Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. Bölüm: "On İki Olimposlu"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1.KİTAP)

17.BÖLÜM: “ON İKİ OLİMPOSLU”

Kemerlerinizi bağlayın çünkü uçuşa geçiyoruuuuuzzzz!! ÇOK HEYECANLIYIM.

İlk kitabın bitmesine çoook az kaldı… Hayır, ağlamıyorum. Sen ağlıyorsun…

Bu bölüm benim çok kalbimi kırıyor, bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Motive oluyorum :)

Keyifli okumalar!

Bölüm Şarkısı: Pim Stones – We Have It All

^^^

On iki Olimposlu.

Zeus, Hera, Poseidon, Demeter, Afrodit, Athena, Ares, Apollon, Artemis, Hephaestus, Hermes, Dionysus, Hades ve Hestia.

Yunan Mitolojisinde dünyayı yöneten tanrı grubu olarak bilinir ve o şekilde kabul edilirler.

Titanların Savaşı sırasında 12 Titan’ın devrilmesiyle Olimposlu tanrılar başa geçer; yeni bir devir, yeni bir düzen meydana gelir.

On iki sayısı asla değişmezken yeni tanrı ve tanrıçalar tayin edilir ve her şey Zeus’un emrinde hayat bulur.

Hepsinin tanrısı olarak kabul edilen, “Tanrıların Kralı” sıfatına sahip olan Zeus, göklerin tanrısı olarak bilinir ve geride kalan 11 tanrı, Olimpos Dağı’nda Zeus’un gözetimi altında ikâmet ederler.

Şimdi ise, bambaşka bir evrende tanrı ve tanrıçaların isimlerine sahip olan insanlar doğdukları andan itibaren kısmen onların güçlerine ya da özelliklerine hâkim olurlar; bir bütün haline gelirler.

Epochal efsanesi. En çok bilinen bir efsane haline gelen Epochal efsanesi, yeni evrende hayat bulur.

Yalnızca Yunan da değil, birçok mitolojik efsanede mevcut olan tanrılar, tanrıçalar, hatta yaratıklar bile ortaya çıkar ve efsane olarak bilinen Epochal’in aslında bir efsaneden ibaret olmadığı gerçeği ortaya çıkar.

Gerçek Tanrı ve Tanrıçalar yoktur ancak isimleri verilen onca insan gerçekten de onlardan birer parça taşırlar. Kimisi güçlerini iyiye kullanırken kimisi de kötülük için kullanır.

On iki Olimposlu.

Bir devri başlattılar.

Bir devrin sonunu getirdiler.

Şimdi, o devri yeniden ortaya çıkarmaya çalışan insanlarla dolu bir evren yaratılmıştır. Yeni oluşan bu evrende ise insanları türlü türlü olaylar bekliyordur.

İyiye de kötüye de onlar karar verecek, kendi yönlerini kendileri çizecekler.

^^^

Hiç yangına körükle gittiniz mi?

Biz tam da şu anda bunu yapıyorduk. Yangına körükle gidiyorduk ve yangın, aslında daha başlamamıştı. Yangını bizler başlatacaktık ve bu yangını çıkarmamıza sebep olan herkesi yakacaktık.

Huzurun etkisi altında birlik ve beraberlik içinde yaşamamızı engellemişlerdi. Yolumuza taş koymuşlar, bizlere türlü kumpaslar kurmuşlardı. En sonunda da bizi kendi başlattıkları savaşın ortasına atarak önümüzü kapatmayı amaçladılar.

Ama başaramayacaklar. Yıkılmayacağız, devrilmeyeceğiz ve boyun eğmeyeceğiz.

Tam karşımızda, gökyüzünde aniden beliren karanlık bulutların ardından derin bir sessizlik başladı ama öyle bir sessizlikti bu, ilerlediğimiz yolda titreşmemize neden oldu. Sonrasında ise, hafif bir rüzgâr esintisiyle birlikte önce uzaklardan duyduğumuz bir gürültüyle birlikte gök gürlemeleri başladı.

Esintinin hafif olması, denizin ortasında yürürken dengemizin sarsılmasına engel değildi ki nitekim de öyle oldu. Yürüdüğüm yolda, parlak denizin üzerinde sağa sola yalpalanmaya başladım. Herkesten gelen kısık kısık sesler nefes alışverişleriyle bütünleşti.

Biri bizimle oyun oynuyordu. Kim olduğunu tahmin etmek elbette ki zor olmamıştı.

Gökyüzüne hâkim olan tanrının adı verilen Zeus idi. Tüm bu sarsıntıyı, gökyüzünün bulanıklaşmasını ve rüzgârın esintisini ondan başkası sağlamıyordu. Dengemizi kaybederek denizin dibini boylamamızı istiyordu ama Poseidon da en az onun kadar güçlüydü. Dengesini o kadar güzel bir şekilde sağlıyordu ki, iki tarafımıza siper olan sular rüzgârın etkisini hafifletiyordu.

Bulutların ardından aniden beliren parlak beyaz bir ışık hüzmesi, gökyüzünde çakan şimşekleri gözlerimizin önüne serdi. Şimşek, gökyüzünü yırtarcasına çarparken hemen arkasından hızlı bir şekilde incecik damlacıkların düşüşünü başlattı; yağmur yağmaya başlamıştı. Bir anlık hafiflikten hızlı bir şekilde sıyrılarak kudretini gösterdi.

Şimşeğin çakmasıyla olduğum yerde irkildim. Hakan omzunun üstünden bana baktığında iyi olup olmadığımı kontrol ettiğini anladım. Şimşek sesinden hoşlanmadığımı biliyordu. Korkmaktan daha çok ses anlık olarak belirdiği için rahatsızlık veriyordu. Ona iyi olduğumu mırıldandığımda istemeye istemeye önüne döndü.

Yağan yağmur aniden şiddetlendi. Değişik geliyordu çünkü denizin ortasında ilerlerken ıslanmayan bizler yavaş yavaş sırılsıklam olmaya adım atmıştık. Önümüzü doğru düzgün göremiyorduk çünkü Zeus görüş açımızı olabildiğince sınırlı bir hâle getirmeye çalışıyordu.

Onların yanına, Olimpos’a gideceğimizi anlamış olmalıydı ki gökyüzünü ve beraberinde getirdiklerini çekilmez bir hâle sürüklemeyi amaçlıyordu. Fark etmezdi, istediği şekilde hareket edebilirdi. Ne de olsa Olimpos’a gitmeyi kafaya koyan bir grup insan kararından dönmeyecekti. Yolu bile yarıladığımızı düşünüyordum çünkü epeydir suyun üzerinde ilerliyorduk.

Artık geri dönemezdik. Zira, geri döneceğimiz bir yerde kalmamıştı.

“Poseidon bir şeyler yap da artık hızlanarak ilerleyelim. Bizi tepeye çıkartmadığın sürece denizin ortasında bu şekilde yürüyerek devam edemeyiz. Şimdiden bile geleceğimizi anladılar, baksana o piç kurusu hemen havayı bozmaya çalışıyor.”

Artemis, Poseidon’a seslendiğinde Poseidon aslında ne yapmak istediğine çoktan karar vermişti. Hava kötüleşmeye başladığından beri etrafı dikkatle izliyordu; bir açık arıyordu. Ara ara arkama dönüp ona bakıyordum, çok dikkatli bir şekilde derinlemesine inceleme yapıyordu.

Zeus onun üvey de olsa ağabeyi olduğu için onu en iyi tanıyan kişi Poseidon’du. Onun nelere yol açabileceğini ya da neleri yok edebileceğini en iyi bilen kişi kendisiydi. Tüm bunların yaşanacağını tahmin etmiş olması gerekiyordu, diğer türlü hepimizi peşine takarak koskoca denizin ortasında, hatta denizin üzerinde yürümemizi bizden istemezdi.

“Dengenizi sağlayacak bir yol bulun! Birazdan girdap oluşturacağım!” Girdap? Bizi daha çok felakete sürüklemez miydi?

Poseidon bize ufak çaplı bilgi verdikten sonra tutunacak bir yer aradım ama sağımda ve solumda sadece su vardı. Bariyer niyetine oluşturduğu berrak sudan başka bir şey yoktu. Nereye tutunacaktım da dengemi sağlayacaktım acaba? Poseidon bu konu hakkında da bir bilgi vermiş olsaydı süper olurdu.

Girdap oluşturması ne derece doğru olurdu bilmiyordum ama denizi yönetebildiği için Poseidon’un fikrine ses çıkartmadım.

“Hey, zekâ küpü! Denizin ortasında dengemizi nasıl sağlayacağız, söyler misin?” Atlas, Poseidon ile dalga geçerken Artemis’in “Üstüne gitme, ikiz. Gel, ben seni tutarım,” dediğini duydum. Yıllar sonunda birbirine kavuşmuş olmaları ve hemen arayı kapatmaya çalışmaları çok güzel olmasının yanında bir o kadar da duygusaldı.

Poseidon hemen arkamda olduğu için omzumun üstünden dönüp ona baktım, bir yandan da dengemi sağlamaya çalışıyordum ama çok zordu. Denizde yapılan yolculuklar hep midemi bulandırmıştır. Sağa sola sallanıp durmak midemi ağzıma getiriyordu.

“Suya tutunacak halimiz yok herhalde. Bizim için kolaylık sağlayamaz mısın?” Daha fazla yüzüne bakamadığımdan yeniden önüme döndüm. Başım dönmeye başlıyordu ama tamamen sallanıp durduğumuz içindi. Sanki ince bir ipin üzerinde düşmeden ilerlemeye çalışan bir gösteri ustası gibiydik.

Serin havanın esintisi olmasa doğru düzgün nefes alamayacaktım. Ben mide bulantımı geçirmeye çalışırken Poseidon arkamdan bana seslendi.

“Anka, gücümü dilediğim gibi kullanamıyorum. Her şey çok yeni ve ben hâlâ alışamadım. Güçlerimizi kullanmayı öğrenmekten ziyade fiziksel olarak kendimizi geliştirmeye çalıştık. Bir yere kadar müdahalede bulunabiliyorum.” Sesi arkadan bana ulaştığında dediklerini kısa bir anlığına durup düşündüm.

Güçlerimizi doğru bir şekilde kullanmayı öğrenmek için gerçekten de bir şey yapmamıştık. Bunun sebebi herkesin bir güce sahip olmamasından kaynaklı olmalıydı. Güce sahip olan kimse bu konu hakkında konuşmadı ya da bir çalışma yapmadı. Madem Poseidon nasıl davranacağını bilemiyordu, o zaman el birliği ile daha seri hareketlerle ilerlemeyi denemeliydik.

“Sen bizim dengemizi sağlayarak bizi tepeye kadar çıkartamaz mısın?” diye sordum. Yüzüm, önümde ilerleyen Hakan’ın sırtına dönüktü. Poseidon’un suratından geçen ifadeyi göremiyordum ama söylediklerimi düşündüğünü varsayıyordum.

“Bu havada girdap oluşturmak akıl kârı değil. Başka bir yöntem bulamaz mısın?” Poseidon cevap veremeden Hakan konuştu. Sol tarafımızdan vuran rüzgârın darbesi, oluşan su bariyerini hiçe sayarak olduğumuz yerde sallanmamıza neden oldu.

Bir çığlık yükseldi.

“Bizi düşürmeye çalışıyor!” Artemis yalnızca Poseidon’a değil, bizlere de sesleniyordu. Neler olduğunu anlamam kolay olmuştu. Zeus’un yapmaya çalıştığı bariz bir şekilde ortadaydı; en başından beri planı belliydi. Önceden hazırlanmışlardı çünkü onları görmeye gideceğimizden haberleri vardı.

Olayın Hermes ya da yandaşları ile alakası yoktu. Tüm bunlar önceden zekice kurgulanarak planlanmıştı bile. Diğer türlüsü olsaydı eğer, Hermes bu kadar çabuk bir şekilde onlara haber yetiştiremezdi. Özellikle de yaralandığını göz önünde bulunduracak olursak bu pek mümkün olmazdı.

“Tamam, bekleyin! Halledeceğim!” İki tarafımızda duran sudan oluşan bariyerler bir anda olması gerektiği yere, denize geri döndü. Poseidon o kadar sert bir hamlede bulunmuştu ki suyun denizin yüzeyine çarpması ile hepimiz bir anda sırılsıklam olduk.

Rüzgârın dinmek bilmeyen esintisi ise cabasıydı. Her esintide ıslaklığın verdiği histen ötürü titremeye başladım. Uzun süreli bir titreme değildi; anlık oluşan ve ara ara esintiyle birlikte artan bir titremeydi.

“Halledeceğim dediğin bu muydu? Baştan aşağı ıslandık ve deli gibi esen rüzgâr bize hiç yardımcı olmuyor!” Artemis yeniden sevgilisine bağırdı ancak bu sefer azarlar niteliğindeydi. Sesimi çıkartmıyordum çünkü uğultular, dalgaların sesleri, çakan şimşek derken bulunduğumuz konum fazlasıyla gürültülüydü.

Şimşekten söz etmişken, yıldırım denizin ortasına düşerse hepimiz en dibe batardık. Kimse kimseyi kurtaramazdı, herkes kendi canının derdinde olurdu. Elektrik akımı suyla temas ettiği anda ayakta kalabilecek kimse yoktu. Ne kadar güçlü olup olmadığımız da bir işe yaramaz, elektriğin karşısında hiçbir hükmümüz olmazdı.

“Siktir! Daha önce gücümü bu denli kullanmam gereken bir durum olmamıştı! Ne yapacağımı bilmiyorum! Üstüme gelmeyin!”

“Özür dilerim bebeğim ama bir şeyler yapmazsan kimse buradan sağ çıkamayacak.”

“Ne? Ne demek kimse sağ çıkamayacak? Delirdiniz mi siz?” Rabia’nın korkudan tir tir titrediğine yemin edebilirdim. Zaten sudan korkuyordu, bir de böyle bir olayın içinde sıkışıp kalmamız ona da bizlere de yardımcı olmuyordu.

Yürümeyi bırakalı çok olmuştu. Dengemizi ancak bu şekilde sağlayabilirdik. Hareket etmeden, bekleyerek ve bir sonraki hamleyi düşünerek… Aklıma hiçbir şey gelmiyordu çünkü daha önce denizin ortasında, denizin üzerinde yürümemiştim. Doğal olarak denizin üzerinde yürümek adına bir deneyimimiz yoktu.

Bunları söylerken, düşünürken bile çok inanılmaz geliyordu.

Demek ki birçok şey mümkündü. Artık denizin üzerinde kendi ayaklarımla yürümedim demezdim.

“Sessiz olun! Fikir yürütmeye çalışıyorum ve hiçbirinizin yardımı dokunmuyor!” Poseidon o kadar sinirlenmişti ki sinirini bizden çıkartıyordu. Bunları en başından düşünmüş olması gerekirdi ama anlık bir içgüdüyle fevri davranmıştı. Sonuçta onca kişiyi denizin ortasına sürükleyen yine kendisiydi.

Ağabeyinin bu kadar güçlü olduğunu bilmiyor muydu yoksa? Hayır, bilmiyor olamazdı. O kadar çok iyi biliyordu ki tedirginliğinin sebebi de buradan kaynaklanıyordu.

“Olimpos’a gitmek de nereden çıktı hem? Burada bile gücünü bize sunarak bizimle alay ederken gittiğimiz yerde bize ne yapabileceğini hiç mi düşünmedin?” Sesin kimden geldiğini anlayamadım. Ses hem boğuktu hem de kulaklarım doğru düzgün tek bir noktaya odaklanamıyordu.

Gökyüzü aniden kara bulutların esiri oldu. Tepemizde oluşan -özellikle bizim bulunduğumuz nokta- bulutların gölgesi üzerimize düşüyordu. Çevremiz bir anda karardı ve önümü göremez oldum. Önümde duran kişinin Hakan olduğunu bilmeme rağmen onu göremiyor, seçemiyordum.

“Bizi karanlığa hapsederek mi alt etmeye çalışacak?” Bu defa sesin Athena’ya ait olduğunu kavrayabildim. Onun sesini nerede, ne şekilde olsa tanırdım.

“Aurora! Tepeye ışık gönder, aydınlık sağla. Yolumuz açık olmasa da en azından birbirimizi görebiliriz.”

Aurora’nın avuçlarından ışık topları çıkartabildiğini öğrenmiştim ve Artemis’in söylediği şekilde bize yardımı dokunabilirdi. Birbirimizi seçebilsek bile şimdilik o bize yeterli gelebilirdi. Şayet, önümü göremediğim her an cinlerim tepeme çıkıyordu. Karanlıkla alakalı bir derdim olmamasına karşın önümü göremeyecek olmak beni huzursuz ediyordu.

Huzurdan mahrum bırakıldığım her an için lanetler okuyordum.

“Havayı bozmak istese de onu ciddiye almamalıyız. Ne kadar kararlı olduğumuzu bilmesi, görmesi ve hissetmesi lazım.”

“Athena’ya katılıyorum.”

“Aynen öyle. Olimpos’a gidip o orospu çocuğunun işini bitirelim!”

“Poseidon! Her şey yolunda mı? Zira ilerlemiyoruz ve eğer böyle giderse Olimpos yalnızca bir hayalden ibaret olacak.”

Söylenenlere kulak asmadan tepede oluşan, bulutları yarıp içinden geçen ışık toplarına baktım. Herkes bir ağızdan gevelemeye başlamıştı. Denizin üstünde tek sıra halinde duruyor olmamız ilerlememize engel olsa da bir yol bulacaktık.

Bir yol kapanırsa, diğer yolu açarsın. O da kapanırsa başka bir yolun kapısını çalarsın. Elbet bir yol bulup hedefimize koşarak gidecektik. Artık salına salına ilerlemek yoktu. Sona yaklaşıyormuşuz gibi hissediyordum. Körükle gittiğimiz yangın ya sonu getirecekti ya da yeni bir başlangıcın kapısını açacaktı.

“Ayaklarımızın altındaki suyu yükselt de tepeye çıkabilelim Poseidon. Başka bir çözüm yolu aklıma gelmiyor.” Artemis olabildiğince sevgilisine yardım etmeye, onu rahatlatmaya çalışıyordu. Bu şartlar altında bile destek olabilmek gerçekten takdir edilesi bir şeydi.

Uzaklardan çakan şimşeklerin sesleri kulaklarımda tiz bir çığlık gibi yer edinirken sonrasında gelen ışık hüzmesi havayı anlık bir aydınlığa kavuşturuyor ardından da yeniden karanlığa geri dönüyorduk. Poseidon, Artemis’in söylediğini yaparsa en azından tepede olabilirdik ancak tepeye ulaşmamız bile tehlike arz ediyordu.

Zeus bizi yukarıda gördüğünde çaktırdığı şimşekler bizi kolayca hedef alabilirdi. Buna izin veremezdik, daha mantıklı hareket etmeliydik. Bir yıldırım düşmesi bile gitmekte olduğumuz yolu ortadan ikiye bölebilir, denizin bizi kucaklamasına sebebiyet verebilirdi.

Yüzmekte problem yokken koskoca denizin en altında karşılaşacağımız yaratıklardan ötürü endişe duyuyordum. Her gün, neredeyse bin bir türlü şeyle karşılaşırken denizin altında bizi tek hamlede yutabilecek canavarlar olduğu gerçeğini de göz ardı edemezdik.

“İsis, bize koruma büyüsü yap hem de en kuvvetlisinden. Ağabeylerim her ne kadar mantık dışı hareket etseler de onların aptal olmadığını biliyorum. Şimdi,” dedi Poseidon, arka tarafımdan.

“Bizi yukarı kaldırmayı deneyeceğim. Suyun kuvvetiyle başa çıkabileceğimi pek zannetmiyorum ama gücümü sonuna kadar zorlayacağım.”

İsis büyüyü yapmayı denerken Poseidon da bahsettiği gibi bizi havaya kaldırmak için harekete geçiyordu. Dengemizle başa çıkabilmek git gide zorlu bir hâle gelirken bir bağrış sesi duydum.

“Ayaklarımın altında bir şey gördüm! Bir şey hareket etti! Yemin ederim!”

Ses Rabia’ya aitti. Çığlık attığında olduğumuz yerde sarsıldık. Her birimiz kendi dengesini sağlayamıyor olsa da neyse ki Poseidon suyu hareket ettirerek düşmemize engel oluyordu. Sanki sörf yapıyor gibiydik fakat altımızda bir sörf tahtası yoktu; direkt suyun kendisi vardı.

Su, berraklığından bir şey kaybetmemişti. Aurora sayesinde başımız üzerinde oluşan ışık, denizin altını görmemize yardımcı oluyordu fakat Rabia’nın söylediği gibi benim gözüme bir şey çarpmıyordu. Bir şey görmüş olabilirdi, sonuçta denizdeydik ve illaki deniz yaratıkları bulunuyordu.

Efdal, merakla “Ne gördün?” diye sordu.

“Uzun bir kol geçti gibi. Tam emin olamadım ama upuzun bir şeyin geçtiğini biliyorum, gördüm!”

Şimşek yeniden çaktı ve bu kez sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki yerimde zıpladım. Dengem şaşarken Hakan’ın omuzlarına tutundum. Ellerimi omzuna yerleştirdiğim gibi sırtı dimdik oldu, hareket etmemeye özen gösterdi. “Yanındayım Anka, korkma,” diye fısıldadı.

“Korkmuyorum. Sadece sesi duyunca anlık olarak içimi bir huzursuzluk hissi kaplıyor,” dedim. Gökyüzüne bakmaya başladım ve Aurora’nın oluşturmaya çalıştığı aydınlık yalnızca ufacık bir sokak lambasının yansıttığı sarı loş ışık gibi gözüküyordu. Uçsuz bucaksız gökyüzünde minicik bir ışık topu o kadar gülünç gözüküyordu ki, Zeus’un bize kahkaha attığına dair garanti verebilirdim.

“Kol mu? Kol da ne demek oluyor şimdi? Bak ben huyluyumdur, hemen huylanırım kızım!”

“Yalan mı söyleyeceğim be! Kocaman, uzun bir şey geçti işte! Kol gibiydi ama deniz yılanı falan da olabilir belki. O kadar hızlı geçti ki net göremedim,” dedi Rabia, Efdal’a kendini açıklayarak sitemli konuşuyordu.

Ve o anda sağa sola doğru sallanmaya başladık. Hakan’ın omuzlarından tutmaya devam ettiğim için dengemi onun sayesinde sağlayabiliyordum ama o kadar ani bir şekilde hızla sallanmıştık ki yine de düşecek gibi olmuştum. “O da neydi öyle?”

Yine sallandığımızda bu seferki daha kuvvetli, daha sarsıcıydı. Hakan ile birlikte sağa sola doğru giderken Poseidon herkesin dengesini düzene sokmaya özen gösteriyordu ama zorlandığını biliyordum. Gücü vardı fakat altımızdan geçen şey her neyse bizden daha kudretliydi. Denizin altında bulunan yaratıkların içinde bizim bir hükmümüz yoktu; burası onların bölgesiydi.

“Siktir! Bu kez bende hissettim!”

“Evet, altımızdan bir şey geçti! Neydi o öyle?”

“Poseidon! Bir şey görebiliyor musun?”

“Bir dakika, durun. İleride bir şey gördüm sanki,” dedi Poseidon, endişeli bir şekilde. Sesindeki şaşkınlığı hissettim. Omzumun üzerinden ona doğru baktım. İki elini de yanlarına doğru açmış, suyu hareket ettiriyordu. Dalgalar meydana geliyor, her hareketinde iyice sarsılıyorduk.

Sadece bizim bulunduğumuz bölgede, etrafımızda küçük küçük baloncular oluştu. Köpükleri gördüğümde bu etkiyi sağlayanın yalnızca Poseidon olmadığını anladım. Bize yaklaşan her ne varsa onun oluşturduğu köpüklerdi; baloncuklar onun sayesinde etrafımızı kaplamıştı.

“Poseidon ne görüyorsun?” diye sordum. Onun baktığı yöne baktığımda pek bir şey göremedim. Bir dalgalanma oldu ama yüzeye çıkan herhangi bir şey yoktu. Nasıl bir yaratıktı bilmiyordum ama normal bir görüntüsü olmayacağını düşünüyordum. Köpekbalığı olamazdı; o ihtimali kafamdan silip atmıştım çünkü Rabia bize uzun bir kol gördüğünü söylemişti.

“Yüzeye bir şey çıktı gibi oldu ama hemen geri kaçtı. Saldırmak için doğru zamanı kolladığını düşünüyorum. Ne olduğunu tam olarak göremesem de kocaman bir canavar olduğu ortada.”

Tekrardan ayaklarımızın altında bir hareketlenme olunca aşağıya baktım. Birden fazla uzun kol vardı. Görüntü karşısında çığlık attım ve Hakan’ı serbest bırakarak birkaç adım geriledim. Sırtım Poseidon’a çarptığında beni düşmeyeyim diye bir eliyle tuttu.

“Anka! Ne oldu? Bir şey mi gördün?”

Soluklanmak için bir müddet bekledim çünkü kalbim adeta ağzımda atıyordu. Sanki altımdan geçen kolların üzerine basıyormuşum gibi gelmişti ve bu hissiyat beni daha fazla gerdi. O kadar çok huylanmıştım ki çığlık atmamın tek nedeni bu olmuştu.

“Tek bir kol görmedim. İki tane geçti,” dedim, düzensiz çıkan nefeslerimin ardından.

Göğüs kafesim o kadar hızlanmıştı ki burnumdan nefes almak yeterli gelmiyordu. Ağzımı açıp nefes almaya başladım; dudaklarım kupkuru oldu.

“O zaman deniz yılanı falan değil bu,” dedi Atlas.

“Tek sıra halinde durmamızın bize bir faydası yok. Bir çember oluşturmamız gerek,” diyerek bir öneride bulundu Afrodit.

Poseidon’u rahat bırakarak öne doğru bir adım attım ama sanki adımlarım gitmiyordu. Gördüğüm şey neye ait olabilirdi? O kadar huylanmıştım ki vücudum kaşınmaya başlamıştı. Elimi enseme götürüp huysuzca kaşıdım. Ardından kollarımı kaşımaya başladığımda hareketlendiğimizi hissettim.

Hakan beni bileğimden tutup daha fazla kaşınmamı önledi. “Yanıma gel,” diye mırıldandı. Yanına geçtiğimde Poseidon altımızdaki suyu döndürerek bir çember oluşturmaya başladı. Su her hareket ettiğinde üstümüze sıçrıyordu.

Yağmur dineli çok olmuştu; şimşeklerde kesilmişti.

Bir daire şeklini aldığımızda herkesin yüzünü görebiliyordum. Poseidon bizi biraz daha yukarı kaldırdığında aşağıya bakıp bakmamak arasında kararsız kaldım. Az önce gördüğümü bir de yukarıdan net bir şekilde görürsem iyice delirecektim. O kadar mide bulandırıcıydı ki herhalde bir daha görmeye katlanamazdım.

“Şimdi biraz daha yüksekteyken bakalım,” dedi Athena, kaşlarını çatarak. Aşağıya baktığında Morpheus’un elini tuttu.

“Midem bulanıyor,” dedi Rabia. Bir eliyle karnını tutuyordu, diğer elini ise ağzına götürmüştü. “Deniz bana iyi gelmiyor,” diyerek ekledi, kısık sesle. Hepsine göz gezdirdim çünkü aşağıya bakmamak için direniyordum. Tüylerimi diken diken eden o görüntü tekrardan gözümün önüne geldiğinde başımı iki yana salladım.

“İsis, büyüyü hallettin değil mi?” diye sordu Poseidon. İsis ise karşılık olarak başını olumlu anlamda sallamakla yetindi. Koruma büyüsünü hepimiz için yapmıştı ama ben korunduğumu hissedemiyordum. O enerji bana geçmiyordu bir türlü.

“Gördüm! Gördüm!” diye bağırdı Athena.

“Oha! Bu bir ahtapot!” dedi Morpheus. İkisi de dikkatle aşağıya bakıyordu. Hakan’a döndüğümde onun da aşağıya baktığını gördüm. Kaşları çatıktı ve dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Bahsi geçen ahtapotu görmüş müydü bilmiyordum ama güzel bir şeyler görmediği kesindi.

Eğer benim ve Rabia’nın gördüğü kollar bir ahtapota aitse bu hem mantıklıydı hem de korkutucu. Çünkü ahtapotların bildiğim kadarıyla sekiz adet kolu vardı ve biz yarısına bile şahit olmamıştık. Diğer kollarının bizi bulup yakalaması ise an meselesiydi. Buradan acilen gitmemiz gerekiyordu.

“İşte şimdi birer ölüyüz,” dedi Efdal. Ardından Aurora avuçlarından yeni ışık toplarını çıkarttı ve biraz daha aşağıya doğru gönderdi ki denizin içini daha net görebilelim diye. Buna hakikaten gerek yoktu. Bir ahtapotu görebilmek için bu kadar heveslenmemeliydik. Ahtapotu seçebilmek için vereceğimiz uğraşı Olimpos’a gitmek için verebilirdik.

“Kafası kocaman! Bu normal bir ahtapot boyutunda değil. Resmen iki katı,” dedi Afrodit. Sanırım benim dışımda herkes ahtapota bakmak için heveslenmişti. Suyun sesini daha net duyarken ahtapotun hareket ettiğini fark ettim. Alt tarafımdaki hareketliliği göz ucuyla görebiliyordum ama hâlâ aşağı bakmıyordum.

“Iyyy! Bakamıyorum. Çok mide bulandırıcı!” dedi Rabia ardından ahtapotun bir kolu yukarı, bize doğru uzandı fakat es geçti. Tam Rabia’nın dibinden geçti ama neyse ki ona değemeden geri indi. Suyun içine girmesiyle aşağıdan bize ulaşan su baştan aşağı üzerimize döküldü. Bir nevi intikam almak ister gibiydi.

Rabia, elleriyle kulaklarını kapatarak bir çığlık patlattı. Her an düşüp bayılacak diye korkuyordum. Denize düşerse hiçbirimiz onu ahtapotun kollarından kurtarmayı başaramazdık. Herkes kendisine hâkim olmalıydı.

“Acele et! O pislik ahtapot bozuntusu bize bir daha yaklaşamadan Olimpos’a gidelim!”

Poseidon suyun yardımıyla bir daire şeklinde duran bizleri ileriye götürürken başka bir çığlık sesi daha yükseldi. Bu defa Rabia’nın çığlığı değildi. Bir erkeğe aitti. İlerlediğimiz yöne bakmaya devam etmek yerine arkama dönüp bakmak istediğimde ahtapotun bir kolunu Fırat’ın beline doladığını gördüm. Fırat’ın gözleri fal taşı gibi açılırken bize doğru bağırdı.

“Kurtarın beni!”

“Siktir, siktir, siktir! Bu kadar süre boyunca burada mal gibi durmamız büyük bir hataydı!” Uzun süredir sesi çıkmayan Vulcan, Poseidon’a sitemli bir yüz ifadesiyle bakarken bir yandan da Fırat’ın elini tutup onu çekiştirmeye çalışıyordu. Her çekiştirdiğinde ahtapotun kolu Fırat’ı daha sıkı sarıyordu. En sonunda onu nefessiz bırakarak ölümüne neden olacak diye endişelendim.

“Tek başıma yapamıyorum! Biriniz yardıma gelin!”

“Ne olur yardım edin! Bir ahtapotun yemeği olarak ölmek istemiyorum!” Fırat, beline bakarken suratını ekşitti. Şaşkınlıktan kimse ne yapacağını doğru düzgün kestiremiyordu. Ardından aklımda bir fikir belirdi ve sesimi ulaştırabilmek için Vulcan’a doğru bağırdım.

“Alev toplarından yap! Ahtapotu korkutup kaçırtır!” Vulcan’ın avuçlarından alevler çıkarttığını biliyordum ve direkt aklıma bu fikir gelmişti. Tıpkı Aurora gibi Vulcan’ın da gücü avuçlarından geliyordu. Çıkartacağı alev topları işe yarayabilir ve ahtapotun Fırat’ı serbest bırakmasını sağlayabilirdi.

“Delirdin mi sen?” dedi Fırat, az önce verdiğim fikre istinaden. “Ya bana denk gelir de ben yanarsam?”

“Gerzek! Suyun üstündeyiz ve ayrıca ayaklarımızın altındaki su! Ateş sana gelse bile anında söndürebiliriz,” dedi Aurora. Gerçekten de Fırat’ın yanabilme olasılığı olsaydı ortaya böyle bir fikir atmazdım zaten. Bu tarz durumlarda sonrasını düşünmeden hareket edemezdim.

Fırat geriye doğru çekilirken Vulcan onun elini bir an olsun bırakmadı. Diğer taraftan Atlas da Vulcan’a yardımcı olmak amacıyla Fırat’ın diğer elini tuttu. Ahtapotun tek bir kolu bile o kadar güçlüydü ki Fırat devamlı olarak aşağı çekilmeye başlıyordu ama neyse ki onu tutan biri olduğu için ahtapot bir türlü başarıyı yakalayamıyordu.

Vulcan bunu fırsat bilerek boşta kalan elini kullandı ve söylediğimi yaparak avucundan bir ateş topu çıkarttı. Önceden şahit olduğumdan daha büyük bir top oluşturmuştu. Ateşin yansıttığı ışık çemberin içine daha fazla aydınlık sağlıyordu.

O esnada ahtapotun diğer kolu yeniden Rabia’yı hedef aldı ve bu kez başarılı oldu. Rabia’nın ayak bileğine dolanan kolu fark eden Artemis, arkasına sakladığı oklardan birini alarak kola saplamaya başladı. Rabia çığlık çığlığa haykırırken Artemis onun aksine tüm soğukkanlılığı ile oku en derinlere batırıp çıkardı. Koldan çıkan kanlar aşağıya, denizin içine minik damlalar halinde düştü.

Her şey o kadar ani ve hızlı gerçekleşiyordu ki her taraftan sesler yükseliyordu. Görüntüler birbirine karışıyor ve bulanıklaşıyordu. İsis, Rabia’nın kolundan sıkıca tutarken Artemis son bir kez daha oku ahtapotun insanı fazlasıyla huylandıran koluna batırıp çıkarttı. Okun tamamını kan kaplarken kol yavaşça aşağıya doğru indi; Rabia serbest kalmıştı ve hayatında hiç olmadığı kadar şok içerisindeydi.

“Neyse ki teninize gelmedi. Eğer teninize değseydi zehrini akıtır ve dokunduğu yer yanmaya başlardı,” dedi Aurora. Kimse onun söylediğini duymadı bile. Herkes adrenalinin verdiği etki yüzünden sersemlemişti. Bende dahil.

Nefeslerim hızlandı ve başım dönmeye başladı. Kendimi toparlamaya çalışırken bir yandan da az önce yaşananları sindirmeyi deniyordum. O sırada Fırat’ın belindeki kola bir ateş topu çarpıp yeniden Vulcan’ın avucunun içine geri döndüğünde Vulcan’ın dudaklarında zafer kazandığını gösteren bir gülümseme belirdi.

“Poseidon! Uçur bizi! Kurtar bizi buradan, hadi! Neyi bekliyorsun?”

Athena, Poseidon’a sinirle bağırdığında Poseidon’un kendinde olmadığını fark ettim. Ağzı ve gözleri kocaman açılmıştı ve aşağıdaki devasa ahtapotu seyrediyordu. Elleri iki yanda açıktı; olabildiğince suyu kontrol etmeye gayret ediyordu ama bir yandan da güçlük çektiği anlaşılıyordu.

“Poseidon?” dedim, iyi olup olmadığını kontrol etmek amacıyla.

Ona seslenmemin üzerine başını kaldırıp bana döndü. Gözlerindeki ifadeden ne yapacağını bilmediğini bir kere daha anladım çünkü kafası karışmış bir hali vardı. Kafa karışıklığından sıyrılması gerekiyordu, aksi takdirde Olimpos’a ulaşamayacaktık. Ona nazikçe gülümsediğimde onun da bana karşılık vermek için kendisini zorlamasına şahit oldum.

“Olimpos’a götür bizi. Suyu kontrol edebiliyorsun, bunu unutma. Bu gücünü o ahtapottan kurtulmak için kullan ve bizi bir an önce buradan çıkar,” dedim, sakinliğimi korumaya çalışarak.

“Evet, Anka haklı. Burada gereğinden fazla vakit öldürdük,” diyerek onayladı beni Morpheus.

“Çok kolaysa siz yapın o zaman!” diye bağırdı Poseidon. Sitemi karşısında herkes suspus oldu. Bunu sadece bana ve Morpheus’a söylemiyordu, hepimize kızmıştı. Öfkesini hepimizden çıkartıyordu.

“Kolay olmadığını biliyoruz sevgilim,” dedi Artemis, kibar bir dille. Poseidon’u sakinleştirmek istiyordu çünkü o sakinleşmediği takdirde olduğumuz yerde durmaya devam edecektik. Kafasını toparlamasına ihtiyacı vardı ve hiçbirimiz ona yardımcı olamıyorduk. Ona bu kadar yüklendiğimiz için suçluluk hissetmiştim fakat tek dayanağımız yine ondan bir başkası değildi.

“Üzgünüm,” dedi Morpheus, çekingen bir ses tonuyla. Poseidon ona baktığında gülümsemeye çalıştı. “Asıl ben üzgünüm. Size bağırmak istememiştim,” dedi. Samimi olduğunu biliyordum çünkü sahiden de pişman olmuş gibi bir hâli vardı.

“Evet, o halde Olimpos’a doğru uçalım!” Athena sevecen bir tavırla kollarını havaya kaldırdı. Heyecanı yüzünden okunuyordu ama oraya gideceğimiz için bu kadar heyecanlı olmalı mıydık, bilmiyordum. Kamp alanında bile bir sürü zorlukla karşılaşmışken, bir sürü insanın ölümüne şahitlik etmişken şimdi yola koyulduğumuz Olimpos’a ulaştığımızda bambaşka sürprizler bizi bekliyor olacaktı.

Gerçi İsis hepimize koruma büyüsü yapmıştı fakat etkisi ne kadar uzun sürerdi, pek bir bilgim yoktu. Bunu ona sormak doğru olur muydu bilmiyordum, o yüzden sormamaya karar verdim.

Poseidon, Athena’nın heyecanını görünce anlam veremedi çünkü ağabeylerini ziyarete gidiyorduk ve takdir edileceği üzere, ağabeylerini en iyi tanıyan, onlarla büyüyen Poseidon’du. Kendisinin de söylediği gibi çok çakallardı ve onları ziyaret edeceğimizi bildikleri gibi başımıza iş aşmaya başlamışlardı.

Gökyüzü sakindi evet, lakin oraya gidene kadar yeni bir şeyler karşılaşmayacağımız ne malumdu?

“Olimpos’a varmadan önce aşağıda bir girdap oluşturmam lazım. Biz giderken ahtapotun bize yeniden saldırıp saldırmayacağını bilemeyiz. Ben girdabı oluştururken mümkünse sizlerde el ele tutuşun. Vereceği etki çok kuvvetli olacak çünkü,” dedi Poseidon. Onu anlayıp anlamadığımızı ölçmek istercesine hepimize tek tek bakarak konuştu.

Aurora başını salladıktan sonra iki yanında duran Vulcan ile İsis’in elini tuttuğunda hepimiz aynı şeyi yaptık. Sol tarafımda Poseidon vardı ama onun elini tutamadım çünkü oluşturması gereken bir girdap vardı. Ayaklarımızın altındaki suyun etkisi ile beraber sanki havada süzülmekte olan birer ruh gibiydik.

Poseidon ellerini kaldırıp aşağıya doğru tuttuğunda suyu hareket ettirmeye başladı. Başta çok yavaş gelişen bu süreç kademe kademe artarak hızlanmaya başladı. Su, az önce de söylendiği şekilde bir girdap oluşturuyordu ve aşağısı çok hareketliydi. Ahtapotu seçmeye çalıştım ama ya kayıplara karışmıştı ya da oluşan girdabın içerisine doğru çekilerek tamamen yok olmuştu.

“İşe yarıyor! Ahtapot kayboldu!” dedi Aurora, heyecanla.

“Daha geniş bir alana yaymayı düşünüyordum ama gücümü çok kullandığımda yoruluyorum,” dedi Poseidon ardından ellerini hareket ettirmeyi bıraktı. Başını kaldırdığında direkt Artemis’e baktı. Artemis onu anladığını belli edercesine başını aşağı yukarı salladı. “Çok iyi iş çıkardın sevgilim.”

“Korkuyorum Artemis,” dedi Poseidon, bu kez sevgilisine daha farklı bakıyordu. Korkusu gözlerinden anlaşılıyordu. Burada sadece ikisi varmış gibi sadece birbirlerine odaklanmışlardı. Artemis başını omzuna düşürdüğünde gülümsemeye çalıştı. “Korkmanı gerektirecek hiçbir şey yok,” dedi, sakince.

“Ağabeylerimi yıllardır görmüyorum. Beni bekliyorlar ama bana sarılmak için değil, kurduğum bu düzenin, bu karşı çıkmanın hesabını sormak için beni bekliyorlar.” Söylediklerinin sonlarına doğru sesi git gide kısılmaya başlamıştı. Onlardan çekindiğini biliyordum ama bu kadar çok çekindiğini hesaba katamamıştım.

Elimi Poseidon’un koluna dokundurup sıvazladım. “Hepimiz aynı pisliğin içine battık Poseidon. Bu savaşta ne sen yalnızsın ne de biz. Hep birlikte Olimpos’a giderek onlara hesabı biz keseceğiz, onlar değil,” dedim, yüzüne bakarak konuşuyordum ama o hâlâ sevgilisine odaklanmıştı.

“Bu yüzden mi bizi oyalıyordun dostum? Olimpos’a, ağabeylerinin yanına gidip onlarla yüzleşmekten korkup kaçtığın için mi?” Konuşan Vulcan’dı. Ona kızmıyordu, ya da sitemli değildi; onu anlamaya çalışıyordu. Birbirlerine değer verdikleri her hallerinden belliydi ve Vulcan yine Poseidon’a destek olmak için çabalıyordu.

“Tam olarak oyalıyorum diyemem ama evet, biraz öyle yaptım. Yaptığım davranıştan ötürü hepinizden özür dilerim, sonuçta sizi buraya kadar getiren yine bendim ama benim yuvamı mahvettiler. Yuvam dediğim yeri benden aldılar ve geride hiçbir şey kalmadı. Eğittiğim bir sürü insan vardı ve şimdi hiçbiri yok! Hepsinin ölümüne neden oldular! Yuvamı başıma yıktılar, beni tekrar yaraladılar! Onlardan nefret etmek, onların suratına tükürmek, onları öldürmek istiyorum ama bunu yapamıyorum! Kendimden de nefret ediyorum bana güvenen insanları koruyamadığım için.”

Sesi bir alçalıyor, bir yükseliyordu. Muhtemelen, Poseidon hiç olmadığı kadar öfkeli, kırgın ve çaresizdi. Konuşurken bizlere bakmaktan kaçınsa da gözleri devamlı olarak Vulcan ve Artemis arasında gidip gelmişti. Onlar Poseidon’u en iyi tanıyan kişilerdi. Biri dostu, sağ kolum dediği Vulcan, diğeri ise ondan bahsederken bile gözlerinin içi parlayan biricik sevgilisi Artemis’di.

Acısını bizlerle paylaşıyor olması onun için kolay değildi. Buraya geldiğimizden beri Poseidon ilk kez içindekileri kusmuştu. Ağabeylerine olan nefreti yüzünden hiçbir plan yapmadan bizi denizin ortasına getirmişti ve bunun içinde suçluluk duyuyordu.

O anda o kadar çok üzüldüm ki… Hem Poseidon için hem de ölen onca can için kalbim tekrardan sızısını hissettirmişti.

Nefes nefese kalmıştı çünkü hiç es vermeden konuşmuştu. Bir süre hepimiz sessiz kalmayı seçtik, en azından Poseidon nefeslerini düzene sokabilene kadar. Bizde nelerle karşılaşacağımızdan bihaberdik ama buraya kadar gelmişken geri dönemezdik. Evet, artık Poseidon’un ‘yuva’ olarak adlandırdığı yer yoktu, orası sadece birçok güzel ruha mezar olmuştu fakat yeniden bir yuvaya sahip olabilmek için tekrar tekrar çabalamamız, savaşmamız ve zorluklarla başa çıkmamız gerekiyordu.

Halbuki çaresiz hisseden bir insanın bunları yapmaktan başka bir çaresi de yoktu. Ne kadar ironik ama değil mi? Kulağa çok delice geliyor ancak mantık çerçevesi içerisinde düşününce o zaman anlam kazanmaya başlıyordu.

Çareler tükenmezdi, yollar da kapanmazdı. Yeniden çiçek açar gibi yeşermeye başlar ve umutlarımızla birleşince büyük bir etki yaratırdı. Açtığımız yollarla da bir bütün haline gelirdi. Belki de Zeus ve Hades’e bir oyunla gitmemiz gerekirdi. Savaşmaktan ziyade onlara bir şeyler teklif edebilir, onların bizimle oynadığı gibi bizde onlarla oynayabilirdik. Bu akıllıca bir fikir miydi, bilmiyordum ama aklıma kazınan tek nokta burası olmuştu.

Aklıma yeni düşen bu taze fikir karşısında ellerimi havaya kaldırarak bana odaklanmalarını istedim. “Hey! Buraya bakın ve beni iyi dinleyin.”

Bir süre bekledikten sonra herkes bana döndü ve meraklı gözlerle beni beklediler. “Poseidon’un da söylediği gibi, bizleri bekliyorlar ve evet, bizi çok iyi karşılamayacakları kesin. Lakin aklıma şöyle bir fikir geldi, tam da şu an. Onlarla yüzleşmeye gitmek yerine bir teklif götürmeyi denesek nasıl olur?”

“Nasıl bir teklif götürmekten söz ediyorsun?” diye atladı Afrodit.

Gülümsedikten sonra, “Onlarla bir oyun oynayalım diyorum. Onlara sunacağımız teklif karşısında bir süre düşünecekler ki bu bizim lehimize olacak. Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz, orası doğru fakat onlarda neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlar. Beyinleriyle oynayabiliriz ve tam o sırada bir atak gerçekleştirebiliriz diye düşünmüştüm,” dedim, nefes almak için bir süre durup bekledim. O sıra diğerleri de söylediklerimi düşünmeye başlamıştı.

Tam olarak sunabileceğim bir teklif yoktu ama o iki kardeşin bizim onlara bir teklif sunacağımızı düşünmeleri bile bize az da olsa zaman kazandırabilirdi. Onların bizimle oynadığı gibi bizde bir kereliğe mahsus onlarla aynı oyunu oynayabilirdik. Ne kaybederdik ki? Daha fazla ne kaybederdik?

“Bence fikir gayet iyi Anka kuşu ama o iki şerefsizle oyun oynamaya kalkarsak çok daha kötü sonuçlar elde edebiliriz,” dedi Efdal ardından Morpheus onu onayladı ve fikrin aslında pek de yararımıza olmayacağını söyledi. Bir yerde haklı olabilirlerdi ama yine de bu fikrimi onlarla paylaşmak istemiştim.

“Efdal doğru söylüyor Anka. Ağabeylerime oyun oynarsak bunun sonucu çok daha kötü olur.”

Poseidon bunu söylediğine göre bir bildiği vardır diye düşünüp fazla üstelemedim. Hayır, aslında üstelemem gerekiyordu. Sürekli olarak bir yerlere kaçıp saklanamazdık. Böyle hayat geçmezdi. Kendi hayatımızın ipleri başkalarının elinde, avucunun içinde sımsıkı bir şekilde duramazdı. Bize hükmedemezlerdi. Artık yeter.

“Hayır,” dedim, itiraz ederek. “Onlar bizimle dilediği şekilde oynayabiliyor ama sıra bize gelince bu bir problem mi cidden? Neden onların yaptığı şekilde bizde onlara bir karşılık veremiyoruz? Daha ne kadar sürecek bu kovalamaca? Kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar bizimle ve ben artık kaçmaktan yoruldum.”

Öfkemden dolayı konuşurken nefes nefese kalmıştım. Herkesin gözü benim üzerimdeydi ve kimisi bana üzülerek bakıyordu. Ne için üzüldüklerini bilmiyordum ama artık insanların acıyarak bakmaları da umurumda değildi. Ailem yoktu ki bu, savaşmak için en önemli gerekçeydi. Kaçmaya devam ettikçe onları hiç bulamayacağımı düşünüyordum ve bu beni yiyip bitiriyordu.

“Hiçbir şey söylemeyecek misiniz?” diye sordum, uzun süre kimseden çıt çıkmayınca. O sıra, Poseidon “İşte, orada!” diye bağırdı, hevesle. İşaret parmağıyla gösterdiği yere doğru başımı çevirdiğimde biraz ilerimizde, ağaçların arasında gizlenmiş olan o kocaman yere baktım. Olimpos. Yaklaşmıştık.

Zeus ve Hadesle görüşmemize çok az kalmıştı. Poseidon dışında, bizler o ikisini ilk kez görecektik. Gerçi Poseidon da onları görmeyeli çok olmuştu. Nasıl bir tepki verecekti ya da kendisi üvey ağabeylerinden nasıl bir tepki bekliyordu, bilmiyordum ama Poseidon’un yüzündeki heyecandan anladığım kadarıyla onun tepkisi diğer ikisine nazaran daha farklı olacaktı. En azından içten bir tepki sunacaktı.

“Nasıl yani? O gördüğümüz yer Olimpos mu?” En çok Rabia olmak üzere diğerlerinin de ağzı açık kalmıştı. Bize az da olsa uzak olmasına rağmen büyüklüğü ve ihtişamını fark etmemek elde değildi. Burayı gerçekten kendileri mi inşa etmişti? İnanılmazdı. Bunu ne kadar süredir planladıklarını ve inşaatın ne kadardır sürdüğünü düşündüm.

“Doğru görüyorsunuz. Ağabeylerimin kendilerine has sarayına adım atacağız. Hazırsanız başlıyorum.”

Ve dediğini yaptı. Bizi suyun yardımıyla Olimpos’un yakınlarına doğru uçurdu. Evet, uçurdu demem daha doğru olur çünkü bizi en tepeye çıkardı ve bunu yaparken hiç zorlanmadı. Onun zorlandığı tek şey cesaretiydi. Bir süre cesaret edemediği için istediğimiz şekilde harekete geçememiştik ama şimdi Poseidon hiç olmadığı kadar kendinden emin görünüyordu. Üstündeki özgüvensizliği kalkmıştı.

Üstümüz başımız ıslanmıştı hem de denizde olduğumuzu belli edecek şekilde. Güneş yavaş yavaş bulutların arkasına saklanıyordu. Saçlarımın uçlarını tutup sıktığımda su damlaları yere düştü. Olimpos’tan biraz uzakta duruyorduk ki etrafı iyice gözlemleyebilelim diye. Gördüğüm kadarıyla her tarafta adamlar vardı, Olimpos’u koruyorlardı. Tüm bu adamları, tüm bu saçmalıkları ne ara düzenlemişlerdi?

Güneşin bulutların arkasına saklanması gibi bizde ağaçların arkasına geçmiştik. Neyse ki ağaçlar yeterince büyük, uzun ve fazlalardı. Saklanmak için ideal bir ortam oluşturuyordu, şimdilik ihtiyacımız olan şey buydu. Olimpos’a girmeden önce nasıl bir adım izlememiz konusunda durup düşünmemiz ve hemfikir olmamız gerekiyordu.

Düzgün düşünerek ve temkinli adımlar atarak bu işi halledebilirdik. Kimse bizi görmeden içeri girebilirsek çok daha iyi olurdu ama Olimpos’un çevresini saran onca adama görünmeden bunu nasıl başarabilirdik, bilemiyordum. Bir şeyler düşünmenin vakti gelmişti.

“Burası kocaman! Bu kadar büyük ve ürkütücü bir yere geleceğimizi bize söylememiştin dostum,” dedi Vulcan, gözleri hâlâ Olimpos Dağı’nın üzerindeydi. Dağ gibi de değildi ama farklı inşa edilmişti. Mitolojide bahsedilen dağ gibi olmadığını Poseidon çok önceden söylemişti. Burayı üvey ağabeylerinin kendilerini birer tanrı olarak gördükleri için yaptırdıklarını söylemişti ki işin komik tarafı da buydu.

Onlar birer tanrı değillerdi. Bunun bilincinde olmaları gerekirken bir de üstüne kendilerine ait bir Olimpos Dağı yaptırtmışlardı. İnanılır gibi değildi ama somut bir şekilde karşımızdaydı. Olimpos gerçekten de vardı, inşa edilmişti ve içinde Zeus ve Hades yaşıyordu. Diğer bir kötü yanı ise kim bilir içeride esir olarak tuttukları başka kimler vardı…

“Vulcan!” dedi Poseidon, uyarıcı tonda ardından arkadaşının omzuna vurdu. “Sessiz olsana biraz.” Vulcan, omzuna yediği yumruktan ötürü yerinde sıçradı ve gözleri Olimpos’tan ayrılarak arkadaşına döndü. “Koluma vurmadan da bunu söyleyebilirdin,” dedi, sitemli bir sesle.

“İkinizde susar mısın?” diye uyardı Artemis, ikisini birden. Kıvırcık saçları yediği sudan dolayı hafiften düzleşmişti. Saçlarını savuşturup her tarafa su sıçrattıktan sonra Poseidon’a baktı. Ardından onun yanına gidip ellerini tuttu ve yüzüne doğru eğilerek “Ne yapacağımız hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu, az öncekine nazaran ses tonu daha nazik çıkmıştı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Nasıl ne demek istiyorum?” Artemis’in yüzü düştüğünde suratındaki ifadede şaşkınlık geziyordu. “Evet plan buraya gelmekti Poseidon ama buraya geldikten sonra ne yapmamız gerektiğini de düşünmüş olman gerekirdi.” Poseidon sessiz kalarak suçluymuşçasına bakışlarını yere indirerek Artemis’in bakışlarından kaçtı.

Artemis, sevgilisinin ellerini bırakıp birkaç adım gerilediğinde kaşlarını çattı. Ellerini birbirine yapışmış saçlarına geçirdiğinde “Bundan sonrası için bir planın yok yani, öyle mi?” dedi, öfkeyle.

“Ne? Nasıl yani? Peki biz şimdi ne yapacağız? Kamptan buraya kadar ölmeyi beklemek için mi geldik?” Rabia sinirle Poseidon’a bakıyordu. Yalnızca o da değil, hepimiz Poseidon’a bakıyor ve doğru düzgün bir cevap bekliyorduk. Poseidon ise bize bir yanıt sunmaktansa hâlâ çimleri izlemeyi sürdürüyordu.

Harika. Buraya kadar sürüklendikten sonra şimdi ne yapacağımıza dair bir planımız yoktu. Rabia’nın da söylediği gibi sanki buraya ölmek için gelmiştik. Kendi ölümümüze kendimiz karar vermiş gibi boş boş ağaçların arkasında ne yapacağımızı bilmeden duruyorduk. Birinin biri görmesi an meselesiydi.

Olimpos’un etrafını saranlar vardı fakat aynı zamanda etrafta geniş çaplı arama yapan adamlarda mevcuttu. Birden fazla oldukları kesindi zaten ama işin doğrusu, bu kadar çok koruma olduğunu düşünmemiştim. Üstelik o iki aptal için bunca zahmete girmişlerdi. Ellerinde tuttukları mızrakların ucunun sivriliği buradan bile belliydi. Hapı yuttuk derdim ancak henüz bizi fark etmedikleri için şanslı sayılırdık.

Burayı ziyaret edeceğimizi bilmelerine rağmen Zeus ve Hades henüz ortaya çıkmamıştı. Anlaşılan ilk önce korumaların bizleri fark edip zorla yanlarına götürmelerini bekliyorlardı. Ya da hâlâ yolda olduğumuzu varsayıyorlardı. Belki de yolda öldüğümüzü veya yaralandığımızı da düşünüyor olabilirlerdi. Ne de olsa Zeus havayı bozup yolumuza engel olmak için elinden geleni denemiş ve bunu hiç çekinmeden uygulamıştı.

Üvey kardeşi Poseidon’un onları ziyarete geleceğini biliyordu. E tabii yanında bizim de geleceğimizden haberi vardı ama onun için mühim olan ne oydu ne de biz. Mühim olan, bizim ölü bedenlerimizdi. Zeus’un istediği şey tam olarak buydu ve evet, Poseidon’un ölü bedeni de buna dahildi.

Üvey kardeşleri Poseidon.

“Hayır! Buraya ölmeye gelmedik! Susun artık!” Poseidon başını ellerinin arasına aldı, öne geriye doğru sallanmaya başladı. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Eski haline geri dönmüştü. Endişe içini kemiriyordu ve hatta korkmaya başlamış da olabilirdi. Yüzleşmekten korkuyordu.

“Hey, hey, hey! Kapıdan biri çıktı az önce,” dedi Atlas, eğilerek kapıdan çıkan kişinin kim olduğunu görmeye çalışıyordu. O tarafa doğru döndüğümde geldiğimizden bu yana ilk defa Olimpos’u inceleme fırsatım olmuştu. Gördüğüm şey karşısında kaslarım gerildi. Korumaların arkasında kalan, en az onların üç katı olan Anka kuşu heykelleri vardı.

Tıpkı Vadi’de gördüğüm heykele benziyordu. Bu nasıl olabilirdi? Burayı inşa ettiklerinde kapının giriş kısmına Anka kuşu heykellerini neden yaptırmak istemişlerdi? Anlayamıyordum.

“Kim?”

Atlas omzunun üstünden Rabia’ya dönüp alay edercesine güldü. “Kim olduğunu bilmiyorum Rabia. Ne Zeus’u ne de Hades’in görünüşünü bilmiyorum.”

“Poseidon! Kendini topla artık dostum. Atlas’ın yanına git ve kapıdan kimin çıktığını bize söyle. Ağabeylerinin görünüşünü bir tek sen biliyorsun.” Vulcan, Poseidon’u sarstıktan sonra Poseidon kendisine geldi. Ardından başıyla onaylayıp eğildi ve yavaşça Atlas’ın yanına gitti.

İkisi birden kapıdan çıkan kişiye bakarken ben hâlâ Anka kuşu heykellerini inceliyordum. Vadi’dekinin aynısıydı. Bunun bir anlamı olabilir miydi? Ya da hep olduğu gibi ben yine her şeyi abartarak her şeyin altında bir anlam arıyordum.

Benim açımdan yorucu olsa da ben buydum. Fazla düşünen, sorgulayan, anlam vermeye çalışan…

“Bu… bu,” dedi Poseidon, durduğu yerde kekeleyerek. Atlas dönüp ona baktı ardından başını çevirip bana döndü. Gözlerindeki ifadeden iyi bir şey görmediğini anladım. Ağabeylerinden birini görmüştü. Atlas’ın bakışları endişeliydi. Bizler için olduğu kadar kendisi içinde endişeliydi. Özellikle de Poseidon’a üzülmüştü.

“O kim Poseidon?” Artemis, Poseidon’un arkasına gelip eğildi. Saklanmaktan öte, daha net görebilmek için eğiliyorlardı. “Bu Hades,” dedi Poseidon, en sonunda. Ardından “En büyüğümüz,” diye ekledi. Sesi titriyor gibiydi ama bir yandan da kendisini zapt etmeye özen gösteriyordu. Kendisini kaybetmemek için yine kendisiyle savaş veriyordu.

“Ben en büyüğünüzü Zeus zannediyordum,” dedi Efdal, şaşkınlıkla. Herkesin kafası karışmıştı.

“Zeus sadece büyüklük taslamayı seviyor,” dedi Poseidon, iğrenir gibi.

“Neden dışarı çıktı dersin?” diye sordu Morpheus. Dağılan sarı saçlarını toparlamayı deniyordu. “Bizi arıyor,” dedi Hakan, sakince. Kendinden emin konuşuyordu, bir tahmin yürütmüyordu.

Poseidon sırtını dikleştirip geriye doğru birkaç adım attı ve Hakan’ı onaylayarak “Aynen öyle,” dedi. Demek, Zeus içeride kalarak Hades’i bizi araması için görevlendirmişti. Kendisi çıkmamıştı, ağabeyini yönlendirmişti. İkisi birden dışarı çıksalardı daha hoş olurdu, içeride saklanmanın bir manası yoktu nasıl olsa. Her türlü karşılaşacağımızı bildiğimizden ötürü şimdiden kendisini göstermesi iyi olabilirdi.

“Demek ki geldiğimizi anladı,” dedi Afrodit. Anladığı her halinden anlaşılıyordu zaten.

“Nasıl anlamış olabilir ki? Bizi görmediler bile,” dedi Athena, kuşkulu bir ses tonuyla. Poseidon ona döndüğünde “Görmeleri önemli değil Athena. Bizim kokumuzu bile almıştır o şerefsizler,” dedi, nefretle. Onlara karşı beslediği duygular arada sırada birbiriyle çelişiyordu. Sevgiden çok nefret besliyordu, bunu artık çözmüştük ama sanki bazen onlara sevgi beslemekte istiyor gibi bir hali oluyordu.

“Şerefsizler,” diye tekrarladı Efdal.

“Hades’in içeri girmesini mi bekleyeceğiz? Yoksa arkadan dolanmanın bir yolu var mı? Ya da belki bize büyü yaparım ve bir şekilde bizi fark etmezler,” diye bir öneride bulundu İsis. Son söylediğini sahiden yapabilir miydi bilmiyordum ama yapabilse cidden çok işimize yarardı. Büyüyle fark edilmemek. Şimdilik ihtiyacımız olan şey bu olabilirdi ancak yetmiyordu. Fazlasına sahip olmalıydık.

Azla yetinmeyen çoğu bulamaz, derdi babam. Başka seçeneğimiz olmadığı için azla yetinerek çoğu bulabilirdik. Lakin İsis’in yapacağı büyü kuvvetli miydi? Veya bizim içeri girmemizi sağlayacak kadar bize ihtiyacımız olan süreyi verebilir miydi? Bunun için hemen bir karara varmadan düşünmemiz gerekirdi.

“Büyünün etkisi ne kadar sürer ki?” diye sordum, kendi kendime düşüneceğime dışa vurmak istedim.

Sanki İsis’e büyüleri konusunda hakaret etmişim gibi bana dönüp “Büyümü mü sorguluyorsun?” diye sordu, alıngan bir tavırla. “Şu anda her şeyi sorguluyorum,” dedim, dürüst davranarak. Niyetimin kötü olmadığını anlamasını isterdim ama o beni yanlış anlamıştı. Büyü yeteneğini küçümsememiştim ama bilmemiz lazımdı. Büyünün etkisi kısa sürerse çok da bir işimize yaramazdı.

“Bizi buradan çıkartmaya yeteceğini düşünüyorum cici kız. Bu senin için yeterli olur mu?” İsis bana öyle bir bakıyordu ki az önce sorduğum soruyu ne şekilde sorduğumu düşündüm. Gayet normal bir şekilde, kibar bir dille sormuştum. Bu kadar abartı bir tepki verip benimle bu şekilde konuşmasına gerek yoktu.

“Onunla nasıl konuştuğuna dikkat et,” dedi Atlas, uyarıcı tonda.

İsis güldüğünde “Eğer büyüyü düzgün yapmayı beceremezsen bunun hesabını sorarım o halde,” dedim. Tek dayanağımız kendisine ve büyüsüne çok güvenen İsis idi. Ego kasmasına lüzum yoktu, bunu kendisinin de bilmesi lazımdı.

“Bana hesap soracak konumda değilsin,” dedi, öfkeyle.

“Belki de değilimdir ama sende kendine çok güvenerek konuşup karşındaki insanı azarlayamazsın,” dedim, karşılık olarak. Şu anda bu konuşmayı yapıyor olmamız bile saçmalıktan başka bir şey değildi. Acilen harekete geçmeliydik, yoksa daha fazla görünmeden burada ne kadar saklanabilirdik bilmiyordum.

“Anka sadece basit bir soru sordu İsis. Olayı bu kadar büyütmenin bir anlamı yok,” dedi Aurora, kaşlarını çatıp İsis’e bakarak. Fırat da aynı şekilde İsis’e bakıyordu ama o biraz daha şaşkın gözüküyordu. İsis’in neden bu mevzuyu bu kadar abartarak uzattığına o da anlam verememişti.

“Tamam, haklısınız,” dedi İsis, ellerini havaya kaldırıp. “Affedersin Anka. Sinirlerim bozuk ve üstümde büyük bir yük var,” dedi. Ona bakıp gülümsemeyi denedim. “Hepimiz gerginiz, bundan daha normal bir şey yok. Problem değil yani, anlayabiliyorum,” dedim. Ardından olayı tatlıya bağlayabildiğimiz için gülümsemem genişledi, İsis de bana aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

Bir problemi daha çözdüğümüze göre, asıl büyük problemi çözmemiz için icraata geçmeliydik.

“O zaman konuştur bakalım büyünü,” dedi Fırat.

“Durun, bekleyin,” dedi Artemis, hâlâ kapıya doğru bakarken elini kaldırıp durmamızı söyledi. “Ne oldu ikiz?” diye sordu Atlas. Ardından Poseidon, Artemis’in yanına çömeldi ve direkt olarak “Hassiktir,” diye bir küfür savurdu. Anlaşılan girişte beklenmedik bir şeyler dönüyordu. Aksi takdirde İsis’e büyüyü yapmaması için talimat verilmezdi.

“Bir dolaplar dönüyor,” dedi Poseidon, şüpheli bir şekilde. Artemis ile birbirlerine baktıktan sonra ikisi de ayağa kalkarak birkaç adım daha gerilediler. “Korumalar fazlasıyla rahatlar ve Hades dışarı çıktığından beri gülüyor. Hatta neredeyse kahkaha atacaktı, gördüm,” dedi Poseidon. Konuşurken o sırada göğsü hızla inip kalkıyordu.

“Olimpos’un arka tarafında başka korumalar olabilir mi?” diye sordu Hakan, bir yandan Poseidon’a bakarken diğer bir yandan da göz ucuyla Olimpos’a doğru bakıyordu. Ağaçlardan ötürü pek bir şey göremiyorduk çünkü kocaman bir yerdi ve en tepede neler olduğundan bihaberdik. İnceleme fırsatı elde edebilmek adına eğildim ve minik adımlarla ağacın kalın gövdesinin arkasına iyice sokuldum.

Tanrım. Buranın daha çok abartılması gerekiyordu. Tepeye, neredeyse bulutlara kadar uzanan kademe kademe inşa edilmiş odalar vardı. Bir kısmı dengeyi korumak için sağlanmış olsa da diğer bir kısmında camlar olduğundan içeride odaların olduğunu varsaydım.

İşkence odaları olabilir miydi? Veya başka bir şey… Bilemiyordum ama çok karışık gözüküyordu.

Bütün oluşturulan bu yer, komple taştan yapılmaydı. Taşlar üzerine kurdukları taştan odalar… Taşları sağlamlaştırmak için ellerinden geleni yaptıklarını biliyordum, diğer türlü bu kadar kendilerinden emin davranamazlardı. Fazlasıyla zekilerdi ama bir o kadar da aptal olduklarını biliyordum. Tek dertleri herkese hükmetmek, yanlarına çekmek istedikleri insanları da kendilerine birer itaatkâr, birer köle haline getirmekti.

Hırstan doğan hiçbir şeyden hayır gelmezdi. Güzellik istiyorlardı, başarı, zafer istiyorlardı ve sadece buydu. İlerisi yoktu, başka hiçbir şeye sahip olmak, ait olmak istemiyorlardı. Bu onların aptallığıydı.

“İçimde çok kötü bir his var,” dedi Aurora, bir elini kalbine doğru götürdü. Kalbinin hızlandığına emindim çünkü bakışları da bunu doğrular nitelikteydi. “Bu kadar sakin olmaları normal değil,” dedi ardından. Sesi git gide kısılıyordu, çarpıntısı hızlanırken sesini de etkiliyordu.

“Ne demek istiyorsun Aurora?” Fırat onun yanına gidip Aurora’nın kalbine yerleştirdiği elini tutup çekti ve kendi ellerinin arasına aldı. Şu sıralar herkes de bir çarpıntı, hızlanma ve endişe görüyordum. Beyinlerimizle oynadıkları yetmiyormuş gibi bir de hedefleri bedenlerimiz mi olmuştu?

“Biz onlardan uzaktayız ve saklanıyoruz. Bizi görmediler ve bizi fark etmedikleri için de yakalayamazlar,” dedi Rabia, kendinden gurur duyuyormuşçasına. Bizi görmemiş olsalar bile burada olduğumuzu biliyorlardı. Daha önce de söylemiştim: zekilerdi. Hatta çakal ve kurnaz desem daha uygun olurdu.

“Kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar bizimle Rabia ve sen bunun güzel bir şey olduğunu mu düşünüyorsun?” Hakan, Rabia’ya sesini yükselttiğinde Rabia irkildi ve birkaç defa gözlerini kırpıştırdı. Sessiz kaldığında gözlerinin parladığını gördüm, hemen gözleri sulanmıştı.

“Kızın üstüne gitme,” dedi Afrodit, Hakan’ı uyararak.

“Ne hissediyorsun Aurora?” dedi Athena, ana konuya yeniden geçiş yaparak. Aurora ile aralarında kısa bir bakışma geçtikten sonra Athena gözlerini kapattı ve derin nefes aldı. Başını omzuna doğru düşürdüğünde kaşları çatıldı. Aurora’nın zihnine girmeye çalıştığını biliyordum.

Aniden gözleri açtı ve kahverengi gözlerindeki ifade hiç hoşuma gitmedi. İri iri açılan gözleri arka tarafımıza bakıyordu. “Buradalar. Siktir! Buradalar, yakınımızdalar. Bizi en başından beri bulmuşlardı. En başından beri, buraya ayak bastığımızdan beri bu aptal ağaçların ardında olduğumuzu biliyorlardı,” dedi, hızlı hızlı.

“Ne demek buradalar?”

“Athena sen ne diyorsun?”

Herkes fazlasıyla tedirgindi. Ben olabildiğince sakin kalmaya çalışıyordum ama kalp atışımın hızlanmasına karşı çıkamıyordum. Gerginlik.

Gergin ortamlarda hissettiğim şey geri geliyordu ama ben onu inatla itmeye, kovmaya, görmezden gelmeye çalışıyordum. Midemin kasılmaya başlaması an meselesiydi ama hayır, sakin olmakta fayda vardı.

Athena’nın söylediklerinin üstüne arka tarafımıza doğru bakmaya başladım. Görünürde kimse yoktu ama bu, burada olmadıkları anlamına da gelmiyordu. Bizim yaptığımız gibi saklanarak doğru anı kolluyor olabilirlerdi.

Ne çok uzak ne de çok yakın diyebileceğim ortada bir yerlerden sesler geliyordu. Bir kuş olmasını istiyordum ama olmadığının farkındaydım. “Ne yapacağız?” dediğini duydum Fırat’ın. “Etrafımızı sarmaya çalışıyorlar,” dedi Poseidon ve bunu söylerken hem şaşkın hem de nefret doluydu.

“İsis büyüyü yapmaya geçebilirsin,” dedi Vulcan.

“O kadar çabuk değil.”

Daha önce hiç duymadığım bir sesti. Nereden ve kimden geldiğini anlamak için çevremize daha hızlı göz gezdirdim. Arkamı döndüğüm sırada uzun boylu, gri saçları ve gri gözleri olan iri yapılı birini gördüm. Ağzım açık kalmıştı.

Ağaçların arkasından bize bakıp sırıtıyordu. Yanında birden fazla koruma vardı ve korumalar mızraklarını bize doğrultmuşlardı. Biz Athena’nın dediği yöne bakmakla meşgulken bize arkadan saldırmışlardı. Ne ara gelmişlerdi, ruhumuz bile duymamıştı.

“Hades,” dedi Poseidon, şaşkınlıkla.

Hades demek. En büyük ağabeyi. Yer altına hükmeden tanrı Hades’in ismi bahşedilen ağabey.

Bizleri büyük bir neşeyle karşılamıştı. Kazandığı zaferin mutlulukla sonuçlanmasının belirtisiydi. Avucuna bu kadar kolay düştüğümüz için bizimle alay edercesine bakıyordu. Lanet. Olsun. Bu kadar basit olmamalıydı.

“Demek Hades sensin,” dedi Artemis, nefret dolu bir tınıyla. Kaşlarını öyle bir çatmıştı ki alnı kırış kırış olmuştu. Gözlerinde beliren ifadeden ne kadar nefret dolu olduğunu bir kez daha gördüm. Muhtemelen her şeyden önce Poseidon’a yaptıklarından dolayı ona çok ama çok kızgındı. Haklıydı, hem de fazlasıyla.

“Sende değerli kardeşimin çok değerli yeni sevgilisi olmalısın. Tanıştığımıza memnun oldum. Şey, adın neydi?”

Vulcan öne doğru atılmak isterken korumalardan biri mızrağın sivri ucunu Vulcan’a doğrulttu. Aurora, Vulcan’ı ensesinden tutup geriye doğru çekerken “Bilerek böyle yapıyor. Oyununa kanma Vulcan,” diye uyardı onu. Doğru söylüyordu. Bile isteye bizi kışkırtıyordu ve onca oyunlarına rağmen hâlâ oyunlarına kanıp duruyorduk. Artık bu işte ustalaşmışlardı.

“Oyunun sırası değil Hades,” dedi Poseidon, bir elini Artemis’in beline yerleştirip yakınına doğru çekti. Artemis dönüp ona baktı ardından tekrardan Hades’e ve yanında duran korumalara döndü.

“Merak etme kardeşim, onu senden almayacağız. Ya da bilemiyorum. Ne de olsa Zeus’a hiç güven olmuyor, değil mi? Hah. Tabii sen daha iyi bilirsin bu işleri.” Göz kırptı.

Poseidon’un kasları gerildiğinde elini Artemis’in belinden çekti. “Eğer Artemis’e dokunursanız sizi doğduğunuza bin pişman ederim,” dedi, daha önce şahit olmadığım büyük bir öfkeyle. O kadar çok sinirlenmişti ki Hades neredeyse bundan zevk alacaktı. Hayır, hayır. Zevk alıyordu zaten.

“Ben zaten doğduğum için çok pişmanım kardeşim. Daha doğrusu güzeller güzeli anneme beni doğurmaya karar verdiği için çok kızgınım.”

“Bu kadar saçmalık yeter. Ne istiyorsunuz? Sizin derdiniz ne?”

“Kızıl,” dedi Hades, gülerek. Ardından “Hermes senden çok söz etti. Bahsettiğinden daha da güzelmişsin doğrusu,” diye ekledi. Athena ona iğrenerek bakıyordu ancak Hermes’in adını duyunca yüzü düştü. Başını iki yana salladıktan sonra kaşlarını çatmaya başladı.

“Beni öldürmesi için görevlendirdiğiniz Hermes. Doğru ya. Sahi, Hermescik nerede? En son güzel bir darbe yemişti de piç kurusu.” Tatlı tatlı gülümsemeye başladı. Oyuna karşılık kendi oyunuyla cevap veriyordu. Hades de bunu anlamış olacak ki gülmesi genişledi. Kısa, minik bir kahkaha attı.

Gri saçlarını düzelttikten sonra yanında getirdiği korumalara baş hareketi verdi. Korumaların yüzünde maskeler vardı, kim olduklarını bilmiyorduk. Tanıdığımız insanlardan birkaçı da olabilirdi, asla bilemezdik. Korumalar da Hades’i baş hareketiyle onayladıktan sonra mızrakları bize doğrultmaya devam ederken yanımıza doğru yaklaşmaya başladılar.

Hades’in damarına basmıştık. Planını harekete geçiriyordu ama bize ne yapacağını hâlâ kestiremiyordum. İyi bir şey olmadığı kesindi ancak kötü bir şey olmaması içinde dualar ediyordum.

“Zeus nerede? Bana yaptıklarından sonra karşıma çıkmaya cesareti mi yok?”

Hades güldü. “Sevgilini elinden almasından mı bahsediyorsun kardeşim?”

“Ne?” Hepimiz aynı ağızdan konuşmuştuk. Şaşkınlığın verdiği etkiden ötürü put gibi dikilmiş iki kardeşin arasında geçen diyalogu izliyor, dinliyor ve anlamaya çalışıyorduk. Bir taraftan da korumalar her birimizin arkasına geçerek mızrakları sırtımızı doğrultmuşlardı.

Kaçış var mıydı? Peki ya savaş? Evet, savaş kesindi ama kaçış… Ondan pek emin olamıyordum.

Tamamıyla etrafımız sarılmıştı, denizde yaptığımız gibi yeniden bir çember halindeydik ama bu defa göründüğü üzere yalnız değildik.

“Ne akla hizmet buraya geldiğinizi merak ediyorum doğrusu. Tam olarak neyinize güveniyorsunuz bilmiyorum ama hazırlıksız geldiğinizi söyleyebilirim. Zira, hazırlıklı gelmiş olsaydınız da pek bir şey fark etmezdi, güzel kardeşim,” dedi Hades, sol elini kaldırıp saçını düzeltti.

Dikkatimi çeken şey yalnızca sözleri değildi, sol elindeki yüzük parmağı yoktu. Normalde parmağının olması gereken yerde protez bir parmak vardı, gümüşle kaplıydı. Hareket ettiremediğini biliyordum. Sanırım boş gözükmesin diye yapılmış, parlak bir parmaktı.

“Diğer parmaklarını da kaybetmek istemiyorsan bizimle iyi geçinmek zorundasın,” dedi Atlas, Hades’in eksik parmağını o da fark etmişti. Hades bunun üzerine yalnızca gülmekle yetindi. Sinir bozucu gülmeleri bulaşıcı olsaydı güzel olurdu çünkü sadece onun gülüyor olması bizi daha çok öfkelendiriyordu.

“Hangi mantıkla buraya gelmeye karar verdiğinizi sorabilir miyim? Şikâyet ettiğimden değil asla ama gülünç bir durum. Sence de öyle değil mi Poseidon? Ah, pardon. Sanırım kardeşim demeliydim. Hoş geldin kardeşim.”

Başka bir sesti bu. Hades’e ait değildi ve daha önce duymadığım bir sesti. Poseidon’un arkasında kalan çalılıkların arasında yürüyen iki kişiyi o zaman fark ettim. Poseidon, konuşanın kim olduğunu hemen anlamış olacaktı ki yüzünü ekşitti. Midesi bulanmış gibi bir ifade takındı.

“Zeus,” diye fısıldadı, kendi kendine.

Demek meşhur kardeşlerin bir diğeri olan Zeus. Herkesin hayatını cehenneme çevirmeye çalışan Zeus’un ta kendisi.

Pardon. Herkesin hayatı mı demiştim? Kendisi ve yandaşları dışında herkesin hayatını cehenneme çevirmeye çalışıyordu, unutmuştum.

Poseidon’un tam arkasında durarak kulağına doğru eğildi. Kısık sesle ona bir şeyler fısıldadıktan sonra Poseidon’un yüzü donuklaştı. Artık Zeus ona her ne söylediyse iki elini birden yumruk yaptı. Ona vurmayacağını o da Zeus da biliyordu. Poseidon’un derdi kendi sinirini dizginleyebilmekti. Ağabeyinin tongasına düşmeyecek kadar zeki olduğunu düşünüyordum.

Zeus’a gelecek olursam, upuzun, dümdüz siyah saçlara sahipti ve önlerdeki saçları siyah gözlerinin bir kısmını kapatıyordu. Bu iyiydi, en azından onunla direkt olarak göz göze gelmekten kaçınabilirdik. Saçları ve gözlerinin benzerliklerinden ötürü Venüs ile kardeşlermiş gibi görünüyordu. Sanki Zeus, Venüs’ün kayıp ağabeyiydi.

Korkunç ifadesine bakılacak olursa ne kadar kararlı biri olduğu belliydi. İstediklerini alma konusunda kararlıydı. Venüs de onun gibiydi. Gerçekten ya ironik bir şekilde kardeşlerdi ya da Zeus, Venüs’ün erkek versiyonu olarak dünyaya gelmişti.

Poseidon biraz da olsa onun fikrini değiştirebileceğini umuyorsa da ağabeyiyle göz göze geldiği an bunun olmayacağını anlardı.

Yanında duran ikinci kişiye gelirsem de kim olduğunu bilmediğim bir kızdı. Açık kumral renginde dalgalı saçlarını at kuyruğu şeklinde toplamış ürkek kehribar rengi gözleriyle Poseidon’un sırtını izliyordu. Zeus’tan ürktüğünü düşündüm ama bu ihtimali çöpe attım.

Korktuğu kişi sırtına bakmakla meşgul olduğu Poseidon’du. Korkmakta değil, çekinmekti. Poseidon’dan kaçar, ondan çekinen bir hali vardı. Sebebi neydi? Gözlemlerime güvenirdim. Bu defa da güveniyordum ama anlam veremiyordum.

En sonunda Zeus ve yanında duran kız yavaş adımlarla, keyif ala ala yürüyüp Hades’in yanında durdular. Poseidon kızı gördüğü gibi bozguna uğradı. Bir yandan da beklediği bir şeydi. Zeus’un kulağına fısıldadığı şeyden ötürü beklediğimden daha sakin görünüyordu şimdi.

“Öykü,” dedi Poseidon.

“Poseidon,” diye karşılık verdi, adının Öykü olduğunu öğrendiğimiz kız.

“Eski aşıklar buluştu,” dedi Zeus, keyifle. Sırıtmıyordu ya da dudaklarında beliren herhangi bir mimik yoktu. Keyif aldığını ses tonundan anlamıştım.

Eski aşıklar demek.

Poseidon ve Öykü.

Artemis’in bundan haberi yoktu belli ki çünkü gözlerindeki şaşkınlığa bakılınca bariz bir şekilde haberinin olmadığını görülüyordu. Dönüp Poseidon’a baktı ama Poseidon hâlâ Öykü denen kıza bakıyordu.

“Neler oluyor?” Rabia, Zeus’a baktığında Zeus ona döndü ve Rabia’yı baştan aşağı süzdü.

“Senlik bir şey yok canım,” dedi ardından yeniden Poseidon’a odaklandı.

“Poseidon?” dedi Artemis, sevgilisinin onunla ilgilenmesini bekliyordu ama Poseidon’da tık yoktu. Gözleri Öykü’nünkilere kitlenmişti. Ses çıkarmadan birbirleriyle konuşuyor, anlaşmaya çalışıyorlar gibi duruyorlardı. Sadece gözleriyle, gözlerindeki o anlamla birbirlerine aslında birçok şey söylüyorlardı. Muhtemelen Artemis’i delirten nokta da burasıydı.

Sevgilisinin eski sevgilisiyle sadece gözlerini kullanarak konuşuyor olması.

“Poseidon!” diye bağırdı İsis. Parmağını şıklatarak onun dikkatini çekmeye çalıştı. Poseidon bir anda sanki yeni yeni nefes alabiliyormuşçasına kendine geldi, hızlı hızlı nefesler almaya başladı.

“İhanetini tekrardan yaşıyor, güzelim. Ona biraz zaman tanı.” Zeus’un cümlesinin üzerine Hades kıkırdadı. Evet, o tipine hiç olmayacak şekilde kıkırdadı.

Öykü dönüp Zeus’a baktı. Kaşları çatıktı ama tek bir söz bile söylemedi, sessiz kalmayı seçti. Beklediğimden bambaşka bir şeyle karşılaşmıştım. Buraya geldiğimiz zaman şu anda yaşananlardan ziyade bir mücadelenin içinde oluruz diye sanmıştım ama öyle olmamıştı.

Korumalar hâlâ arkamızdalardı. Poseidon ve Artemis’in arkasında kimse durmuyordu çünkü korumalar Zeus’un onu ziyaret edeceğini biliyordu. Söz ettiği ihaneti belki de tekrar yaşatmak için Öykü’yü yanında getirerek arkasında durmuşlardı.

Sırtından bıçaklandın hesabı. Tekrardan bunu yaşatmak istemişti.

Poseidon’un sırtından bıçaklandığını, zamanında sevdiği kadın tarafından uğradığı ihaneti yeniden yaşatarak ona hatırlatmak istemişti.

En iyi ağabey ödülünün sahibi Zeus! Ne kadar da komik.

“Buraya saçma sapan ihanet hikayelerini dinlemeye gelmedik. En azından ben bu yüzden burada değilim. Siz iki şeref yoksunu kardeşler olarak ne işler çevirdiğinizi bize açıklayacaksınız.”

Athena hep yaptığı gibi sözü devraldı ve asıl olaya bodoslama daldı. Büyük ihtimalle üçünün de zihnine giremiyor, düşüncelerini okuyamıyordu. Hermes’in önceden yaptığı gibi onlarda kendilerine koruma büyüsü yapmışlardır çünkü Athena’yı en başında sırf bu yeteneğinden dolayı öldürmek istemişlerdi.

“Hermes’in biricik gözdesi Athena. Ah Athena,” dedi Zeus, iç çekerek. Ona üzüldüğünü gösteriyordu. Bizde dahil olmak üzere herkesten üstün olduğunu devamlı olarak dikleştirdiği sırtından anlayabiliyordum. Tehditkâr bakışları da eklenince… Bingo! Zeus’un egosu bir anda patlak veriyordu.

“Ah, piç kurusu kardeşler. Ah, Zeus ve Hades,” dedi Athena, Zeus’u taklit ederek. Ardından tatlı tatlı güldü. İğneleyici bir tatlılıktı. Onları sinir etmeyi kendisine görev bellemişti.

“Muhafızlar!” diye bağırdı Zeus, Athena’nın alaylı tavırları üzerine.

Ha, bir de muhafız tutmuşlardı kendilerine. Şahane cidden.

Arkamızda tetikte beklemekte olan muhafızlar Zeus’un tek bir seslenişi sayesinde ellerindeki mızrakları yere attı ve bizi her iki kolumuzdan sıkıca tuttu. Rabia ve Efdal aynı anda çığlığı bastı. Hakan, arkasındaki muhafıza kafa atmayı denedi ama başarısız oldu.

Ben ise… Hiçbir şey yapmadan bekledim.

Poseidon, Afrodit, Athena ve Artemis’i muhafızlar tutmuyordu. Onlar serbestti.

Neden serbestlerdi?

“Planın bu mu yani Zeus? On iki Olimposluyu da bir araya getirerek kendini Tanrı ilan etmek mi?” Poseidon kahkaha atmaya başladı. Hatta öyle bir kahkahaydı ki karnını tutmaya başlamıştı. Gülmekten gözleri sulanmıştı. Bir müddet kahkahasını sürdürdükten sonra derin bir nefes verdi. İçindekileri kahkahaya dönüştürerek kusmuştu.

“Çek o pis ellerini üzerimden! Bak seni uyarıyorum, ellerini çekmezsen bir daha elin kalmayacak!” Aurora, onu tutan muhafıza tehditlerini savurdu.

Hakan’a dönüp baktığımda direnmeyi bırakmıştı. O da benim gibi gözlemlemeye geçmişti. Sakince Zeus ile Poseidon arasında oluşan gergin havayı gözlemliyordu.

“Direnmenin bir faydası olacağını sanmıyorum,” dedi Hades, Aurora’ya bakarak.

Athena, Morpheus’un yanına gidip ona yardım etmek isterken Poseidon onu kolundan tuttu. “Bunu yapmak istemezsin,” dedi, uyarıcı tonda.

“Ne demek bunu yapmak istemem? Tam olarak istediğim şey bu!”

“Poseidon neler oluyor? Bizi buraya bilerek mi getirdin?” Artemis, Poseidon’a büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Poseidon, Athena’nın kolunu bıraktıktan sonra İsis ile kısa bir sözsüz bakışma yaşadılar ama her ne olduysa ikisi de birbirini anlamıştı.

Poseidon, İsis’den almak istediği işareti aldığında birkaç adımla Zeus ve Hades ile arasındaki mesafeyi kapattı. Öykü’ye bakmaktan kaçınıyordu ki zaten Öykü de Artemis’e bakıyordu; onu baştan aşağı inceliyordu. Neredeyse Artemis’i kıskandığını düşünecektim. Belki de öyleydi, bilemezdim.

“Buraya gelirken hiçbir şey düşünmeden geleceğimi düşündünüz mü sahiden? Tamam, aptalsınız ama bu kadar da aptal olabileceğinizi zannetmiyorum, ağabeylerim.”

“Her ne oluyorsa biz bu işin dışındayız. Bize hiçbir şey söylemeden hareket etmiş Poseidon,” diye fısıldadı Hakan, bana doğru hafifçe eğilerek. O sırada arkasındaki muhafız onu olduğu yere geri sabitlemek için kollarını çekiştirdi. Gözlerim Hakan’ınkileri bulduğunda sakin görünüyordu.

“Kolların acıyor mu?” diye mırıldandı, kollarıma bakarken.

“Hayır,” dedim, kısmen doğruyu söyleyerek.

Vücudumda hissettiğim anlık bir karıncalanmayla sarsıldım. Öne doğru giderken arkamdaki beni daha sıkı tutarak kendine çekti ve sırtım göğsüne çarptı. “Yavaş ol hayvan! Ona nazik davran,” dedi Hakan, beni arkadan tutan adama.

“Harika! Gerçekten harika! Dahiyane planın bu muydu Poseidon? Hepimizi ölüme sürüklemek mi? Bende seni zeki zannetmiştim,” diye bağırdı Efdal, bir anda.

Poseidon sessiz kalarak yeniden İsis ile bakıştılar. Bir şeyler planlıyorlardı ama bizden gizliyorlardı. Hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Sahi, neler dönüyordu? Neyin peşindeydi ikisi?

Çalılıklardan sesleri gelince başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Ah, bir bu eksikti.

Trivia, Venüs, Hermes ve Ares çalılıkların arasından çıkarak Hades ve Zeus’un arka tarafına geçtiler. Ares direkt olarak bana bakıyordu. Onun suratına bakmaktan hoşlanmadığım için başımı çevirdim. Onun yerine Hermes’in yaralı koluna baktım: iyileşmişti.

Piç kurusu kolunu iyileştirmenin elbette ki yolunu bulacaktı. Kendinden başka kimseyi düşünmeyen birisiydi ne de olsa.

“Uzun zaman oldu demek isterdim ama pek de öyle olmadı,” dedi Venüs, korkunç gülümsemesini takınarak.

“O kadar savunmasız ve ezik görünüyorsunuz ki… buna bayıldım,” diye ekledi Trivia. Ardından ikisi de birbirine bakıp kahkaha attı. Bize karşı tutumları artık damarıma basmayı da geçmişti. Öfkeden delirecek kıvama gelmiştim.

Bakışlarımı fark eden Venüs, “Ne oldu minik fare? O bakışlarınla senden korkacağımızı mı sanıyorsun?” dedi, kibirli bir edayla. Sırtını dikleştirdikten sonra arkamda kalan korumaya bakıp göz kırptı ve uzun, siyah saçından bir tutamı alıp parmaklarının arasında döndürdü.

Korumayla flört edilecek zaman mıydı sahiden?

“Bize ne yapacaksınız?” diye sordu Rabia, sesindeki titreşimden korktuğu çok bariz bir şekilde görülüyordu. Bir insanın korkusuna şahit olmak, sesindeki o çaresizliği hissetmek o kadar kötüydü ki… Dönüp Rabia’ya baktığımda ürkek gözlerle Zeus’a odaklanmıştı.

Yalnızca Zeus’a bakıyordu. Başka hiç kimseye değil.

Bu pis işin içinde her ne kadar çok fazla insan olduğunu bilse de her şeyin sorumlusu olan kişinin Zeus olduğunu o da fark etmişti.

Ondan merhametini göstermesini diliyor gibi bakıyordu. Zeus’un merhameti yoktu. Kesinlikle, yüzde yüz, Zeus bir merhamete sahip olacak kadar şanslı biri değildi.

“O kadar zahmet edip benim mekanıma kadar gelmişsiniz,” derken kollarını kaldırıp ellerini açtı ve bulunduğumuz çevreyi gösterdi. Dudaklarında beliren mutluluk ifadesine karşı gözlerimi devirdim. “Sence size ne yaparım?” diye sordu, Rabia’ya dönüp.

Rabia sessizleştiğinde gülmesi genişledi. “Mekanıma izinsiz girdiğiniz için bunun hesabını sorarım.” Ardından bir anda tüm o neşesi kayboldu; bakışları sertleşti, dudaklarındaki gülümseme yok oldu gitti ve en önemlisi ise özüne dönmüş olmasıydı. Asıl sahip olduğu kişiliğini gösterdi.

Gaddar, acımasız ve merhametten yoksun olan halini.

Bunlar Poseidon’un söylediklerinden birkaçıydı ama sadece ona inanarak değil, kendi gözlerimle görüp bir nevi hissederek onun böyle bir insan olduğunu anlamıştım. İnsanlar oynardı ama o içindeki hissiyat sana her zaman hakikati farklı şekillerde de olsa mutlaka bir şekilde gösterirdi.

“Trivia, konuştuğumuz şeyi hatırlıyor musun güzelim?” Bu sefer konuşan kişi Hades idi. Trivia ona bakıp tatlı görünmeye çalışarak başını aşağı yukarı salladı. Anlaşıldığı üzere bu, evet demekti. Daha önceden kararlaştırılan bir şey olmalıydı.

“O zaman harekete geçmenin vakti geldi.”

Trivia kırmızı saçlarını savuşturduktan sonra ellerini yukarı kaldırdı. Tanrım. Büyü yapacaktı. Bu muydu yani dahiyane planları? İsis zaten çoktan hepimiz için bir koruma büyüsü yapmıştı. Bir işe yaramayacağını umarak rahat bir tavır takındım ve Trivia’nın avuçlarından çıkan ışıklara diktim gözlerimi.

Sanki havai fişek patlıyormuş da bize büyü yapmaya çalışmıyormuş gibi rahat ve kendinden emindi.

Dikkatim dağılarak Hermes’e yöneldim; onu incelemeye başladığımda sanki bir pişmanlık belirtisiyle Athena’yı seyrettiğini gördüm. Yanlış da anlamış olabilirdim. Sonuçta onca yaptığı pislikten sonra neden Athena’ya pişmanlık içeren soğuk gri gözleriyle baksın ki?

“Yapmaya çalıştığın şey bir sike yaramayacak ağabey,” dedi Poseidon, rahat bir tavırla.

Venüs kenarda kendi kendine kıkırdardı. Hermes ile kısa bir süreliğine bakıştıklarında Hermes’in kaşları çatıldı ve Venüs hemen surat ifadesini değiştirdi. Ondan biraz da olsa çekindiği aşikardı ama asıl hizmet ettikleri kişi Hermes değildi. Zeus’a bel bağlamışlardı ve o ne dese inanıyor, Zeus’un ağzından ne çıksa ikiletmeden yerine getiriyorlardı.

Zeus’un onlara hangi vaatlerde bulunduğunu merak etmeden edemedim.

İçim hem rahattı hem de değildi. Bir yandan beklediğimden kötü bir şey olmayacak gibi geliyordu ki beklediğim şey aslında ölümdü; bir yandan da onların sınırlarını zorlamaktan asla çekinmediğini söylüyordu. Yani bizi şuracıkta öldürebilirlerdi ama bu o kadar basit olmamalıydı.

Planları da bu kadar basit olmamalıydı.

Geniş çaplı düşünerek plan yapıp ona göre hareket ediyorlardı aslında.

Onlar ve onların boktan planları.

Athena gülmeye başladığında tepedeki kırmızı ışıklar yavaşça aşağı doğru çekiliyordu. Athena başını kaldırıp düşmekte olan kıvılcımlara baktığında “Ne bu şimdi? Şov gösterisi mi sergiliyorsunuz? Tamam, en havalı ve kötü çocuklar sizlersiniz. Tamam, hadi kabul,” dedi, kısa ama bir o kadar da iğneleyici gülüşlerinin arasından.

“Orası doğru, kızıl. Fakat bilmediğin diğer şey de bizim sizden kat be kat güçlü olduğumuz. Bizler birer tanrıyız. Ben ve Hades. Ve siz ne kadar inkâr etmeye çalışsanız da buna karşı gelemezsiniz.”

“Siktir oradan! Ne tanrısından söz ediyorsunuz? Siz iki dangalak fazla hayal dünyasında yaşıyorsunuz anlaşılan,” dedi Afrodit. Uzun süredir sessizdi ama şimdi sessizliğini çok güzel bir anda, çok doğru cümlelerle bozmuştu. Dudaklarımda ufak bir sırıtış belirdiğinde saklama ihtiyacı duymadım. Neden duyuyayım ki zaten? Resmen eğlence şölenini izlemeye gelmiş gibiydik.

Zeus güldü. “Herkese hükmedecek tek güce sahip olan bizleriz. Biliyor musun kardeşim? Annemle babam seni o kadar çok seviyorlardı ki bu beni deli ediyordu. Sonra baktım ki sen çok mutlusun. Üstelik kapkara olmana ve üvey evlat olmana rağmen. E tabii bir de seni o zamanlar çok seven sevgilin Öykü vardı.” Başını çevirerek Öykü’ye döndü. Öykü, Zeus’un sert bakışları altında eziliyordu.

Ardından yeniden Poseidon’a dönerek “Sonra ne oldu biliyor musun? Yapayalnız kaldın. Öykü de seni terk etti. Aileme gelecek olursak onlar geri zekâlı birer iki insandan başka bir şey değildi. Onlar için her şeyi yaptım Poseidon ama onlar son nefeslerinde yine senin adını sayıkladılar. Piç kurusundan başka bir vasfı olmayan, iğrenç ten rengiyle herkesten farklı olduğunu zanneden senin adını sayıkladılar ama ben onlara acımadım,” dedi. Konuşurken hem rahat davranıyordu hem de sesinden onu zorlayan bir konuşma yaptığı anlaşılıyordu.

Söyledikleri beni şok etti. Ailesini Zeus mu öldürmüştü? Bu acımasız olmaktan da fazlasıydı artık. Canilikti. Kalpsizlikti. Duygudan yoksunluktu.

Poseidon’un gözleri dolmuştu. Sesini çıkarabilmek için bir müddet bekledi ama onun bu bekleyişi bana bile batıyordu, fazlasıyla ağır geliyordu. Üvey bile olsa ölen insanlar Poseidon’un ailesiydi. Onu hem ailesinden hem eskiden sevdiği kadından hem de görünüşünden vurmuştu. Bir silah çıkartıp Poseidon’u kalbinden vursaydı eminim ki Poseidon’un canı daha az acırdı.

Onu öldürseydi eğer, Poseidon şu anda yaşadığı hayal kırıklığını yaşamazdı.

En başta Artemis olmak üzere hepimizin kaşları çatıldı. Poseidon yalnız değildi. Bizler vardık. Tanışalı çok olmamıştı ama insan bazen anlardı. Kimin doğru insan olup olmadığını anlardı, hissederdi, görürdü, deneyimlerdi. Her zaman olmasa da bir insanla ufacık zaman bile geçirdiğinizde o kişi sizin için çok şey ifade ederdi.

Kimisi kendi ailesi yerine koyardı, kimisi vazgeçilmez dostu yapardı, kimisi de hayatının aşkına sahip olabilirdi. İlla onunla uzun ömürler geçirmeniz gerekmezdi çünkü insan biliyor ki, uzun süredir tanıdığınız ve güvendiğiniz insanlar aslında size en yabancı olanlardır.

Poseidon da bana yabancı olmaktan çok arkadaş gibiydi. Bize olan davranışı her şeyi gösterdi. İlk bizi gördüğü anda bile o kadar güler yüzlü ve içtendi ki bu durum beni çok şaşırtmıştı. Sonrasında yaptıklarını da düşürsem, ilk defa tanıştığın bir insana bu denli sıcak yaklaşamazsın ama Poseidon bunu yaptı. Hem de hepimize.

Hayır, Poseidon yalnız değildi. Hiçbir zamanda yalnız olmayacaktı. O, bize zor zamanımızda yuvası olarak adlandırdığı yere kabul etmişti. Bizler için yuvasından vazgeçti, yuvasını kaybetti. Bizi de kaybetmeyecekti.

Zeus cehennemin dibini boylayabilirdi ve kaldığı yerde tek başına kalarak orada yanarak can verebilirdi.

Lakin o bunları yaşarken bizde Poseidon’a sahip çıkacaktık çünkü o sahipsiz değildi.

“Orospu çocuğu!” Vulcan onu tutan korumadan kurtulabilmek için elinden geleni yaptı ama sadece bomboş çırpınmalarıyla son buldu. Koruma onu olduğu yere sabitleyerek daha sıkı tuttu. “İlk fırsatta seni geberteceğim! Anladın mı beni? Poseidon benim kardeşim! O sahipsiz değil, o yalnız değil!” Avuçlarından gelen bir hareketlenme olur gibi oldu; bir ışık belirdi.

Avuçlarından ateş çıkartmayı istiyordu ama koruma onu sıktığı için kendi canını yakacağından ötürü doğru düzgün istediğini yapamıyordu.

“Trivia, işin bitti mi güzelim?” Hades, sanki az önce hiçbir şey olmamışçasına Trivia’ya döndü. Bu kadar mı gaddarlardı cidden? Poseidon az bile anlatmıştı. İkisine de çok bile katlanmıştı bunca yıl boyunca.

Trivia, Hades’i başıyla onayladığında Hades’in dudaklarında gülümseme belirdi. Trivia’nın yaptığı büyü işe yarayamazdı ki. İsis bize koruma büyüsünü yapalı çok olmuştu. Bu nedenle Trivia’nın büyüsünü fayda sağlamazdı. Değil mi?

Tüm bu süre boyunca Ares çok sakin, fazlasıyla durgundu. Geldiğinden beri ne bir söz söylemiş ne de ufak da olsa bir imada bulunmuştu. Hatta öyle ki Hermes bile onun yanında daha endişeli gözüküyordu. O kadar absürt bir şeydi ki bu… Gerçekten tarifi yoktu.

“Ne yaptıysanız olmadı, olmayacak, olduramayacaksınız. Sizin o leş suratınızı görmekten, o iğneleyici sesinizi duymaktan ziyade ölmeyi tercih ederim. Bu şekilde benim canımı yakamazsın Zeus. Her boku bildiğini zannediyorsun ama aslında birçok şeyden bihabersin. Örneğin, sen ve Hades birer tanrı değilsiniz, hiçbir zaman da olmadınız. Eskiden olduğum o küçük, savunmasız, terk edilmiş çocuk değilim, daha güçlüyüm ve en çok yanıldığın şey ise ben asla ama asla yapayalnız değilim.”

Poseidon o kadar sakin konuşmuştu ki hayret etmiştim. Başını çevirip hepimize birden minik bir bakış attıktan sonra yeniden Zeus’a döndü ve gözlerini onun üzerine dikti. “Buradaki insanların hepsi benimle beraber ve sen bundan korktuğun için onları korumalarına tutturuyorsun. Sende biliyorsun ki, korumalar onları serbest bıraktığı anda hepsi birden sana saldıracak. Asıl korkak ve aciz olan kişi sensin. Baksana, o kadar rezil bir haldesin ki kendine koruma alma ihtiyacı duymuşsun.” Güldü.

Zeus elini kaldırıp Poseidon’a o kadar sert bir tokat indirdi ki Poseidon’un sol yanağının kıpkırmızı olduğuna yemin edebilirdim. Çıkan ses yankılandı. Ağaçların dalları titreşti, kuşlar cıvıldayarak uzaklara doğru uçtu.

Bileklerim acıyordu. Sanki benim yanağıma tokat indirilmiş gibi yanaklarım yanmaya ve sızlamaya başlamıştı ancak bunun nedeni yanağımın içini ısırıp durmamdan kaynaklı da olabilirdi. Gerginliğim geri geliyordu ama korku yoktu. Sadece gergindim ve başım hafiften ağrımaya başlamıştı.

“Seni ölmekten de beter edeceğim, kardeşim. Sana ettiğim ilk ve son yeminim olsun.”

Zeus, Trivia’ya doğru başıyla işaret verdiğinde Trivia parmaklarını şıklattı. Neydi bu şimdi? Büyük oyun, büyük ceza bu muydu?

Anında bir sessizlik çöktü.

Sessizlik iyiye delalet olamazdı.

“On iki olimposlu yavaş yavaş yeniden bir araya geliyor,” diye mırıldandı Hades. Venüs ve Trivia aynı anda kıkırdadığında Zeus yalnızca ufak bir gülümsemeyle karşılık verdi; gülümsemesi ufak da olsa yakıcıydı. Ares ve Hermes’ten çıt çıkmıyordu ve burada olduğunu her an unutabileceğim kadar pasif duran Öykü de sessizliğe gömülmüştü.

On iki olimposlu. Ne demek yeniden bir araya geliyor?

Hakan’a baktığımda o da kafası karışmış bir şekilde bana bakıyordu. “Ne olduğunu bilmiyorum ama hiç güzel bir şey olmadığına kalıbımı basarım,” diye fısıldadım. Hakan “Ne zaman güzel bir şey oldu ki şimdi olsun?” diye mırıldandı, benden çok kendisiyle konuşuyordu.

Beklediğimizden farklı bir şeydi. On iki tanrıyı bir araya getirmelerinden çok bize işkence çektireceklerini düşünmüştüm. Hangisi daha kötüydü, bilemiyordum. Muhtemelen her ikisi de olabilir.

Zeus ve Hades en başta olmak üzere Hermes, Ares ve Öykü de istemeye istemeye hareketlenmeye başladığında Poseidon, Artemis, Afrodit ve Athena’nın arkasındaki korumalar kendilerini geri çektiler. Poseidon’u tutan yoktu ama yanında dikilen koruma geriye doğru birkaç adım atmıştı.

İsis bozguna uğradığı sırada Trivia kahkaha attı. Bıkmıştım bu kaltağın kahkahasını duymaktan.

“Yaptığın o dandik büyünün işe yarayacağını düşünmüş müydün? Ah, ne kadar da dokunaklı bir hikâye. Zavallı seni,” dedi.

Ne? İsis’in yaptığı büyünün bir hükmü yok muydu? Trivia onu etkisiz hale getirmeyi nasıl başarmıştı?

“İsis, bu ne demek oluyor?” Vulcan, İsis’e bakınca İsis ne söyleyeceğini bilemedi. Ağzı açık kalmıştı; şoktan ötürü kelimeler dudaklarından dökülemiyordu. “Be- ben…” Kekeleyerek konuşmaya çalıştığında bile cümlesinin devamını getiremedi.

“Beni takip edin,” dedi Zeus, kibirli ses tonuyla.

Poseidon önde olmak üzere, sırasıyla Artemis, Athena ve Afrodit onun arkasına geçerek tek sıra haline geldiler. Hiçbiri kendinde değildi. İlk bakışta normal gözükseler de asla normal değillerdi. Midem kasıldı, kalbim sızladı ve başıma giren ağrı gücünü arttırdı.

Onları götürüyorlardı ve bunu yaparken zorlanmıyorlardı çünkü dördü de kendi isteğiyle gidiyordu. Yani teknik olarak büyünün etkisi altında benlikleri kaybolmuştu ama sonuç olarak Zeus’a itaat ediyorlardı. Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki… Görünürde kendi istekleriyle onu takip ettikleri için istemeden de olsa onlara kızıyordum.

“Ne yapıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Saçmalamayın! Artemis! Poseidon!” Atlas’ın bağrışlarını duymadılar. Arkalarına dönüp bakmadılar.

“Athena! Athena, beni duyuyor musun?” Bağırma sırası Morpheus’daydı. Ne yazık ki Athena da onu duymadı. Hayır, hiçbiri bizi ne görüyor ne de duyuyordu. Trans hali. Aynen öyle. Yine trans haline geçmişlerdi. Bir tek Zeus’un onlara verdiği komutlara uyuyorlardı. Bu nasıl olabilirdi ki? İsis’in yaptığı büyü nasıl işe yaramazdı? Tanrım, onları kaybediyorduk.

“Afrodit,” diye fısıldadı Hakan. Sesi o kadar çaresiz ve güçsüz çıkmıştı ki diğerleri gibi haykıramamıştı. Bileklerinin hareketlendiğini gördüm ama koruma onu bırakmamaya ant içmişti; tutuşu o kadar sıkıydı ki Hakan’ın her bir hareketini kolaylıkla kısıtlayabiliyordu.

“Afrodit,” dedi yeniden, önceye nazaran biraz daha gür çıktı sesi. Afrodit ve diğerleri bulunduğumuz alandan çıkarak devasa ağaçların ardında gizlendiler. Onları görmeye, nereye gittiklerini anlamaya çalışsam da hem durduğum nokta yüzünden hem de ağacın geniş gövdesinden dolayı başarılı olamıyordum.

“Abla!”

“Athena!”

“Artemis! Poseidon!”

“Bırakın bizi, sizi şerefsizler!”

“Çekin ellerinizi üstümüzden! Serbest bırakın bizi!”

Benim dışımda herkes bağırıyordu. Ben neden mi bağırmıyordum? Çünkü şu anda ne kadar bağırırsak bağıralım bir işe yaramayacağını biliyordum. Denerdim elbet ancak onlar çoktan gitmişlerdi ve biz hâlâ özgürlüğümüze kavuşamamıştık. Özgürlük. Kolay elde edilen bir şey değildi. Lakin bir kereye bile mahsus olsa kazanılan özgürlük bir daha kolayca terk edilmezdi, bunu biliyordum.

Özgürlüğe adım adım.

“Minik fareler için sona mı geldik? Birazdan uçurumdan aşağıya doğru çok ama çok güzel bir yolculuğa çıkacaksınız. Uçmayı bilmediğinizi varsayarsak bu sizin için şahane bir deneyim olacak. Kendinizi hazırlayın,” dedi Venüs, siyah saçlarını savuşturup bize öpücük atmadan hemen önce.

Özgürlükten kastım bu değildi. Uçurumdan aşağı atılmak değildi. Yere çakılıp kemiklerimizi kırmak ve ölümün bizi kollarına almak için gelmesi değildi.

Hayır, özgürlük bu değildi.

Venüs ve Trivia hızlanarak az önce diğerlerinin geçip gittiği yolu izleyerek ilerlediler. Gitmeden önce Venüs arkasını dönüp korumalara bakarak “Onlara ne yapacağınızı çok iyi biliyorsunuz,” dedi ardından sinsice gülerek görüş alanımdan çıktı.

“Bir dakika,” dedi Rabia, korkak sesiyle. “Bizi uçurumdan atmayacaklar değil mi? Bunu yapamazlar.”

“Görmüyor musun Rabia? Onlar bu saatten sonra her şeyi yaparlar,” dedi Efdal, kızgın bir sesle. Kızgın olmakta hakkı vardı ama Rabia’ya karşı değil. Ondan hoşlanmadığını biliyordum ki zaten kendisi bunu her fırsatta belli ediyordu fakat kızması gereken kişi Rabia değildi.

“Ona kızma,” dedim, dayanamayarak. “Kızman gereken insan Rabia değil Efdal. Anladın mı beni?” Kendimi korumanın ellerinden kurtarabilmek için bir kez daha çekiştirdim ama yok, bir işe yaramıyordu. Bari onlar bu kadar kötü kalpli olmasalardı.

“Ablam,” dedi Hakan, kendi kendisine konuşuyordu. Kimseye bakmıyor, yere bakıyordu ve artık hiçbir şey hissetmiyormuş gibi duruyordu. Gözleri dolmuştu ve yaşlar yavaşça yanaklarından süzülmeye başladı. Ağlıyor olması kadar normal bir şey yoktu. Ablasını daha önce çok acı bir şekilde kaybetmişti ve Afrodit yeniden ondan koparılmıştı. Yaşıyordu ancak kardeşinin değil, düşmanlarımızın yanındaydı.

“İsis sen büyü yapmamış mıydın?” Vulcan soruyu sorarken arkasındaki maskeli koruma onu tutmaya devam ederken öne doğru itekledi. Vulcan istemsizce öne doğru hareketlenmeye başladığında karşı gelmiyordu. Koyu yeşil gözleri sadece İsis’in üzerine odaklanmıştı ve ondan düzgün bir yanıt bekliyordu. Koruma onu tekrar öne doğru ittiğinde Vulcan’ın Afrika örgüsü saçları sallandı.

Bunu fark eden Vulcan, başını sağa sola sallamaya başladı. Şiddetini arttırırken arkasında duran koruma kendisini çok az da olsa geriye doğru çekmeye çalıştı ki örgüler maskesine çarpıp durmasın diye. Uzaklaştığı mesafe yeterli değildi çünkü örgüler daha fazla sallanarak maskenin üzerine çarpıp duruyordu. Zekice bir hamleydi ama o kadar basit olmayacağını biliyordum çünkü burada sadece tek bir koruma yer almıyordu.

Gerçi Vulcan da burada tek başına değildi. Bizler vardık.

Korumanın pes etmediğini anlayan Vulcan durdu. Gözleri gidip geldi. “Dua et ki başım döndüğü için durdum. Yoksa senden kurtulmanın bir yolunu bulurdum amcık,” dedi, dişlerinin arasından.

“Büyüyü yapacakken Hades gelmemiş miydi?” diye sordu Aurora, soruyu tek bir kişiye yönlendirmeden hepimize birden sordu. “Ah, evet. Kahretsin!” diye hayıflandı Fırat. İsis büyüyü hiç mi yapmamıştı? O zaman neden Poseidon ile bakışıp durmuşlardı? İşleri yoluna koyacaklarını düşünmüştüm.

“Az laf, çok iş. İlerleyin.” Korumalardan birinin tok ve sert sesi duyulunca Aurora’nın sorucu cevapsız kaldı. Bizi öne doğru itekleyerek yürütmeyi denediler ama son ana kadar direnmekten vazgeçmedik. Hakan en önde gidiyordu çünkü direnmiyordu. Kaderine boyun eğmiş gibiydi. Ablası gittikten sonra bambaşka birine döndü.

“Hakan,” diye seslendim ona doğru. Arkamdaki koruma hâlâ inatla beni itekliyordu, bu yüzden yürümek zorunda kaldım ama olabildiğince yavaş hareket ediyordum. Az önce konuşan koruma yeniden “Kes sesini,” diyerek beni uyardı. Bir tek o konuşuyordu, diğerlerinden ses çıkmıyordu.

Bir yanda bizi tutarken diğer yanda da mızraklarını taşıyorlardı. Eğer söylediklerini yapmazsak mızrakların keskin ucunu hiç çekinmeden bize batıracaklarından emindim. O kadar kaslı ve heybetlilerdi ki bu kadar güçlü olmalarına şaşırmamak gerekirdi.

Bir plan yapmalıydık. Ya da en azından ben, sessizce bir plan düşünmeliydim. Nasıl bir plan, bir kaçış yolu bulmam gerektiğini çözemiyordum çünkü çok ücra bir yerdeydik. Özenle inşa edilmiş Olimpos tapınağına bile isteye, kendi ayaklarımızla gelmiştik.

Sonumuzun böyle olacağını bilmeden.

Bu denli kolay olacağını kestiremeden.

İnanılır gibi değildi. Gerçekten. İnanılır. Gibi. Değildi.

İçimden Poseidon’a kızmak geliyordu ancak o da doğru bildiğini sandığı şeyi yapmıştı. Yaptığı şeyin doğru olduğuna inanan bir insana çok fazla kızamıyordum. Lakin Hakan’a kızmıştım. Hem de fazlasıyla öfkeliydim. Saniyelik bir suçluluk duygusu kalbimde yer edinip hızla kanatlanıp uçtu.

“Ellerini çek! Athena nerede? Kız kardeşimi benden alıp götüremezsiniz!” Morpheus’un haykırmaları arkamdan geliyordu.

“Sikikler sizi,” dedi Atlas ardından alaylı kahkahası duyuldu. O da arkamda kalıyordu, o yüzden onları göremiyordum. “Size ne vaat etti bilmiyorum ama inanın bana, asla yerine getirmeyecek,” dedi Atlas, korumalarla konuşarak.

“İlk önce seni aşağı atmamı istemiyorsan o lanet çeneni kapatacaksın,” dedi, tüm korumalar adına konuştuğunu düşündüğüm aynı kişi. Biz onların suratını göremiyorduk ama onlar bizi görüyordu. Hiç mi yüzümüzdeki ifadelerden ne kadar çaresiz bir halde kaldığımızı göremiyorlardı? Zeus onların kalbini de taşlaştırmıştı.

Tapınağın yanından geçip giderken herkes suspus olmuştu. Bir şey yapmadan duramazdık. Uçurumdan aşağı atılmaktan söz ediyorlardı. Kabulleneceğimiz bir şey değildi ama artık kimsenin takati kalmamıştı. Ölümü göze alıyor muyduk? Bu kadar mıydı yani?

“Hiçbir şey yapamazsın,” dedi arkamda beni tutan koruma. Kendi kendime mi konuşuyordum?

“Anlamadım?” dediğimde hızla “Bir şeyler yapmalıyım diye sayıklayıp duruyorsun. Hiçbir şey yapamazsın,” diye cevap verdi. Süper. Şimdi de deli gibi kendi kendime konuşuyordum. O kadar dalmıştım ki koruma konuşmasaydı anlamayacaktım. Bir dakika. Başka bir koruma konuşmuştu ve benimle konuşurken sesini alçak tutmaya çalışmıştı.

Diğerlerinin duymasını istemiyor muydu?

“Neden benimle konuşuyorsun?”

“İlk ve sondu,” dedi, soğuk bir sesle. Başımı çevirerek ona bakmak istediğimde elini başımın üstüne koydu ve beni engelledi. Onun mızrağı yok muydu? Çaktırmadan sağa sola baktım. Bir tek onda mızrak yoktu. Peki ya neden?

“Bir tek sen mızrak taşımıyorsun. Neden?” Sesimin kısık çıkmasına özen gösterdim. Başka bir koruma ikimizin konuştuğunu fark ederse bana engel olurdu.

Söylediği gibi ilk ve sondu. Bana hiçbir şekilde yanıt sunmadı. Garipti. Önce konuşup şimdi tekrardan eski haline bürünmesi garip hissettirmişti. Eminim ki ellerinde yeteri kadar mızrak bulunuyordu. O halde neden onda yoktu? Geride mi bırakmıştı acaba?

“Mızrağın nerede?” diye sordum, bir ümit ondan yeniden yanıt alabilmek amacıyla.

“Sus,” diye uyardı beni. “Konuşmam yasak. Sana daha fazla cevap veremem.”

“Doğru düzgün cevap verdiğin yok zaten,” dedim, sitemli bir ses tonuyla. Derdi neydi bunun? Madem konuşması yasaktı o zaman en başından sesini çıkartmasaydı. Bu yaptığından ötürü beynimin içini daha fazla merakın oluşturduğu sorular sarmıştı.

Size söylemiştim. Kafanızı devamlı kurcalayan sorular ve fazla merak her zaman iyi değildi.

“Sus,” dedi yeniden.

“Orada biri mi konuşuyor?” dedi, ilk başta sesini çıkartan koruma. Hakan’ı tutan korumaydı ve bizim önümüzde ilerlediği için rahatça arkasına dönüp bakamıyordu çünkü önünde yürüyen Hakan’ı yönlendirmekle meşguldü.

Kimseden ses çıkmadı. Arkamdaki koruma “yaptığını beğendin mi?” dercesine beni biraz daha itekledi. Sikik herif. Kendi başıma yürüyebilirdim. Gerçi başka yöne yürürdüm ama olsun. Sinirlerimi bozuyorlardı.

Köprünün üzerinden geçerken aşağıda kalan görkemli denize baktım. Poseidon bizi oradan tepeye kadar çıkartıp ağaçların arkasına saklamıştı. Arka taraftan geldiğimiz için köprüyü görmemiştik. Köprü aman aman geniş değildi ancak baya uzundu. Sanki köprünün bir sonu yoktu. Uçsuz bucaksız denize yaraşır şekilde yapılmış gibiydi.

“Dalga mı geçiyorsunuz? Bizi denize mi atacaksınız?” Fırat çaktırmadan aşağıya bakmaya başlarken onu tutan koruma buna engel oldu.

“Şu anda ne kadar yüksekte olduğumuzun farkında değilsiniz sanırım,” dedi, yine aynı koruma konuştu ve bunları söylerken sesindeki iğneleyici tını belirdi. Bizimle alay etmesini gerektirecek bir durum yoktu. Alt tarafı bir soru sormuştu Fırat.

Korumalar bizi denize arkamızı dönecek şekilde köprünün sağ kısmına tek sıra halinde yerleştirdiler. Ardından hepsi karşımıza geçip mızraklarını sımsıkı tutarak bize doğru doğrulttular. Bir tek beni tutan korumada mızrak bulunmuyordu. Köşeye geçip seyretmeye başladı. Sanki seyredilecek çok komik bir film varmış gibi kenarda öylece duruyordu. Hakikaten de sikik bir herifti.

“2 numara,” dedi koruma, beni getiren korumaya doğru dönüp. Birbirlerine bu şekilde mi sesleniyorlardı? Numaralarla?

Kendi kendime kıkırdadığımda “Komik bir şey mi var, turuncu?” diye sordu aynı koruma. Başımı hayır anlamında salladım ama evet, komik olan bir şey vardı. Hepsi birbirinden gülünç durumdaydı. Her ne kadar mızrakların ucunu gösteren yerde biz dursak da onların da aslında bizden özel kalır yanları yoktu.

“Tabancayı çıkart. Mızraklar olsa da elimizde daha güvenilir bir silah olmasını istiyorum.”

Demek bu yüzden onda mızrak yoktu. Silahı kaldırıp bize doğru tutacak kişi oydu çünkü. Lanet olsun. Bir de silah mı girmişti işin içine? Bunların sınırları yoktu, bir kez daha acı bir gerçekle anlamıştım.

Buraya kadar benden sorumlu olan koruma söyleneni yaparak arkasına sıkıştırdığı silahı çıkarttı ve bize doğrulttu. Maskesinden rahat görebilecek miydi? Nişanı rahatça alabilecek ve bizi vuracak mıydı? Hiç. Zannetmiyorum.

“Geriye doğru marş marş.” Mızrakların ucu her birimize değdiğinde can havliyle geriye doğru adım attık. Köprüden düşmemiz an meselesiydi. Sıranın en sonunda olduğum için kafamı çevirip yanımdakilere baktım. Hepsinin yüzünü seçemiyordum ama gördüğüm kadarıyla çoğunun kaşları çatıktı.

“Afrodit,” diye mırıldandı Hakan.

“Kapa çeneni! Bıktım Afrodit, abla diye sayıklayıp durmandan!” Yeniden mızraklarla bizi biraz daha geriye doğru iteklediler. Hakan ile bu şekilde konuşan kişiyi bulmaya çalıştım ama hepsinde maske olduğu için bu pek de mümkün değildi.

Hakan o kadar mahvolmuştu ki sürekli ablasının adını tekrarlıyordu. Onun adını söyledikçe, ona seslendikçe geri geleceğini umuyordu ama Afrodit çoktan tapınağın içine girmişti. Diğerleriyle birlikte.

Ah… Athena, Artemis, Poseidon ve Afrodit. Kim bilir şu anda ne haldeydiler.

“Hadi, çok az kaldı. Sonra sizden ebediyen kurtulacağız!” Kahkahalar havada uçuştu; her bir koruma aynı düzeyde kahkahasını attı. Bir tek bize silahını doğrultmuş olan koruma kahkaha atmamıştı. Elinde silah tutmuyor olsaydı içinde iğne ucu kadar bir merhamet olduğuna inanırdım ama biliyordum ki diğer korumalar gibi onda da merhametin M’si yoktu.

Tapınağa baktım son kez. Görkemli oluşunun yanında korkutucu bir havası da vardı. Daha önce hiç aşina olmadığım bir güzellikti. İki kardeşin bu kadar güzel bir yer inşa edebilecekleri aklımın ucundan bile geçmezdi. İçeride neler döndüğünü o kadar çok merak ediyordum ki bu merakım bir gün beni yiyip bitirmese iyi olacaktı.

Tabii hayatta kalabilirsem.

Mızraklar tekrardan hareketlendi. Sırtım köprünün kenarlarına konulan güçsüz demirlere çarptığında ilk önce soğukluğunu hissettim. Köprü hafiften sallanmaya başlamıştı; hava kararmaya ve bozulmaya başlıyordu. Zeus tekrardan en iyi yaptığı şeyi yaparak gökyüzüne hükmediyordu. Bizim için işleri olabildiğinden daha zor bir hale sokuyordu. Tam onluk bir hareketti.

“Yapmayın, ne olur,” diye yalvardı Rabia. Yalvarışının herhangi bir kalbe dokunacağından şüpheliydim, o yüzden söyledikleri boşunaydı. Planımız, kaçımız yoktu. Ta en tepeden aşağı, denize atılacaktık. Bir kurtuluşumuz olmasını bekledim, diledim ve ümit ettim.

Acaba o gelir miydi?

Küllerinden doğan katil.

Gelip de bizi kurtarır mıydı? Bunu yapması için hiçbir sebebi yokken daha önceden bizi korumak için evimize büyü yapmıştı. Peki ya şimdi? Sesimi duyurabilir miydim? Duysa bile gelir miydi ki?

“Atın kendinizi aşağıya.”

Yapmadık. Kimse kendisini, kendi rızasıyla aşağı atacak kadar aptal değildi.

“Eğer avuçlarından ateş çıkartmaya çalışırsan yemin olsun ki seni şuracıkta öldürürüm,” dedi, her zaman çıkan sert sesiyle. Vulcan ile konuştuğunu anlamam için o tarafa bakmama gerek yoktu. Diğer, 2 numaralı korumaya baktım. Elindeki silahı hâlâ aynı şekilde tutuyordu. Komut bekliyordu; bizi vurmak için bekliyordu.

“Atlayın dedim size! Son nefesleriniz bunlar, o yüzden derin bir nefes alıp atlamanıza izin veriyorum.” Yine aynı acımasız kahkaha belirdi. Kıkırdamalar ve kısa gülüşler. Midem bulandı.

Mızraklar artık tenimize batıyordu. İyice ittirerek daha derine batırmaya çalıştıkları esnada Hakan önünde duran mızrağa elini yerleştirdi. Kaşlarını çatmıştı.

“Elini çekmen için yalnızca üç saniyen var. Bir, iki ve üç!” diye bağırdı koruma. Saymak için hiç beklememişti. Elini kaldırıp silahı tutan diğer korumaya döndü. “Vur onu!”

“Hayır!” dedim, sesimi gereğinden fazla yükseltmiştim. “Atlayacağız,” dedim, iki koruma arasında gidip geliyordum. İkisine de aynı anda bakmaya çalışıyordum. Kararlarından vazgeçmelerini istiyordum. Aşağıya atlamak istemiyordum fakat Hakan’ı da kaybedemezdim. Kimseyi kaybetmek istemiyordum ancak ne yapacağımızı bilemiyorduk. Çaresizlik bir kez daha bizi sarıp sarmaladı. Sarılışı hiç sıcak ve içten değildi; rezalet ve boktan bir sarılmaydı.

“Öleceğiz,” dedi Efdal, çatallaşan sesiyle. Sıska bedeni tir tir titriyordu. Rüzgâr bir anda öyle bir esip gürledi ki Efdal dengesini kaybedip geriye doğru düştü. Çığlık çığlığa bağırırken gözlerimi yumdum. Onun gidişini izleyemezdim. Kahretsin. Bin kere lanet olsun.

“Efdal!” diye bağırdı Morpheus. Refleks olarak arkasına dönüp ona bakmak istediğinde karşısındaki koruma mızrağı kullanarak fırsattan yararlandı. Morpheus da köprüden aşağıya düştü. Tanrım.

Hayır, hayır, hayır. Tüm bunlar gerçekleşiyor olamazdı.

“Atlayın dedim size!”

Rabia ağlayarak kendini serbest bıraktı ve aşağıya atlamadan hemen önce söylediği şey yüreğimi burktu: “Ölmek istemiyorum!”

Sırayla herkes köprüden aşağıya atladığında -ki aslında aşağıya atılmışlardı- bir tek ben ve Hakan kalmıştık. Hakan robot gibi durmuş, hareket etme yetkisini kaybetmişti sanki. Ona bakmak istedim ama eğer ona bakacak olursam her an ağlayabilirdim, bunun farkındaydım.

“Son iki kişi.”

Koruma gidip diğerinin elindeki silahı çevik bir hareketle onun elinden kaptı. Hızlı ve öfkeli adımlarla bana doğru yaklaştı ve namluyu alnıma dayadı. Soğukluğu karşısında anlık bir irkilme yaşasam da bunu göstermemek için çabalamam gerekmişti. Beni vuracak mıydı?

“Aşağı atlamazsan onu vururum. Gözünün önünde onun beynini dağıtırım. Anlıyor musun beni, seni lanet olası orospu çocuğu!” Koruma, maskesinin içinden bile gür sesini dışarıya çok net bir şekilde vurabiliyordu. Sesindeki öfke karşısında irkildim ve bu sefer gizleyemedim.

Hakan bana doğru dönmese de göz ucuyla bana baktı. İlk önce gözlerime, daha sonra da alnıma yapıştırılmış silaha baktı. Kasları gerildi, bedeni kasıldı. Tepkisiz kalmak istediğini anlayabiliyordum ama beceremiyordu. Ya da ben onu tanıdığım için öyle olduğunu sanıyordum.

“Atlayacağım ama onunla birlikte,” dedi Hakan, bir süre bekledikten sonra konuşarak. Sesi sakin çıkmıştı ancak sakin olmadığının bilincindeydim. Tamamen ona dönmek istediğimde silahın namlusu alnımın ortasını delip geçecek gibi oldu. O kadar sert bastırıyordu ki piçin evladı, bana ateş etmeden de canımı fazlasıyla yakabiliyordu.

“Tanrılar şahidim olsun ki, bir delilik yaparsan gözümü kırpmadan onu gebertirim.”

Tehdidi keskin bir bıçak gibi tenime saplandı. Her türlü ölmeyecek miydik zaten? Neden ısrarla beni vurmakla tehdit ediyordu, aklım almıyordu artık birçok şeyi.

“Bir delilik yapmayacağım,” diyerek karşılık verdi Hakan. Nedense buna pek inanamıyordum ancak içten içe buna inanmak istiyordum. Ablasının çekip gitmesinden sonra delirmediğine inanamazdım ne de olsa.

“Atlayın o halde.”

Hakan birkaç saniye bekledikten sonra çevik bir hareketle korumanın elindeki silahı kaptı ve beni elimden tuttuktan sonra aşağı atladı. Onun elini sıkıca tutarken neye uğradığımı şaşırdım. Çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdığım sırada bozguna uğrayan koruma “Siktir! Siktir!” diye küfretti.

Biz aşağıya doğru çekilirken Hakan silahı kaldırdı ve korumaya doğru ateş etti. Tam net görebildiğimden emin değildim ancak korumanın iri cüssesinin yerle buluştuğunu görür gibi oldum. Tepeden bir ses yükseldiğinde bunun düşme sesi olduğunu anladım.

“Söyleyin o sözde tanrılarınıza! Ablamı ve diğerlerini kurtarmak için geri döndüğümde siz de dahil onları da öldürmek için geri geleceğim! Bu da benim yeminim olsun, sizi amcıklar!”

Ve duyduğum son şey bu oldu.

Her şey birden karardı. Gökyüzü bulanıklaştı. Hakan’ın sesi kayboldu.

Nefes alışverişlerim sakinleşti. Bedenim birden ağırlaştı.

Yoksa ölüyor muydum?

Ölmek böyle bir şey miydi?


^^^

İlk kitabın finaline son 3 bölüm... Geri sayım cidden başladı desek yeridir :')

Şimdiye kadar ki düşüncelerinizi aşırı merak ediyorum, bu yüzden lütfen benimle paylaşmayı eksik etmeyin.

Kitabımı olabildiğince her yerde paylaşmaya, sesimi duyurmaya çalışıyorum çünkü içimde bir yerlerde bu kitabın çok sevileceğine dair inancım sonsuz. Hepinize çok ama çok teşekkür ederim. Sizleri seviyorum <3

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%