturan insanları denizin olduğu kısma götürmek için hızlandılar. Daha fazla zaman kaybedemezlerdi, bu yüzden önlerine ne çıktıysa almışlardı ve şimdi Vulcan’ın emrine itaat ederek gözden kaybolmuşlardı.

Böyle bir anın gelmesini pek beklemiyorlardı ve anlıyordum ki, buraya baskın yapılma ihtimaline karşı hiçbir önlem alınmamıştı. Demek ki o kadar çok güveniyorlar ve inanıyorlardı ki buraya kimsenin giremeyeceğine, önlem bile almak için bir plan yapmamışlardı.

Ardından Vulcan ellerini kaldırıp ters çevirdiğinde amacını anlamaya başlamıştım. Avuçlarından alevler çıkarmaya başladı, alevden gelen ışık sayesinde Vulcan’ın koyu yeşil gözleri daha belirgin ve yoğun bir hâle büründü. Burnundan soluyordu, hatta öyle ki öfkesinden ötürü vücudu titremeye başlıyordu.

Poseidon direkt olarak elini Vulcan’ın bileğine yerleştirdi ve “Şimdi değil,” diye fısıldadı. “Eğer şimdi savaş açarsan onca insan ne kadar zarar görür Vulcan, bunu biliyor olman gerekiyor.”

“Aynen öyle küçük çocuk. Efendi’nin söylediklerine itaat et ve çek şu buruşuk ellerini.” Trivia ona sırıtarak bakıyordu ve bu hareketi Vulcan’ı daha fazla sinirlendirdi. Avuçlarındaki alevler bir anda yükseldi ardından çabucak söndüler.

Vulcan, mecburiyetten ötürü Poseidon’u dinlemek zorunda kalmıştı ve bu durumdan hiç memnun değildi.

“Seni kendi ellerimle yakacağım,” dedi Vulcan, açıkça Trivia’ya tehdit savururken. Trivia kahkaha attıktan sonra Venüs’e döndü. “Duydun mu? Beni kendi elleriyle yakacakmış,” diye alay etti. Bunun üzerine Venüs’de korkutucu bir şekilde güldü. O kadar çok keyif alıyorlardı ki bu mide bulandırıcıydı.

“İkinizde kesin sesinizi!” Poseidon öfkesini açığa vurarak Hermes’e doğru bir adım attı. Artemis onu tutmaya çalıştı ancak başarısız oldu. Hermes, Poseidon’a döndüğünde başını omzuna yatırdı ardından Kayra’yı kucağından yere attı. Kayra’nın cansız bedeni yerle bir bütün olduğunda yüksek bir ses çıktı. Poseidon direkt olarak bakışlarını Kayra’ya indirdi.

Hermes’in Kayra’yı bir insan değil de bir çöpmüş gibi yere atması kalbimi sızlattı. Onların gözünde insanların canının hiçbir değeri yok muydu?

Durduğumuz yerden çok belli olmuyordu ama tahminimce Kayra’yı boğarak öldürmüşlerdi. Kim bilir küçücük kız ne acı çekmiştir, hayal bile etmek istemiyorum. O anda gözlerim doldu, henüz tanımaya fırsat bulamadığım ve bir daha da o fırsatı elde edemeyeceğim biri için kalbimin derinliklerinde bir sızı hissettim. Birinin ölümü -genelde kim olduğunun bir önemi olmazdı- beni derinden yaralardı, elbette ki acımasız pislik bir insan olmadığı sürece. Bu duyguyu ilk Afrodit ile yaşamıştım.

Afrodit öldüğü sırada aynı az önce Kayra nasıl Hermes’in kucağında hareketsiz bir şekilde yatıyorsa Afrodit de seneler önce babasının kucağında aynı şekilde yatıyordu. Tek farkları Afrodit hayata yeniden tutunabilmişti ancak Kayra’nın böyle bir şansı olduğunu sanmıyordum. Bu çok, çok üzücüydü. Kalbim daha ne kadar kırılabilirdi bilmiyordum ama devamlı olarak bu yaşanıyordu. Kalbimde güzel duygular hissetmek istiyordum; acı değil.

Poseidon dizlerinin üzerine çöktü ve titremekte olan ellerini Kayra’nın saçlarına dokundurdu. “Kayra,” diye mırıldandı, acıyla. İyice eğilerek Kayra’nın saçlarından öptü ve kokusunu son kez içine çekti. Sadece şu içler acısı sahneye baktığımda bile Kayra’nın Poseidon için neler ifade ettiğini gördüm. Ona fazlasıyla değer veriyor, sevgi besliyordu. Canı acırken göz yaşlarını içinde daha fazla tutamadı. Göz yaşları bir bir yanaklarından aşağı süzülürken Kayra’nın saçlarını okşamaya devam etti.

Athena’nın elini tutup sıktım. Şahit olduğumuz bu görüntü karşısında bende gözyaşlarıma engel olamadım. Poseidon kadar acı çekmiyor olsam da onun acısını hissetmek bile ağlamam için yeterli olmuştu. Genelde, karşımda biri ağladığında kendime engel olamıyordum; ağlayasım geliyordu.

Yıllar önce Hakan’ın çektiği acıyı düşündüm. Ablasını kaybetmişti ve o zaman Hakan sadece 9 yaşındaydı. O yaşta sevdiğin birinin ölümü insana çok ağır geliyordu, ne yapacağını bilemiyordun. Ben bile Afrodit için o kadar çok üzülmüşken Hakan’ın ne halde olabileceğini düşünemezdim. Şimdi ise Poseidon sevdiği bir insanı kaybetmişti.

Aslında kıyas bile yapılamazdı ancak Poseidon’un yaşadığı daha kötüydü çünkü Afrodit hem hastalığından ötürü ölmüş hem de yeniden hayata dönebilmişti. Kayra ise düşmanlarımız tarafından cani bir şekilde öldürülmüştü ve onun Afrodit kadar şanslı olduğunu düşünmüyordum. Hayata yeniden tutabileceğine dair bir inancım yoktu.

“Ne yapacağız şimdi? Ben çok korkuyorum,” dedi Rabia. Sesinden bile anlaşılıyordu ne kadar çok korktuğu.

Bir bütün olmamız lazımdı. Birbirimize kenetlenerek atağa geçmemiz gerekiyordu fakat kimse ne yapacağını bilemiyordu. Öylece durup bekliyorduk, ne yöne koşacağımızı ya da nasıl bir yol izleyeceğimizi bilemeden.

“Hepimiz korkuyoruz Rabia,” dedi Efdal. Onu yatıştırmaya mı çalışıyordu yoksa hep yaptığı gibi kinayeli mi konuşmuştu, onu bile anlayamamıştım. Algılarım kapanıyordu sanki, bu çok tuhaf bir histi. Alışık olmak istemediğim bir durumdu fakat gel gör ki bu durumun içerisinde tıkanıp kalmıştım.

Athena yeniden yanıma, sol tarafıma geldi. “Korkularımızı onlara gösteremeyiz,” dedi Athena, öfkeli bir şekilde. İşaret parmağımı dudağıma götürüp sesini alçaltması gerektiğini söyledim. Poseidon hâlâ Kayra’nın cansız bedeni ile ilgileniyor, ona belki de bir daha hissedemeyeceği şefkatini gösteriyordu. Gözyaşları bir türlü dinmiyordu, oluk oluk akmaya devam ediyordu.

Poseidon’u zaafından vurmuşlardı. Kayra onun zaafıydı, bunu şimdi kavramıştım. Trivia buraya geldiklerinde Poseidon’a ağabeylerinden bir selam getirdiğini söylemişti. Belli ki o selam Kayra’nın ölümü ile birlikte getirilmişti.

Zeus ve Hades, Kayra’nın Poseidon için ne ifade ettiğini biliyordu ve onu bir haber aracı olarak kullanmışlardı. Kayra’nın nefesine son vererek kardeşleri ile bir savaş başlatmışlardı ve o savaşın içerisine bizlerde dahil olmuştuk. Bir hamle yapmak için bugünü seçmişlerdi; bu ânı beklemişlerdi.

“Buraya girmemizde bize çok yardımı dokundu. Zavallı küçük Kayracık, ne kadar da yazık oldu,” dedi Venüs, alt dudağını bükerek üzülüyormuş taklidi yaptı ancak gram üzüntü duymadığını biliyorduk hepimiz. Bu yüzden rol yapmasına hiç gerek yoktu, kimseyi kandıramazdı.

Vulcan “Onun adını o pislik ağzına alma orospu!” diye bağırdı, Venüs’e doğru. Venüs ise yalnızca omuz silkmekle yetindi.

Venüs’ün tuttuğu iki başlı köpek büyük bir açlıkla Kayra’nın bedenine doğru atıldı ancak Venüs’ün onu tuttuğu zincirinden çekiştirmesiyle köpek durdu. “Şimdi değil güzelim. Biraz daha zaman var, azıcık daha bekleyin, olur mu? Merak etmeyin, anneciğiniz sizin için harika yemekler hazırladı.” Az önce Kayra’dan bir çöpmüş gibi bahsederken kendi köpeklerine büyük bir şefkatle ve sevgiyle yaklaşması beni aşırı derecede sinirlendirmişti.

“Poseidon! Denizin yolunu aç, iki tane balıkçı teknesi gitmek için hazır!”

Vulcan eğilip Poseidon’u omuzlarından tuttu ve ayağa kalkabilmesi için ona destek oldu. Artemis ve Atlas aynı anda sesin geldiği yöne döndüklerinde bende merakla o yöne baktım. Poseidon, antrenman hocalarını tanıttığı sırada gördüğüm yüzlerden bir tanesiydi. Adının Fırat olduğunu bildiğim adam, ta ileride denizin yakınlarında durmuş ellerini havaya kaldırarak sallıyordu. “Poseidon,” dedi Artemis. “Sana ihtiyaçları var.”

Poseidon tamamen ayağa kalkmayı başardığında öfkeden deliye dönen ela gözlerini Hermes’in üzerine dikti. Hermes ise ona bakmıyor, denizin orada kaçmayı bekleyen insanları inceliyordu. Gözlerini kısarak kaç kişi olduklarını çözmeye çalışıyordu büyük ihtimalle çünkü buraya sadece bizler için gelmediklerini biliyordum. Bir şeyler hesaplıyor gibi bir hali vardı.

“Kaçıyorlar,” dedi Trivia, dehşetle. Elini Hermes’in koluna yerleştirerek onu çekiştirmeye başladı. “Kaçıyorlar! Kaçamazlar!” Venüs de tedirgin olmaya başlamıştı. Ares’e baktığımda ise dümdüz bir şekilde yalnızca karşısına bakıyordu. Ara sıra Atlas ile göz göze geliyorlardı ancak Atlas’ın bakışlarından kaçarak yeniden önüne dönüyordu. Artık ne şekilde bakıyorsa, Ares Atlas’ın bakışlarından yeterince rahatsız olmuş gibi görünüyordu. Öfke dolu bakışlar, Ares için az bile kalıyordu.

“Kaçıyorlar mı? Peki bize ne olacak? Biz ne olacağız? Bize neden yardım etmiyorlar? Neden sadece diğerlerine yardım ediyorlar? Bende gitmek istiyorum onlarla.”

Rabia nefes nefese kalmıştı. Ağzından çıkan her soruyu sırasıyla söylemişti ve her sorduğu soruları bende istemsizce aklımdan geçirmiştim.

“Kızım bir nefes al, bir dur ya. Tabii ki biz burada kalmayacağız,” diye isyan etti Efdal fakat onun da Rabia gibi tedirgin olduğunu biliyordum.

“Azıcık sessiz olun,” diye uyardı Afrodit. Dikkatle önümüzde olanları izliyordu, gözlerini kısmıştı ve tek tek herkesi inceliyordu.

Hakan’dan çıt çıkmıyordu. Ne düşündüğünü merak ediyordum. Sonuçta en büyük ihaneti o yaşamıştı. İki arkadaşı da ona sırtlarını çevirerek düşmanlarımızla iş birliği içerisine girmişlerdi. İkisiyle de ne kadar yakındı, bilmiyordum ama geçmişte kalmış olsa da aralarında bir bağ vardı.

“Yalnızca Kayra’yı öldürmekle,” dedi Poseidon ardından durdu. Kayra’nın cansız bedenine baktı, derin bir nefes aldı ve güçlükle yutkunduktan sonra devam etti. “Yalnızca onu öldürmekle buraya girmeniz imkânsız. Alanda koruma büyüsü var.”

Trivia, tuttuğu köpeği çekiştirip arkasına aldı ve bir adım atarak öne çıktı. “Benim bir büyücü olduğum gerçeğini ne çabuk unuttun,” dedi zevkle. Demek ki Trivia, buraya girmeden önce sadece Kayra’yı öldürmekle kalmamış bir de kamp alanının koruma büyüsünü yerle bir etmişti.

“Poseidon!” diye bağırdı tekrardan Fırat. “Denizin yolunu açman gerek!”

“Poseidon sen git, biz burayı hallederiz,” dedi Artemis. Bunları söylerken içinde bir şüphe barındırdığını biliyordum çünkü sesi kendinden emin bir tınıda çıkmamıştı. Gerçekten burada eğittikleri onca insana çok değer veriyorlardı. Belki de kısa bir sürede aile olmuşlardı, bunu bilemezdik. O kadar çok insana nasıl yetişip de yardım edeceklerdi, hiç bilmiyordum.

Kampın bulunduğumuz kısmında sadece bizler kalmıştık. Geriye kalan herkesi Fırat, İsis ve Aurora toplamış, deniz kıyısının oraya götürmüşlerdi ve şimdi de Poseidon’un yardımı ile denizin üstünden kaçıp gideceklerdi. İçimdeki ses, bir aksilik çıkacağını vurguluyordu. Bir kere de güzel bir şey söyleseydi ya.

Poseidon, Artemis’in dudağına ufak bir öpücük kondurduktan sonra Atlas ve Vulcan’a döndü. “Size emanetler. Ben gelene kadar bir olaya karışmayın,” dedi ardından dönüp bize baktı. “Geldiğiniz ilk günden böyle bir rezilliğe şahit olmak zorunda kaldığınız için çok üzgünüm.” Daha fazla vakit kaybetmemek adına Fırat’ın ve diğerlerinin yanına koştu.

Trivia bir kez daha “Kaçıyorlar,” dedi.

Hermes ona dönüp “Hepsi kaçamayacak,” dedi gülerek. Trivia’yı rahatlatmayı amaçladığını sanmıyordum. Buraya gelmeden önce belirli bir plan yapılmış olmalıydı ve Hermes o ânı kolluyordu. Ne zaman atağa geçeceklerini bilemiyorduk fakat her ihtimale karşı hazırlıklı olmamız lazımdı.

Resmen hepimiz durup Poseidon’un denizin yolunu açmasını ve insanlarla dolu iki tane balıkçı teknesinin denizin ortasından geçmesini seyrediyorduk. Hermes ve ekibi henüz bir harekete geçmemişlerdi. Bu çok tuhaftı.

İkinci teknede denizin ortasında ilk gideni takip ederken geride kalan bir sürü insan olduğunu gördüm. Yaklaşık olarak on tane insan gitmişti ve nereye gittiklerini de bilmiyordum. Hepsi nasıl tekneye sığabilirdi ki? Kaç tane tekneleri vardı ve gidenler ne tarafa gidiyorlardı? Hiçbiri mantıklı değildi.

“Trivia,” dedi Hermes, sert bir tonda. “Artık harekete geçebilirsin.”

Bu sefer Athena benim elimi sıkmaya başladı, endişelendiğini biliyordum. Dönüp Athena’ya baktığımda kaşları çatık bir halde Trivia’ya bakıyordu. Hermes ile göz göze gelmekten kaçınıyordu lakin ondan korktuğunu sanmıyordum. Onu her görüşünde aklına boynundaki bıçak yarası gelecekti çünkü.

“Bunun için cehennemi boylayacaksınız,” dedi Morpheus, hiç beklemediğim bir anda.

Venüs ve Trivia birbirine bakıp kahkaha attıktan sonra Hermes’de onlara katılarak güldü. Ares ise geldiğinden beri olduğu gibi sessizdi. Bizim tarafımıza bakmaktan inatla kaçınıyordu.

Hermes bize dönüp başını omzuna doğru eğdi. “Biz zaten cehennemdeyiz sarı çocuk.”

Trivia ellerini kaldırıp başının tepesinde döndürmeye başladı. Avuçlarından çıkan kırmızı ışıklar gittikçe etrafa yayılıyor, havaya doğru yükselerek gökyüzünü kaplamaya başlıyordu. Hermes’in ona söylediği gibi harekete geçmişti ancak ne için harekete geçmişti, onu bilmiyordum.

Trivia bir büyücüydü ve şu anda yaptığı da buydu. Bu alana girebilmek içinde büyü yapmıştı, şimdi ise nasıl bir büyü yaptığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

“Venüs, sende başlayabilirsin,” dedi Hermes, büyük bir keyifle.

“Neyden söz ediyorsunuz? Neye başlıyorsunuz? Delireceğim!” Rabia birkaç adım geriledi, hissettiği korku tüm bedenini sararken baştan aşağı titremeye başladı.

“Poseidon!” diye bağırdı Vulcan, geriye doğru bakarak onu arıyordu. “Artık bu siktiğimin herifini yakabilir miyim?” Yeniden avuçlarından alevler yükseldi ve bu kez, öncekine nazaran daha öfkeli ve kendinden emin duruyordu.

Trivia’nın yarattığı kırmızı ışıklar her tarafa dağılırken Athena’nın eli, avucumun içinde kasılmaya başladı. Nefeslerimi düzene sokmaya çalışırken gözlerimi tepemizdeki kırmızı ışıktan alamıyordum. İçimden bir ses, sonuçların çok ağır olacağını söylüyordu. Büyünün doğuracağı sıkıntılar çok büyük olacaktı, biliyordum.

Hakan’ın öne geriye doğru titremekte olduğunu gördüm. Athena’nın eli, elimi o kadar çok sıkıyordu sanki her an elimi kırabilecekmiş gibiydi. Elimi onun elinden kurtarmaya çalışırken suratına baktım. Dümdüz bir ifadeyle karşıya bakıyordu. O da Hakan gibi, öne geriye doğru sallanıyordu.

Trivia’nın yaptığı büyü onları etkiliyordu.

“Poseidon!” diye bağırdı yeniden Vulcan. Vulcan ile göz göze geldiğimizde başını iki yana salladı. Bu felaketin başladığını gösteriyordu. “Sıçtık,” diye mırıldandı.

“Neler oluyor?” diye sordum, kafam çok karışmıştı.

Vulcan bana cevap vermek yerine önce Artemis ve Atlas’a dönüp baktı. İkisinin de gözleri kırmızıya bürünmüştü, gözlerinde hiçbir ifade yer almıyordu. Kalbimin teklediğini hissettim. Elim çok acımaya başlamıştı, bir kere daha elimi Athena’nın elinden kurtarmayı denedim.

“Onlara büyü yaptılar,” dedi Vulcan, sanki çok basit bir şeyi dile getiriyormuş gibi.

Hermes keyifle güldü ardından denizin oraya doğru baktığında benim de bakışlarım o yöne kaydı. Üçüncü ve dördüncü teknelerde hazırdı ve onlarda peş peşe ilk ikisini takip ediyordu. Lakin dikkatimi çeken başka bir şey olmuştu. Teknedeki insanlar henüz uzaklaşamadan tekne batmaya başladı. Teknedekilerden ses gelmiyordu, kaderlerine boyun eğiyorlardı sanki. Kaç kişi vardı, sayamıyordum ancak hepsi birden denizin dibini boyladı ve bu çok kolay oldu.

Hiçbiri kurtulmak için çabalamadı, yüzmek için çırpınmadılar. Sadece suyun dibine battılar ve bu sürede hepsi sessiz kaldı. Orada duran, denizin dibini boylayan insanları izleyenler de sessizlerdi. Özellikle de Poseidon, gücü denizi yönetebilmek iken bu felaketi önlemek için kılını bile kıpırdatmıyordu.

“Piç kurusu!” diye bağırdı Fırat, Hermes’e doğru dönüp bakarken. Ardından İsis ve Aurora, kendi aralarında bir şeyler fısıldadılar. En sonunda diğerlerine dönüp baktıklarında hepsinin büyüden etkilendiğini fark ettiler. “Fırat, hepsinin gözü kırmızı,” dedi kızlardan biri. Hangisi olduğunu seçemiyordum ama sesindeki korkuyu hissedebilmiştim.

Demek ki Hermes bu yüzden bu kadar rahattı. Planları, denizde açılmaya başlayan insanların boğularak ölmelerine neden olmaktı. Yapılan büyü sayesinde hiçbiri hareket dahi etmemişti. Bu, çok acımasızcaydı. Hem de çok.

Trivia ve Venüs kısa bir anlığına bakıştıktan sonra Hermes’e döndüler. “Planın tıkır tıkır işliyor,” dedi Trivia. Az önce kaçanları gördüğünde deliye dönen kendisi değildi sanki. Hemen olayı kavramıştı ve tekrardan eski neşesine geri dönmüştü.

Boynumdaki kolye hiç beklemediğim bir anda parıldamaya başladı. Başımı eğip kolyeye baktığımda kesik kesik parıldayıp duruyordu. En sonunda parıldaması durduğunda başımı yeniden kaldırdım ve bu kez Trivia’nın afallayan suratı ile karşılaştım. Ruh hali aniden değişip duruyordu. Hepsi birer ruh hastasıydı.

“Bu nasıl olur?” dedi, inanamayarak. Şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı; o da benim gibi ne olduğunu anlayamamıştı. Fakat benim kolyeye şaşırmamdan ziyade o, benim büyüden etkilenmemiş olmama şaşırıyordu.

“Aptal kolyesi yüzünden,” dedi Hermes, bakışlarındaki öfke sesine yansımamıştı. Daha çok sakin kalmaya çalışıyordu. Bir kaos ortamı oluşturduktan sonra nasıl bu kadar sakin davranabiliyordu, aklım almıyordu.

Denizin olduğu taraftan çığlıklar, hakaretler ve bağrışmalar yükselmeye başladı. Dönüp o tarafa bakmaya korkuyordum, neler döndüğünü bilmiyordum ve açıkçası bilmekte istediğimi sanmıyordum. Tek dileğim, kimsenin canının yanmamasından yanaydı. Dileğimin gerçekleşeceğine dair umutlarım da pek yoktu; doğruyu söylemek gerekirse hepimizin canının yanacağını içten içe biliyordum.

“Anka, hemen oradan ayrılıp yanıma gel,” diye emretti Vulcan. Elimi büyük bir çabanın sonunda Athena’dan kurtarmayı başardığımda Vulcan’ın yanına gidebilmek için harekete geçtim ancak başka bir el beni hemen geri yakaladı.

Hakan’ın eliydi. Bileğime sarılmıştı ve beni geriye doğru çektiğinde sendeledim. Sırtım Hakan’ın göğsüne çarpınca irkildim. Çok soğuk bir hissi vardı, sıcaklıktan çok ama çok uzaktı. Tam olarak neler olduğunu bilmediğimden afallayarak Hermes’e baktığımda “Bölgelerin çatışması başladı,” dedi gülerek.

“Ne?” Yine ne saçmalıyordu?

“Anguis ve Phoenix bölgeleri için sona yaklaşıyoruz Anka kuşu. Hazırlan ve kemerini tak çünkü uçuşa geçeceğiz.”

Trivia ve Venüs, eğilip köpeklerin kulaklarına bir şeyler fısıldadıktan sonra zincirleri serbest bıraktılar. O anda iki adet iki başlı köpek deniz kenarına doğru koşuşturmaya başladı. Öyle bir havlıyorlardı ki olduğum yerde yeniden irkilmeme neden oldular.

Vulcan hiç vakit kaybetmeden avuçlarından çıkan alevlerden birini Ares’in hâlâ tutmakta olduğu iki başlı köpeğe fırlattı. Köpek, alevlerin etkisiyle bağırmaya, acı acı havlamaya, hırlamaya başladı. Ares refleks olarak zinciri elinden bıraktı ve geldiğinden beri ilk kez sesini duydum. “Yanıyor,” dedi, sanki kimse fark etmemiş gibi. “Siktir, Vulcan!”

Trivia ve Venüs olanı fark edince öfkeden deliye döndüler. İkisi birden köpeği kurtarmayı denedi ancak alevler o kadar çok yükseldi ki bir türlü başarılı olamadılar. Vulcan’ın dudaklarında keyifli bir gülümseme belirdi. Geriye doğru birkaç adım attığında Hermes’in verdiği baş hareketiyle Artemis ve Atlas, Vulcan’ı kollarından tuttu.

Vulcan büyüden etkilenmemişti çünkü o, bu geçitten değildi. Bu nedenle, iki bölgede de yer almıyordu ve onu etkileyebilecek hiçbir durum yoktu. Başka geçitlerden gelenlerde olduğu için tek büyüden etkilenmeyen ikimiz değildik.

Bütün her şeyi -birkaç saniye içerisinde gerçekleşen her şeyi- büyük bir şokla izliyordum. Her yerden kıstırmaya çalışıyorlardı bizi ve şimdi gerçek anlamda ellerimizi kollarımızı bağlamışlardı. Hareket edemiyor, istediğimiz gibi karşı gelemiyor ve onlara karşı savaşamıyorduk.

Trivia ve Venüs’ün çığlıkları kulaklarımı acıtacak derecede baskındı. Suratımı buruşturduğumda yalnızca çığlıklardan değil, Hakan’ın bileğimi sımsıkı tutmasından da kaynaklanıyordu. Canımı yakıyordu ve farkında değildi. Bilinçliyken canımı yaktığı zamanlardan çok daha beterdi çünkü o zaman beni görebiliyordu; şimdi ise beni ve Phoenix bölgesinde olan diğer herkesi birer düşman olarak görüyordu.

“Nereye gittiğini sanıyorsun?” diye sordu Hermes, yarı alaylı yarı öfkeli. Hermes, Vulcan’a doğru yaklaştığında Vulcan onun suratına tükürdü. Hermes, tükürüğü elinin tersiyle sildikten sonra Vulcan’a sert bir tokat attı. Afrika örgüsü saçlarından tutup çekiştirirken Vulcan’ın başı yana doğru yattı.

“O alevleri senin götüne sokarım,” dedi Hermes, dişlerinin arasından. Sonrasında “Tükürüğü de sana yediririm,” dedi. Ardından Vulcan’ın saçını serbest bırakıp geriye doğru bir adım attığında Kayra’nın bedenine takıldı ve düşecek gibi oldu. Son anda düşmekten kurtulunca kaşlarını çatarak Ares’e döndü. “Al şunu önümden. Gidip yakıyor musun artık ne yapıyorsan yap,” dedi midesi bulanır gibi Kayra’yı gösterirken.

Ares’in burun delikleri genişlediğinde sinirlendiğini anlamıştım ancak ikiletmeden Hermes’in lafına uyarak Kayra’yı bacaklarından tutup kenara doğru çekti. Hermes’in söylediği gibi onu yakmadı ya da başka bir şey yapmadı; Kayra’nın bedenini kimsenin bir daha bakmak istemeyeceği bir yere götürdü. Her an Ares’in tüm bu saçmalıklardan vazgeçmesini istiyordum ama bir türlü yapmıyordu.

Delirecek raddeye gelmiştim. Olan biten her şeye hem çok üzülüyor hem de çok sinirleniyordum. Üzüntüm ve öfkem adeta birbirleriyle yarışıyordu.

Fakat en çok da intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordum.

Denizin olduğu tarafta neler döndüğünü bilmiyordum ve inatla bilerek o yöne bakmıyordum çünkü oradaki insanların çığlıkları buraya kadar geliyordu. Her duyduğum çığlıkta biraz daha sarsıldığımı hissediyordum. Gözlerimin dolmaması için elimden geleni yapıyordum çünkü ağlamak istemiyordum.

Ne yapacağımı bilmiyordum, çaresizce Vulcan’a bakıyordum ve aslında onun da ne yapması gerektiğini bilmediğini fark ettim. Artemis ve Atlas hâlâ Vulcan’ı kollarından tutuyordu ve bırakmaya da hiç niyetleri yoktu. Artık Trivia ve Venüs, yanarak ölen köpekleri için bağırıp çağırmıyorlardı, değişik bir şekilde çabuk toparlanmışlardı. Ölenin arkasından uzun bir süre ağlamak, haykırmak ya da acı çekmek onlara göre değildi. Bir kez daha ruhlarının gerçekten var olup olmadığını sorguladım.

Hayır, bu ruhtan da öteydi. Ne vicdanları ne merhametleri ne de iyi bir kalpleri vardı. Zaten iyi bir kalpleri olsaydı diğer saydıklarımı da içlerinde barındırırlardı ama bu hislerden çok uzaktaydılar. Acaba onların da beyinleri Zeus ve Hades tarafından yıkanmış olabilir miydi? Her ihtimali değerlendirerek göz önünde bulundurmaya çalışıyordum.

Köpeğe baktığımda küle döndüğünü gördüm, ondan geriye sadece külleri kalmıştı ve geride bıraktığı o iğrenç yanık kokusu. Normalde, hayvanların ölümüne derinden üzülen hatta deli gibi ağlayan biriydim ancak o iki başlı köpek normal bir hayvan, normal bir köpek değildi. Resmen bir canavardı ve sadece insanları parçalayarak onları öldürmek için varlardı. Belki de hayatımda ilk defa bir hayvanın ölümüne üzülememiştim.

Bu bile benim için bir yıkımdı.

Diğer taraftan artık o iki köpeğinde sesi gelmiyordu. Onları da mı öldürmüşlerdi acaba? Kim, nasıl yapabilmişti bilmiyordum fakat sesleri kesildiği için artık kesin olarak öldüklerine emin olmuştum. Bağrışmalar devamlı olarak bu tarafa doğru geliyordu, kim bilir daha kaç can heba olmuştu, yok edilmişti ve nefessiz bırakılmıştı. Ölen her insan için ağlamak istiyordum aslında ama bunu yapmayacaktım.

Bir anda Athena ve Morpheus, Efdal’ı ensesinden tutarak yere fırlattı. Bir iki kez Efdal’ı teklemediler ve ona küfürler savurdular. Daha sonra ikisi birden onuk bir gülümsemeyle Efdal’a tepeden bakarlarken ben, olduğum yerde şoka uğramıştım. Siktir, bunu neden yapmışlardı ki?

Trivia yeniden neşesini kazandığında keyifle bir kahkaha attı. “İşte şimdi oyun başladı minik fareler,” dedi, gülmeye devam ederken. Athena ve Morpheus’a şok etkisiyle bakmayı sürdürürken başka bir şey daha oldu.

Raylar çoktan yerinden oynamıştı ve bahsettikleri çatışma bizim sonumuzu getirmek için yaratılmıştı.

Bu kez de Afrodit, Rabia’yı boynundan tutarak sıkmaya, onu düpedüz boğmaya çalıştı. Hakan’ın eli bileğimden koluma doğru tırmandı ve kolumu daha sıkı kavrarken tırnaklarını derime batırmaya başladı. Can havliyle ufak bir çığlık attığımda dönüp ona baktım. Korkunç bir şekilde sırıtıyordu ve gözlerindeki kırmızılıklar daha ne kadar koyulaşabilirse, o kadar koyulaşmışlardı. Onun koyu kahverengi gözlerinden eser yoktu. Bomboş gözlerle bana bakarken kalbim hızla atmaya başladı.

Bir anda ne haltlar dönmeye başlamıştı? Aklımı yitirecektim. Sanki bir film sahnesinin içindeymişiz gibiydi ve bu kez, oyuncular bizdik ancak bu bir ne oyundu ne de film.

“Ne yapıyorsunuz onlara! Hemen durun!” diye haykırdım ancak hiçbirinin beni kâle almayacağını biliyordum ki nitekim de öyle olmuştu. Venüs alt dudağını büktüğünde kollarını göğsünde birleştirdi ve başını omzuna doğru yatırdı. “Bunu o kokuşmuş arkadaşın köpeğimizi yakmadan önce düşünecektiniz,” dedi, nefretle.

Vulcan, köpeğe zarar vermeden önce büyü yapmışlardı zaten. Neyden söz ediyordu aptal karı?

Kolumu çekiştirdim ancak bir fayda etmedi. Hakan kolumu o kadar çok sıkıyordu ki parmaklarının izinin tenimde yer edineceğini düşünmeye başlamıştım. Gözlerim dolmaya başlıyordu. Vulcan’a baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Gözlerinde pişmanlık vardı, hiçbir şey yapamamasının verdiği o pişmanlık belirtisi.

İsteseydi çoktan Artemis ve Atlas’dan kurtulabilirdi fakat onlara zarar vermeden bunu başaramazdı, bunu ikimiz de biliyorduk. İkisine de zarar vermek istemediğini bildiğimden hiç hareket etmeden öylece durmaya devam etti. Poseidon’a neden seslenmediğini sorguladım. Neden ondan yardım istemiyordu? Yoksa o da mı bize yardım edemezdi?

“Biliyor musun?” diye sordu Hakan. Soruyu bana sorduğunu biliyordum ancak ona herhangi bir yanıt vermek istemiyordum. Ses tonu buz gibiydi, sıcaklıktan eser yoktu. Büyü, hepsinin bünyesi ile oynamıştı ve hiçbiri ne yaptığının farkında bile değildi. Birer robot gibilerdi, bir nevi trans halindelerdi ve bu büyüyü nasıl bozabilirdik hiç bilmiyordum.

“Senden iğreniyorum. Midemi bulandırıyorsun Anka. Sana her baktığımda kusacak gibi oluyorum.”

Dişlerimi sıktım ve gözlerimi kapatıp başımı defalarca iki yana salladım. Bu sözleri bile isteye söylemediğini biliyordum. Hayır, Hakan tüm bunları kendi isteğiyle dile getirmiyordu. Hiçbiri doğru değildi, yalan söylüyordu.

“Âşık olmak çok boktan bir histir Anka kuşu,” dedi Hermes, düz bir sesle. Sanki daha önce aşkı tatmış gibi yorum yapmıştı fakat onun gibi iğrenç bir insanın aşktan anlayacağını zannetmiyordum. O ne anlardı ki sevmekten ve sevilmekten? Bu duygular ona çok tersti. Ne sevmeyi ne de sevilmeyi hak etmiyordu piç kurusu.

Gözlerim hâlâ kapalıyken bir sürü ses işittim. Birinde Afrodit, Rabia’ya kardeşinin onu sevmediğini ve asla sevmeyeceğini söylüyordu. Diğer yandan Athena ve Morpheus, Efdal ile alay ediyordu. Boğuşma sesleri, tiz kahkahalar, sahte gülüşler, çığlıklar, yalvarışlar ve daha niceleri…

Babamın bana söylediğini yapmak, kendimi güzel bir hayalin içine bırakmak ve bu kâbustan bir önce uzaklaşmayı diliyordum ama hayır, olmuyordu. Olmayacaktı. Bugün yapamayacaktım, hayallerime dalamayacak, onları yaşayamayacaktım. İzin vermiyorlardı. Ne uzaklaşmama ne de hayal kurmama.

Yaptıkları ve yapacakları her şey için onları doğduğuna pişman edecektim.

İlk önce Zeus ve Hades ikilisinden başlayacaktım. Kendilerini birer tanrı zanneden o zavallı kardeşleri ortadan kaldıracaktım. Şimdi olmasa da elbet bir gün bu hissi tadacaktım ve tanrı şahidim olsun ki, gazabım çok büyük olacaktı.

Hakan beni kendine doğru çevirdiğinde suratım göğsüne çarptı. Gözlerimi olabildiğince daha çok sıktım, açmak ve onun hiçbir anlam taşımayan kırmızılıklarla dolu gözlerine bakmayacaktım.

“Aç şu gözlerini,” diye diretti.

Efdal’ın bağrışları, Rabia’nın düzensiz nefesleri, Athena’nın neşeli kahkahaları, Morpheus’un hakaretleri ve Afrodit’in küfürleri… Hiçbirini artık duymak istemiyordum.

Hepsini bir anda işitmek çok büyük acı veriyordu. Onlardan ilk kez bu tarz sözler ve davranışlar görüyor, duyuyordum. Hakan’dan ise her zaman kaçındığım o cümleleri duymak beni mahvediyordu.

Ama en önemli nokta, birbirimize ilk defa bu şekilde yaklaşıyorduk. Farklı bölgelerden olmamız bizleri düşman yapmazdı lakin Trivia’nın sayesinde birbirimizi düşman olarak görüyorduk. Ben, bunun doğru olmadığına belki de yüzlerce kez şahit olmuştum. O yüzden her şeyin eski haline dönmesi için bir şeyler yapılması gerekiyordu. Böyle devam edemezdik, yapamazdık yoksa hepimiz mahvolurduk.

Hermes’in Venüs ve Trivia’ya “Gidin bakın, ne haltlar dönüyor orada,” dediğini bile duyabilmiştim. Ayak sesleri git gide uzaklaşırken ikisinin deniz kıyısının olduğu tarafa yürüdüklerini anladım. Poseidon’a bir zarar gelmiş miydi acaba? Eğer öyle bir şey olduysa buradan nasıl çıkacağımızı sahiden bilmiyordum.

Alanı en iyi bilen oydu. Bir gizli kapısı ya da herhangi bir kurtuluş yolunun olup olmadığını bir tek o biliyor olmalıydı. Belki Vulcan’a da söylemiştir diye tahmin yürüttüm fakat Vulcan da rahatça hareket edecek konumda değildi. Onu da kapana kıstırmışlardı.

Hakan beni kollarımdan tutup sarsarken bir kez daha “Aç şu gözlerini!” diye bağırdı. İrkilerek gözlerimi açtığımda yüzüne baktım. Beklediğim manzara bu değildi, bir ümit değişmiş olmasını beklemiştim fakat hayır, öyle olmamıştı. Ümidim yerle bir olmuştu.

Sırtım dönük olduğu için diğerlerini göremiyordum, kim ne haldeydi anlayamıyordum ama anlamak istediğimi de çok sanmıyordum. Karşılaşacaklarım beni oldukça ürkütüyordu ve ben buna hazır değildim. Sevdiğim, değer verdiğim, kalbimde yer edinen insanlara bir zarar gelmiş olma ihtimali beni yiyip bitiriyordu. Kendimden çok genelde sevdiklerimi düşünür, onları umursardım.

Gözlerim sulanmıştı. Ya kendimi çok kasmaktandı ya da farkında olmadan ağlamaya başlamıştım. Bu durumdan nefret ediyordum.

“Benden ne istiyorsun?” diye sordum, sesimi yeterince duyurabilmiştim. Hakan’ın yüzündeki ifade bir anda değişti, ne yazık ki beklediğim gibi olmadı. Sinirli halinden neşeli haline geçiş yaptı. Güldü ama öyle bir güldü ki, gülüşünden tırsmıştım. Fazla korkutucuydu, tüylerimi diken diken etmeyi başarmıştı.

Hep olduğu gibi, gergin hissettiğim zamanlarda midem kasılırdı ve yine öyle olmuştu. Mide bulantım onun her kırmızı gözlerine baktığımda daha fazla artıyordu. Güçlükle yutkunmak zorunda kalmıştım.

“Senden ne mi istiyorum?” diye sordu, alayla. Karşımdaki sanki âşık olduğum insan değildi, onun kötü kalpli ikizi gibiydi. Hakan’ı göremiyordum. Gerçek Hakan kayıplara karışmıştı ve yerine kötü ikizi gelmişti.

Sessiz kaldığımda dudaklarını yaladı, bir süre düşünürmüş gibi yaptı ardından ağzını açtığında söyleyeceklerinden korktum. Sorduğum soruyu keşke sormasaydım dedim çünkü biliyordum ki, bu konumdayken mantıklı bir cevap vermeyecekti. Yine canımı yakacak birkaç cümle söyleyecekti.

“Ölmeni,” dedi dümdüz bir şekilde.

İşte şimdi hakikaten kusacaktım. Yediğim o pancakei ağzımda hisseder gibi oldum, tekrar kendimi zorlayarak yutkundum. Art arda defalarca kez yutkundum ve artık çok yutkunmaktan boğazım yanıyordu.

Kendimi geriye doğru çekmeyi denedim fakat benden güçlü olduğu için gitmemi engellemesi kolay oldu. Arkadan Vulcan’ın bana seslendiğini duydum. “Ona inanma Anka! İsteyerek söylemiyor hiçbirini!”

Bunu elbette ki bende biliyordum ama bir yanım da tüm bu dile getirdiği canımı yakan sözlerin birer doğruluk payı olup olmadığını sorguluyordu. Ya doğruysa diyordum içimden. Ya hepsi gerçek hisleriyse diye devam ediyordu iç sesim.

“Siktir git,” dedim, dişlerimin arasından. Dizimle bacağına sertçe vurduğumda refleks olarak beni serbest bıraktı. Benim bile dizim acımıştı ve Hakan anında bacağını tuttu, bir küfür savurdu. O kadar kötü bir andı ki bu, olur da her şey normale dönerse tüm bu yaşananları, sarf edilen tüm bu sözleri nasıl unutacaktım, bilmiyordum.

Bugün bilmediğim ne çok şey vardı. Cidden sinir bozucuydu, hem de her haliyle.

Arkamı döndüğümde Athena ve Morpheus’un bir köşede Efdal’ı hâlâ tekmelediğini gördüm. Efdal karşılık olarak onlara küfrediyor ve bedenini cenin pozisyonunda tutarak tekmelerden az da olsa kurtulmayı amaçlıyordu. Sağ tarafa döndüğümde ise Afrodit, Rabia’nın üstüne çıkmış onu yumrukluyordu. Rabia kollarını yüzüne siper etmiş, Afrodit’in sert yumruklarından kaçınıyordu. Normal şartlarda, Rabia çoktan ağlamaya başlardı fakat büyü onu da esir almıştı, avucunun içerisinde tutuyordu. Rabia da Efdal’ın yaptığı gibi ondan hiç duymadığım hakaretleri sıralıyordu.

Vulcan ile göz göze geldiğimde gözlerinin dolduğunu fark ettim. Ve bir saniyeliğine Ares ile gözlerimiz kesiştiğinde onun da suratında pişmanlığı gördüm. Bize yardım eli uzatmadığı için pişman görünmesinin hiçbir anlamı yoktu. Bütün bunları en başından beri biliyordu ve kendisini bir kurban olarak lanse etmesi beni iyice sinirlendiriyordu.

Gözlerimi Ares’in benim için hiçbir anlam ifade etmediği bakışlarından kaçırdığımda Hermes’i aradım lakin onu da ortalarda göremedim. Trivia ve Venüs de henüz dönmemişti.

Fırsattan istifade hemen gidip Athena ve Morpheus’u arkadan iterek yere düşmelerini sağladım. Çabucak Efdal’ı yerden kaldırırken bana minnetle baktığını gördüm. Hatırlıyordum, Efdal ile aynı bölgedendik. Bu sebeple bana bir şey yapmadı, can havliyle ileriye doğru koşmaya başladı. Antrenman alanların olduğu kısma girip eline bir tane kılıç almayı denedi ancak sıska kollarından kılıcı kaldıramadı. Trivia’nın büyüsü ona yeterince güç vermemişti.

Dönüp Vulcan’a baktım. “Neden sana zarar vermiyorlar?” diye sordum, Artemis ve Atlas’ı kastederek. Vulcan başını çevirip önce Atlas’a sonra da Artemis’e baktı. İkizler donuk bir ifadeyle karşıya bakıyorlardı, başka hiçbir şey yapmıyorlardı. “Sanırım bana zarar vermek için programlanmadılar,” dedi Vulcan, kafası karışmış bir şekilde. Daha sonra beni boş ver der gibi baktı ve çenesiyle Afrodit’i işaret etti. “Git, Rabia’yı kurtar önce.”

Başımla onayladığımda gidip Afrodit’i saçından tutup çekiştirdim. En azından Rabia’nın üzerinden kalkmasını sağlayabilmiştim. Daha fazlasını yapmak isterken Hakan hızlıca yanıma geldi, beni kendine doğru çevirdi ve bana bir tokat attı. Şok etkisiyle elim, vurduğu yanağıma giderken Ares koşarak yanımıza geldi. Hakan’ı omuzlarından ittirdikten sonra “Orospu çocuğu!” diye bağırdı. Tokadın etkisinden yanağım sızlıyordu ve gözlerim otomatikman dolmuşlardı.

Ardından Ares bana dönüp üzgün bir ifadeyle bakarken “Git,” diye mırıldandı. Şu ana kadar içinde hissettiği korku, gözlerine ulaştı ve gördüğüm o korku gerçekti. Gerçekten de korkmuştu, bunu net bir şekilde görebilmiştim. Sesindeki tını pişmanlığını açıkça belli ediyordu. Ona kaşlarımı çatarak baktım ve neden şimdiye kadar bize yardım etmediğine dair hesap sormak isterken son anda vazgeçtim.

Hızlı adımlarla Vulcan’ın yanına gidip önüne geçtiğimde Artemis ve Atlas, Vulcan’ı bırakıp bana doğru saldırmaya çalıştılar ancak Vulcan çevik bir hareketle onlara çelme taktı. İkisi de öne doğru tökezlediğinde ne yapacaklarını şaşırdılar. Her şey o kadar hızlı bir şekilde gelişiyordu ki şaşkınlıktan sıradaki hamlemizin ne olması gerektiğini düşündüm.

Arka tarafımızdan yine aynı kulak tırmalayıcı bağrışlar, küfürler ve hakaretler geliyordu. Sesler havada birbirine karışıyordu. Başım ağrımaya başlamıştı çünkü her yerden biri başka şeyler söylüyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Güneş, bulutların arkasına saklanmıştı, sanki o da bize aydınlık bir yol sunmak istemiyordu. Başımı iki yana salladım, tüm bunların geçeceğini umdum.

Karşıya baktığımda Hermes’in kolunu tutarak bu tarafa doğru geldiğini gördüm. Kolu kanıyordu ve eliyle parmaklarının arasından akan kanı bastırmayı deniyordu. Trivia ve Venüs ise hemen arkasından gelerek istemeye istemeye Hermes’i takip ediyordu. Onların da hemen arkasında Poseidon ve İsis yer alıyordu. Poseidon’un dudaklarında bizi ilk karşıladığı zamanki gülümsemesi vardı.

Daha da ileriye baktığımda çok fazla bir şey görememiştim. Yerde yatan birkaç insan ve kuma bulaşan kanlar. Resmen deniz kıyısını kan gölüne çevirmişlerdi. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi midem kasılmaya devam etti. Kan kokuları ta oradan bile burun deliklerimi doldurabilecek kadar keskindi. Suratımı buruşturdum, bu his berbat ötesiydi. Kan kokusu iğrençti ve daha kötüsü, hepsi masum canların kanlarının kokularıydı.

Peki ya biz burada tüm bunlarla uğraşırken onlara ne olmuştu böyle? Hermes ve ekibi bir anda pes etmemişti herhalde. Bu kadar kolay olacağını sanmıyordum çünkü onlar buraya pes etmeye değil, savaş açmaya gelmişlerdi. Hermes’in deyimi ile bölgelerin çatışmasını başlatmaya ve bizi birbirimize öldürtmeyi amaçlamışlardı.

Poseidon’un gözleri normaldi, kırmızılıktan eser yoktu; ela gözleri yerli yerindeydi. Afallayarak onlara bakarken Poseidon, İsis’e dönerek “Boz şu büyüyü,” diye emir verdi. İsis ise çabucak ellerini kaldırıp havadaki o kötü enerjiyi yok etmeye başladı. “Bu nasıl oldu?” diye sordum afallayarak.

“İsis’in karşı büyüsü sayesinde düzeldim. Şu gördüğün üçlü de eğer tek bir hamle daha yapacak olursa mezarı boylayacaklarını öğrendiler,” dedi Poseidon, büyük bir zafer kazanmış gibi.

Hâlâ anlayamıyordum. Ya sahiden de aklımı yitirmiştim ya da düşlediğim hayalimin tam ortasındaydım. Başka bir seçenek olabilir miydi? Her şey çok garip bir hâle bürünüyordu.

Bulutların gölgesi, denizin üstünü kaplarken havadaki kırmızılıklar İsis’in karşı büyüsü sayesinde yavaşça ortadan kayboluyordu. Başarmış mıydık? Sahiden de kurtulabilir miydik bu cehennemden? Artık zafer kazanan bizler miydik yoksa bu da oyunun bir parçası mıydı? Kafamın içi allak bullak olmuştu.

İsis daha fazla zaman kaybetmek istemeyerek koşarak diğerlerine yardım etmeye gitti. Üzerimdeki şaşkınlığı bir türlü atamıyordum. Poseidon bunu fark edince “İsis, Trivia’nın büyü yapma gücünü bir süreliğine engelledi. Venüs’e gelecek olursak, Trivia’nın büyü yeteneği olmadan hiçbir sikim yapamıyor. Zavallı Venüs,” dedi, dudağını büktüğünde onunla dalga geçtiğini anladım.

Venüs ona sert bir bakış attığında Poseidon ona bakıp güldü. Vulcan, Poseidon’a sarılıp her şey için teşekkür etti. İkisinin dostluğuna şahit olmak beni bile bu haldeyken sevindirmeyi başarmıştı.

Hermes kolunu sıkmaya devam ederken “Ağabeylerine dua et,” dedi. “Onlar bana izin verselerdi seni bir kaşık suda boğardım.”

Poseidon ona bakıp sırıttı ve arkada kalan, bulutların gölgesi altında koyulaşan denizi gösterdi. “Adımı bir deniz tanrısından aldığımı unutuyorsun herhalde sik beyinli. Sen beni değil, ben seni suyun en derinliklerinde boğardım. Hem de öyle bir boğardım ki bütün ciğerlerin suyla dolup taşardı.”

“Bu kadar mı yani? Sizin dahiyane planınız bu kadardan mı ibaretti? E hani? Hiçbirimize bir şey olmadı,” dedim, dalga geçme sırası bendeydi ve bunu en iyi şekilde değerlendirdim. Benim bu alaylı sözlerimin üzerine Venüs gelip tam dibimde durdu. Simsiyah gözlerini gözlerimin içine kenetledi.

Başını omzuna düşürüp “Sizin için başka planlarımız var, seni orospu. O zaman gelip çattığında bakalım yine böyle dalga geçebilecek misin?” dedi, meydan okurcasına. Hiçbir şekilde geri adım atmıyorlardı ve atmayacaklardı da. Güçlerini Zeus ve Hades ikilisinden alıyorlardı, bu apaçık bir şekilde ortadaydı. Asıl ben bakacaktım, Zeus ve Hades’i öldürdüğümde bu geri zekalılar o zaman bize meydan okuyabilecekler miydi?

Trivia onu çekiştirip benden uzaklaştırdığında gülümsedi. Hepimize dönüp sinsi sinsi sırıttığında gerçekten de başka büyük planları olduğunu fark ettim. O anda bir kez daha hiç istemeyeceğim bir gerçekle yüzleştim. Bu dörtlüyü sık sık görecektik. Ölü ya da diri, her türlü bu ayrılmaz dörtlü -ne ironik değil mi- bir süre daha bize musallat olacaktı. Bedenen veya ruhen, bunun bir önemi yoktu.

“Ölümüne acımasızca neden olduğunuz her can için sizin canınızı yakacağım. Buna emin olabilirsiniz. Benim de adım Poseidon ise sizlere gerçek bir cehennem nasıl yaşanırmış göstereceğim çünkü sözde yaşadığınız bu cehennem, aslında siz minik fareler için hiçbir şey.” Trivia’nın lafını bastırarak söyledi ve yeniden gülümsedi.

Tabii hiçbiri onu takmadı bile. Kendi aralarında kısa bir süre bakıştıktan sonra aynı anda kahkaha attılar. Onların tiz kahkahaları artık duymak istemiyordum. Onları ne görmek ne duymak ne de onlarla aynı havayı bile solumak istemiyordum. Tamamen görüntü kirliliğinden başka bir bok değillerdi.

Poseidon bir anda aydınlanma yaşayarak elini alnına vurdu. “Nasıl unuttum ya!” dedi, hayıflanarak. “Ne oldu?” diye sordu Vulcan, endişeli bir ifadeyle. Poseidon direkt olarak bana dönüp “Fırat bacağından yaralandı. Piç kurusunun itlerinden biri onu bacağından ısırdı. Anka, yarayı iyileştirebilir misin?” dedi, mahcup bir ifadesi vardı. Bunu benden istiyor olmaktan rahatsızlık duymuştu.

“Ne? Yaralandı mı? Onu nasıl orada bırakıp gelirsin?” Vulcan, Poseidon’a hesap sorduğunda Poseidon’un kaşları çatıldı. “Aurora onunla birlikte, yalnız değil,” diyerek Vulcan’ı ufak da olsa rahatlatmayı denedi.

Çabucak arkama dönüp baktım. İsis, Artemis ve Atlas’ı iyileştirmişti; normale dönmüşlerdi. İkizlerden biri Trivia’yı tutuyor, diğeri de Venüs’ü tutuyordu. Kollarını arkalarında birleştirerek bileklerinden sımsıkı bir şekilde tutarlarken ikisinin de dudaklarında mutluluktan oluşan bir gülümseme vardı. Bir yere kaçma ihtimallerine karşı hazırda bekliyorlardı ancak bu, şimdilik bir önem arz etmiyordu. Her türlü gideceklerdi, bunu hepimiz biliyorduk.

Onları peşimizde sürüklemeyecektik ne de olsa.

Hermes, Ares’in yanında durarak kolundan akan kanı bastırıyordu, artık nasıl bir yara almışsa kan bir türlü dinmiyordu. Kısa kollu giydiği için teninden aşağıya süzülen kanlar çok rahatsız edici bir görüntü sunuyordu. Nereye baktığımı anladığında “Manzara hoşuna gitti galiba,” dedi, dümdüz bir sesle.

Onu takmayarak yeniden Poseidon’a döndüm. “Hallederim. Yani umarım yarasını iyileştirebilirim,” dedim. Bir daha geriye dönüp bakmadım, diğerleri ne haldeydi tam olarak onları inceleme fırsatım olmamıştı. İlk önce Poseidon’un ricasını yerine getirecektim, bu yüzden deniz kıyısının oraya doğru ilerledim.

Attığım her adımda midemle birlikte karnım da kasılıyordu. Kanların baş ağrıtacak derecede yoğun kokusu, ben yaklaştıkça daha çok artıyordu ve fazlasıyla keskin bir kokuya sahipti. Fırat’ı yerde oturur bir vaziyette gördüm, yaralı bacağını ileriye doğru uzatmıştı ve iki elini birden kumun üzerine koymuştu. Aurora olduğunu düşündüğüm bebek sarısı saçlara sahip olan kız, Fırat’ın bacağındaki yaraya avuçlarından çıkardığı ışığı dokunduruyordu. İkisinin de elleri, yüzleri ve saçları pislik içindeydi. Bunca zamandır burada tek başlarına mı savaş veriyorlardı, akıl alır gibi değildi.

Aurora’nın çıkardığı ışık, Fırat’ın derin yarasına ne kadar yardımcı olabilirdi, bilmiyordum ama en azından boş boş oturmamasını takdir etmiştim. Elinden küçük de olsa bir şey geliyor olması onu tatmin etmeye yetmiyordu fakat Fırat, acı dolu gülümsemesiyle Aurora’yı inceliyordu. Bacağındaki korkunç görünen yaraya odaklanmayı tercih etmeyerek iyi düşünmüştü.

Onlara biraz daha yaklaştığımda hemen arkalarında duran insan yığınını gördüm. Ölen insanlar üst üste binmişti, her tarafları kurumuş kanlarıyla lekelenmişti. Üstleri başları, her bir noktaları yara bere içerisindeydi. Gözlerimde daha ne kadar yaş kalmıştı bilmiyordum ama yine gözlerim dolmuştu çünkü toplu bir katliamdı bu. Bir insan değil, birçok insan ölmüştü ve ben, onların kanlarının üzerine basıyordum.

Kumların üstü kırmızılıklarla doluydu, koskoca yerin her bir tarafında insan parçaları vardı. Kiminin kolu, kiminin bacağı, kiminin kafası… Bu gördüğüm görüntüler kokuyla da birleşince yeniden kusacak gibi oldum. Zorlukla yutkundum ve kusmamak için direndim.

Kesin emin olmuştum. Bugün yaşanan her şey, bütün detayına kadar zihnimin bir köşesinde yer edinecekti ve uzun bir süre de gitmeyecekti. Bu katliamı, caniliği ve akıl almaz tüm bu yaşanan korkunçluğu unutmak için elimden geleni yapacaktım. Yoksa başka türlü hayatıma devam edebileceğimi zannetmiyordum.

Fırat ve Aurora’nın yanına gittiğimde burada yalnızca onların hayatta kalabilmiş olmasına şaşırmıştım. Dizlerimin üzerine çöktüğümde tekrardan etrafa ufak bir göz attım. Evet, ikisinden başka kimse hayatta kalmamıştı, daha doğrusu kalamamışlardı.

Bir de denizin dibine batan bir kesim daha vardı, canice boğulmuşlardı ve çırpınmalarına bile izin verilmemişti.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alayım dedim ancak kan kokusu çok baskındı, bu nedenle vazgeçtim. Gözlerimi yeniden açtığımda Aurora bana afallayarak bakıyordu. “Üzgünüm,” dedim.

“Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedim daha sonra. Gerçekten üzgündüm ama sadece ne yapacağımı bilmediğimden ötürü değildi.

Fırat acıdan suratını buruştururken yarasına bakmamaya çalışıyordu. Bir şort giydiği için dizlerinden aşağısı açıktaydı ve köpeklerden birinin de o açıklığı ısırması çok basit olmuştu. İnlemelerinin arasından “Geldiğin için teşekkür ederim,” dedi güçlükle.

Kolları, çenesi, üzerindeki kıyafetler… Baştan aşağı ikisi de kire ve kana bulanmıştı. Dakikalardır buradaki kaosla, vahşetle uğraşıp durmuşlardı. Aurora o kadar halsiz görünüyordu ki her an düşüp bayılabilirdi.

“Teşekkür etmene gerek yok,” dedim, gülümsemeye çalışarak. Henüz ona yardım edememişken bana teşekkür ediyor olması beni mahcup etmişti çünkü teşekkür edilecek, minnet duyulacak hiçbir şey yapamamıştım.

Isırık izinin oluşturduğu yaraya fazla bakmamaya özen göstererek ellerimi Fırat’ın bacağına yerleştirdim. Teni her şeye rağmen sıcaktı, belki de yaşadığı adrenalin sonucundaydı.

Ellerim yaranın etrafını sararken başımı denize doğru çevirdim. Sahiden. Yaraya bakmaktan kaçınıyordum. Yeterince kana ve insan parçalarına şahit olmuştum, bu sebeple göz göre göre yaraya odaklanmak istememiştim.

Denizin üstünde yüz üstü yüzen birkaç tane insan vardı ve her bir beden, suyun ve rüzgârın etkisiyle farklı noktalara dağılmıştı. Ortadan ikiye ayrılan tekneler ise görünürde yoktu; onların denizin dibini boylaması daha kolay sürmüştü. Geriye kalan diğer insanlar da büyük ihtimalle aynı tekneler gibi denizin dibindelerdi. Büyünün o karşı konulmaz etkisi daha çabuk kırılsaydı eğer belki de bu kadar fazla insan ölmeyecekti.

Bir kısım köpekler tarafından vahşice katledilirken başka bir kısım birbirlerini katletti ve sona kalanlar da denizin altında, diplerde nefessiz kaldılar. Keşke İsis olduğundan daha hızlı davranabilseydi, bunu yapamamasının sebebini büyünün zor bozulmasından kaynaklı olduğunu tahmin ediyordum.

Dudaklarımı ısırarak ağlamamaya çalıştım. Her şey üst üste geliyordu ve hepsi çok ağırdı. Hepsi çok fazlaydı ve ben artık bu fazlalıkların hayatımda kalıcı olarak yer edinmesini istemiyordum. Bir tane olay olmuyordu ki şu siktiğimin dünyasında; birden fazla felaket tecelli ediyordu. Son da olmayacaktı, biliyordum.

Dayanamayarak derin bir nefes aldım ardından kokudan ötürü yüzümü buruşturdum. “Kıyıdan o kadar uzaklaşmamışlardı. Nasıl oldu da denizin dibine battı onca kişi?” dedim, anlam veremeyerek.

“Poseidon denizi olabildiği kadar derin tasarladı. Olur da bir gün düşmanlarımız burayı işgal eder de denizi kullanarak kaçıp ileriye gidemesinler diye. Lakin açıkça görüldüğü üzere, düşmanlarımız değil bizden, biz olanlardan kaçıp kendimizi ve beraberinde birçok canı kurtaramadık,” dedi Aurora, hüzünlü bir sesle.

“Deniz hepsine mezar oldu. Arkamızdaki insan yığının hepsine mezar oldu bu yer ve burası onların sığınağı, yuvası olacağı yerde yalnızca birer mezara dönüştü. Kendi evleri başlarına yıkıldı,” dedi Fırat, Aurora’nın açıklaması üzerine. Artık ondan acı acı inlemeler ve iç çekmeler gelmediğinde yarasını iyileştirdiğimi anladım. Bu duruma ne kadar sevinmeliydim, emin değildim çünkü yüzlerce insan ölmüşken bir insanı iyileştirebilmiş olmam bana çok mutluluk vermiyordu.

Denize bakmaktan kaçınarak onlara döndüm. Geldiğimden beri bakmadığım yere odaklandım, Fırat’ın yarasına baktığımda geçmiş olduğunu gördüm. Buruk bir gülümsemeyle iyileştirdiğim bacağına bakarken ellerimi yavaşça geri çektim. Derin bir iç çektikten sonra ayağa kalktım ve ellerimi dizlerime sildim. Dizlerime silmek pek akıllıca değildi çünkü hep kanla karışmış kumlar dizlerime yapışmıştı.

“Hermes ve ekibi pes ettiler,” dedim, sakince. Sakinliği bile daha yeni tadıyordum tüm bu süre boyunca. Delirmemek elde değildi aslında fakat bu çatışmayı delirmeden karşılayabildiğim için içten içe kendimle gurur duymuştum. Ağlamamıştım ya da kendimi koy vermemiştim. Benim için tamamen bir imtihandı çünkü kendimizi en başından beri bulduğumuz konumdan itibaren en kötü ânımız buydu.

Aurora ve Fırat ayaklanırken ikisi de aynı anda güldü ama alayla gülmüşlerdi. “O şerefsizin pes ettiği yok Anka,” dedi Fırat. Onunla direkt olarak tanışmamız olsak da adımı biliyordu ve bende onunkini biliyordum çünkü burası hakikaten de sıcak ve samimi bir yerdi. Herkes, herkesi tanıyordu ve bunun için direkt olarak iletişime geçmelerine de gerek yoktu. Lakin şimdi, dün geldiğimiz bu kamp alanı sıcak bir yuva olmaktan çıkmıştı.

Çok ama çok can yakıcıydı.

“Onların buraya gelmesindeki asıl amaç bizden ziyade burada toplayıp yetiştirdiğimiz, bir birlik haline getirdiğimiz insanları ortadan kaldırmaktı. Olası bir büyük savaşta bir başımıza kalalım istediler,” dedi Aurora. Bebek sarısı saçlarını kirlenmiş elleriyle geriye attı. Suratına sıçramış olan kanlara rağmen yüzü ay gibi parlıyordu; ilk defa tezat bir görüntü bu kadar çok hoşuma gitmişti.

“Burası artık bir birlik alanı olmaktan çıktı,” dedi Fırat, hayıflanarak. Yaşadığı üzüntü ve hayal kırıklığı ufak ve sevimli suratını kaplamıştı, çenesi kasılırken farkında olmadan kaşlarını çattı.

Kampın adı UNITATEM KAMPI idi ve bu da birlik kampı anlamına geliyordu, bu nedenle sanırım Fırat’a hak vermeye başlamıştım. Oysaki ne kadar ağır ne kadar acı verici bir şeydi ama maalesef artık burası bir birlik kampı olmaktan çıkmıştı, belirli kişiler dışında hayata tutunabilen kimse kalmamıştı. Öldürülenler ve hayatta kalanlar planlı olarak özenle seçilmişlerdi.

“Toplanın, gidiyoruz.”

Sesin geldiği yöne döndüğümde Poseidon, Artemis ve Atlas’ı gördüm. Üçü de yan yana durmuş bize bakıyorlardı. Ardından Poseidon yan tarafa bakıp “Aferin Aurora,” dedi, gururlu bir baba ya da ağabey gibi. Gözlerimi baktığı yere çevirdim, yerde iki tane iki başlı köpek yatıyordu ve ikisinin de suratları patlamıştı. Parçaları kumun üzerine sıçramıştı ve o kadar ürkütücü bir görüntüydü ki bu, Aurora’nın bunu nasıl yaptığını merak ettim.

Aurora ne tanrıçasıydı?

“Benim için bir zevkti Poseidon,” dedi Aurora arkamdan.

Tüylerim diken diken olmuştu ve ensemden gelen soğuk hava dalgasıyla iyice titremiştim.

“Şafak tanrıçasının adına sahip olmam sonunda bir işe yaradı,” dedi ve güldü. Ah, demek Aurora şafak tanrıçasının ismiydi. Etkileyici bir gücü olsa gerekti çünkü toplamda dört adet kafayı gücü sayesinde parçalara ayırmayı başarmıştı.

“Ayrıca sana da teşekkür ederim Anka. O piçin yavrularından biri Fırat’ın bacağını ısırdığında durumun iyiye gideceğini düşünmemiştim. Alınma Fırat,” dedi Poseidon, arkamda kalan Fırat’a bakıp gülümseyerek.

“Bir işe yaramış olmama sevindim,” dedim sadece. Gönül isterdi ki yaralanmış insanları zaman geçmeden iyileştirebilseydim ancak geç kalmıştım. Hepsi son nefeslerini vererek acı çekmişlerdi ve bu boktan hayata gözlerini yummuşlardı. Aslında bu bataklığın içinden kurtulmuş olmalarına sevinmem gerekirdi.

Ölenden ziyade, hayat kalana zordu. Her gün, her an aynı şeyleri yaşayıp durmaktansa huzura ermek daha güzel olmalıydı. Gerçi onların huzura erip ermediğini bilemezdik fakat burada olduklarından daha iyi bir yerde olduklarına emindim. Neden bilmiyorum ama bu şekilde hissediyordum.

“Vulcan!” diye bağırdı Poseidon, omzunun üstünden arkasına döndü ve Vulcan geliyor mu diye baktı. Gideceğimizi söylemişti fakat nereye gidecektik ki? Şu anda gidilebilecek hiçbir yer yoktu. Acaba en başından beri kamp alanına gelmek büyük bir hata mıydı, bunu düşünmeden edemiyordum. Belki biz buraya hiç gelmeseydik, Hermes ekibini toplamayarak baskın yapmazdı ve onca insan hayatını kaybetmezdi.

Bilerek bize buradan söz etti ve yine bilerek bizi buraya getirdi. Bir şekilde içeriye gireceğimizi biliyordu ve kendisinin giremeyeceğinin de farkındaydı. Her birimizi birer kukla gibi kullanmıştı ve istediğine de kavuşmuştu. Ondan bir kez daha nefret ettim.

E normaldi tabii. Ne bekliyordum ki? Kurnazlık onun alanıydı, kurnaz bir tanrının ismini alarak özelliğini en iyi şekilde yerine getirmişti. Aynı zamanda da akıllıydı ve şimdiye kadar onun aklını küçümsediğim için kendime de kızıyordum.

Kendimizi o kadar kaptırmıştık ki sonrasında gelecek olan felaketi fark edememiştik. Başladığımız yere geri dönüyormuşuz gibi hissetmeye başlamıştım çünkü her şey o gün ki dehşetle, bölgelerin çatışması ile başlamıştı. Neyse ki Afrodit ve Hakan’ı o gün bulabilmiştim, yıllar sonra abla-kardeşe kavuşabilmiştim.

Afrodit’in tekrardan hayata tutunmasına şaşırmıştım, sebebini Hakan’a defalarca sormuştum ve artık yüreğimi burkan bir gerçekle hakikati biliyordum. Her şey -Afrodit’in hayata dönmesiyle ilgili her detay- Hermes’in bana anlattığı anlaşmayla açığa kavuşmuştu. Hermes, Hakan’ın Zitra ile yaptığı anlaşmayı da bana bilerek anlatmıştı. Umarım Hermes’in kurnazlığı onun başına bela olurdu ve bir gün bu iğrenç özelliği yüzünden geberip giderdi.

Her şeyi planlamıştı ve yüksek ihtimalle Ares de tüm olanları ta en başından beri biliyordu. Birlikte çalışıyorlardı ve bu zamana kadar arkamızdan iş çeviriyorlar, kuyumuzu kendi elleriyle kazıyorlardı. İstedikleri gibi de olmuştu ne yazık ki. Bizi tekrardan bir kaosa sürüklemişlerdi ve hedeflerine ulaşmak için öldürdükleri insanları birer basamak olarak kullanmışlardı, bu en acı olanıydı.

Hiçbiri yaşadıklarını hak etmemişti. Daha yaşayamadıkları ve bir daha asla yaşayamayacakları güzel zamanları vardı önlerinde. Hiçbirimiz hak etmiyorduk ama gel gör ki hepsini de yaşıyorduk. Burada bitmemişti, bunu biliyordum. Bitmeyecekti de.

Ancak Zeus ve Hades’in nefeslerinin son bulmasıyla tüm bu kargaşa bitecek, son bulacak ve o zaman huzura erebilecektik. Daha kötü ne olabilir dedikçe gerçekten daha kötüsü oluyordu. İçimdeki yanan ateş de bana hiç yardımcı olmuyordu, beni cesaretlendirmiyordu ve bana yol gösteremiyordu.

İçimi söndürmem gerekirdi belki de. Neyi nasıl yapacağımı hâlâ tam olarak bilemiyordum ama çözecektim. Hepsini çözecektim ve o birleştirdiğim o yapboz parçalarını zamanı geldiğinde bizi bu duruma sürükleyen herkesin kıçına sokacaktım. Benim de adım Anka Özçelik ise, Tanrı şahidim olsun ki bunu yapacaktım.

Vulcan, yanında İsis ve Afrodit ile geldiğinde geride kalanlara baktım. Diğerleri neredeydi ve neden şimdiye kadar gelmemişlerdi?

Poseidon, Vulcan’ın geldiğini görünce arkada kalan insan yığınını çenesiyle işaret etti. “Hepsini yak,” dedi, sakin kalmaya çalışarak. Ela gözlerindeki ifadeden her biri için canının yandığını görebiliyordum. Vulcan’ın yüzündeki tereddüdü gören Artemis, onu cesaretlendirmek için “Artık acı çekmeyecekler Vulcan. Zaten yeterince acı çektiler. Hepsini yak hadi,” dedi.

Vulcan yanımdan geçip giderken ona üzgün bir ifadeyle baktım çünkü bende en az onun kadar üzülüyordum. Gücünden ötürü görevi o üstlenmişti. Belki haksızlıktı belki değil fakat ölen insanları bir tek o ateşe verebilirdi; avuçlarından çıkaracağı alevlerle çabucak halledebilirdi. Her birini birer küle çevirerek bedenlerini tümüyle yok edebilirdi. Vulcan için çok zor bir görevdi.

“Nereye gideceğiz şimdi?” diye sordum, merakla Poseidon’a bakarken. Nereye gideceğimize dair bir şey söylememişti ve sanırım bir tek ben cevabı bilmediğimden geri kalan herkes sessizdi. Poseidon bana doğru bir adım attı ve tam önümde durdu. Ellerini omuzlarıma yerleştirdikten sonra içten bir gülümsemeyle baktı.

“Olimpos,” dedi, şaşırtıcı bir heyecanla.

Olimpos da neyin nesiydi?

“Orası neresi? Güvenli bir yer mi?” Anlamaya çalışıyordum. Kafamın içi zonkluyordu, başım çatlıyordu ve hızla gelişen olaylardan dolayı mala bağlamıştım. Başımı iki yana salladım.

“Ağabeylerime ufak bir sürpriz yapacağız Anka. Benim halkımı, kurduğum bu birliği yerle bir eden o orospu çocuklarını ziyaret edeceğiz.” Elleri omuzlarımı sıktı ardından ellerini geri çekti ve daha geniş bir gülümsemeyle baktı. Yanlış gördüğümü sanmıştım ama hayır. Sahiden de ela gözleri parlıyordu. Mutluluktan değildi belki ama içindeki hırstan, öfkeden ve intikam duygusundan olduğunu var sayıyordum.

Sevdiğim insanları kaybetmekten korkan ben, bugün sevdiğim hiç kimseyi kaybetmemiştim. Lakin Poseidon çok değer verdiği, ailesi gibi gördüğü birçok insanın canice katledilmesine şahit olmuştu ve hâlâ da onların ölülerini görüyor, hatta belki ruhlarını hissediyordu. Bu nedenle Vulcan’a cesetleri yakmasını söylemişti, onları daha fazla o şekilde görmemek içindi. Acaba ruhları huzura erer miydi?

“Peki ya Hermes? Trivia? Venüs? Ares? Onlara ne olacak? Öldürecek miyiz onları?”

Poseidon alayla güldü. “Onlara zarar vermeyeceğim. En azından şimdilik.” Planları vardı. Ya şimdi oluşturmuştu ya da çok önceden kafasının içinde her şeyi en ince ayrıntısına kadar detaylıca düşünmüştü. Bir anda bu kadar rahat olmasının başka bir açıklaması olamazdı.

Omzunun üstünden geriye baktığında bende onu takip ettim. Hakan, Efdal, Morpheus ve Rabia yanımıza geliyorlardı. Gözlerim direkt olarak Hakan’ın eline kaydı çünkü kanla kaplıydı. Kalbim hızla atmaya başlarken elindeki kanın kime ait olduğunu merak ettim.

Ardından geride kalan, yerde sırt üstü yatmakta olan Hermes’i gördüm. Venüs başında dikiliyor, onu ayağa kaldırmaya çalışıyordu; Trivia ise eğilmiş bir vaziyette ellerini Hermes’in yaralı koluna yerleştirmişti. Trivia’nın kırmızı saçlarından tam olarak Hermes’in suratını göremiyor olsam da Hakan’ın ona sağlam birkaç yumruk attığına emindim.

Ares’in de Hermes’den kalır yanı yoktu; Hakan onun da suratına yumruklarından birkaçını indirmiş, Hermes’e tattırdığı hissi ona da tattırmıştı çünkü Ares ile göz göze geldiğimizde dudağının kenarındaki kanı görmüştüm. Kaşı da patlamıştı ama Ares, kanları silmek için kılını bile kıpırdatmamıştı.

Öylece pişmanlıkla bakmayı sürdürüyordu, gözlerinde acı çektiğini gösteren ifadesi bir an bile olsun silinmiyordu. Ne kadar çok acı çektiği umurumda bile değildi çünkü en büyük acılardan birini bize ihanet etmesiyle yaşatmıştı zaten. Birkaç yumruk için ona üzülecek değildim, hatta keşke bende ona vursaydım diye geçirdim içimden.

Kargaşanın verdiği etkiden ve devamlı olarak art arda hissettiğim şaşkınlıklardan ötürü bugün istediğim şekilde hareket edememiştim. Daha çok korkmuştum ve korkum, kendim için değildi. Hayır, Anka için korkmamıştım. Sevdiklerim için ölesiye endişelenmiştim ve aslında sırf bu yüzden harekete geçmeliydim. Büyüden dolayı kimse kendisinde değildi, doğal olarak bende karşılık vermemiştim.

Gün gelecekti ve ben, daha fazla güçlendiğimde o yumruğu Ares’in suratına indirecektim. Kendime verdiğim sözlerden birisi de buydu. Diğer sözlere gelecek olursam, zamanı geldiğinde hak eden herkese birer birer tattıracaktım içimdeki sönmeyen yangını, ateşi, öfkeyi ve hırsı. Anka ateşinin kudretini göreceklerdi ve o zaman, beni düşman belledikleri için hiç olmadıkları kadar pişman olacaklardı.

“Gitmemize öylece göz mü yumacaklar?” Rabia sorusunu sorarken afallamış bir ifadeyle Poseidon’a baktı. Ardından hızla geriye döndü, birkaç saniye dördünü inceledi ve tekrardan bizlere döndü. Kısa, siyah saçları birbirine karışmıştı ve Afrodit’in yumrukları nedeniyle elmacık kemikleri kızarmıştı. Boğazında tırnak izlerdi vardı, çok darbe almıştı.

Neyse ki hayattaydı. Rabia’nın bile hayatta olmasına bu denli sevineceğim aklımın ucundan geçmezdi ama iyi olmasına çok sevinmiştim. Sinir bozan bir yapısı olsa da gerçekte kötü biri olduğunu pek sanmıyordum. Biraz fazla saf, hatta aptal bir kızdı fakat sinsi biri olamayacak kadar da akılsızdı.

“Ağabeylerim, kuklalarını bizi öldürmeleri için göndermediler. Benim zaafıma oynadılar, halkımı, kurduğum birliğimi yok ettiler. Buraya gönderilmelerindeki asıl neden buydu,” dedi Poseidon, düz bir tınıyla. Ağabeylerinin ne yapmak istediğini çabucak kavrayarak çok zekice davranmıştı.

Zekadan söz açılmışken Athena’yı görememiştim. O, son gelenlerle birlikte gelmemişti ve Hermeslerin olduğu tarafta da görünmüyordu. Neredeydi bu kız?

“Athena nerede? O neden gelmedi?” diye sordum, Athena’nın yokluğunu fark ettiğim gibi. Parmak uçlarımda yükselerek her bir noktaya göz değdirdim; Athena’yı aramakla meşguldüm ama o yoktu. Kalp atışlarım duyduğum endişeyle hızlanırken Morpheus’a baktım, yüzündeki yara izini kaşıyordu.

“Eve gidip bir şey alacağını ve hemen döneceğini söyledi,” dedi.

“Ve sizde onu bir başına mı bıraktınız o yabani kurtların arasında?” Kaşlarımı çattım.

“Arka kapıdan çıkıp onlara görünmeden geleceğini söyledi. Eğer birimiz bile onunla gitseydik çok göze batacaktık. Bak Anka, bu Athena tamam mı? Onunla gitmemize asla müsaade etmezdi,” dedi Morpheus, onu suçladığımı fark edince kendini açıklamak için çabaladı. Bir tek onu suçlamıyordum ki, diğerlerinde de suç buluyordum.

Tamam, Athena böyle biriydi. Başına buyruk hareket ederdi fakat eve girip bir şey alacağı sırada biri ona eşlik edebilirdi. Bunun izin verip vermemekle alakası yoktu, bu söz konusu bile olamazdı. Ayrıca evden ne alacaktı? Bu kadar mühim olan ne olabilirdi Tanrı aşkına? Canımızı koruma derdine düşmüşken Athena’nın, zekasına ters bu aptalca hareketi yüzünden endişemden ötürü kalbim her an patlayabilirdi.

“Sen iyi misin?” diye sordu Atlas, uzun süredir konuşmuyordu. Deniz mavisi gözleri hem sorgular nitelikteydi hem de endişeliydi. İyi olup olmadığımı sorması şaka olmalıydı herhalde. Bu durumda kim iyi olabilirdi ki?

“Saldırıya uğradık Atlas. Hepiniz transa geçmiştiniz ve birbirinize çok kötü sözler sarf ettiniz, birbirinizi dövdünüz. Şimdi de kolumu sallayarak hiçbir şey yaşanmamış gibi o orospu çocuklarını ziyarete gideceğimizi söylüyorsunuz. Üstelik Athena ortalarda yok, onu bir başına bıraktınız ve sen gelmiş bana iyi misin diye mi soruyorsun?”

O kadar hızlı konuşmuştum ki nefes nefese kalmıştım. Zaten içime çekebileceğim bir hava da yoktu. Temiz havadan ziyade etraf kan ve yanık kokularıyla doluydu. Gökyüzü bize gülümsemiyordu, güneş kaybolmuştu. Hava kararırken boğucu bir atmosfer oluşmuştu. Hayır, nefes alamıyordum. Hava yoktu.

“Üzgünüm, haklısın. Çok aptalca bir soruydu,” dedi Atlas, söylediklerimin üzerine gerilmişti ve sorduğu soru yüzünden pişmanlık duyuyordu. Ona yükselmek istememiştim ama artık içimdekileri tutamıyordum. Bir yerden sonra patlama noktasına ulaşmıştım.

“Athena gelene kadar denizi hazırlamam lazım,” dedi Poseidon ardından deniz kıyısına doğru ilerledi. Hava bozmaya başlayınca dalgaların sesi de ona eşlik etti. Dalgalar, kıyıya çarpıp geriye kaçıyordu. Ne komikti ama, dalgalar bile buraya gelmek istemiyordu.

İlk önce teknelerin geçmesine yardımcı olduğu gibi tekrardan denizin yolunu açtı. Bunu yaparken su, sağa ve sola doğru ayrıldı. İki tarafta da büyük dalgalar hazırda beklerken geçeceğimiz yol, adeta bir yürüyüş yoluna dönüştü. Bir tek Poseidon’un açtığı yol düzdü ve yol, sağlı sollu yüksek dalgalarla çevriliydi. Olası bir durumda, biz yoldan kolaylıkla geçerken Poseidon yüksek ihtimalle tuttuğu suyu geri salacaktı ve yol, arkamızdan kapanacaktı.

En azından ben, öyle olacağını tahmin ediyordum.

“Nereye gidiyoruz? Athena olmadan şuradan şuraya adımımı atmam,” dedi Morpheus, defalarca kez dönüp arkasına baktı Athena geliyor mu diye.

“Athena!” diye bağırdım. Athena’yı görebilme ümidiyle birkaç adım attım. Görünürde yoktu, neden hâlâ gelmemişti? Ares ile göz göze geldiğimizde donuk bir ifadeyle hepimizi inceliyordu. Hermes ayaklanmıştı, kolunu tutmayı bırakmıştı ve bıçak yarası tam karşımdaydı. Poseidon’un yaptığını varsayıyordum. Hırsını bu şekilde ona çıkarmıştı ama ne onun için ne de bizler için yeterli değildi.

Belki de bu sebepten ötürü ani bir kararla Olimpos’a gidecektik. Poseidon’un acısı daha tazeyken ağabeylerine hesap sormaya gidecekti. Bizi nelerin beklediğinden bihaberdik fakat Poseidon bu ziyaret konusunda oldukça rahattı. Ona güvenmeli miydik, onu bile bilmiyordum. Belki bu bir tuzaktı, bizi tuzağa düşüreceklerdi. Sonuçta Poseidon üvey bile olsa Zeus ve Hades’in kardeşiydi.

Kimseye güvenemiyordum artık. İçimde sürekli bir şüphe geziniyordu ve beni her defasında huzursuz etmeyi başarıyordu.

“Peşlerine düşmeyecek miyiz?” diye sorduğunu duydum Trivia’nın. Daha başımıza nasıl bir felaket açabilirlerdi ki, bir de yüzsüz gibi soru soruyordu. Trivia’yı es geçip Venüs’e odaklandığımda simsiyah gözlerinin çevremizde gezindiğini fark ettim. Bizi gözlemliyordu ve auralarımızı dikkatle inceliyordu. İsis’in yaptığı karşı büyünün etkisi azalıyor olmalıydı, Venüs bunu test ediyordu.

Athena nerede kaldın?

“Nereye gittiklerini biliyorum ve onları orada karşılayacağız,” dedi Hermes, gri gözlerini üzerime dikerek. Demek, Poseidon’un Olimpos’a gitmeyi seçtiğini biliyordu. Onu zaafından vurarak amaçlarının bir kısmına ulaşmışlardı. Ağabeylerini ziyaret edeceğini en başından beri biliyordu ve şimdi, sırf bu karardan ötürü rahattı.

Athena’nın “Geldim! Geldim!” diye bağırdığını duyunca hemen sesin geldiği yöne baktım. Hermes’in de o yöne baktığını sezmiştim. Athena elini kaldırıp bize doğru sallıyordu ve koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Söylediği gibi arka taraftan geliyordu; Hermeslere yakın değildi.

Trivia direkt olarak Hermes’e dönüp “Onu yakalamayacak mısın?” diye sordu, sert bir şekilde.

Hermes’in aksine Trivia fazlasıyla öfkeliydi çünkü hırsı onun bünyesine baskı yapıyordu. Hırsının altında eziliyordu ve dilediği şekilde hareket edemediği için hem bizlere hem de ona emirleri veren Hermes’e kızgındı.

Athena yanıma geldiğinde bana sarıldı ve bende kollarımı onun beline doladım. Buna ihtiyacı vardı, biliyordum. Sesi titremeye başlarken “Yaptığım her şey için özür dilerim Anka,” dedi, duyduğu pişmanlıkla birlikte. Büyüden dolayı nasıl davrandığını bilemezdi ki, suç onda değildi. Hiçbir zaman onlarda suç aramamıştım zaten. “Senin bir suçun yok, güzelim,” dedim, şefkatle. Kızıl saçlarını okşadıktan sonra geri çekildim. Bana gülümserken giydiği tulumunun göğüs kısmını hafifçe indirdi.

Göğsüne sakladığı pedi gördüm. “Regl olduğum için tuvalete gitmek zorunda kaldım. Yanıma da yedek aldım. Sizi bu yüzden beklettim, üzgünüm.”

Minik bir kahkaha attım. “Adet olduğun için sana kızacak halimiz yok herhalde Athena, saçmalama neden özür diliyorsun?” Kafamda çok daha kötü bir senaryo kurarken Athena’nın yaptığı şeyden ötürü kendime de gülmüştüm. Bugün yaşananların üstüne bu olay gerçekten komik gelmişti. Ağlanacak halimize gülüyor olmamız ne kadar da ironikti.

Morpheus, Athena’nın yanına gelip ona arkadan sarıldığında Athena neye uğradığını şaşırdı. “İyiyim Morph,” dedi Athena, arkadaşının içine su serpmek adına. Aslında hiçbirimiz iyi değildik ve bunu biliyorduk. Bozuntuya vermiyorduk çünkü daha bitmemişti. Maceramız henüz sonuçlanmamıştı ve Olimpos’a gitme kararı aldığımız için bir süre de daha soru işaretleriyle kalacaktık.

“Hadi! Bu taraftan!” Vulcan hepimize yön göstermeye çalışıyordu. Geride çok fazla kişi kalmamıştı, yalnızca bizler hâlâ ayaktaydık fakat buna da ayakta kalmak denir miydi, bilmiyordum. Morpheus, Vulcan’ı takip edip önden giderken Athena son bir kez arkasına dönüp Hermes’e baktı. Kızgın bakmıyordu, aksine çok şaşırılacak bir şekilde minnetle bakıyordu. Teşekkür edermiş gibi.

Kafam karışmıştı fakat Hermes’e neden öyle baktığına dair Athena’ya soru sormamıştım. Sırası değildi, sırası geldiğinde yine boğucu ve yıkıcı sorular havada uçuşacaktı, emindim.

Taşlar tamamen yerine oturmamıştı, yapboz parçaları yerlerini bulmamıştı ve raylar hâlâ yolunu bulamamıştı ama bizler, çözülemeyen soruların cevaplarını bulmaktan bir an bile olsun vazgeçmiyor, geri adım atmıyorduk.

Her şeyin bir sebebi var, derdi babam. Peki bu yaşadıklarımız sebebi neydi? Ailelerimizden uzakta, bir hiçliğin ortasında, kargaşanın ve çatışmanın arasında kalmış olan masum ruhlar bizi ezmeye çalışan bir kayanın altında yaşam mücadelesi veriyorduk.

Önceden yapılan hatalar mı bizi bu yola sürüklüyordu? Neden yıllarca bir şey olmamıştı da şimdi oluyordu? Cezamızı mı çekiyorduk, bilmiyordum ama zaman gelip çattığında sefamızı da sürecektik.

Her zorluğun yanında bir de ödül vardı. Babam bunu da söylemişti bana, ben küçükken. Asla pes etmememi, sabırla ödülümü beklememi söylerdi, hatta ben sabırsızlık yaptığımda bana kızardı. Babamı çok özlüyordum. Annemi çok özlüyordum. Yeniden bir aile olmamızı, kavuşmamızı iple çekiyordum.

Neyse ki yanımda kalbimi kazanan insanlar vardı, tek değildim. Yüzde yüz kimseye güvenemiyor olsam da -evet, Hakan’a bile- en azından şimdiye kadar bana ihanet etmeyen insanlardı. İhanetini tattıklarım ise karşımızdalardı.

İhanetin bedeli çok ağır olurdu. İki taraf içinde sonuçların doğuracağı onca yükün altından elbette ki çıkacaktık. Kayanın bizi ezip geçmesine müsaade etmeyecektik, omuz omuza verirsek her şeyin üstesinden gelebilirdik. Güç, kazanılırdı. Ezelden beri güçlü olsan da zamanla gücün körelebilirdi fakat kendi gücünü kendin doğurursan işte o zaman kimse karşında duramazdı.

İçimdeki ateşe yenilmeyecek, boyun eğmeyecektim. Biliyordum ki güçlüydüm. Daha fazlası içimde barınıyordu ve ben, Anka Özçelik, eşsiz gücümü ortaya serebilirdim.

“Bu iş burada bitmedi! Duydunuz mu beni? Şah damarınızdan bile daha yakınınızda olacağım, buna yemin ederim!” Trivia yine tehditlerini savuruyordu fakat onu kıçına takan yoktu. Elindeki tek şeyi, büyü gücüydü ve o da karşı büyüyle bozulabilirdi. Bunun farkına varmış olması onu ekstradan sinirlendiriyordu ve öfkesine yenik düşüyor olması onu güçsüz kılıyordu. İşte bu gerçeğin farkına henüz varamamıştı.

Gökyüzü karanlığa gömüldü. Dalgaların sesi yoğunlaştı. Tehditler hava uçuşuyordu. Ölüm ile burun buruna gelmek bizi güçlendirmişti. Zafer artık bizimdi.

Olimpos’a gidecek, Zeus ve Hades kardeşlere intikamın tek taraflı olmadığını gösterecektik. Hodri meydan, dedi iç sesim. Ardından, intikam soğuk yenen bir yemektir, diye ekledi.

Athena, Trivia’ya orta parmağını kaldırıp el hareketi çektikten sonra onlara sırtını dönüp yürüdü. Bende onu takip ederken Hakan yanıma geldi. “Sana her ne söyledim bilmiyorum, hatırlamıyorum fakat hiçbirinin doğru olmadığını bilmeni istiyorum,” diye mırıldandı.

Boğazımdaki yumrudan kurtulabilmek için birkaç kez yutkundum. “Biliyorum,” diye geçiştirdim çünkü bu konu üstünde daha fazla durmak istemiyordum. Bana neler söylediğini hatırlamıyor olması işime geliyordu. Her ne kadar ben hatırlıyor olsam da Hakan’ın hatırlamaması en iyisiydi. Bende unutacaktım, unutmak zorundaydım yoksa ne zaman onun suratına bakacak olursam bana dedikleri, devamlı olarak kulaklarımı ilk gün ki gibi dolduracaktı.

Hakan’ı geride bırakıp ilerledim. Bana ne söylediğini soracak diye ödüm patlamıştı.

Poseidon’un açtığı yolda Vulcan, İsis, Artemis ve Atlas duruyordu. Çok tuhaf bir görüntüydü çünkü dördü de denizin üstünde ayakta durabiliyordu. Rabia ürkek bakışlarla onlara bakarken adım atmaya korkuyor, çekiniyordu. “Sudan, denizden korkarım ben. Yapamam,” dedi, ağlamaklı bir sesle. Efdal onu belinden iteklerken “Yapabilirsin Rabia. Başka çaremiz yok,” diye mırıldandı.

Fırat eline yerde duran kılıçlardan birini alarak Hakan’a uzattı. Hakan kılıcın sapını avucunun içine aldığında Fırat, diğer kılıcı kendi avucunda tuttu. İkisi de kanla kaplıydı, başkalarının kanlarıyla. “Nasıl kullandığını gördüm. Çabuk kavrıyorsun ve daha çok pratik yaparak iyi bir kılıç ustasına dönüşebilirsin,” dedi Fırat, gülümseyerek. Hakan da ona karşılık vererek gülümsedi. Kendisiyle gurur duyuyordu, dik duruşundan belliydi.

“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunu bilip ona göre gardınızı alın,” dedi Poseidon, Rabia ve Efdal aynı anda yola adımlarını atarken. Poseidon’un elleri havada suyu kontrol ediyordu, oluşturduğu yol kapanmasın diye mücadele veriyordu.

“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” diye tekrarladım içimden. Şimdi de eskiden yaşadıklarımızdan bir kırıntı bile yoktu, bundan sonrasında da eskiye dönemeyeceğimizi çok net bir şekilde biliyordum zaten. Eski, geçmişte kalmıştı. Geçmişe perde çektik çünkü geçmişi kapatamazsan önüne bakamazdın.

“Acele edin,” dedi Aurora, bir taraftan Hermeslerin bizi seyrettiği yöne doğru bakıp duruyordu. Son anda bize engel olacaklarını düşünüyordu ama bana kalırsa çoktan engel olabilirlerdi. O kadar yavaş ilerliyorduk ki dördü birden koşup birimizi bile tutsa geride kalanlar yollarından geri dönerdi ve bizi kurtarırdı. Takım çalışması böyle işliyordu; geride kimseyi bırakmayarak yolumuza devam ederiz.

“Anka sen önden geç. Ben hemen arkanda olacağım,” dedi Hakan, dudaklarına samimi bir gülümseme yerleştirdi. Hemen arkamda olacağına dair beni bilgilendiriyor, aynı zamanda da rahatlatmayı amaçlıyordu. Rahattım zaten, buna şüphe yoktu. Deniz yolundan geçerek Olimpos’a varacaktık ve sonrasında ne olacağını hep birlikte görecektik.

“Çok garip hissediyorum,” dedi Rabia, adımlarını atmaya devam ederken. Efdal onun hemen arkasındaydı; Morpheus ve Athena da onlara tek sıra halinde eşlik ettiğinde geride sadece ben, Hakan, Fırat, Aurora ve Poseidon kalmıştık. Bir anda sayımız yükselmişti, grup halinde hareket etmek zorlayıcı olabiliyordu zaman zaman.

“Kollarım ağrıdı. Hadi, sizde geçin de arkamızdan yolu kapatacağım,” dedi Poseidon, hayıflanarak. Kolları hâlâ havadaydı ve oluşturduğu dalgaları zapt etmekte güçlük çektiği her halinden belli oluyordu. Onu daha fazla bekletmemek için Fırat ve Aurora’da yola adımlarını attılar ardından ben ve Hakan onları takip ettik.

İki yanımızda sularla çevriliydi, elimi uzatsam anında dokunabilir, suyu hissedebilirdim. Poseidon bizler için uzun bir yol oluşturmuştu; tek sıra halinde ilerliyorduk ancak denizin üstünde daha nereye kadar yürüyebilirdik bilmiyordum. Arkamdan adım seslerini duyunca Poseidon’un geldiğini anladım.

Su o kadar berraktı ki her adım attığımda denizin dibini gördüğümden sanki dibe batacakmışım gibi hissediyordum. Minik balıklar altımızda yüzüyor, denizin büyüklüğünden hangi yöne gideceklerini şaşırıyorlardı. Görüntü çok sevimliydi ancak her şeyi an be an bu kadar net görebilmek biraz ürkütücüydü de.

Gökyüzünü sis kaplamıştı, başımı yukarıya kaldırdığımda doğru düzgün bir şey göremiyordum. Bir de işin içine uçsuz bucaksız denizin ortasında durup yürüyor olmamız gizemli bir hava katıyordu. Sisin oluşturduğu grilikler görüş alanımızı daraltıyor olsa da önümde Hakan’ın, arkamda da Poseidon’un olduğunu biliyordum. Deniz altında geziyormuşuz gibi bir histi bu fakat biz denizin üstündeydik.

“Aurora, bize aydınlık sağla. Bu şekilde yolumuza devam edemeyiz,” dedi Vulcan, sesini duymakta zorluk çeksem de ne söylediğini kavrayabilmiştim. Aurora’nın çıkardığı ışıklar tepemizde belirdi, her birimizin üzerinde ışık topu oluştu. Sarı, loş ışık bize aydınlık sağlıyordu fakat sis o kadar çok etrafımızı sarmıştı ki ışık topları pek de yardımcı olmuyordu. Hiç yoktan iyiydi, bu nedenle çok dert etmedim.

“Nereye gidiyoruz?” diye seslendi Efdal, sesi yankı yapmıştı.

Poseidon arkamdan bağırarak cevap verdi: “Yeni istikametimiz Olimpos!”


^^^

Ah ah keşke bende Olimpos'a gidebilsem... Hani farklı bir evren falan ya... Anladınız siz ;)

Bölümü sevdiyseniz eğer lütfen benimle paylaşmayı unutmayın!

Sizleri seviyorum ve kocamaaannn öpüyorum. <3

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

kitabın hesabı: kullerindogusuofficial (düzenlemeler yapacağım en kısa zamanda)

Loading...
0%