Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18. Bölüm: "Yardım Çağrısı"

@monanaxg

KÜLLERİN DOĞUŞU – EPOCHAL (1. KİTAP)

18. BÖLÜM: “YARDIM ÇAĞRISI”

Selamlar! Son bölümden sonra iyi miyiz? Bence iyiyizdir çünkü asıl olaylar şimdi başlayacak. O kadar heyecanlıyım ki!! Bu kitap benim için çok önemli ve değerli. Umarım bir gün sizler içinde böyle olur :’)

Söylediğim gibi, ilk kitabın finaline çok az kaldı. Hem çok üzgünüm hem de biraz rahatlamış hissedeceğim çünkü diğer kurgularıma da zaman ayırmak istiyorum.

Umarım bölümü severiniz. Lütfen oy vermeyi ve yorum bırakmayı unutmayın :)

Keyifli okumalar!

Bölüm Şarkıları: Isabel LaRosa – HELP,

Michael Schulte – Falling Apart

^^^

Ölmüş müydük? Ölmüş müydüm ben? Artık nefes almıyor muydum?

Ya ailem ölmüştü de onların yanına mı gidiyordum? Cennet ve cehennem bizim dünyamızda var mıydı?

Cennetten emin olamıyordum fakat bu hayatımızda da cehennemi yaşıyorduk.

Ayrıca ölmek nedir ki?

Ruhunun bedeninden usulca sıyrılıp en tepede, kudretli gökyüzünde süzülüp durması mıdır? Başka bir seçenek yok mu? Veya var mı?

Ölenler ne yapıyordu, nereye gidiyordu?

Bizim için başka bir çıkış kapısı bulunuyor muydu?

Nasıl veda edecektim? Ben vedalardan anlamazdım. Veda etmek her zaman acı verici olmuştur. Sevdiğin birinden ayrılman ya da sevdiğin insanın senden ayrılması kadar korkunç bir his daha yok, olamaz.

Ölüm. Ölüm var. O da veda etmek sayılmaz mı zaten? Sayılır. Değil mi?

Eğer öldüysem kimseye veda bile edemeden gitmiştim. Ancak ölmüş gibi hissetmiyordum; bir ölü gibi değildim. Gerçi ölü biri olmak ne demekti, bilmiyordum. Yaşıyordum ama nasıl yaşıyordum, inanın bende çözemiyordum.

Ailem vardı benim. Annem ve babam. Onlara veda etmeden gidemezdim.

Onlar gitmişlerdi. Nerede olduklarını bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı: Onlar da bana veda etmeden gidemezlerdi. O halde neden gitmişlerdi? Neredelerdi?

Onların yanına gitmek istedim. Annem ve babamın şefkatli, narin kollarında yeniden hayat bulmak istedim. Yapamadım.

Çaresizlik çok kötüydü. Ne yapacağını bilememek, hayata tutunmaya çalışırken bunu nasıl becereceğini bilememek çok boktandı. Bunu defalarca kez söylüyordum biliyorum çünkü doğruydu. İnsan doğru olduğuna inandığı şeyi bozuk plak gibi tekrarlamaz mıydı?

En azından Hakan’a veda edip gitseydim; bir hoşça kal bile çok görülmüştü bize. O bana veda etmeden, bana bir açıklama dahi sunmadan benden uzaklaşmıştı yıllarca. Ondan haber alamamak demek, onu resmen bir ölü olarak görmem demekti. Bu ne kadar acı bir şey, bilir misin? Ben biliyordum.

Hakan. O ölmüş müydü? En son yanımdaydı, birlikte aşağı atlamıştık ama ben kendimde değildim. Hâlâ kendime gelemedim. Belki de kalbim atmayı bıraktığı içindir. Fakat Hakan ve diğerleri de benim gibi ölmüşler miydi acaba? Onları bir daha hiç göremeyecek miydim? Hayır. Bunun düşüncesi bile beni öldürmek için yeter de artardı.

“Anka!”

Hakan’ın sesiydi bu. Bana sesleniyordu ama neden ona cevap veremiyordum? Ruhum ona çekiliyordu, ses tellerim onun adını haykırmak için bekliyorlardı fakat bir türlü bunu başaramıyordum. Ben ölmüştüm de o bana mı seslenmeye çalışıyordu? Ruhuma mı ismimi haykırarak bağırıyordu?

Onu neden göremiyordum ki? Lanet olsun, ölüm güzel değildi.

“Anka! Beni duyuyor musun?” Duyuyordum. Tepki veremeyecek kadar bitkindim.

“Anka! Miniğim,” dedi bu kez de. Bana miniğim diye seslendi. O kadar içtendi ki ağlamak istedim. Ölüler ağlayamazdı ki… Ben nasıl ağlayacaktım?

“Güzelim. Ben buradayım. Anka bak, yanındayım. Elini sımsıkı tutuyorum ve asla bırakmıyorum. Bu sefer elini hiç bırakmayacağım.”

Ses çok yakından geliyordu. O buradaydı. Yanımdaydı, benimleydi. Hakan benimle birlikteydi.

Beni bırakmamıştı. Bırakmayacağını söylemişti.

Serin rüzgâr suratıma çarptığı anda irkilerek kendime geldim. Sersemlemiştim fakat ölmemiştim. Hakan ile kısa bir bakışmamızın ardından gözlerim aşağıya kaydı. Denize düşmemiştik, bulutlara yakındık ve durduğum yerden denizi net bir şekilde görebiliyordum. Rüzgârın esintisinden dalgalar ahenkle dans ediyorlardı. Sesler birbirine karışıyordu; uğultular ve dalga sesleri.

O anda üstünde oturduğumuz, bizi taşımakta olan şeyi fark ettim.

Bir tek boynuzlu atın sırtındaydık.

Bizi kurtaran şey buydu. Hakan ile ellerimiz birbirine kenetlenmişti; Hakan parmaklarını benim parmaklarımın arasına geçirmiş, söylediği gibi elimi sımsıkı tutuyordu ve bırakmıyordu. Diğer elim ise atın gövdesine tutunmuştu.

Hakan arkamdaydı. Sırtım onun göğsüne çarpıyordu ve o da diğer elini belime sarmıştı. Belimde beni saran eline baktım. Hem elimi tutuyordu hem de düşmeyeyim diye beni.

Atın üzerine oturmuştuk oturmasına ama ata yön veren bizmişiz gibi binmiştik. Hakan’ın havanın soğukluğuna tezat oluşturan sıcak nefesini ensemde hissediyordum. Kulağıma doğru eğilip bir kez daha “Ben buradayım,” diye fısıldadı. Her şeye rağmen onu o kadar derinden duydum ki, ensemdeki saç tellerim titreşti; tüylerimi kabarttı.

Bir tek o değildi, tek boynuzlu atın üzerinde uçuyor olmamız da tüylerimin ürpermesine neden olmuştu. Bulutlara bu denli yakın olmamız ne kadar yüksek uçtuğumuzu hatırlattı. Saçlarım rüzgâra ayak uydurarak sağa sola savruluyordu. Yüzüme çarpan hava bana yeniden nefes aldığımı gösterdi.

Ölmemiştim. Ölmemiştik. Bu bir mucize değilse neydi o zaman?

“Biz ölmedik,” diye mırıldandım. Sesim sanki bana ait değildi. Hazır yüksekteyken derin derin nefesler alarak havayı ciğerlerime doldurdum.

“Ölmedik,” diye tekrarladı beni, şefkat içeren bir ses tonuyla.

Ani yaşadığım bir farkındalıkla “Peki ya diğerleri? Hakan onlar nerede?” diye sordum. Başımı çevirip Hakan’a bakmak isterken tek boynuzlu at kanatlarını çırparak sol tarafa doğru eğildiğinde ufak bir çığlık koyuverdim.

Hakan hâlâ elimi bırakmıyordu ancak bu defa belimdeki eli bana daha sıkı sarıldı. “Düşeceğiz!” diye bağırdım. At, son süratle sola, aşağıya doğru iniş yapıyordu. Denizin üzerinden geçerek ormanlık alana doğru ilerliyorduk. Bizi toprağın üzerine, yeşilliklerin ve bir sürü ağacın olduğu yere bırakacaktı.

Bunu nasıl akıl edebilmişti? Hayvanlar gerçekten de inanılmazlardı. Yine kurtarıcımız bir hayvan olmuştu; muhteşem varlıklardı ve sevilmeyi sonuna kadar hak ediyorlardı. Tabii bizi öldürmek isteyen diğer vahşi hayvanları katmıyordum.

Sol elimi atın gövdesine iyice yapıştırarak ona daha fazla tutunmaya çalıştım. Elim, onun büyük gövdesine göre çok küçük kalıyordu. O kadar güzel, büyüleyici, peri gibi bir yaratıktı ki uzun süredir bu kadar güzel bir şey görmediğimi fark ettim. Bembeyazdı. Boynuzu o eğildikçe bir kayboluyor bir ortaya çıkıyordu. Onu sevmeye, beyaz tüylerini okşamaya çalıştım. Bizi kurtardığı için bir nevi ona teşekkür etmek istedim.

Sizin hayatınızı kurtaran bir canlıyı sever ve ona minnetinizi sunarsanız hem siz size yaptığı iyiliği asla unutmazsınız hem de o unutamaz. Şayet unutursa ona teşekkürlerinizi iletmeyi kendinize borç bilirsiniz.

Kanatları ikimizi de kaplayacak kadar büyük ve genişti. Beni götüren Sirenlerin kanatlarından kat be kat daha büyüktü. Rengi bile içimi açıyordu. Muhteşemdi. Bambaşka bir güzellikti.

Beyaz renk bana her zaman umut verirdi; benim için hep umudu simgelerdi. O kadar saf ve insanın ruhuna dokunan bir renkti ki kendimi kötü hissedeceğim hiçbir düşüncem şu anda beni zorlamıyordu. Tek boynuzlu ata bakmak, onu hissetmek ve her çarpıcı detayını incelemek çok harika gelmişti ruhuma. Şifalandığımı düşünmüştüm. Sahiden de bu düşünce zihnimin bir köşesinde belirmişti.

İnişe geçtiğimiz sırada at biraz daha durulmuştu. Artık rüzgâr kulaklarımın içinde uğuldamıyor, saçlarım bağımsızlıklarını ilan etmiş gibi uçuşup durmuyorlardı. Biz gittikçe alçalırken Hakan “Onlar iyiler. Bizi kurtaran bu güzelliğin dostları gelip onların imdadına yetiştiler. Onların olduğu yere götürüyor bizi,” dedi. Sesinde hem mutluluk kırıntıları hem de hüznün hissiyatı vardı.

Ablası için ne kadar endişelendiğini söylememe gerek yoktu. Bende onlar için çok endişeleniyordum; tek düşünebildiğim onların kurtuluşuydu. Onlara tekrardan kavuşabilmek ve onları Olimpos Tapınağı’ndan kurtarabilmek için gayret gösterecektik. Bize yardım gerekiyordu. Biz tek başımıza bu işe kalkışamazdık. Ne yazık ki boyumuzu da gücümüzü de aşıyordu.

Bir yardım çağrısında bulunmamız şarttı.

Kimden yardım isteyeceğimizi henüz bilmiyor olsam da şansımızı sonuna kadar kullanmakta kararlıydım.

“Size kimse yardım etmez,” dedi iç sesim. Böyle bir anda bile tepemi attıracak şekilde konuşmayı ihmal etmiyordu. Kes. Sesini.

Başarılı bir şekilde yere iniş sağladığımızda hafifçe sarsıldık ama hayattaydık. İlk önce Hakan atın üstünden indi, daha sonra da beni indirmek için kollarını açtı. Gözlerindeki ifadeden bin bir türlü duygu geçiyordu. Atın üstüne doğru az da olsa yattığım için dikkatle kalkarak doğruldum. Sol bacağımı kaldırarak atın üzerine normal bir şekilde oturdum ardından Hakan’ın kollarına atladım.

At çok büyük olduğu için atlamadan önce tereddüt etmiştim ancak Hakan beni çok kolay ve rahat bir hamleyle tutarak düşmemi engellemişti. Onun kollarındayken huzurlu hissetmiştim. Yüzlerimiz birbirine çok yakındı. İkimizden biri ağzını açıp bir şey söylemek isterse dudaklarımız birbirine değerdi.

“Tuttuğun için teşekkür ederim,” dedikten sonra beni bıraktı ve ayaklarım zeminle buluştu. Özgürce gökyüzünde uçtuktan sonra yerle temasım minik bir sarsılmaya neden oldu. Sendelediğimde Hakan belimden tuttu ve ona bakmam için yüzüme doğru eğildi. “Başın mı dönüyor?”

Onu sessizce onayladığımda beni biraz daha tuttu, hiç bırakmadı. Ardından kendimi iyi hissettiğime kanaat getirdiğimde ondan ayrıldım ve geriye doğru çekildim. Ondan kaçmıyordum, hayır. Sadece birazcık mesafeye ihtiyaç duymuştum ki o da bunu hemen anlayarak bir şey belli etmemişti. Bozulduğunu sanmıyordum çünkü içimi ısıtan gülümsemesiyle beni inceliyordu.

“Saçlarını düzeltmek isteyebilirsin,” dedi, gülümseye devam ederken.

E normaldi. Saçlarım dağılmış, birbirine karışmıştı. Tavsiyesine uyarak saçlarımı düzelttim ve derin bir nefes aldım. Çiçeklerden ve topraktan gelen kokular bir bütün oluşturarak burnumun deliklerinden ciğerlerime işledi. Yaşadığımı bir kez daha hissetmiştim.

Yaşamak güzel şeydi. İyisiyle de kötüsüyle de.

Benden korkup kaçmayacağını bilmememe rağmen atın yanına yanaştım. Benden kaçmamıştı. Önüne geçerek burnuna dokundum ve onu okşayarak sevdim. Dudaklarımda sevinçten oluşan gülümsememe engel olamadım. Boynuzunu da hafifçe sevdikten sonra eğilip yüzünü öptüm. “Bizi kurtardığın için sana minnettarım. Her şey için teşekkür ederim,” dedim, sanki söylediklerimi anlayacakmış gibi.

Fakat bana, beni anlıyormuş gibi baktı ardından geriye doğru yürüyerek benden uzaklaştı. Ait olduğu yere geri döneceğini bilsem de benden uzaklaşması karşısında buruk hissetmiştim.

At, kanatlanmadan önce biraz bekledi. Kanatlarını açıp kendini yükseğe çıkarttığında arkasını döndü ve geldiğimiz yöne doğru kanatlarını çırparak uçmaya başladı. O giderken gökyüzüne baktım. Gökkuşağı belirmişti; renkleri fazla belirgin olmasa da gökkuşağı olduğu anlaşılıyordu. Kendisi gibi gökkuşağı da büyüleyici gözüküyordu. Tek boynuzlu at ağaçların arkasına saklanarak gözden kaybolduğunda iç çektim. Çok güzel ve özel bir hayvandı.

“Şimdi ne yapacağız? Diğerleri nerede?” diye sordum, Hakan’a döndüğümde.

İleriye baktı ardından “Beni takip et,” dedi. Sakinliği iyiye işaret miydi bilmiyordum ama her sessizliğin ardında bir fırtınanın koptuğunu biliyordum. Afrodit hakkında hiç yorum yapmamıştı. Ne düşündüğünü ya da nasıl hissettiğini merak etsem de sormadım.

Onu takip ederken etrafı inceliyordum. Değişik bir şey yoktu. Ağaçlar, çiçekler, uçuşan kuşlar…

Farklı bir şey görmeyi beklediğimden değildi ancak her şey aynı geliyordu. Bu kadar çok ağaç bulunuyor olması güzeldi güzel olmasına fakat başka insanlara, hayvanlara veya evlere dair bir iz yoktu. Çok sessizdi ve bu sessizlik beni rahatsız etmeye başlamıştı.

Tek ses kuşların cıvıldamaları ve rüzgârın uğultusuydu.

Ağacın yaprakları rüzgâra uyan şekilde dans ediyorlardı. Sağa sola, ileri geriye sallanıyorlardı.

Hakan yürüdüğümüz taşlı yolu geçtikten sonra sağına ve soluna baktı. Gözlerini kıstığında sol tarafta dikkatini çeken bir şey gördüğünü anladım. Onun yanına ulaştığımda biraz ileride bulunan yıkık dökük evleri gördüm. Taştan yapılma ağaç evler olabilir miydi acaba? Öyle olsaydı bile onlardan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bir tek arkalarında bıraktıkları molozlar ve kırık taşlar vardı.

“Onları kaybettik galiba,” dedim, Hakan’ı yüzüne bakarak. O ise hâlâ yıkılmış olan evlere bakıyordu. Gökyüzü bir anda karanlığa gömüldü; gelirken gördüğümüz bulutlar yer değiştirdi. Yolumuzu bulmamızda bize yardımı dokunmayacağını bildiği için Zeus havayı karartmıştı. Güya istediğine kavuşmuştu fakat hâlâ bizimle uğraşıyordu. Bekle bir dakika.

Ölmediğimiz anlaşılmış mıydı? Yüksek ihtimalle Hakan’ın silahla vurduğu korumayı görmüştü ve bir şekilde kaçmayı başararak hayatta kaldığımızı anlamıştı. Peki ya diğer korumalar? Kesin onları da öldürmüştü. Bir işi beceremedikleri için onları da cezalandırmış olsa gerekti.

“Silahın yanında mı?” Hayal meyal hatırlıyordum. Hakan’ın elinde silahla beraber atlamıştık, o yüzden silahı hâlâ yanında bulunduruyor olabilirdi.

“Hayır. Tek boynuzlu at bizi son anda kurtardığında dengem şaştı ve silah elimden kayarak denize düştü.”

Tüh. Silah düşmemiş olsaydı kendimize daha iyi göz kulak olabilirdik. Hiç olmazsa Olimpos’a geri dönenene kadar -orada da iş görürdü aslında- yanımızda olsaydı güvende hissedebilirdik. O da bir ihtimaldi tabii.

“Sence diğerleri bizi bulabilirler mi Hakan?”

“Bulduk bile bebeğim!” Tanıdık sesi işitir işitmez heyecanla arkamı döndüğümde Morpheus ve Efdal’ın genişleyen gülümsemeleri ile karşı karşıya kaldım. Onları gördüğüme o kadar çok sevinmiştim ki… Tek parça halindelerdi.

İkisi bize doğru hızlı adımlarla gelirken arkalarından diğerleri de çıktı. Rabia, İsis, Aurora, Fırat, Vulcan ve Atlas. Tanrım. Ne kadar çok kişiydik böyle… Sarsıcı olayın tek güzel yanı ise hepimiz kurtulmuş olmasıydı. Tek boynuzlu atlar sağ olsun. Bizi fark edip gelmeleri bir mucizeydi. Kalbim, yeniden onlara duyduğum minnetle ısındı.

“Anka!” Atlas beni gördüğü gibi koşarak yanıma geldi ve kollarını bana dolayarak sımsıkı sarıldı. Sarılışı karşısında neye uğradığımı şaşırdığım için ona bir karşılık verememiştim. Geri çekildiğinde “İyi olmana çok sevindim,” diye mırıldandı. Daha sonra yanımda duran Hakan’ı fark ettiğinde benden biraz daha uzaklaşarak boğazını temizledi.

Hakan’a elini uzatırken “İyi olmanıza sevindim,” diyerek düzeltti. Hakan onun elini tutup sıkarken “Bende sizin iyi olmanıza sevindim,” dedi fakat sesi o kadar soğuktu ki Atlas’ın neşesi kaybolur gibi oldu. Elini geri çektikten sonra iki eliyle birden siyah saçlarını düzeltti.

“Hepimizin sağ salim bir araya gelmesine inanamıyorum!” Efdal da sevincini belli ederken geriye kalanlar da buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Mutluyduk evet fakat tek parça halinde olup birbirimizi bulduğumuz içindi.

Yoksa diğerleri hâlâ Olimpos Tapınağı’nda, büyünün etkisiyle birer tutsak olarak kalıyorlardı. Hepsinin hayatta olmasını diliyordum. Onlara ulaşmanın bir yolunu bulmamız bizim için yerine getirilmesi zorunlu bir görevdi. Kime güvenebilirdik ki? Aklıma tek bir kişi geliyordu ancak onu nasıl çağıracağımı bilmiyordum. Çağırsam da diğerleri bana karşı gelir, yapacağımın çok büyük bir hata olduğunu söylerlerdi.

Evet. Bahsettiğim kişi küllerinden doğan katildi.

Başka kimse aklıma gelmemişti. Başka bir isim kafamın içinde belirmemişti.

“Şimdiki planımız ne?” Morpheus doğrudan bana bakıyordu. Planı benim mi bulmam gerekiyordu?

“Bence Zitra denen o kötü ruhu çağıralım. Onları bulmamızda hiç değilse bir katkı sağlayabilir,” dedi Efdal, ortaya bir fikir atarak. Maalesef ki berbat bir fikirdi. Tamam, benimki de şahane bir fikir değildi ama Zitra’nın zamanında Hakan’a sunmuş olduğu anlaşmayı biliyordum.

Bizden başka bir anlaşma daha koparmadan bize asla yardım eli uzatmazdı. Onun bir ruh olduğunu düşününce bu son söylediğim kulağıma çok garip gelmişti. Zitra’nın nasıl çalıştığını en iyi Hakan biliyordu. Onun ne söyleyeceğini beklerken hemen lafa atıldı.

“Asla,” dedi Hakan, tam da tahmin ettiğim gibi. “Onu bir daha asla çağırmayacağım.”

Olayı bilmeyenler kısa bir an şaşırmış olsa da bakışlarını hemen düzelttiler. “Daha önce onu çağırmış mıydın?” diye sordu Aurora, kimseden bir ses çıkmayınca. Merak etmesi anlaşılabilirdi fakat bu konu hakkında konuşmak istemeyen yalnızca Hakan değildi.

“Ablamı kurtarmak için 17 yıl önce onu çağırmıştım. Bir anlaşma yapmıştım ve hayatımda yaptığım en boktan anlaşmaydı.” Başını çevirip bana baktı ardından yeniden onu dinleyenlere döndü ve konuşmaya devam etti. “Küçük olduğum için şartları zorlayamadım, aklıma da gelmedi zaten. Ablamı kurtarabilmek için kendi canımı bile feda ederdim. Hâlâ da aynı kanıdayım fakat o iyi biri değil. Adı üstünde, o bir kötü ruh. Bizden ne talep edeceğini bilmiyoruz ve ben ona güvenmiyorum.”

“Senden ne istedi?” Bu defa soru Fırat’tan gelmişti. Hakan bir süre sessiz kalınca ben “Asla âşık olamamasını. Ola ki âşık olursa bunu hiçbir şekilde yaşayamayacağını çünkü eğer yaşarsa ablası da dahil olmak üzere sevdiği herkesin ondan koparılacağına dair bir anlaşma,” diye yanıtladım. Bunları açıklarken bir hata yapıp yapmadığımı bilmiyordum.

Hakan söylemek istememiş olabilirdi. Lakin diğerleri Zitra’yı çağıracak olursa karşılaşacakları olaydan haberdar olmalılardı. Bir anlaşma yapmaları gerektiğini ve bunun karşılığında bir bedel ödemeleri gerektiğini bilmeleri lazımdı. O yüzden anlaşmadan bahsederken çok da suçluluk duymamıştım.

Hakan yalnızca “Anka’nın dediği gibi, ödediğim bedel buydu,” dedi, kederli bir sesle. Sonra Efdal’a döndü ve “Olayları biliyorsun Efdal. Daha fazlasını ya da daha beterini yaşamanın bir anlamı yok. Hâlâ Zitra’yı çağırmayı düşünüyorsan yapman gerekeni biliyorsun. Onun sana sunacağı anlaşmayı kabul ederek bir bedel ödeyeceksin,” dedi.

Efdal güçlükle yutkunduktan sonra başını otomatik olarak iki yana salladı. Zitra’nın açtığı problemi tekrardan hatırlayınca onunla bir anlaşmaya varmaktan korktuğunu anladım. Sonuçta Zitra herkese farklı bedeller ödetecekti; hiçbir şey tek düzeyde, aynı şekilde ilerleyemezdi. Buna en iyi örnek hayatımızdı zaten. Hiçbir günümüz tek düzeyde gitmiyordu; her gün bambaşka olaylar bizi pençesinin arasına hapsediyordu.

Atlas ile kısa bir anlığına bakıştık. Deniz mavisi gözleri benimle Hakan arasında gidip geldi ve olanları anladığını belli edercesine yavaşça başını salladı. Anlaşmanın diğer bir noktasının ben olduğumu çözmüştü. Ablasını kurtarmak için benden vazgeçmiş olduğunu biliyordu artık. Ya da en azından dışarıdan öyle gözüktüğünü mü demem gerekirdi, bilmiyordum.

“O kadar öfkeliyim ki öfkem yüzünden doğru düzgün düşünemiyorum,” dedi Vulcan.

“Bende öyle,” dedi Morpheus, Vulcan’a katıldığını belli ederek.

Öfke hepimizin bedeninde, kalbinde ve zihninde yer edinmişti. Öfkemizin bizi yiyip bitirmesine izin vermeyecektik. Öfkemiz asla silinmezdi fakat bir noktaya varana kadar öfkemizi birazcık köreltmemiz önemliydi. Öfkeyle kalkan zararla otururdu derler ya. Biz zararla oturamazdık; biz kazanmalıydık.

“Geceyi burada mı geçireceğiz?” Rabia gerçekten de çok saf olabiliyordu.

İstemsizce güldüm ama alay etmiyordum. Bu kadar saf kalarak ufak şeyleri düşünüyor olması değişik gelmişti. Ona baktığımda gözlerindeki kaygıyı gördüm. “Başka bir alternatifimiz yok. Şimdilik burada kalacak bir yer ayarlayacağız. Bu süre zarfında da ne yapacağımızı kararlaştırmamız da fayda var,” dediğimde bir tek Rabia’ya söylemiyordum. Diğerlerine de söylemiştim çünkü ilk yapmamız gereken şey buydu.

“Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz?” İsis bir anda sesini yükseltirken kaşlarını da çatmayı ihmal etmemişti. “Arkadaşlarımız esir olarak tutuluyorlar ve siz yatacak yerin derdine mi düştünüz?”

“Sence tek derdimiz uyumak mı İsis?” Vulcan arkadaşına baktığında onun da gözlerinde hiddet belirdi. Zaten sinirlerimiz alt üst olmuşken şimdi daha çok gergin bir ortamın içine çekiliyorduk.

Gerginlik ve dizginlenemeyen hiddet birleşirse ateşi hepimizi yakıp geçerdi.

“Öyle gözüküyor.” Bilmiş bir edayla konuştuğunda bu kez sözü Morpheus devraldı.

“Bana bak,” dedi, işaret parmağını kaldırarak İsis’e doğru salladı. “O siktiğimin büyüsünü yapmayı becermiş olsaydın şimdi bunları konuşuyor olmazdık.” Pekâlâ. Böyle bir yere varılmazdı. Herkes birbirini suçlamayı bırakıp içindekileri kusmaktan vazgeçebilirse işte o zaman ortak bir raddeye varabilirdik.

“Büyüyü yapmaya vaktim olmadı!” diye yükseldi birden İsis. Elleri kolları havadaydı. Sinirden gülmeye başladığında ağaçların arasından İsis’in sinirini barındıran kahkahaları yankılanıyordu. Adeta kötü bir cadının kahkahası gibiydi. Farklı bir tasvir bulamamıştım, üzgünüm.

Bir anda aklıma gelen bir görüntüden dolayı “Yalan söylüyorsun,” deme cesareti buldum kendimde. İsis’in kahkahası yumuşarken yerine minik gülüşleri bıraktı. Başını omzunun üstüne yatırarak “Ne ima ediyorsun Anka?” diye sordu, keskin diliyle. Sesi de bakışları kadar deliciydi. Onunla zaten öncesinde kısa ama yersiz bir atışmamız olmuştu ve şimdi de o atışmalar git gide büyüyüp alevlenecek gibi görünüyordu.

Gök gürlediğinde ani bir irkilmeyle ne diyeceğimi unuttum. “Sana ne ima ettiğini sordum,” dedi, bastıra bastıra. “Yalan söylediğini ima ediyorum İsis. Bunda anlaşılmayacak bir durum yok,” dedim, onun yaptığı gibi bastırarak konuştum. Güçlerimiz farklı olsa da kimse kimseden üstün değildi. Sırf o büyü yapabiliyor diye her yaptığı büyüye sırtımızı dayayamazdık.

Gücünün ona isminden ötürü bahşedildiğini fark etmesi şarttı. İsis ismine sahip olmayıp da normal bir ismi olsaydı o çok güvenip havasını attığı büyü gücü olmayacaktı. Gücünün olması bir tek onu ayrıcalıklı kılmıyordu. Onun dışında güçleri olanlarda vardı. Kimseyi ezip geçemez, aşağılayamazdı.

Diğerleri sus pus olmuş ikimizin arasında geçen gerginliğin yansıttığı negatif enerjiye odaklanmışlardı. Meraklı gözler üzerimizdeydi. Bir yerden sonra herkesin bize odaklanmış olması ensemdeki tüyleri elektriklendirdi. İsis başını kaldırıp direkt olarak gözlerimin içine baktığında öfkesi hâlâ aynı sıcaklıktaydı.

“Hangi konuda yalan söylüyormuşum tam olarak?”

“Büyü yapmaya zamanın olmadığını söyledin ama Poseidon ile bakıştığınızda onun senden büyüyü halledip halledemediğini sorduğunu anlamıştım. Başka ne için sana baksın ki? Sana güveniyordu,” dedim, sırtımı dikleştirirken.

Güldü. “Poseidon ile bakışmamızdan bunu nasıl anladın, inan çok merak ediyorum,” dedi, az önce söylediğim birçok kısmı yok sayarak. Önemli olan benim neyi nasıl anladığım değildi ki. Önemli olan onun hepimize yalan söylüyor olmasıydı.

“Doğru mu bu İsis? Poseidon ile bu yüzden mi bakıştınız? Sana büyüyü yapman gerektiğini söyledi ve sende onayladın. Büyüyü neden yapamadın o zaman?” Vulcan İsis’e döndü ama İsis hâlâ bana bakmakta ısrarcıydı. Bir nevi onun damarına basmıştım ve eminim ki şu anda benden nefret ediyordu. Umurumda değildi. İstediği kadar benden nefret edebilir, bana kin besleyebilirdi.

“Büyüyü biz kamp yerindeyken de yapmamış mıydın? Yok bir dakika. Denizdeyken yapmıştın.” Aurora da konuya dahil oldu. Bir anda herkes İsis’e yüklenmeye başladı. Aslında herkes doğruların peşindeydi. Onlar da İsis’in yalan söylemesinden şüphelendikleri için arkadaşlarına hesap sorma ihtiyacı duymuşlardı.

“Sende mi Aurora? Sende mi beni sorguya çekiyorsun?” İsis büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlıkla beraber Aurora’ya baktı. Sonunda gözlerini benim üzerimden çekebilmişti.

“Sorulan sorulara düzgün bir cevap vermeni bekliyorum,” dedi Aurora, büyük bir sabırla.

İsis yeniden güldü. “Ortalığı karıştıran Anka ama sorguya çekilen benim, öyle mi? Siz kafayı yediniz herhalde. Ben neden yalan söyleyeyim?” İşte o anda, İsis’in sorduğu o soru yüzünden neden yalan söyleme ihtiyacı hissettiğini anladım. Keşke daha önceden idrak edebilseydim ancak şimdi fark ediyor olmam çok bir şeyi değiştirmeyecekti. Yani, sanırım.

“Yalan söyledin çünkü büyünü engellediler. Kamp alanındayken yaptığın büyü bizi denizdeyken koruyabilmek içindi. Ayrıyeten denizde de büyü yaptığını söyledin. Fakat Olimpos Tapınağı’na gittiğimizde büyü yapamadığını öğrendin. Poseidon sana yapıp yapmadığını, bizi koruyup koruyamadığını sorduğunda onu büyüyü başarıyla yaptığına dair inandırdın. Halbuki kamptan çıkıp denize adım attığımız andan itibaren büyü yeteneğin kaybolmuştu. Doğru mu?”

Söylediklerimin üzerine herkes bir süre bekledi, sindirmeye çalıştı. Anlamaya çalışanlar da oldu dumura uğrayıp sesini çıkarmayı unutanlar da oldu çünkü İsis de sessizliğe gömülmüştü. Asıl gelişen olayları anladığımı görünce neye uğradığını şaşırdı. Suratı bozardı, kızardı ve çöktü. Cildinin rengi değişti. Gözleri daha sakin bakıyordu fakat bedeni ufaktan sarsılmıştı.

Neden mi? Çünkü söylediklerimin hepsinde doğruluk payı vardı. İsis yalnızca Poseidon’u kandırmakla kalmayıp bizim felaketimizi de kendi elleriyle oluşturmuştu. En başından büyü yapamadığını söyleseydi başka bir yol denerdik. Yollar bitmez, tükenmezdi. Bir kapı açılmadıysa başkalarını çalmayı, içeri girmeyi denerdik. Bizim için en doğru kapıyı bulup araladığımızda ise başarmışız demektir.

“Küçük orospu seni,” dedi İsis, hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir hakaretle.

Şaşkınlığımı ve bozulduğumu ona göstermemek için “Neyse ki senin gibi yalancı bir orospu değilim,” dedim. Yüzünde yer edinen tiksinti dolu ifadesi genişledi. Durduğu yerde kalmaya devam etti fakat ben, onun benim üzerime atlamak istediğini biliyordum. Bana saldırmamak için kendini kasıyordu.

“Hey hey hey! Ne oluyor size?” Fırat ikimize de kafayı sıyırmışız gibi bakıyordu. Sıyırmış da olabilirdik, bilemiyordum. Bütün hücrelerimizle oynanırken bu gayet olağandı.

“İsis,” dedi Aurora, arkadaşına büyük bir hüsran ile bakıyordu. “Bunu nasıl yaparsın? Bize nasıl söylemezsin? Böyle bir şeyi bizden nasıl saklayabilirsin?” Sesi kısık çıkmıştı fakat sözlerinin İsis’e ulaştığını biliyordum. İsis bakışlarını yere indirdi, bir süre bekledi ardından başını kaldırdı.

“Koruma büyüsü hiç yapılmadı mı? Ben anlamadım,” dedi Efdal, kafa karışıklığıyla.

“Yapmayı denedim, üstelik başardığımı da sandım ama olmamıştı çünkü bana karşı gelen çok baskın bir güç vardı,” dedi İsis, az önceki sinirini ve kinini köreltmeyi başardığında. “Trivia bana karşı büyü yaptı. Biliyorum.” Başını yeniden yere indirdi; hiçbirimize bakamıyordu. Utanç ve pişmanlık duyduğunu biliyordum; beden dilinden okunabiliyordu.

Pişmanlığı bize olanların iç yüzünü en başında söylemediği içindi; utancı ise büyüyü layıkıyla yapamadığı içindi.

“Bunu bize söyleyebilirdin! O zaman burada olmazdık! Bu nasıl bir sorumsuzluk, ben anlamıyorum!” Rabia, İsis’e hesap sorar şekilde bağırdıktan sonra birkaç adım geriledi. “Bunu daha fazla yapamayacağım. Ben bunları yaşamak istemiyorum.” Bal rengi gözleri parladı; gözlerini kırpıştırdı ve minik göz yaşları yanaklarından aşağı aktı.

“Bir döngünün içerisindeyiz. Fark ettiniz mi? Devamlı olarak aynı şeyleri farklı biçimlerde yaşıyoruz.” Vulcan’ın söyledikleri doğru olabilir miydi? Kesinlikle. Hakikaten de bir döngünün içerisindeydik. Aynı sonuçlar, farklı olaylarla başımıza üşüşüyordu.

İlk gecemizi düşündüm. O kadar karman çormandı ki birine anlatmaya kalksam hangi detayı ne şekilde anlatacağımı bilemezdim. Birçok şey oluyordu fakat biz hep aynı yerde sayıklıyorduk. Sürekli bunun değişmesi gerektiğini söylesem de değiştiremiyorduk.

Ne biçim bir evrenin içerisinde düşmüştük biz? Bu dünya bize cehennemi vaat ediyordu.

“Biri bizi yönlendiriyor gibi değil mi sizce de? Özellikle de hepimizin birbirini bulması gerekliymiş, bu bir kuralmış gibi geliyor. Mesela Anka’yı Sirenlerden kurtardığımda birbirimizi bulmamız gerekiyor gibiydi. Bunu bir tek ben mi düşündüm yoksa?” Atlas göz ucuyla bana baktı, ‘bana katılıyor musun?’ der gibi bakıyordu.

“Ne demek yani bu? Ne anlama geliyor?” Konuşan Efdal’dı. Morpheus’a baktı; onun fikrini çok önemsiyordu. İkisinin bir şekilde birbirlerini bulması gerektiğini düşünüp düşünmediğini anlamak, çözmek istiyordu. Efdal için Morpheus çok değerliydi, bunu öğreneli çok olmuştu.

“Aslında tüm bu yaşananlar ve yaşanacaklar önceden belirlenmiş. Ben böyle anladım,” diye açıkladı Fırat. “Bu evren, biz bunları yaşayalım diye oluşturuldu galiba.”

Alakası yoktu. Bu evren oluştuğu için biz bunları yaşıyorduk. Evren bize bunları dayattığı için değil; evrenin oluşmasıyla bu facialar peşimize düşmüştü.

“Tüm bunları bizde yaşamak istemiyoruz Rabia. Epochal efsanesi gerçek, bunu anladık artık. Fakat bu evrenin oluşumu, gerçekliği biz bunları yaşamak zorundayız diye oluşturulmuş olamaz. Evet, belki birbirimizi bulmamız lazımdı ama sırf evren bunu istedi ya da belirledi diye değil. Tanışmamız, bir arada olmamız ve yaşadıklarımızın hepsi tamamen kaderimizde vardı; yazılmıştı ve çizilmişti. Kaderi değiştiremeyiz, yönlendiremeyiz,” dedim, herkese tek tek bakarak konuştum.

“Benim kafam çorba gibi oldu. Yani şimdi diyorsun ki bu evren olmasaydı, biz bu saçmalıklara dahil olmasaydık da birbirimizi bir şekilde bulacaktık. Öyle mi?”

Efdal’a bakıp “Evet,” dedim. Tam net bir şekilde açıklamak zordu, karmaşıktı.

“Peki madem öyle. O zaman neden yıllar öncesinde bulmadık birbirimizi?”

“Kader şimdi bizi bir araya getirdi,” diye yanıtladım Efdal’ı. Kaderimizde varsa yaşardık, yaşamaya da devam ederdik.

“Kader konuşmanız bittiyse ki çok güzel bir konuşmaydı. Şimdi ne bok yiyeceğiz, bunu da bize kader mi gösterecek?” İsis küstah tavrına geri büründü. Bir dereceye kadar onu da anlamak için efor sarf ediyordum ancak bazen çabalarımın sınırlarını aşıyordu.

“Bir de sen mi soruyorsun bu soruyu? Bu nasıl bir yüzsüzlük?” Morpheus kızgınlığını püskürterek İsis’in üstüne doğru yürümeye başladı. Efdal onu yakasından tutup yakalamaya çalışsa da başarılı olamadı.

Morpheus, İsis’in dibine doğru eğilirken “Senin yüzünden Athena’ya bir şey olursa o zaman benden kork,” diye tehdit etti onu. Ardından kısa bir anlığına gözlerini İsis’inkilere dikti. İsis acı çeker gibi yutkundu ve gözlerini kırpıştırdı. “Kimseye bir şey olmayacak,” dedi, ses tonu en az bedeni kadar titrek çıkmıştı.

“O sikik büyüyü yapabilseydin olabilirdi tabii,” dedi Morpheus ve ardından İsis’ten uzaklaşarak Efdal’ın yanına geçti.

“Olan oldu. Devamlı aynı şeylerin üstüne durup kafa yoramayız. Zira bize sağlıklı bir kafa yapısı gerekiyor. İleride gözüme çarpan bir yer oldu. Gidip oraya bir göz atalım diyorum.” Vulcan kimsenin karşı çıkmasına müsaade etmeden söylediği yöne doğru yürümeye başladı.

Bende dahil herkes hareketlendiğinde Rabia koşar adımlarla Hakan’ın yanına gitti. “Seninle konuşmam gerek,” diye fısıldadı. Arada sırada başkaları onları duyuyor mu diye etrafına bakıyordu. Bana bakacağı sırada kafamı başka yöne çevirdim. Onlara kulak misafiri olurken çaktırmamam önemliydi.

“Şimdi sırası değil,” dedi Hakan, buz gibi sesiyle.

Rabia onun hızına yetişmeye çalışırken “Ama bu çok önemli Hakan,” dedi.

“Şu andan daha önemli ne olabilir? Sonra dedim,” diye tersledi onu sertçe. Bu cevabın üzerine Rabia’nın omuzları çöktü ve sessiz kaldı. İkisinin konuşacağı önemli mesele ne olabilirdi ki? Özellikle de şu andan daha mühim olan ne olabilirdi, bilmiyordum.

“Yanımda olduğun için çok şanslıyım.”

Başımı çevirip sağıma, sesin geldiği yöne baktım. Atlas yanıma gelip yürürken bana eşlik etmeye başladı. Göz ucuyla Hakan ve Rabia’ya baktım ardından Atlas’a odaklandım. Zoraki bir gülümseme takındım. “Bunu duymak güzel,” dedim. Yalan söylemiyordum; böyle bir cümle duymak kırık ruhuma dokunmuştu.

Birinin yanında olduğum için kendisini şanslı sayması kadar içten ve güzel bir duygu yoktu sanırım. Tamam, illaki vardı ama olsun. Özel olduğumu hissettirmiş, göstermişti. Şimdilik kimden geldiği bir önem teşkil etmiyordu. Sadece gelmişti.

“Ben her şey için çok üzgünüm. İlişkimizin, arkadaşlığımızın yalanlar üzerine kurulu olmasını asla istemem Anka. Birbirimizi tanımıyorduk, hâlâ tanıma aşamasındayız fakat bilmen gerekir. Ben seni yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum. O sıcaklığı, samimiyeti bana veriyorsun. Umuyorum ki bir gün sende benim hissettiklerimin aynısını hissedebilirsin,” dedi.

Harbiden de söylediklerinde samimiydi. Gerçekten onun düşündüğü gibi düşünmemi bekliyordu benden. Hislere geleceksem de bunu zaman gösterecek, belirleyecekti.

Bir taraftan yürüyüp bir taraftan da onun yüzüne bakmayı deniyordum. “Arkadaşlığımız çok taze ama arkadaşlığımıza değer veriyorum. Sana fazla tepki gösterdiysem asıl ben üzgünüm. Dediğin gibi, birbirimizi tamamen tanıdığımızı söyleyemeyiz. Bunun için baştan başlayabiliriz, bunu bende çok isterim,” dedim, kalbimden geçenleri yansıtarak.

Bana bakarken gülümsedi ve bu gülümsemesi mutluluk belirtisinden başka bir şey değildi. Onunla yeni bir sayfa açarak tekrardan taptaze bir tanışma yaşayacağımız için gerçek anlamda çok mutlu olmuştu. Onun mutluluğu bulaşıcı olabiliyordu; gülümsemesini bana da bulaştırdı. İçtenlikle sıcacık bir gülümseme oluştu dudaklarımda.

“Bu konuşmayı yapabildiğimiz için çok mutluyum çünkü son birkaç gündür içim içimi kemiriyordu.”

Daha başka ne diyeceğimi bilemiyordum. Neyse ki Vulcan’ın “İşte geldik,” demesiyle Atlas’ın dikkati dağıldı. Hepimiz durduk. Vulcan’ın söz ettiği yer yanmış cesetlerle çevrili olan bir alandı. Sağıma soluma baktığımda öğürme hissimi bastırmak zorunda kaldım. Bu cesetler kimlere aitti ve neden hepsi yakılıp kenara atılmıştı?

“Bizi buraya mı getirdin? Yanık cesetlerin arasında ne yapacağız tam olarak?” Aurora, Vulcan’ın ensesine bir şaplak attı. “Görüntüler iç açıcı değil Vulcky.”

“İç açıcı bir yere getireceğimi kim söyledi? Çiçek bahçeleriyle dolu bir yer hayal etmemiştin herhalde Aurora.”

“Hayır ama bu kadarını da beklemiyordum,” dedi Aurora, kollarını göğsünde birleştirirken. Cesetlere bakmaktan kaçınıyordu ancak her defasında gözleri onlara kayıyordu. Rahatsızlık veren bir koku olmasa da yanık cesetlerin arasında bulunuyor olmamız manzaramızı güzelleştirmiyordu.

Vulcan arkasına dönüp bize baktı. “Buraya gelmemizin nedeni şayet muhafızlar peşimize düşerse bizi bu cesetlerin arasında bulmakta zorlanırlar. Onların arasında yatmayacağız elbette. Tanrım, hayır. Yalnızca saklanabilmek için bu tarafı seçtim. Açıkta bir yer olmazdı.”

“Saklanmaktan ziyade bir fikir bulsak daha doğru olmaz mıydı?” diye sordu Fırat.

“Bakın! İleride bir açıklık var. Cesetlerden uzakta fakat buraya bakmaya gelseler cesetleri görüp ileriye kadar geçmezler bence. O tarafa geçip ateş falan yaksak? Ben üşümeye başladım da biraz.” Rabia kollarını bedenine sardı, dudakları morarmaya başlamıştı. Hava soğuktu fakat dondurucu bir soğuk ile uzaktan yakından alakası yoktu.

Ayın ışığı tam da Rabia’nın gösterdiği yeri aydınlatıyordu. Yıldızlar pek yoktu; bu akşam kendilerini saklamak istemişlerdi. Güya özellikle ay ışığı o tarafa vuruyor da yıldızlar ortaya çıkmıyordu.

“Yaslanabileceğimiz taşlar da var. Yürümekten belim ağrıyor,” dedi Rabia tekrardan. Kendince ikna kabiliyetini konuşturuyordu. Dediğini yapabilirdik, aklıma yatmıştı.

Diğerlerinin kulağına da hoş gelmiş olmalıydı çünkü Rabia’nın gösterdiği yere geçmiştik. Birkaç tane sırtımızı dayayabileceğimiz taşlar ve bir ağaçlık alanda ne ararsanız vardı işte. Çim, solmaya başlamış çiçekler, e tabii ağaçlar ve taşlar. Bu kadardı. Bomboş, terk edilmiş bir yerdi. Issız bir adadaymışız gibi.

Yanık cesetlerin sarılı olduğu ıssız bir ada. Öyle ki çığlık atsak kimse duymaz, yalnızca kuşlar kanat çırpıp kaçışmaya başlardı.

“Şu çimlerin üstüne, ağacın dibine kıvrılıp uyumayı deneyeceğim. Göz kapaklarıma hâkim olamıyorum. Bayılacağım birazdan,” dedi Efdal ve gidip bir ağacın dibine, çimlerin üstüne attı kendini.

“İsis,” dedi Aurora. İsis ilk başta ona bakmasa da mecbur kaldığından mıdır nedir, Aurora’ya döndü. “Büyü yeteneğini geri kazanman için ne yapmak zorundasın?” İsis derin bir iç çekti. Suratına hüzün yapıştı; gözleri yorgunluktan açıp kapanıyordu.

“Trivia’nın karşı büyüyü geri çekmesiyle olur ancak.”

“Senin büyü yapmanı bloke eden büyüyü mü?”

İsis onaylarcasına başını salladı. Trivia’nın bunu yapmayacağı kesin ve netti; yazılı olmayan bir kuraldı. İsis büyü yetkisini bir süreliğine kaybederek rafa kaldırmıştı. Trivia karşı büyüyü kaldırmaya karar verirse -ki asla bunu yapmazdı- işte o zaman İsis eski gücüne geri kavuşurdu. Bu çok fenaydı. İsis için alışması ve geçmesi gereken dikenli bir yoldu. Şayet dikenli yoldan geçebilirse yeniden büyüleri ona ait olabilirdi.

Düşünsene. Büyü yapma gücün var ancak başka bir büyücü bu gücünü senden kopartıp alıyor. Sen ise gücüne kavuşabilmek için diğer büyücünün sana merhametini göstermesini diliyorsun.

İsis ona nasıl baktığımı gördüğünde bakışlarını kaçırdı. Onu huzursuz etmek değildi niyetim.

Hepimiz çimlere oturmuştuk ama zemin o kadar sertti ki kıçım ağrıyordu. Kafamı kaldırıp gözlerimi gökyüzü ile buluşturdum. Gece vakitlerini hep çok sevmişimdir, karanlığa çok alışamamış olmama rağmen. Lakin şimdilerde oluşan felaket silsileleri tecelli ettiğinden beri geceler o kadar da içimi huzurla doldurmuyordu; karamsarlık aşılıyordu.

“Biraz yürüyeceğim,” dedim, haber verme ihtiyacı hissederek.

Ters yöne doğru yürümeyi beklerken Vulcan ateşi çoktan yakmıştı. Bu yöne doğru yürürken Vulcan birkaç odun bulup topladığı için sorun olmamıştı. Tek yapması gereken avuçlarından ateş çıkartmaktı ki zaten onu da başarıyla halletmişti.

Morpheus, Fırat ve Efdal yan yana çimlere uzanıp çoktan uykuya dalmışlardı; İsis ve Aurora biraz daha uzakta fısıldaşarak bir şeyler konuşuyorlardı. Galiba büyüyü nasıl tersine çevirebileceklerine dair bir konuşmaydı.

Rabia’nın gözleri ise Hakan’ın üzerindeydi; Hakan’ınkiler ise benimkilerdeydi.

Ağzını açıp bir şey diyecekken Atlas, “Bende seninle geleyim,” diyerek Hakan’ın söyleyeceği her ne varsa geri yutmasına neden olarak sözcükleri boğazına dizildi. Atlas ayaklandığında üstündeki toprağı silkeledi. Siyah saçlarının bir kısmını gözünün önünden çekti ve yanıma geldi.

“Hava karardı. Tek başına yürümene gönlüm el vermedi,” dedi. Halbuki ben yalnız yürümek istiyordum fakat bunu ona söyleyerek onu tersleyip bozmak istemedim.

Ne taraf olduğu fark etmeksizin öylesine yürümeye başladık. Başlarda sessizce yürüyorduk fakat Atlas birkaç dakika sonra “Çok acayip değil mi?” diye sordu. Neyi kastettiğini anlamamıştım. Her şey çok acayip geldiği için bana spesifik bir şey belirtmediği sürece bunu anlayamazdım.

“Ne çok acayip?”

“Ne bileyim. Bütün her şey çok acayip geliyor.”

Aynen öyle.

Konuşmaya çok ihtiyacı olduğunu belli edercesine “Artemis’i yıllarca aradım. Onu bulamayacağımı anlayınca da kesin öldü dedim. Sirenler zaten ailemi katletmişken bir de ikimizin benden koparılması beni neredeyse intihara sürükleyecekti,” dedi, zayıf çıkan sesiyle.

Yüzüne baktığımda bana bakmıyordu; bastığı noktalara dikmişti gözlerini. Yürümeye devam ederken bastığı çimleri seyrediyordu, yüzüme bakmaktan kaçınıyordu. Genelde, insanlar içlerindekileri dökerken farklı bir yöne bakmayı tercih ederdi. Bilemiyordum, sanırsam yargılanmaktan falan tırsıyorlardı.

“O ölmedi Atlas. Artemis yaşıyor, bunu biliyorsun. Onu bir kez daha kaybetmeyeceksin,” derken bile bende söylediklerime güvenemiyordum. Ona anlamsız gelecek boktan bir söz vermek istemiyordum. Zira sözümü tutamazsam sonrasında getireceği vicdan azabıyla nefes almakta zorluk çekecektim.

Müşkül duruma düşmeyi istemezdim. Neden isteyeyim ki?

“Ölmediğine inanmaktan başka bir seçeneğim yok.” Adım atmayı durdurdu; o durunca otomatik olarak bende ona eşlik ederek durdum. Omzumun üzerinden arkaya baktığımda diğerlerinden uzaklaştığımızı gördüm. Çok fazla ileriye gitmemiştik ama onların bizi duyamayacağı kadar yeterli bir mesafeydi.

Önüme geçti; ellerimi tuttu ve deniz mavisi gözlerini yüzüme indirdi. Karanlığa karşı çıkan gözleri bir şekilde hâlâ parlamayı becerebiliyordu. Gözleri soğuk, ifadesiz görünse de kalbinde taşındığı o derin anlamları biliyordum, görebiliyordum.

“Bize seçenekler sunulmadı. Ya ölüm ya savaş. Barış içinde yaşamak bize sunacakları seçimlerin yanından bile geçemez.” Ellerimi sıktı; parmaklarım avuçlarının içinde kasılıyordu.

“Biz ölmediğimize göre, sevdiklerimiz hâlâ nefes alabildiklerine göre bahsini geçirdiğin savaş onlar için değmez mi sence de?” dedim, mimiklerine odaklanarak tepkisini anlamak istiyordum.

“Savaşmaya değer diyorsun,” derken daha çok soru soruyordu. Başımı sallarken dudaklarında zar zor seçilecek bir gülümseme belirdi ardından hızla yok oldu. Aman aman mimik yapmazdı zaten; yaptığı zamanlar da hislerinin çok derinden geldiği anlamına gelirdi. Genelde bu iş böyle yürürdü.

Hisler baskınsa mimikler de bir o kadar baskın olurlardı çünkü duyguları saklayamazdın. Saklamaya çalışırdın ama henüz başarılı olan birini görmemiştim.

Ellerimi avuçlarından çekip “Değmez mi Atlas? Burada öylece boş boş durmamıza aldanma. İllaki aklımıza gelecek bir fikir çıkacaktır. Savaşmaya değer gördüğümüz her şey için beynimiz çok seri çalışır; fikir yürütür ve inançlı olur. Ne olursun inancını yitirme,” dedim; kendime çok güvenerek baskın bir sesle konuştum.

Sessizliği beni delip geçerken hızımı alamadım. “Ayrıca kaderimizde bunları yaşamak olsa bile kadere boyun eğmeyeceğiz. Artemis senin ikizin, canın, her şeyin. Onsuzluğa tekrar alışabilir misin? Onu kaybetmeyi tekrar göze alabilir misin? Alamazsın,” dedim. Kafasını eğdiği için bende ona ayak uydurarak başımı eğdim ve yüzüne baktım.

Ayın vurduğu ışıkla yanaklarında bir parlama gördüm. Ağlıyordu. Ses çıkarmadan ağlıyordu.

Çenesini tutup başını kaldırdım. Gözlerime bakmaktan çekindiği için gözlerini sımsıkı kapatmıştı.

“Bana bakar mısın lütfen?” Çenesini canını acıtmayacak şekilde sıktım.

“Çok utanıyorum,” derken sesi titriyordu.

“Ağlamak ne zamandan beri utanılacak bir şey Atlas?” Çenesini tekrardan hafifçe sıktım. Gözlerini yavaşça araladığında benimkilere baktı. “Ağlamaktan utanmıyorum. Artemis’i koruyamadığım, gitmesine seyirci kaldığım için utanıyorum Anka. Az önce sen söyledin. O benim ikizim, canım, kanım. Onsuz bir hayat, hayat demek olmaz. Bir kere daha onun benden uzaklaşmasını kaldıramam.”

Elimi çenesinden çekip yanaklarındaki ılık yaşlarını sildim. Parmaklarım yanağının üzerindeyken elimi tuttu. Bu sefer tutuşu önceye nazaran daha nazikti. Yapacağı tek bir hareketiyle incitmeye çekinir gibi dikkatle tutuyordu ama bırakmıyordu.

Normalde insanlarla temas etmeyi sevmezdim fakat bazen temasa gereksinim duyuyordum.

“O zaman üstündeki bu karamsarlıktan kurtul bir an önce. Çareler tükenmez Atlas. Elbet başka bir kapı açılacak,” dedim yavaşça. Ardından küllerinden doğan katili çağırma fikri yeniden kafamın içinde filizlendi. Çiçek açar gibi yenilenen bu düşünce karşısında ona sunacağım yardım çağrısını duyup duyamayacağını sorguladım.

Velev ki duydu, geleceğinden de emin değildim ki. Kendi kendime gelin güvey oluyordum. Lakin bu da bir ihtimaldi. Elimiz boş da dönebilirdik fakat denemeden bilemezdim. Onu çağırmayı denemeden, sonuçlarını kestiremeden gelip gelmeyeceğini asla öğrenemezdim.

Denememde fayda vardı. Nereden tutsam kârdı.

“Bir şeyi bölmüyorum umarım?”

Hakan’ın boğuk sesini duyunca hem Atlas elimi serbest bıraktı hem de ben elimi çekiştirdim. İkimizde sesi duyduğumuz gibi aceleyle ellerimizi çektik. Gizlenecek bir şey de yapmıyorduk aslında, fakat yine de kendimi bir kabahat işliyormuşum gibi hissetmeme sebep olmuştu.

Atlas yanaklarında kurumuş olan gözyaşlarını çaktırmadan sildikten sonra “Bende gidiyordum şimdi. Biraz ateşin önünde ısınayım,” dedi ve ben bir şey diyemeden yanımızdan ayrıldı.

“Siz ikiniz ne yapıyordunuz burada tek başınıza?”

Hakan yavaş adımlarla, çimleri döve döve yanıma geldi. Yüzüme bakmak için karşıma geçti. Alt dudağımı ısırırken “Soruma cevap vermeyecek misin?” diye diretti. Ne söylememi bekliyordu? Arkadaşlar ne yaparsa onu yapıyorduk işte. Sohbet ediyorduk fakat bizimki biraz daha yoğundu.

“Laflıyorduk,” dedim daha sonra.

Alt dudağını büküp başını sallarken bana inanmadığı her halinden görülüyordu. “Demek laflıyordunuz,” dedi, keskin bir dille. “Diğerlerini nasıl kurtaracağımıza dair mi?” Bana kuşkuyla bakıyordu; koyu kahverengi gözleri karanlığın altında simsiyah görünüyordu. Neyse ki ayın ışığı vardı, yoksa karanlığa tümden mahsur kalacaktık.

“Belirli bir plan yok ortada ama evet, ona benzer bir şey konuşuyorduk.” Daha ne kadar saçma bir açıklama yapabilirsin Anka? Bırak planın kendisini, iğne ucu kadar bile plana dair bir şey konuşmamıştık. O anlatmış, ağlamıştı; bende teselli olmuş, her şeyin yoluna gireceğini ona hatırlatmıştım.

“Ona benzer? Duymak isterim. Lütfen aydınlat beni.” Kollarını göğsünde birleştirdi ve bilmiş bir edayla karşımda dikilmekten vazgeçmedi.

“Neden geldin?” diye sordum, az önceki sorusundan kaçıp asıl aradığım sorunun cevabını bekleyerek. Ayrıyeten ona kendi fikrimden söz edemezdim; kimseye bahsedemezdim. Bana karşı gelmelerini istemiyordum ki geleceklerdi de.

“Bende yürüyüşe çıkmak istemiş olamaz mıyım?” Başını omzuna yatırdığında küstah küstah bakıyordu. Bondo yoroyoso cokmok ostomos olomoz moyom? Olamazsın Hakan Mirza Dalkıran.

Kısa bir kahkaha attıktan sonra “Koskoca alanda bizim bulunduğumuz noktada mı yürüyesin tuttu Hakan? Gerçekten mi?” dedim, hesap sorarcasına. Üste çıkmaya çalışmasına müsaade etmeyecektim.

“Olamaz mı Anka? Ayrıca neden bu karanlıkta dip dibeydiniz? Ağzınızın içine girerek mi fikir yürütüyorsunuz? Bu da yeni moda mı yoksa?” İfadesi bu karanlıkta seçilecek kadar net değildi. Kızgın olduğunu hayal ediyordum sadece.

“Biz niye bu konuşmayı yapıyoruz ki? Var mı bir planın, bir çaren? Ne yapacağız Hakan?”

Yeniden konuyu değiştirerek bana sorduğu soruyu ona pasladım. Bakalım o bir şeyler düşünebilmiş miydi?

“Aklımda bir sikim yok Anka. Ablamı ve diğer arkadaşlarımızı nasıl o amına koyduğumun sözde tanrılarının arasından çekip çıkaracağız, bilmiyorum.” Kollarını serbest bıraktı. Ellerini yüzüne koydu, bir müddet öyle bekledi ardından ellerini suratından çektiğinde ofladı. Derin bir oflamaydı; çaresizliğin verdiği sessiz bir haykırıştı.

Ona yine fikrimden söz etmedim. Ne bana yüzde yüz güveniyordu ne de küllerinden doğan katile. Ona güvenmemesi çok, çok normaldi; anlaşılır bir nedendi. O bir katildi neticede fakat bana da tamamen güvenmediğini bildiğimden bu fikrin ölüme gitmekten başka bir şey olmayacağını söyleyeceğini biliyordum. Hatta çok iyi biliyordum.

“Kendimi işe yaramaz bir kardeş olarak görüyorum,” dedi, acılı bir iç çekişten sonra.

“Dalga mı geçiyorsun benimle? Küçücük yaşında Afrodit’in hayatını kurtarmak için canını ortaya serdin. Zitra denen ruha kendini teslim edebilmek için hazır ol da bekliyordun. Yalan mı?”

Yanıt vermedi.

“Hakan,” dedim, azıcık kalan sabrımı da kaybetmemeye çalışarak. “Hiçbir şey için söz veremem fakat onları sağ salim geri getirebilmek için her şeyi yapacağım. Pardon, bunu hep birlikte yapacağız. Lütfen artık şu kötümser bakış açını değiştirir misin?”

O da Atlas gibi negatif düşüncelerin esiri altına girmişti. Birçoğumuzda olduğu haliyle.

“Neden bana iyi davranıyorsun?” Hiç beklenmedik bir soru sordu. Buna ne cevap verilirdi ki?

“Nasıl yani?”

Yüzüme derin derin bakarken “Anlaşılması kolay bir soru sordum. Bana neden iyi davranıyorsun?” dedi, sorusunu yenileyerek.

“Bilmiyorum,” dedim, tam olarak ne söyleyeceğimi kestiremeyerek. Bu bir kaçıştı; bunu o da biliyordu.

Bir an bile gözlerini üzerimden ayırmadı. Uzun uzun bakmaktan kaçınmadı. Normalde o kaçardı; ben kovalardım. Şu anda ise tam tersini yaşıyorduk. İşin özü ne ben arkama bakmadan kaçıyordum ne de o koşarak peşimden geliyordu.

“Benim senden kaçmam gerektiği yerde sen benden kaçmaya başladın. Yaralayıcı olduğunun farkındayım Anka. Bende acı çekiyorum çünkü sana hasret kaldım.” Derin nefesler al Anka.

“Hiç öyle gözükmüyor,” dedim, omuz silkerek. “Çünkü çektiğim acıyı sana yansıtmamak için elimden gelenin çok daha fazlasını yapıyorum. Bu ilişkide bir tarafın acısını göstermesi demek karşı tarafın acı çekmediği anlamına gelmez.” Bana bir adım attı. Konuşurken hâlâ suratıma bakıyordu.

“Aramızdaki ilişkinin boku çıkalı çok oldu,” dedim.

Derin bir nefesi içine çektikten sonra “Katlanamıyorum,” dedi, itirafta bulunurcasına. “Dayanamıyorum artık. 17 yıldır kaçıyorum, yalnızca sonuca odaklanarak. Zitra’nın canı cehenneme Anka. Ben ablamı hiçbir türlü koruyamıyorum, baksana. Onu yine benden ayırdılar, beni istemeden de olsa yine terk etti. Beni her halimle kabul eden, bütün yapmış olduğum hatalara rağmen beni bırakmayan bir tek sen varsın,” dedi, acıyla.

“Ne demek istiyorsun?” Az çok ne demek istediğini anlayabilsem de yine de ondan duymak istiyordum; sözcüklerin onun acıdan titreşen dudaklarından dökülsün istiyordum.

“Mermiyi isabet ettirdiğim o piç var ya,” dedi, aşağı atlamadan hemen öncesine vurduğu muhafızdan söz ediyordu. Başımla onaylayıp devamını getirmesini bekledim. Bu bekleyiş tamamen bir işkence gibiydi.

“Alnına dayadığı o silahtan sonra seni bir daha asla kaybetmek istemediğimi,” sözünü yarıda kesip ellerimi tuttu, “Bu narin elleri bir daha hiç bırakmak istemediğimi gösterdi bana.” Ellerimi tutarken avucum açıkta gözükecek şekilde çevirdi. Avuçlarımın içerisinde minik öpücükler kondurdu.

Vücudumdaki bu titreşim şaka mıydı?

“Ben savaşmaya hazırım. O kadar süre tam bir korkak gibi davrandım; kaçtım, saklandım. Yoluna çıkmamak için her yolu denedim. Seni bırakıp gidenin ben olmasına rağmen sen beni aramaya devam ettin. Bıkmadın bunları yaparken. Kararı veren bendim ancak sonuçlarına en çok sen katlandın. Bencilce davrandım; aşkıma sahip çıkamadım. Korkarak bir yaşam sürdürülmez, bunu en iyi sen gösterdin bana. Tokat misali yüzüme çarptın hiç görmek istemediğim gerçekleri. Ablam yine yok Anka ve bunun nedeni Zitra değil. İllaki başka nedenler de olacak onu kaybetmem için fakat en azından seni bir daha kaybetmeyeceğim; ellerimden kayıp gitmeyeceksin.”

Hiç es vermeden konuştuğu için lafın arasına girip tek bir söz söyleyemedim. Bir şey söylememi bekleyerek gözlerimin içine içine baktı. Avuçlarımı tekrardan öptü; bu sefer biraz daha sert ve uzun uzun bir öpücüktü. Yumuşak dudakları tenimi yaktı geçti. İlk defa yanmaktan kaçmadım.

“Deneyelim mi yani? Peki ya hem ablanı hem de beni kaybedersen? İkimizi de kaybedersen Hakan?” Gözlerimde ıslaklık hissettim. Ağlıyor muydum? Öyleyse de farkında değildim. Duygular çok yoğundu, berraktı; hiç olmadığı kadar etrafımızı saracak güçte duyguları yaşıyordum. İkimizin arasındaki duygulardı. Yıllarca hasretini çektiğim duygular…

Bir elimi bırakıp göz yaşlarımı silerken diğer elimi hâlâ sıcacık olan parmaklarının arasında tutuyordu. Bırakmak istemediği ellerim… Kendi ağzından çıkan sözlerdi bunlar. Hal böyleyken de elimi sıkıca tutmaktan çekinmiyor, gerçekten de uzun uğraşlar sonucu verdiği kararından geri dönmüyordu. Azmetmişti; benimle olmayı sahiden istiyordu. Birlikteliğimiz uğruna savaşabilirdik.

“Seni Sirenlerin kollarına verirken seni kaybedebileceğimi bilmiyordum. Senden uzaklaştıkça her şey yoluna girer sanıyordum. Seni bir kez değil Anka, birkaç kez bıraktım ve sonuçlar hiç içimi açmadı; yüreğime su serpmedi. Aksine mahvetti, kahretti, yüreğime oturdu. Ben hep kendimi kandırdım. Sana layık olmadığıma, sensiz daha mutlu olacağıma, ablamı bir daha hiç kaybetmeyeceğime dair hep kandırıp durdum kendimi. Sana yaşattıklarım için çok üzgünüm. Özür dilerim her şey için. Şimdi ise sana yaşatamadıklarımı yaşatmak için buradayım, tam karşındayım miniğim.”

“Hakan,” dedim ama devamı gelmedi. Gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. Ben yıllarca bu sözlerin yolunu gözlemiştim. Ona olan aşkım bir an bile eksilmemişti. Ona kızmıştım, ona kırgındım; ondan nefret edip ondan uzaklaşmayı o kadar çok istemiştim ki becerememiştim hiçbirini. Aşkım, sevgim daha ağır basmıştı, hâlâ da öyleydi; hiç körelmemişlerdi.

Kollarıyla beni sardıktan sonra bir elini sırtıma yerleştirdi. Diğer eliyle de saçlarımı okşamaya başladı. Başımın tepesine defalarca kez şefkatini gösteren öpücüklerinden kondurdu. Onun kolları güvenli kollardı. Onsuz bir hayatı düşünemiyordum, düşünmek istemiyordum. Aşkı tadabilmek paha biçilemezdi ancak bir o kadar da yıpratan bir duyguydu.

“Artık ne sikim olacaksa olsun. Ben seni ve ablamı kaybetmeyeceğim. Nereye giderseniz gidin sizi bulacağım Anka.” Saçlarımı okşamaya devam ettikçe ona daha çok sokuldum. Sesi beni yatıştırıyordu; dokunuşu da aynı şekilde.

“Peki ya anlaşma?” diye sorabildim, nefes alışverişlerimin arasında. Onun kokusuna bile hasret kaldığımı bilmiyordum, ta ki ona sarılıp sokulana kadar. Huzur kokuyordu. Bir insan huzur kokabilir miydi? Parfüm falan kokardı bir insan. Huzur kokar mıydı sahiden?

“Anlaşmayı sikeyim. Sensiz hayatım sikilmiş. Sence şu saatten sonra anlaşmayı takar mıyım?”

Hafifçe kıkırdadığımda beni kendinden uzaklaştırdı. Ellerini omzuma yerleştirip omzumun tepesini okşadı, sevdi. Ardından baş parmağını alt dudağıma yerleştirdi; dudaklarımdaki gülümsemeyle öylece durdum. Onun dokunuşu her defasında kasılmama yol açıyordu.

“Şu gülüşe ömrümü feda ederim, minik. Bu gülümseme için gemileri yakarım. Artık negatif düşüncelere odaklanmaktansa senin bu içimi titreten gülümsemene odaklanacağım. Ablam da sende bir daha benden kaçamayacaksınız; benden gitmenize ölürüm de izin vermem şu dakikadan ve şu hayatımda gördüğüm en mükemmel gülümsemeden sonra. Hele o arsız çocuklar gibi kıkırdaman yok mu… Beni her seferinde çıldırtmıştır.”

Baş parmağı alt dudağımda asılı kalırken gülümsedi. Baktığı yer direkt olarak dudaklarımdı. Gülümsemekten ağzım ağrıyordu. Söylediği sözlerden sonra istesem de gülümsememi yok edemezdim. Ona o kadar çok aşıktım ki kelimelere dökemezdim. Onu anlatacak kelimem yoktu. Yazmaya kalksam mürekkep yetmezdi; sayfalar tükenirdi.

Hakan Mirza Dalkıran benim koşulsuzca sevdiğim, deliler gibi âşık olduğum adamdı.

Her zaman bir umut vardır. Bizim için de bir umut vardı.

“Savaşmaktan korkmuyorsun öyle mi Dalkıran?” Baş parmağını öptüğümde gülümsemesi genişledi. Dişlerinin muntazamlığını gösterdi; uzun süredir görmeyi beklediğim bir andı. Hiç âşık olmamış birine anlatsaydım şimdi olanları, herkes bana delirmişim gibi bakardı. Abartma derlerdi ancak bilmiyorlardı.

Abartılacak kadar güzeldi. Çok daha fazlasıydı.

Bir süre öylece kaldıktan sonra “Sana güvenebilir miyim?” diye sordum, sessiz anımızı bozarak. Anı bozmak istemiyordum fakat sormak zorundaydım.

Tek kaşını kaldırdı. “Seni bırakmayacağım konusunda mı?”

“Bir tek o değil. Beni bir daha kırmayacağın konusunda da sana güvenebilir miyim bilmiyorum,” dedim. Evet, az önceki yaşananlar çok değerliydi. Asla unutamayacağım anlardı. Hatıralarımda yer edinecek, beynimin içine kazınacak türdendi. Lakin bilmek istiyordum. Bir kez daha aynı şeyleri yaşayamazdım.

“Sana söz veremem,” dedi, dürüst davranarak. Dürüst olmasını istiyordum zaten. Bana yalanlar söyleyip beni kandırmasını istemiyordum. Daha önce yaşanmıştı çünkü ve bir daha yaşanamazlardı. Olmazdı. Yaşanmamalıydı.

“Bana güven de diyemem Anka. Bir tek, senin için elimden geleni ardıma koymayacağımı bil. Olur da seni tekrardan hayal kırıklığına uğratırsam bu ağır bedelle, bu hiç dilemediğim yükle yaşayamam. Omuzlarımda bu yükü taşıyamam, miniğim.” Eğilip alnımı öptü. Yanaklarıma yapışan saçlarımı çekiştirdikten sonra bir kere daha okşadı saçlarımı. Elinin ve dudaklarının değdiği her yer yanıyordu.

Vücudumu alevlendiren, soğuktan üşüyen her bir noktamı ısıtmaya yeten tek şeydi. İçimi sımsıcak saran ve dudaklarıma yerleşen gülümsemenin sebebi oydu. Hakan Mirza Dalkıran’ın ta kendisiydi.

“Sana olan kızgınlığım geçmedi,” dedim, şımarmasını istemiyordum.

“Kızgınlığını geçireceğim. Ateşini söndüreceğim, minik kuş,” dedi. Hınzırca güldüğünde koluna vurdum. “Çok ayıp,” diye mırıldandım. “Sen hep böyle terbiyesiz miydin?” Gülmeye başladım. Sanki hep böyleydik; hep bir arada ve bu şekilde güzel anlaşıyorduk. Önceden yaşadığımız sevimsiz anıları hafızamdan silip atmak istiyordum. Düzgün bir hayatımız varmış da birlikte eğlenerek vakit geçiriyorduk. Fakat öyle olmadığının bilincindeydim.

Küllerinden doğan katili çağırmak zorundaydım. Tek dayanağım oydu şimdilik. Umuyordum ki ondan isteyeceğim yardımı reddedip beni başından savmazdı.

“Morpheus!”

Hakanla aynı anda sesin geldiği yöne döndük. Rabia nefes nefese kalmıştı. Kesik kesik nefesler alırken suratı koşuşturmaktan kıpkırmızı olmuş, alnı ter içinde kalmıştı. Hakan beni arkasında bırakarak Rabia’nın yanına gitti. “Ne oldu Rabia? Herkes iyi mi? Morpheus’a bir şey mi oldu?”

Gerçekliğimize adeta bir ışık hızıyla geri dönmüştük. Bu geçişi bekliyordum çünkü bir hayal dünyasında yaşamıyorduk.

“Hayır, hayır. Herkes iyi ama… ama,” dedi. Zar zor nefes aldığı için doğru düzgün kelimelerini sarf edemiyordu. Bende onların yanına gittiğimde “Sakinleş Rabia. Sakinleşmezsen konuşamazsın ve bizde seni anlayamayız,” dedim, her ne kadar kalbimin atışı hızlansa da ses tonumun ayarına dikkat ediyordum. Rabia daha fazla fenalık geçirmeden konuşabilse süper olacaktı.

Kısa ama uzun gibi geçen bir bekleyişin ardından Rabia “Morpheus bir kâbus gördü. Tapınaktakilerle ilgiliymiş. Sizi de çağırdı çünkü hepimize birden anlatmak istiyor,” diyebildi. O anda Hakan ile göz göze geldik. İkimizin gözlerinde de kaygımızı içeren başka bir ifade yer almıyordu.

Hakan hemen “Gidelim,” dedi.

Yol çok uzak olmadığından kolayca Morpheus ve diğerlerinin yanına varabilmiştik. Yol uzak değildi ama yürürken hiç öyle gelmemişti. Bitmek bilmeyen bir yoldu, bir sonu yokmuşçasına.

“Ne gördün Morph?” diye sordum, yanlarına gider gitmez. Alacağım yanıttan korkmadan çok duymak istemediğim bir şey olduğuna inanıyordum ve bu beni epeyce germişti.

Morpheus yaslandığı ağacın gövdesinden kalkmayı denedi fakat Efdal onu geri oturttu. “Kalkma şimdi,” dedi, nazik bir sesle. Morpheus boğazını temizledikten sonra gördüklerini bir bir anlatmaya başladı. Keşke başlamasaydı dedim içimden çünkü söyledikleri kanımın çekilmesine yol açtı.

“Geniş bir odadalardı. Onları sandalyelere oturtmuş, zincirle bağlamışlardı. O kadar berbat bir görüntüydü ki inanın bana benim yerimde olmak istemezdiniz. Hiçbiri konuşmasa da çok şey anlatmak ister gibi duruyorlardı. Onlara zarar verecekleri ortada fakat böyle bir işkence yaşatacaklarını tahmin edemezdim.”

“Gayet de tahmin edilebilir bir şey,” dedi Vulcan. Agresif değildi; kendi doğrusunu dile getirmişti.

Yaktıkları ateşin etrafında bir daire şeklinde oturuyorlardı. Rabia da onlara katıldı; ben ve Hakan ise ayakta kalmaya devam ediyorduk. Morpheus’un suratına vuran ışık sayesinde gözlerinin kocaman açıldığını gördüm. Yeşil gözlerinde dehşetin izlerini taşıyordu. Kâbusu kendisi görüp yaşadığı için onun bu denli etkilenip sarsılması normaldi.

“Başka ne gördün?” diye sordu Hakan, meraklı gözlerle Morpheus’a bakarken.

Morpheus kaygılı bir nefes verdi. “Bu kadarını gördüm. Çok aceleyle geçip gitti her şey ama ben kapabildiğim kadarını kaptım. Zincirlenmişlerdi diyorum, daha ötesi var mı? Ya sonrasında işleri abartıp fiziksel bir darbede bulunurlarsa?” Son cümlelerine gelene kadar sesi git gide kısılmıştı.

Darbe… Darbe vurmadıkları tek o kalmıştı. Birçok alternatifi denemişlerdi. Cinayete teşebbüs, adam kaçırma, zihne hükmetme ve daha birçok şey…

Öldürmedikleri kalmıştı fakat öldürmekten beter etmişlerdi desem yeridir.

“Sikerler,” dedim içimden. Bu geceyi atlattıktan sonra yarın ilk işim küllerinden doğan katili çağırmak olacaktı. Onlar orada acılar içinde kıvranırken hiçbir şey yapmadan duramazdım, özellikle de Morpheus’un gördüklerinden sonra. Riske atamayacağım için onu tek başıma çağıracaktım. Hem onun dediğine göre aramızda bilmediğim bir bağ vardı hem de ne kadar az kişi bu karmaşaya dahil olursa o kadar iyi olurdu.

Ona nasıl sesleneceğim konusunda en ufak bir fikrim olmaması umurumda değildi. Gerekirse bağırırdım gelsin diye. Bir ümit beni duyabilirdi. Denemezsem pişman olacaktım.

Hayır ne kahramandım ne de kendisini feda etmeye çalışan biriydim. Riske girmek en son ihtiyacımız olan şey bile değilken bu planımı bir tek ben uygulayacak, hayata geçirecektim.

“Tapınağa yeniden nasıl dönebiliriz? Yolu da bilmiyoruz ki,” dedi Aurora, üzüntüyle.

“Bu karanlıkta Olimpos’a dönmek akıl kârı değil Aurora. Yarın erkenden gitmenin bir yolunu bulacağız mecbur,” dedi Fırat. Yarın gitmeyi düşünüyorlarsa benim herkesten önce uyanıp katili çağırmam şarttı. Belki de hiç uyumazdım.

Gerçi yarın için dinç olmama ihtiyacım vardı.

“Uyuyacak mıyız şimdi?” Rabia soruyu sorarken esnemeye başlamıştı bile.

“Önce yarın ilk iş ne yapacağımıza karar verelim. Acaba tek boynuzlu atlar bizi tekrardan Olimpos’a götürebilir mi?”

“Zannetmiyorum İsis. Onları bir daha nasıl bulacağız ki?” Vulcan’ın kaşları çatıldı; bir şeyler düşünüyordu. Aklını kurcalayan bir şeyler olduğunu biliyordum.

Nasıl yapacağız? Kimden yardım isteyeceğiz? Onları kurtarmak için zamanımız yeterli olacak mı? Sınırları nasıl zorlayabiliriz?

Tüm bu soruları sorup durduğunu biliyordum. Benim dışımda herkes aynı sorularla kafasını meşgul ediyordu.

Atlas çok durgundu. Gözlerini ateşe dikmişti ve boş boş, yanan odunlara bakıyordu. Vulcan, Atlas’ın yanınaki taşın üstüne oturduğunda Atlas irkildi. “Yavaş ol dostum. Ödümü patlattın,” dedi Vulcan, bir elini Atlas’ın omzuna koyarken.

“Affedersin.”

“Çok yorgunum. Kenarda kıvrılıp biraz gözlerimi dinlendirmek istiyorum.” Rabia yanan ateşten çok uzaklaşmadan başka bir ağacın dibine geçip uzandı. “O halde yatıp dinleniyoruz. Yarın Olimpos’a dönmenin bir çaresini bulacağız, inanıyorum,” dedi Efdal ve o da Morpheus’un yanına geçip kıvrıldı.

Çok geçmeden hepimiz ateşin etrafında, çimlerin üzerine cenin pozisyonunda yattık. Hakan arkamdaydı; belime sarılarak bana iyice sokuldu. Ateşe ihtiyaç yoktu; onun teni beni soğuktan korumak için mükemmel bir kalkandı.

“Onları geri alacağız,” diye fısıldadım. Fısıltım ona ulaştığında gülümsediğini sezdim. “El ele birlik olursak üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yok miniğim. Tanrım. Kokun beni sarhoş ediyor Anka.” Hakan’ın dudaklarından kayan her sözcük ensemde birleşerek bedenimi elektriklendirdi.

O ve onun bana sağladığı etkileri… Benimde en az onun kadar sarhoş olduğumdan haberi var mıydı?

_______

Tepemdeki güneş yüzünden terlemeye başladığımda uyanmam gerektiğini anladım. Gün aymıştı; çevrede sadece kuşların cıvıltısı hakimdi. Elimi gözlerime siper ederek gözlerimi araladım. Ateş sönmüştü; odunlar küle dönmüştü. Gördüğüm kadarıyla herkes hâlâ uyuyordu.

Ses çıkartıp birini uyandırmak istemediğimden yavaşça hareket ettim. Kalkmaya yeltendiğimde Hakan’ın kolu hâlâ dün geceki gibi belimi sarıyordu. Bütün gece böyle mi uyumuştuk?

Hakan’ın bileğini kibar ama dikkatli bir hamleyle tutup belimin üzerinden kaldırarak kendimi onun bedeninden uzaklaştırdım. Huysuz davranarak ufak bir mırıltı döküldü dudaklarından. O uyanmadan ayağa kalkıp acele ederek ayak parmaklarımın üzerinde yavaş adımlarla alanı terk ettim.

Tamam, planımı devreye sokacaktım.

Katilin bana verdiği kolyeye gitti elim. Hâlâ takıyor olmam çok mu tuhaftı? Herkese çok manasız geliyordu ama ben öyle düşünemiyordum bir türlü. Kolyenin ucuyla oynamaya başladığımdan çoktan diğerlerinin olduğu bölgeden uzaklaşmıştım.

“Küllerinden doğan katil,” diye fısıldadım boş boş. Ne bileyim, belki duyup gelirdi. Sahi, onun bir adı var mıydı? Tabii ki vardı şapşal.

İsmini bilmediğimden ona herkesin hitap ettiği şekilde hitap ediyordum. Tüm kasabadaki insanlar onu böyle tanıyordu; küllerinden doğan katil olarak ünü nam salmıştı yıllarca. Üstüne üstlük kasabamızın adını da ondan esinlenerek oluşturmuştuk. Daha doğrusu buna sonradan karar verilmişti.

Tekrardan ona seslendim. Tekrar ve tekrar.

Bir yandan yürüyüp etrafı kolaçan ediyordum, diğer bir yandan da kolyeyle oynayıp duruyordum. Midemden yükselen bir sesle bayılacak gibi oldum. Bayadır bir şeyler yemiyordum. Düşüp bayılsam şaşırmazdım.

Tam ümidimi kesip her şey bitti diye yakınırken kolyenin ucu parladı. Ben daha ne olduğunu çözemeden “Anka,” diye bir ses kulaklarıma ulaştı. Onun sesiydi, biliyordum. Kolyeye yeniden baktığımda ise parlaması sönmüştü; yalnızca birkaç saniyeliğine ışığını göstermişti.

Daha önce de benimle konuştuğunda, kolyeyi bana verdiğinde sesi bir şekilde zihnime kazınmıştı. Arkamı dönmek isterken o cesareti bir an kendimde bulamadım. Halbuki onun buraya gelmesini dileyerek yardım çağrısında bulunan kişi bendim. Bir başkası ona seslenmemişti.

“Beni çağırdın,” dedi, sesindeki afallamayı sezebiliyordum.

En sonunda arkama dönüp onunla yüz yüze geldiğimde güçlükle yutkundum. Avucum kolyenin ucunu sarıyordu; gözleri direkt olarak oraya kaydı. O çok… Farklı görünüyordu. Acımasız bir katilden ziyade normal bir insandı. Çekici bir suratının yanında aurası da yüksekti.

Onu her görüşümde giydiği siyah pelerini yoktu; düzgün kıyafetler içerisindeydi. Yine siyah tercih etmişti tabii, orası ayrı.

“Ben yanlış kişiye mi seslendim?” Ona bir yaratıkmış gibi baktığıma yemin edebilirdim.

Güldü. İlk defa gülüşüne tanıklık ettim. “Başka küllerinden doğan katil var mı bilmiyorum,” dedi. Gırgırın sırası değildi. Tavrından pek hoşnut olmadığımı göstermek için kaşlarımı çattım ama yemedi. “Beni çağırdın mı çağırmadın mı?” diye sordu, lafı dolandırmak istemiyordu aslında.

“Çağırdım,” dedim, kısık sesle.

Bana yaklaşırken yavaş adımlar atıyordu. Beni korkutup kaçırmak istemediğini anlamıştım ama ondan korkmuyordum. Bunu daha önce de hisseder gibi olmuştum; ondan korkmadığımı o da kavrayabiliyordu. O bir katildi fakat bana o şekilde aşılayamıyordu.

Kalbi iyiliklerle dolu bir katil olabilir miydi? Zannetmiyordum. Muhtemelen zihnimin içiyle oynuyordu. Bana kendisini masum göstermeye çalışıyordu. Yoksa aksi takdirde onun iyi biri olabileceğine inanmam delilikti. Aç olduğumu da hesaba katarsak zihnimin bana oyunlar oynadığı ihtimalini gözden geçirebilirdim.

“Benden kaçmayan tek insan sensin. Gözlerime bakarken tir tir titremiyorsun. Öyle ki beni çağırmaya yüreği olan, cesaretini ortaya koyan da sensin.” Egosu yoktu; geçmişinden ve bugününden itibaren gerçekleşenleri açığa vuruyordu. İşin özü, dürüst davranıyordu. Bir katil dürüst de davranamazdı ya, neyse.

“Senden kaçmamı gerektirecek bir şey yapmadın,” dedim, açık açık konuşmaya karar verdiğimde. 17 sene önce kasabamızı tozu dumana kattığında da beni korkutup kaçıramamıştı. O zaman altı yaşında olduğum düşünülünce ondan nasıl ürkmediğimi anlayamadım. Sonuçta küçüktüm.

Zümrüt yeşili gözleri parladı. Kuşkuyla bakmasının yanı sıra gözlerinin içi gerçekten de parlıyordu. Güneşin yansıttığı ışığın da artısı olabilirdi.

“Ben bir katilim. Benden kaçman için elle tutulur bir sebep değil mi bu?” Üzerine giydiği siyah sweatshirtünün kapüşonunu başına geçirdi. Siyah saçları kapüşonu ve yüzü arasında sıkışıp kaldı.

“Bana bir zararın dokunmadı.” Ona kolyeyi gösterdim, sanki bana veren o değilmişçesine. “Senden korkuyor olsaydım bu kolyeyi takmayı seçmezdim. Nereden bileyim, belki de içinde büyü vardır.”

“Var zaten,” dedi. Pardon? Nasıl yani?

Yaşadığım şaşkınlığı görür görmez “Koruma büyüsü,” diye açıkladı. “Seni koruması için büyü yaptım kolyeye.” Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi; yanlış da görüyor olabilirdim. Belki halüsinasyon?

“Bunu neden yapma gereği duydun ki?”

“Cevap çok basit Anka. Seni korumak için,” diye itiraf etti. Hadi canım. Şaka yapıyorsun.

“Bende onu soruyorum. Neden beni koruması için bana büyülü bir kolye verdin?”

“Bunu açıklayamam. Henüz zamanı gelmedi,” dedi ardından bana doğru bir adım daha attı. Olduğum yerde durarak gittikçe bana yaklaşmasına seyirci kalıyordum.

“Zamanı geldiğinde açıklayacak mısın?”

Gözlerine gölge düşüren kapüşona rağmen zümrüt yeşili gözlerinde ortaya çıkan sarı harelerini gördüm. Güneş direkt onun yüzüne vuruyordu ama o gram rahatsızlık duymuyordu. Ürkütücü görüntüsünün ve kişiliğinin altında gizlenen masum biri yatıyordu. Kesin emin olamazdım fakat içimdeki seslerden biri bunun doğruluğunu vurguluyordu.

Başkası uyandı mı acaba diye düşünürken çaktırmadan etrafımıza baktım: kimse yoktu. Onlar uyanmadan bu işi bir an önce bitirebilmek için asıl onu çağırma nedenime geçmeliydim. Lak lak edemezdik. Zamanı bu şekilde öldürürsek her şey için çok geç olabilir diye endişeleniyordum.

“Yardımına ihtiyacım var,” dedim, bir süre bekledikten sonra.

“Sana yardım edeceğimi düşündüren nedir?”

“Ben bir katilim zırvalıklarını geç,” dedim, bir anda gelen cesaretimle. Şimdi kendimi çok daha cesur hissediyordum. Onun bana yansıttığı enerjisinden midir bilinmez ancak durum bu yöndeydi. İtiraz etmiyordum; tam tersine onun enerjisinden memnundum.

Alay edercesine bir kahkaha attı. Yüzümü buruşturduğumda kimsenin onun kahkahasını duymamış olmasını diledim. Bir katilin kahkahasına şahit olduğumu söylesem bana kim inanırdı? Hiç kimse. Ancak birilerini öldürürken atılan zevk kahkahaları olduğuna kanaat getirirlerdi o kadar. O da en iyi, olabilecek en düzgün ihtimaldi.

“Seni dinliyorum,” dediğinde gözlerinde merak uyandı.

“Arkadaşlarımın başı dertte,” diye başladım. Tane tane her şeyi anlatarak hiçbir ayrıntıyı es geçmemeye özen gösterdim. En ufak detay bile elmas değerindeydi; bizim için önemli olan herhangi bir noktadan bahsetmeyi unutursam felaketle sonuçlanabilirdi. Bir tane daha felaketi kabul edemezdim.

“Tüm bu anlattıklarını Hades ve Zeus mu planladı?” Yüksek ihtimalle bana inanmıyordu; yalan söylediğimi sanıyordu. ‘Evet’ dercesine başımı sallamakla yetindim. O kadar çok şeyi motor takmış bir hızda anlattığım için dilim damağım kurumuştu. Dudaklarımı yaladım. Karnımdan sesler yükseldi.

Karnıma baktığında “Aç mısın?” diye sordu, az önce anlattıklarımı bir anda yok sayarak. Yine başımla onayladım; konuşmaya mecalim kalmamıştı. Herkesten önce kalkabilmek için uykumdan feragat etmek zorunda kalmıştım.

Cebinden bir şey çıkarttığında bana uzattı. Avucunun içinden bana uzattığı şeyi aldığımda bunun bir şeker olduğunu gördüm. “Ne bu, şeker mi?”

“Evet. Üstelik naneli,” dedi, anlam veremediğim bir heyecanla. Şekerin ambalajını açıp naneli şekeri ağzıma attığımda “Nefesimin refah kokmasına önem veririm,” dedi. Bunu bana açıklamasına lüzum yoktu ama yine de açıklama zorunluluğu hisseder gibi bir hali vardı.

“Teşekkür ederim,” dedim. Şeker tabii ki de açlığımı yok edemezdi ama en azından bastırırdı. Naneli olması da sahiden refahlık vermişti.

Teşekkürüme karşılık vermeyerek “Şimdi benden tam olarak ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu.

“Beni Olimpos Tapınağı’na götürmeni istiyorum,” diye geveledim. Ağzımda şeker varken konuşmak zor oluyordu. Başını omzuna yatırdığında gözlerinden bir gölge, karartı geçer gibi oldu. “Onların evine mi gitmek istiyorsun yani?” Bana tam bir aptalmışım gözüyle bakıyordu; davranış biçimden anlayabiliyordum.

“Başka şansım yok. Beni oraya götürmen yeterli olacaktır. Sonrası için senden bir şey talep etmeyeceğim.”

Dalga geçerek güldü. “Oraya gitmek kolay Anka. Asıl mesele oraya vardıktan sonra ne yapacağın.”

Uzun uğraşlar sonunda şekeri yuttum. Boğazımı temizledikten sonra “Bir planın var mı?” diye sordum ama tamamen alaya vuruyordum. Bir fikri olmalıydı ki benimle bu şekilde konuşabilsin.

Başını kaldırdı; gözünün önüne gelen saçlarını geriye itekledi. Ardından gözleri çabucak kolyeme kaydı. “Görünmezlik büyüsü yapabilirim. Kolyeyi taktığın sürece kolye seni korumaya devam edecektir. Lakin olur da ters bir şeyle karşılaşırsan diye yanında olacağım.”

Benimle mi gelmek istiyordu? İyi de neden? Benim bir amacım varken onun yoktu. Sırf bana eşlik etmek için değildi herhalde bu arzusu.

“Senden gelmeni isteyemem.”

“İsteyip istememen umurumda değil,” dedi, sesinde küstahlık sezdim.

Bana muhtaçsın ama beni ekarte etmeye çalışıyorsun, der gibi bakıyordu. Kısmen öyleydi, bunu inkâr edemezdim.

“Madem benimle gelmek için bu kadar can atıyorsun, o halde tamam,” dedim. “Gidelim.”

Bir an önce gitmek istiyordum çünkü kimseye yakalanmak istemiyordum. Haklı olarak bana karşı çıkacaklardı ancak elimdeki tek seçeneğim, tek dayanağım şu anda buydu. Başka bir şey düşünebilmiş olsaydık onu yerine getirirdik. Tekrar dile getiriyorum: zaman önemliydi ve biz yeterince zaman öldürmüştük.

Onları tek başlarına burada bırakmaya gönlüm razı gelmese de diğerlerini Olimpos’tan kaçırıp buraya getirecektik. Küllerinden doğan katile sırtımı yaslamıyordum fakat ona güvenmemi söyleyen sesler duyuyordum. Karmakarışık duygular besliyordum.

“Arkadaşların ne olacak?” Onların burada olduğunu nereden biliyordu? Eh, tabii. Katil olduğu için her şeye hakimdi, değil mi?

“Fazla kişi gidersek çok göze batabiliriz diye düşündüm. Ayrıca şu anda onları rahatsız etmek istemiyorum.”

“Yaptığın sence de bencilce değil mi Anka?” Yine aynı bakışla baktı bana.

“Beni eleştirmen için çağırmadım seni buraya,” dedim sinirle. “Yardım etmeyeceksen başka bir yol bulurum.” Bunu söylediğime inanamıyordum. O bana yardım etmeyi reddederek çekip giderse elimde başka bir seçenek yoktu.

“Benden sana tavsiye,” diye başladı lafa. Ah, tam da ihtiyacım olan şeydi. “Kahraman olmaya çalışma, zira her şeyini kaybetme olasılığın var,” dedi, bilmiş bir edayla.

Niyetim kimseyi kaybetmek değildi. Bu çok aptalca bir tavsiyeydi. Kahraman olmaya da çalışmıyordum. Hem hızlı hareket etmem gerektiğinden hem de fazla kişi olursak elimiz ayağımız birbirine dolanabilirdi. Ek olarak, bir sonuca varamazsak diğerlerini kurtarabilmek için hiç vaktimiz kalmazdı.

Yani hayır, kahraman olma gibi bir hedefim yoktu. Hiçbir zaman da olmadı.

Uzaklardan adım seslerini işitmeye başladığımda “Ne olur,” diye yalvardım. Ona yaklaşıp gözlerinin içine baktım. “Lütfen,” dedim bu kez. Etrafımıza bir bakış attıktan sonra iç çekti.

“İkimize de görünmezlik büyüsü yapacağım. Oraya adım attığımız andan itibaren sözümden çıkmayacaksın. Bana güvenmeni beklemiyorum Anka fakat sözümden çıkacak olursan bu hiç hoşuma gitmez,” dedi.

“Elimden geleni yapacağım,” dedim, hemen atlayıp tamam demek istememiştim.

“Ellerini ver,” dedi, ikna olduğunda. Ellerimi ona uzattığımda hemen tuttu. O da çabuk hareket etmeye başlamıştı. Gözlerini kapatırken aynısını yapmamı söyledi; lafına uyarak gözlerimi sımsıkı kapattım.

Bana yamuk yapmazdı, değil mi? Bir kere hayatımızı kurtarmış, hatta daha fazlasını yapmıştı. Olimpos’a gittiğimizde beni orada terk edip gitmeyeceğine inanmak istiyordum ama bir katilin sözüne güven olmayacağının da bilincindeydim.

Risk almaya mecburdum; bir yerden sonra hayat sizi risk almaya mecbur bırakıyordu. Ya alırdınız ya da almazdınız, basitti. Ancak ben, bu yaşıma kadar -23 yaşındaydım- pek fazla risk almamıştım çünkü ne risk alacağım bir durum olmuştu ne de cesaretimi eskisi kadar sezebiliyordum. Bana ne olduğunu bilmiyordum fakat böyle bir evrenin içerisindeyken her an her şey olabilirdi. Buna bende dahildim.

Ayak sesleri git gide çoğalıyordu; her kim geliyorsa yaklaşıyordu.

“Daha ne kadar böyle bekleyeceğiz?” diye sordum, sabırsızca. Dışarıdan bakıldığında çok acayip bir konumdaydık. El ele tutuşmuş gözlerimizi kapatmıştık. Mantık aranmaz, düzgün bir şey düşünülemezdi. Oyun oynuyorduk sanki.

“Dikkatimi dağıtma,” dedi, azarlayarak. Gözlerim kapalıyken kaşlarımı çattım. Göz kapaklarım titriyordu. Sol gözümü hafifçe aralayıp sesin geldiği yöne doğru baktım. Tek gözümü açtığım için net olarak bir görüntü yoktu ama bir gölge, silüet görür gibi oldum.

Efdal uyku sersemliği ile bana ve küllerinden doğan katile bakıyordu. Elini kaldırıp alnına götürerek yüzüne siper etti; vuran güneş ışığından emin olamadığı için daha iyi bir bakış yakalamaya çalışıyordu. Birkaç adım daha attığında iki gözüm birden tamamen açıldı.

Bizi fark edebileceği kadar yaklaştığında durdu. İlk önce sırtı dönük olan katile ardından bana baktı. Bu bakışı tekrar tekrar sürdürdü. Kafası karman çorman olmuştu; doğru mu görüyorum diye bir saniye bekledi. Ona hüzünlü bir bakış attığımda dudakları aralandı fakat sesini bana ulaştırmadı.

“Hallettim,” dedi katil o sırada.

Efdal bozguna uğrayarak etrafında dönmeye başladı. Bizim olduğumuz yöne daha çok yaklaştı. Elini uzatıp salladı. Görünmezlik büyüsü işlevini yerine getirmişti ve Efdal şimdi ikimizi de göremiyordu; uğradığı şok etkisi de bu sebepten ötürüydü.

“Anka?” diye seslendi, bir ümit ona cevap veririm diye. Sesimi çıkartamadım, yapamadım, yapmadım.

Katil ellerimi serbest bıraktıktan sonra sağ elini belime yerleştirerek kendisine doğru çekti. “Ne yapıyorsun?” dedim, onu itmek istemiştim ama bana karşı geldi. Efdal’ı hâlâ görüyordum ancak o bizi göremiyordu artık. Onun için görünmezdik; burada değildik onun gözünde.

Efdal yine kendi kendine bir şeyler mırıldandı fakat katilin sesi onunkini bastırdı.

“Olimpos’a götüreceğim bizi,” dedi tok sesiyle. Ona yaklaştığım sırada yanağımı yeni çıkmaya başlayan sakalları kaşındırdı. Başımı dikkatle kaldırıp suratına baktığımda bizden yaşça büyük olduğunu fark ettim. Yüz hatları daha keskin ve belirgindi. Olgunlaşmış bir insanın yüz hatlarıydı.

“Bunu beni göğsüne yaslamadan da yapamaz mısın?” diye sordum huysuzca.

Sırıttıktan sonra “Bana birini hatırlatıyorsun,” dedi. “Yıllardır hasret kaldığım bir yakınımı.”

Ona diyecek bir lafım olmadığından sustum. Bu suskunluğu fırsat bilerek sol elini kaldırıp daha önceden görmüş olduğum ışıklardan çıkarttı. Güneşe, havanın aydınlık olmasına rağmen renkler bulanıktı. Elini sallayıp ışıkların çoğalmasına neden olurken “Sıkı tutun,” dedi. “Bu yolculuk sarsıcı olacak. Midenin daha fazla bulanmasını istemeyiz.”

Bu kez tavsiyesine uyarak beline sarıldım. Bunu yapmak beni tedirgin etmişti fakat daha kötü hissedeceğimi sandığım duyguları barındırmamıştı. Ona sarılırken ailemden birine sarılıyormuşum gibi gelmişti. Bu mümkün olamazdı ama onda ailemden gelen bir sıcaklık sezdim. Saçmalama Anka.

Ardından etraf karardı, aydınlık son buldu.

Gerçekten de bunu yapıyorduk.

Athena, Artemis, Poseidon ve Afrodit’e kurtuluş sağlayabilmek için Olimpos Tapınağı’na doğru yol alıyorduk.

Üstelik bunu küllerinden doğan katil ile beraber yapıyordum.

Bu delilik değildi de neydi tanrı aşkına?

^^^

Son 2 bölüm... Çok heyecanlıyım. Düşünceleriniz benim için çok önemli, lütfen paylaşmayı unutmayın :')

Beni takip edebilirsiniz:

instagram: semina.akaydin

Loading...
0%